-
Nis 16 2012 SoruKonferansı®
Soru Konferansı®
“Soru” ve “konferans”
Bu bileşimdeki “konferans”, ortaçağ Fransızcasından gelen “bir araya getirmek, danışmak” anlamları taşıyan bir sözcük[1].
Soru Konferansı da buna göre, soru sormak ve cevaplamak, birbirlerine danışmak üzere bir araya gelmiş kişiler anlamına gelmektedir. Tescil başvurusunda kullanılan tanımıyla ise şöyledir:
“Çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir yöntemdir.”
Soru Konferansı® yöntemini diğer benzer metotlardan (arama konferansı, gelecek taraması gibi) ayıran başlıca fark, sorunun bir dizi soruya çevrilmesi (Bkz. Doğru Sorular – http://tinyurl.com/n82xa6 ve bu soruların Doğru Soru Sorma usullerine göre sorulması zorunluğudur.
Sorular, paydaşların beyin fırtınası yoluyla üretecekleri çok sayıda aday soru içinden, çalışma gruplarınca kademeli olarak en iyilerini seçmeleri yoluyla belirlenir. Böylece belirlenen sorular o denli belirli ve nettirler ki cevapları büyük ölçüde içlerinde gizlidir.”
Yöntem basittir ama..
İstenmeyen bir durumun ortadan kaldırılması veya verdiği rahatsızlığın katlanılabilir düzeylere indirilmesi ya da istenen bir durumun gerçekleşmesinin önündeki engellerin azaltılması şeklinde tanımlanabilecek “sorun çözümü”, özellikle de çok sayıda tarafı varsa kolay bir süreç değildir.
Hatta çözüm bir yana sorun’un anlaşılması bile neredeyse imkansızdır; çünkü sorun, her paydaş tarafından farklı tanımlanabilir ve herkes kendi tanımına göre en “mantıklı” çözüm üzerinde diretir.
İşte bu gibi durumlarda sorun’un önce ne olduğunun anlaşılıp tanımlanması için bir dizi “doğru soruya” çevrilmesi gerekir. Eğer bu yapılabilirse ancak bundan sonra uzlaşı[2] yoluyla sorun çözümü mümkün olabilir. Bu yöntem Soru Konferansı® adı verilen yaklaşımdır.
Çetrefil, çok taraflı sorunlar ancak bu şekilde çözülebilir.
Bunun yerine, sorun’un taraflarına sırayla söz vererek uzun uzun argümanlarının anlattırılması görünüşte pek tatminkar olmasına karşın gerçekte bir işe yaramaz. Çünkü her argüman kendi içinde çeşitli iddiaları içerir ve diğer paydaşların bu kadar çeşitli iddia konusunda ikna olmalarını beklemek imkansızdır.
İster kurumsal ister toplumsal düzeyde olsun sorunların çoğuna yaklaşım, bu son tanımlandığı şekilde yapıldığı sürece sorunların çözümü bir yana, yeni sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236).
26 Ağustos 2009 Çarşamba
-
Nis 16 2012 İşte kanıt!
İşte kanıt!
Birkaç örnek..
Bir TV programında genç bir kişi elinde Piri Reis adlı kitabı tutuyor ve -mealen- şöyle diyor: “Piri Reis haritalarının insan işi olmadığını şimdi size kanıtlayacağım. Bu kanıt öyle ‘şu söyledi, bu söyledi, şurada burada yazıyor gibisinden değil, tam olarak kaynağından kanıttır’. Bakınız xx sayfasında bizzat Piri Reis ne diyor: Bu haritalar ermiş işidir!.
Ayrıca, haritalara bakınız, dünyanın çeşitli bölgelerine hayvan figürleri serpiştirilmiş. Süleyman peygamberin hayvanlarla konuşabildiğini bildiğimize göre, Süleyman peygamberle de bir ilişki kurulmuş demektir. Bütün bunlar, haritanın doğrudan ermişler tarafından yaptırılmış olduğunun kanıtıdır“.
Bir gazete köşe yazısında ünlü bir sanatçı -aynen- şöyle diyor: “?..Türkiye, dünyada ırkçılık yapılabilecek en son ülkedir.Ben, değişik kimlikler tanındıkça, onlara saygı gösterildikçe, demokrasi arttıkça bölünme tehlikesinin azalacağına inanan bir insanım. Kanıtım da var.
Bir zamanlar cephede kan dökerek bu ülkeyi birlikte kuran insanlar şimdi niye bölmek istesin ki! Otuz yıldır her türlü tahrikin, her türlü provokasyonun denendiği Türkiye’de bir Türk-Kürt iç savaşı çıkmamış olması bunun delili değil mi?Milyonlarca Türk-Kürt evliliği, bir arada yaşama iradesine örnek oluşturmuyor mu?
Bırakın insanlar nefes alsın, kimliğiyle, soyu sopuyla, kültürüyle ve demokratik ülkesiyle, hukuk devletiyle onur duysun. Haksızlığa uğramayacağına, eşit olduğuna inansın. Korkmayalım: Bunca uğraşa rağmen, Türk’le Kürt’ü emperyalizm bile bölememiş, bundan sonra da bölünmeyiz.”
Bir TV oturumunda iki hekim ve bir moderatör evrim kuramını (yanlışlığını) tartışıyorlar ve doktor olduğu söylenen kişi -mealen- şöyle diyor: “Big-bang Darwinizm denilen allahsızlığın çöktüğünün kanıtıdır. Madem ki, tüm evren büyük bir patlamayla bir hiçten yaratıldı, bu yaratılışın en güçlü kanıtıdır. Şu bardak kendiliğinden olamayacağına, bir yapan gerektiğine göre evrenin de bir yaratıcısı olması gerekir.”
Bu “kanıt sayılamayacak şeyleri kanıt olarak göstermek” hastalığının bu üç olaya özgü olduğu sanılmamalıdır. Kendinde güç, bilgi, para vb gören veya vehmeden insanların önemli bir bölümünün görüşlerini ifade ederken gösterdikleri kanıtlara bakınız:
– Korkmayın enflasyon yükselmez,
– Korkmayın cari açıktan bir şey olmaz,
– Korkmayın radyasyon bir şey yapmaz,
– Korkmayın böcek ilacı bir şey yapmaz,
– Korkmayın deprem olmaz,
– Korkmayın Kürtler bölünmek istemez,
– Korkmayın Türkiye’de ırkçılık olmaz vs vs.
Niyetin aldatmak olmadığı belli.
İdeolojileri açısından birbirlerinden farklı olan bu üç kişinin, savundukları görüşlerle okurları aldatmak gibi bir niyetleri olmadığı kesindir. Büyük olasılıkla kendi inançlarını başkalarına kanıt olarak göstererek onları da ikna etmeye çalışmaktadırlar.
Üçünün ortak noktası ise “kanıt”ın ne anlama geldiğini bilmedikleridir. Şöyle ki:
v Piri Reis haritasının kendisine ermişlerce yaptırıldığının kanıtı bizzat haritayı yapan kişinin sözleri -o da tam öyle mi belli değil- olamaz.
v Bir kişinin bir ülkenin bölünüp bölünmeyeceği konusundaki -hiç olmazsa istatistiki kanıtı- evvelce bölünen veya bölünmeyen ülkeler konusunda yaptığı tahminlerin tutmuş olmasıdır. Bunun dışındaki güvenceleri kendinden menkuldür ve kanıt değildir.
v Big-bang öncesi hakkında bilim hiçbir şey söylememekte, bir şey söyleyebilecek bir kanıtın olmadığı ifade etmekle yetinmektedir. Dolayısıyla big-bang’in yoktan mı meydana geldiği, yoksa var olan bir şeylerin bir evresi mi olduğu bilinmemektedir. Tek bilinen -ya da şu an için bilindiği zannedilen- patlama anından sonrasıdır. Böyle bir süreç olsa olsa “bilinemezliğin kanıtı” olabilir.
TV’de program yapan, köşe yazılarında fikirlerini duyurmak isteyen kişilerin hepsinin bilim insanı olması kuşkusuz beklenmez. Ama bu insanların bir asgari “bilim kültürü“ne, o da olmazsa en azından bir “eleştirel düşünme becerisi“ne sahip olmalarını beklemek çok şey istemek midir?
Bu insanlar yüzbinlerce kişiye hitap ediyor, onların düşüncelerini şekillendiriyorlar. Bu büyük bir sorumluluk değil mi?
Bu farklı gibi görünen kişiler aslında aynı -ve çok geniş- bir familyanın, farklı elbiseli üyeleri değil midir? Ben de kanıt olarak bunu göstereyim bari J.
Ağustos 20, 2009
-
Nis 16 2012 ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !
ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !
Televizyonlarımızın zeka geliştirici yarışma programlarından birisinde, telefonla erişilen hanıma bir soru(!) soruluyor: “3’ü mü açayım 6’yı mı?”.
Öbür taraftaki ses, ağlamaklı yanıt veriyor: “Abi n’olur biraz ipucu ver!”. Arkasından da, bu yakarışının gerekçesini açıklıyor: “Bilsen ne güç durumdayız. Bu paraya mutlaka ihtiyacımız var!”.
Yaklaşık 15 saniye kadar süren bu konuşma, tüm utançları sırtınıza yüklemeye yeterlidir.
Bu program nedir? Seyirciye ne vermeyi amaçlamaktadır? Adi bir barbut oyunundan farkı var mıdır? Bu kadını milyonların önünde böylesine aşağılanmış bir duruma düşürmekten utanılmamakta mıdır? Fakir ama onurlu olmayı unutup onursuz para sahibi olmayı bir toplumsal histeri haline getirmek eğlence midir?
Bir topluma uzun vade içinde kurulabilecek en melun tuzak, onun bireylerini aptallaştırmak, zevklerini adileştirmek, kainatın bir parçası olan insanı, o sisteme aykırı olan yaltaklanma, yalvarma gibi davranışlara alıştırmaktır.
Bunun adı özgürlük, iletişim devrimi, demokrasi ya da medya egemenliği olamaz. Bu, başka birşeydir. Ve yalnız insan değil hiçbir canlı böyle bir muameleye muhatap olamaz, olmamalıdır.
Buna karşı tek yapılabilecek olan, bu programları seyretmemek, bunları hazırlayanları, sunanları tek başlarına bu çirkinliklerle başbaşa bırakarak onları cezalandırmaktır.
-
Nis 16 2012 Hasta Toplum-1
Hasta Toplum!
“Tüm yaşam sorun çözmektir”
Karl Popper’in bu isimdeki kitabı dört sözcükle tüm canlıların yaşamlarının anlamlı bir özetini veriyor. Gerçekten de yaşanılan her an, nereden çıktığı bile belli olmayan bir sürü sorunla boğuşuyor, çözmeye çalışıyoruz; uzak durmak ya da sorunlardan kaçmak da yine çözümler içinde yer alıyor.
İşin ilginç bir yanı var: Günlük yaşamımızda genellikle çabalarımız birer süre ile sınırlı ve de sonlarında genellikle ödüller var. Eğitim yaşamımız sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın sonunda not, diploma vs gibi bir ödül var.
Çalışma yaşamımız da -hem günlük hem de emekliliğe kadarki zaman açısından- sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın da maaş ve emekli ikramiyesi gibi ödülleri var.
Hal böyle iken tüm yaşamımızı saniye saniye dolduran sorun çözme çabalarının büyük çoğunluğunun bir sınırı yok, bir mezuniyet, bir emeklilik söz konusu değil.
Maddeler kimyası olur da sorunlar kimyası olmaz mı?
Ödülü yok ama cezası var. Eğer önünüze çıkan sorunları çözemiyorsanız, bir süre sonra sorun stokunuz giderek kabarmaya başlıyor. Yaşam başka kaynaklardan önünüze sorun çıkarmasa dahi, kendi çözemediğiniz sorunlar, yeni sorunların yapı taşlarını oluşturmaya başlıyor. Aynen maddeler kimyasında olduğu gibi bir “sorunlar kimyası” oluşmaya başlıyor.
Bu bir çeşit “belirli bir sıcaklığa erişen alevin -tutuşturucu kaynak ortadan kaybolsa dahi- kendini idame ettirmesi” olgusuna benziyor.
Medyayı izledikçe bu benzetmenin ne denli geçerli olduğunu görebilirsiniz.
Ama bu durum dahi “en kötü durum” değildir!
Çözemediğimiz sorunların kendi kendini beslemesi bir Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğidir ve biyolojik organizmaların hastalanmasına benzer biçimde toplumsal organizma hastalığıdır.
Ama yine de her hastalıkta olduğu gibi olabilecek en kötü durum değildir. Eğer farkına varılırsa, SÇK’nin niçin arızalı olduğu anlaşılabilir ve gereken önlemler alınabilir.
Şimdi bir de “5nci Kanun” gerektiğini anlıyorum.
Olabilecek en kötü durum, hastalığın farkına varılmayışı, sorunlu durumların “normal” olarak görülmeye başlanmasıdır.
Bu konuda esaslı bir uyarıcı işaret almama karşın uyanamadığım için ancak şimdi anlayabiliyorum ki, toplumsal organizmamızdaki SÇK yetmezliği hastalığı 5nci kanun uyarınca kendini unutturmuştur. Aklına fikrine, eğitimine, deneyimine, dünyayı bilirliğine güvendiğim bir arkadaşım, SÇK konusunda “başkaları sorunlarını ne kadar çözebiliyorsa biz de o kadar çözüyoruz” diyerek durumun hiç de bir hastalık gibi görülmemesi gerektiğine işaret etmişti.
Sokaktaki insan niteliğindeki milyonlar için ise -bu durumda- hiç ümit yoktur. Onlar için sorunların sebepleri bellidir. Ya “bizi yönetenler”dir, ya “dış güçler”dir ya “şanssızlık”tır ya da öyle bir şeylerdir.
Bu toplum hastadır!
Lütfen herhangi bir ön-yargıya kapılmadan boğuştuğumuz sorunlara ve onlara karşı geliştirdiğimiz çözümlere bir bakınız. Ama en basit bireysel sorun ve çözümlerden en karmaşık toplumsal olanlarına kadar. Bu toplumun SÇK’nin kronik düzeyde sorunlu olduğunu göreceksiniz.
Şaka ile karışık birer “kanun” olarak adlandırdığım “genellenmiş gözlemler”den 5ncisine açıklayıcı eklentiler yapmak gerekirse, sorunların kendini unutturması sonunda doğan boşlukların bir takım “sanal sağlık ürünleri” ile doldurulduğu görülecektir. Sürekli şikayet, silkinip ayağa kalkma rüyaları, olmayacak dualar gibi sanal ürünler..
Bence bu hastalık onulmaz görünüyor. Nasıl olup da hasta olduğumuzu kabul edeceğiz? Cevap aranılması gereken sorun budur.
22 Temmuz 2009
-
Nis 16 2012 Açık mektup..Etik kurallar..
Her kesim kendi etik kurallarını kendi belirlmeli..
17 Ağustos’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.
17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.
Hiçbirşey kendiliğinden olmuyor!
Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimizile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Aynı araç aynı sonuç!
Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.
Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü var ve biz bunu bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.
Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalın peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.
Herkes kötü mü?
Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “düzgün azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.
Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, karından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.
Nitelikli azınlıklar bir araya gelmezse..
Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.
Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.
Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.
Az sayıda temel kural büyük bir alanı kontrol ediyor..
Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.
Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:
A. Ortak ilkeler
Ø Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
Ø Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak
Ø Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.
B. Özel ilkeler
Ø Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
Ø Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
Ø Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.
Benzer ilkeler müteahhitler, mankenler, futbolcular, avukatlar, siyaset insanları ve akla gelebilecek diğer alanlar için de geliştirilebilir.
Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?
Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?
Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.
Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.
İtalyadakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.
Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.
Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım“; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm“; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.
Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.
1 Eylül 1999
-
Nis 16 2012 “TÜRKİYE BAŞARIYA HAZIRDIR”!!
“TÜRKİYE BAŞARIYA HAZIRDIR”!!
HABİTAT konferansı bittikten bir hafta sonra gazetelerde tam sayfa bir teşekkür ilanı çıktı. Sayın Cumhurbaşkanının, katılımcılara teşekkür mesajını içeren bu reklamın başlığı, “Türkiye başarıya hazırdır” idi.
Ulusal bütünlüğün önemli bir simgesi olan bayrağın bir parti kongresinde indirilip yerine terör örgütü flamasının çekildiği bir günün ertesinde anlamlı bir slogan!
BM’in sağladığı fonlardan -ki kendi paramızdır- finanse edildiği ve sırf, “ne koparsam kardır” zihniyetiyle reklamcılarca harcandığı belli olan bu gecikmiş reklam, başarı ve başarısızlık değerlerimizin ne denli çarpıldığının canlı bir örneğidir.
HABİTAT’ı bir fırsat bilip sokak hayvanlarını katleden belediyeler, bu cinayete seyirci kalan milyonlarca insan ve “Türkiye başarıya hazırdır”diyebilen insanlar şu iki olaya dikkat etmelidirler: Birincisi, konferansa katılan yabancıların bu katliamı kınayan tokat gibi sözleridir.
İkincisi ise ağır bir şamardır. 9-10 yaşlarında küçük bir çocuğun, ilk defa TV kamerasına birşeyler söylemesinin ürkekliğiyle, titrek ama son derece kararlı bir sesle, düşüne düşüne söylediği “mahallemizdeki köpeği zehirleyenlerde insana saygı da olamaz , bunu niçin yaptıklarını bir türlü anlamıyorum” sözleridir.
Bu iki olay, birbirlerini kutlayan insanların yüzlerinde inmiş birer şamardır.
Toplumu oluşturan milyonlar sessiz kaldıkça, bu reklamı yayınlayana, onaylayana binlerce protesto telefonu, faksı, mektubu gitmeden, bir avuç insan aklına geleni yapacak, herşeyi kendine yontacaktır.
HABİTAT hazırlığını fırsat bilip kan içme duygularını kısmen tatmin edenler, bir avuç hayvan dostunun -onlara canlı dostu demek daha doğrudur- vicdanlarında mahkum olmuşlardır.
Ama kendilerinin kusuru da yok değildir. Oldukça çok sayıda hayvan koruma derneği ya da platformu bulunmasına karşın, aralarında bir “ağ” kuramamışlardır.
Böylece doğan vakum, ya belediye itlaf ekipleri ya da “apartmanda köpek beslenemez” kararına “evet” diyen Yargıtay üyelerince doldurulmuştur.
HABİTAT sırasındaki hayvan katliamı, canlı dostlarına bir uyarı olmalıdır.
Bir “Canlı Dostları Ağı” oluşturulması için bundan daha iyi bir neden olamaz.
Doğada ne varsa -ki hepsi canlıdır-, onlarla ilgili dernek, vakıf, platform ve de bireyler, kendi kimliklerini ve de örgütlerinin kimliğini kaybetmeden bir “ağ” oluşturabilir ve işbirliği yapabilecekleri alanları belirleyebilirler.
İlk bakışta bile görünen ortak bilgi “tüm canlılara saygı” değerinin toplumda yaygınlaştırılmasıdır.
Bu değer oluşturulmadan ne hayvanseverler, ne insan hakları savunucuları, ve ne de erozyonla mücadele edenlerin başarı kazanmalarına imkan yoktur.
Çarşamba, 26 Haziran 1996
-
Nis 16 2012 3G teknolojisi ile goller, pizzalar ve fragmanlar ve daha neler !
TV reklamlarından büyük bir sevinçle öğrendiğimize göre artık futbol maçlarındaki golleri (basketbol sayıları için henüz bir haber yok) cep telefonumuz üzerinden defalarca seyredebileceğiz. Müjde bununla sınırlı değil; bir pizzayı yemeden (defalarca), bir filmin fragmanını (yine defalarca) sinemaya gitmeden seyredebileceğiz.
3G adı verilen üçüncü nesil cep telefonları, şimdikilere göre çok hızlı bir şekilde ses, resim ve müzik iletebilecek. Böylece gençlerimize yepyeni bir dünya kapısını açıyor (bu yolla oluşacak büyük telefon masraflarını ise kredi kartı, kredi kartı borçlarını ise ikinci, üçüncü ilh kredi kartlarıyla ödeme imkanı doğacak).
Bu müjdeli günleri -övünmek gibi olmasın- evvelden tahmin eden birisi olarak 2002 yılında yazdığım bir mektubu sizlerle paylaşmak istedim. Gerçekte amacım ise -şaka bir yana- GSM operatörlerimize bu yolla da bir çağrı yaparak, mesleksiz, işsiz ve ümitsiz gençlerimizin gol, pizza ve fragman ihtiyaçlarını bir süre erteleyerek, bu teknolojiyi yararlı bir biçimde kullanmaya özendirmek.
Mektubu, noktasına virgülüne dokunmadan aşağı alıyorum.
17 Temmuz 2009
Sayın Ahmet METE
Genel Müdür V., ERICSSON
Spring Giz Plaza, Kat 14 – Maslak / İSTANBUL
Pazartesi, 11 Şubat 2002
Sayın Mete,
Geçtiğimiz haftalarda, şirketiniz elemanlarından dostum Dr.Mustafa AYKUT’un davetiyle katıldığım WCDMA sunumu için sizlere teşekkür etmek, Creaworld konsepti ve uygulaması konusundaki önderliğiniz için kutlamak ve bir yandan da bir işbirliği önerimi size iletmek için bu mektubu yazıyorum.
Prensip itibariyle size uygun göründüğü takdirde ayrıntıları üzerinde çalışılabilecek olan önerimi ve dayandığı varsayımları kısa başlıklar halinde not ediyorum:
Herhangi bir teknolojinin bir topluma değer katabilecek şekilde kullanılabilmesi ve böylece de uzun dönemde bu değerden kendisinin de pay alabilmesi -ki sürdürülebilir gelişme budur- için:
- O teknolojinin kullanımına özgü ve içine gömülü (embedded) durumdaki toplumsal değer, alışkanlık ve becerinin mevcut olması,
- O teknolojinin, toplumun öncelikli ihtiyaç alanlarındaki kullanımına yönlendirilmesi
gerekir -diye düşünüyorum-.
Örneğin GSM teknolojisine bu ilke ışığında bakıldığında, penetration oranının bu denli yüksek, ama yararlılık düzeyinin de bu denli düşük olması, ancak bu ilkenin yeterince yerine gelemeyişi ile açıklanabilir görünmektedir.
Örneğin, cep telefonu gibi bir aletin en derin ihtiyaç hali olan doğal afet durumunda pek bir işe yaramamış olması, (a) da değinilenlerin eksikliği ile yakından ilgili görünüyor..
Dünyanın başka yerlerinde bu iki ilkeye dikkat edildiğinde yaşamı kolaylaştırıcı, insanlık ideallerine erişmede yardımcı olabilen GSM teknolojisi, Türkiye’de bugüne kadar bir “muhabbet” aracı olmaktan pek uzağa gidememiştir.
WCDMA teknolojisi, bugünkü değerlerimiz, alışkanlıklarımız ve becerilerimiz ışığında cep telefonlarından daha öte bir yarar sağlayamayacak gibi görünmektedir.
Nitekim, II Dünya Savaşı sonrasında ekonomik açıdan zayıflamış, değerler açısından erozyona uğramış ve büyük bir kitlenin işsiz kaldığı ABD’de toplumsal dönüşüm TV yoluyla sağlanmış, bugünkü dünya liderini bir anlamda TV yaratmıştır.
Aynı TV -hem de çok daha üstün teknoloji ve penetrasyon ile- bugünkü Türkiye’de pek az işe yarayabilmektedir. Bu denli az değer üretecek biçimde kullanılan TV ise dönerek hem yayıncılık, hem yapımcılık, hem de TV elektroniği sektörlerine kâr getirmemekte, bütün bu sektörler sürekli zarar etmektedirler. Toplum ise bu zararları çeşitli yolsuzluk türleri yoluyla geriye ödemektedir.
Benzer şekilde WCDMA teknolojisi desteğinde, futbol maçlarındaki gollerin tekrar izlenmesi, film fragmanlarının izlenmesi, internet üzerinden “görüntülü muhabbet” gibi alanların dışına çıkabilecek uygulamaların pek sınırlı kalacağını tahmin edebiliyorum.
Bu tahminlerden sonra, dünya için gerçek bir devrim ve Türkiye için de derin bir ihtiyaç alanını gündeme getirmek istiyorum. Bu alan, “geleneksel eğitim”in yerini alma yolunda hızla ilerleyen “öğrenme” olgusudur. Learning Based Education bu alandaki tek norm olmaya doğru gitmektedir.
Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994 yılından bu yana -özellikle de öğrenmeye dayalı olarak- eğitim projelerinde bilgi birikimi üretmiş bir vakıftır. Vakıf tarafından üretilen bilgilerin bir bölümü yukarıdaki web sitesinde yer almaktadır.
Nüfusunun %40’ı 25 yaş altı genç insanlardan oluşan ülkemizin bugün ve gelecekte en çok ihtiyaç duyacağı teknoloji -ki bunlara soft-teknolojiler [1] diyebiliriz-, kendi dışındakilerin onun adına yararlı olacağına karar verdiği konuların öğretilmesi yerine geçecek olan şu soft-teknoloji alacaktır.
“kendi belirlediği ihtiyaçlarını:
- kendi öğrenme hızında,
- kendi öğrenme stiline uygun olarak,
- kendi uygun gördüğü zamanlarda ve de
- içinde bulunabileceği çeşitli gerçek yaşam durumları içine gömülü olarak öğenebileceği ortamlar –learning climates– yaratılması”
Bu tür öğrenme ortamları dünyada giderek yaygınlaşmakta ise de, buna en çok ihtiyaç olan ülkenin Türkiye olduğu aşağıdaki grafikten görülmektedir:
Bu argümanlarıma dayanarak size bir öneride bulunmak istiyorum: Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994’den bu yana eğitim -özellikle de öğrenmeye dayalı eğitim- konusunda çalışmaktadır.
Eğitim konusunda çalışan diğer kurumlardan farklı olarak, kişilerin eğitsel ihtiyaçlarını belirlemede ve de gidermede olağanüstü bir genetik beceriye sahip olduklarına, bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine, belirledikleri öğrenme ihtiyaçlarını giderebilecekleri ortamlar yaratmaya çalışmaktadır.
Bu yaklaşım, çoğunluğun alışkın olduğu “öğretme” yaklaşımına zıttır ve bu nedenle de topluma anlatılması güç olmakta, destekleme imkânı olan kuruluşlar da -potansiyel sponsorlar-, gerçek ihtiyaçlara pek cevap vermese de, topluma daha kolay “satılabilecek” olan içeriği zayıf-kabuğu parlak projeleri desteklemeyi tercih etmektedirler. Biz vakıf olarak ise, israrla, açıkladığımız yaklaşımı yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
WCDMA teknolojisi, mükemmel bir öğrenme ortamı olabilir. Hele günümüz bilgi kaynaklarının giderek digital ortamlara aktarıldığı dikkate alındığında, Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir kişinin tek başına, istediği herhangi bir beceriyi kazanması mümkün görünmektedir.
Size önerim, bu konuda ERICSSON – BEYAZ NOKTA® VAKFI arasında bir stratejik işbirliğidir.
Bu işbirliği sürecinin çeşitli evrelerinde ortaya çıkacak olan öğrenme ürünlerinin (learning products), ERICSSON lehine önemli bir rekabet avantajı sağlayacağı açıktır. Her ne kadar diğer rakipleriniz de benzer uygulamalar yapmaya teşebbüs edecekler ise de, hem erken yola çıkmış olmak, hem de sağlam bir bilgi tabanı ile birlikte olmanız dolayısıyla daima bir avantaj farkını koruyabileceksiniz.
Kısa tutmaya niyetlenmekle birlikte yine de uzattığımı farkettiğim mektubumdaki ana fikir ile mutabık iseniz geri kalan kısımlar ayrıntı sayılabilir. Burada “ayrıntı” sözcüğünü dikkatle seçtim. Çünkü, WCDMA gibi ileri bir hard-teknoloji ile “öğrenmeye dayalı eğitim” gibi bir soft-teknoloji evliliği yalnız Türkiye açısından değil global açıdan bir “sıçrama” sayılabilecektir. Bu yüzden geri kalan kısmına ayrıntı diyorum.
Önerimi düşündükten sonra görüşmeyi isterseniz beni aşağıdaki iletişim bilgilerim aracılığı ile lütfen haberdar ediniz.
Bu vesile ile işlerinizde başarılar dilerim.
Saygılarımla,
M.Tınaz TİTİZ
-
Nis 16 2012 Sorun nedir?
Son ÖSS sınavına katılan 1,643,000 kişiden 30,000 kadarı sıfır puan aldı. Bu durum medyada epey eleştiri konusu oldu ve eğitim sistemimizin çöktüğü belirtildi.
Her eleştiri mutlaka 2 öğe gerektiriyor:
- Soruna konu edilen “mevcut durum” iddiası,
- O durum ile karşılaştırılarak sorun olduğu sonucuna varılan bir “referans durum” iddiası.
Bir de zorunlu olmasa da “böyle giderse şöyle olur” gibisinden bir projeksiyon iddiası.
Eşini “kuru fasulye böyle mi pişirilir” şeklinde eleştiren kişinin iki iddiası ve yaptığı projeksiyon:
- Pişirdiğin KF benim dediğim gibi olmamış.
- KF benim dediğim şekilde, pastırmalı ve kuyruk yağlı pişirilmeliydi.
- Eğer böyle devam edersen üzerine kuma alırım!
Bu durumda ortadaki sorun KF odaklı gibi görünse de öyle değildir. Çünkü KF’yi pişiren eşin 3 iddiası da müştekinin iddiaları ile örtüşmemektedir. Nitekim:
- KF çok güzel olmuş, ama sen her yaptığımı eleştiriyorsun
- Annem de böyle pişirirdi,
- Böyle sudan sebeplerle kuma getirdiğin gün evi terkeder, seni mahkemeye verir, altından kalkamayacağın kadar nafaka ister ve seni süründürürüm!
Burada bir sorun vardır ve sorun, tarafların sorunun tanımı üzerinde anlaşmaksızın iddialarını çarpıştırmalarıdır. Birisinin temel iddiası KF’nin iyi pişirilmeyişi, diğerininki ise her eyleminin benzer biçimde eleştirilerek kumaya alt-yapı hazırlanmasıdır.
Ben 30,000 sıfır konusunun benzer şekilde tanımlanmış bir sorun olmadığı kanısındayım. Bugüne kadarki gözlemlerim eğitim sistemimizden yakınanların sorun tanımlarının birbirinden farklı olduğu, çünkü referans eğitim sistemlerinden temel beklentinin farklı olduğu yolundadır.
Sorun’nun doğru tanımlanmasına ne engel oluyor?
Muhtemelen birkaç nedenin bileşik etkisi var:
- Eleştirel düşünme (critical thinking) yetmezliği. (Hemen işaret edilmesi gereken nokta, eleştirel düşünme’nin adının sık tekrarlanmasının, düşünme biçimimizin öyle olduğu anlamına -katiyetle- gelmediğidir).
- Kuşkusuzluk (yürektenlik, ezber). Aklına gelenleri mutlak doğru sanma ve her sorunun, aklındaki yaklaşımlara uyulmaması sonucunda doğduğuna inanılması.
- Sürüklenme. Rol model kabul edilebilecek kişi ve kurumların açıklamalarına, yaklaşımlarına kapılarak bireysel düşünmenin askıya alınması.
Bunların dışında başka nedenler de bulunabilir. Ama bu üç nedeninin başlıcaları olması olasıdır.
2002 yılında “Eğitim Sistemimiz Başarılıdır” başlıklı bir yazı yazmıştım [1]. Yazıları tam okumayıp mutlaka yanlış bulmayı kendine görev edinmiş kimi okurlarım eğitim sistemimizin başarılı sayılmaması gerektiğini açıklayan notlar göndermişlerdi.
Şimdi tekrar sormak istiyorum: 30,000 sıfır puan ne demektir?
Başlangıçta karikatürize bir örnekle açıkladığım 3 soruyu bu defa 30,000 sıfır konusunda ortaya koymak istiyorum. Amacım, gerçekten de üzerinde -hiç olmazsa bir derece- uzlaşı bulunan bir tanım olup olmadığını anlamak.
Eğer böyle ortak sayılabilecek bir tanım varsa bu -ve tüm sorunlar- çözülür. Aksi halde, herkes kendi kendine sorun tanımlar, referans koyar ve gelecek projeksiyonları tanımlar.
Birçok toplumsal sorunumuzdaki durum benzerdir. Tanımlanmayan sorunlar için sınırlı kaynaklarımızı tüketiyoruz. Herkes kendini haklı ve mağdur sayıyor. Kör döğüşü bu değil midir?
Bu konuda sınırlı bir anket yaparak birkaç soruya cevap (ya da ipucu) bulmaya çalışacağım. Aşağıdaki sorulara birkaç dakikanızı ayırıp cevaplarsanız sevinirim. Ama ricam, cevaplarınızın -evet hayır gibi değil ama- kolay değerlendirilebilecek şekilde kısa olmasıdır.
İşte sorularım:
1. Eğitim sistemimizden temel beklentiniz nedir?
2. Şu adresteki bildirgeye [2], Şubat 2008 tarihinden bu yana erişilen birkaç onbin kişiden sadece 239 kişinin imza atmış olması nasıl yorumlanmalıdır?
17 Temmuz 2009
-
Nis 16 2012 Öylebir çare bulunsun ki benden bir şey istenmesin!
Bir okurumdan aldığım mektuptaki şu cümleler, toplumumuzun en karakteristik özelliklerinden birisini vurguluyor gibi.
“Sayın Titiz,
Zaman zaman okuduğum yazılarınızdan, sıkça karşılaştığım bir soruna bir açıklama getirebileceğiniz kanısına vardığım için bu mektubu yazıyorum.
Ben yeni emekli olmuş bir öğretmenim. Meslektaşlarım arasında işini seven birisi olarak tanınırım. Emekli olduktan sonra, birikimlerimi ihtiyaç duyabileceklerle paylaşmak amacıyla kısa yazılar yazmaya başladım. Tanıdığım ya da herhangi bir vesileyle tanıştığım kişilerin e-posta adreslerine yolluyorum.
Önceleri pek aldırmamakla beraber giderek dikkatimi çeken bir şey var: Yazılarımı yolladıklarımdan bir bölümünden herhangi bir ses çıkmıyor; onların durumlarını anlıyorum. Bir bölümünden ise olumlu yanıtlar alıyorum. Bu yanıtları beni yüreklendirmek için mi yoksa gerçekten işlerine yaradığı için mi yazıyorlar tabii ki bilemiyorum; ama her ne olursa olsun kendilerine müteşekkirim.
Bir diğer bölüm ise, birbirlerini tanıdıklarını hiç sanmamakla birlikte sanki aynı kişilermiş gibi standart bir üslup kullanıyorlar ve bu üslup beni fevkalade rahatsız ediyor. Size, bir fikrinizin olması için, bu kişilerden birisinden gelen, övücüymüş gibi görünen ama aslında katiyen öyle olmayan birkaç cümleyi alıntılıyorum:
<<?.. kopya çekmenin hırsızlık olduğuna dair harcadığınız çabalar ve bunlara dayanarak yazdıklarınız pek güzel; fakat toplumumuzun bugünkü haline baktıkça bunların uygulanabilirliğinin maalesef mümkün olmadığını, esas bunlara kulak vermesi gerekenlerin de yetkililer olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarınızın tamamını okumaya işlerimin sıkışıklığı -biraz da uzun yazıları okuma tahammülsüzlük kusurum- nedeniyle vakit bulamadım.
Üzerinde durduğunuz sorunlar önemli olmakla birlikte esas sorunun toplumumuzun sosyo-ekonomik durumu ve giderek hazır yiyen bir kitleye dönüşme eğilimimiz olduğunu düşünüyorum.
Toplumca silkelenip kendimize gelmediğimiz sürece, sizlerin değerli ama bir işe yaramayan çabaları hangi sorunu çözebilir?
Bence bu konuda tartışılması gereken esas mesele çocuklarımızın niçin kopya çektikleridir. Ayrıca, bu koşullarda kopya çekmenin önemli bir hırsızlık sayılıp sayılmayacağını da takdirinize sunarım ….>>
Sayın Titiz, bu kısa alıntıdan da gördüğünüz gibi yazının düz Türkçe’ye çevirisi aşağı yukarı şöyledir: “Naif fikirlerinle vaktimizi alıyorsun; sorunları anlamamışsın; senin sorun zannettiğin şey aslında sorun değildir. Sorunlar ve de çözümleri benim dediğim gibidir. Ama benim bunlarla uğraşmaya vaktim yok; lütfen sen uğraş“.
Sizce ben ne yapmalıyım? ????..”
Kendisine kişisel bir cevap yazmam daha doğru olabilirdi. Fakat sizlerle paylaşmayı -iznini almasam da- daha doğru buldum:
Sevgili okurum,
Tanımladığınız soruna benzer bir sorunla karşılaşmadığım için maalesef somut bir öneride bulunamayacağım. Bununla beraber evvelce yazdığım birkaç yazının yararlı olabileceğini düşünüyorum [1], [2], [3].
Selam ve sevgilerimle,
12 Temmuz 2009 Pazar
[1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1049
-
Nis 16 2012 Diploma sıradanlığı kalkmalı!
Diploma nedir?
“Katlanmış kağıt” anlamındaki diploma, ona sahip olanın akademik bir dereceyi veya belirli bir konudaki öğrenimi başarıyla tamamlamış olmaya şahitlik anlamındadır.
İlköğretimden yüksek öğrenime kadar okul sistemimizdeki kronik hastalıklar bu düzeyde olmasaydı, herhangi bir eğitim kurumunu layıkıyla bitiren kişiye bir diploma vermek tabii ki normal sayılmalıydı.
Olmasa ne olur / oluyor?
“Bir eğitim kurumunu başarıyla tamamlamış olmak” sürecindeki kronik sorunlar (ezber, kopya, kayırma, öğretme, her sınıftaki yetersizliklerin giderek birikmesi vb.) sonunda gelinen nokta ancak bir vektörle ifade edilebilir.
Eğer yetersizlikler dar bir alana dağılmış ve de kabul edilebilir düzeylerde olsalardı, bir dizi yeterlik bilgisinden oluşan bir vektörü sadece başardı-başaramadı gibi iki uca indirgemek ve bunu belgelendirmek (diploma) kabul edilebilirdi.
Yok böyle değil de diplomaya kadar uzanan ve her bir noktası -gerek öğrencilerin, gerek öğreticilerin, gerekse eğitim sistemlerinin yetersizlikleri nedeniyle- ne tam başarı ne de tam başarısızlık sayılabilecek gri renklerde ise, sonuç ister başarı ister başarısızlık olarak ifade edilmiş olsun, her ikisi de yanıltıcı olacaktır.
Sonuç başarısızlık olarak ifade edilirse, aradaki uzun süreçteki kısmi başarılar gözardı edilmiş olacaktır. Halbuki o kısmi başarılar bir kimsenin yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Bu o kişi aleyhine derin bir haksızlıktır; ayrıca da eğitim sistemi açısından da işe yarayabilecek bir sonucun gözardı edilmesidir.
Aksine, sonuç başarı olarak ifade edilirse bu defa da buna inanıp bu kişinin -aslında sahip olmadığı, ama diploması nedeniyle- varmış sanılan bilgi ve becerilerini kullanmaya kalkan kurum veya kişiler açısından büyük bir haksızlık olacaktır.
Her iki durumda da olacak olanlar:
- Eğitim sistemine ve onun belgesi olan diplomaya güven zedelenecektir,
- Diploma alamayanların hakları ve bu alınamayan belge, dolayısıyla da kişinin değerlendirilmemiş bilgi ve becerilerinden toplumun yararlanması zedelenecektir,
- Daha da kötüsü, bu olgu kendini olumsuz yönde besleyen bir çığ etkisi yaratacak ve giderek diploma “ucuzlayacak” ve bir yetkinlik belgesi olmaktan çıkacaktır,
- Eğitim sistemleri (ilköğretimden yüksek öğrenime kadar) diplomadakine paralel biçimde yozlaşacaktır.
Nitekim bugün gelinen noktadaki durum tam da budur. [1]
Çözüm var mı?
Her kronik sorun gibi bu sorunun da birisi kısa diğeri orta-uzun vadeli çözümü kuşkusuz vardır. Orta-uzun vadeli çözüm eğitim sistemlerinin yetersizliklerini gidermektir. Bununla ilgili kimi düşünceler, şu bağlantıda dile getirilmiştir. [2]
Kısa vadeli çözüm ise, tüm eğitim kurumlarının (ilköğretim ve yüksek öğrenim dahil) diploma vermenin özel bir merkezi yetkinlik sınavında kabul edilebilir bir başarı vektörü gerçekleştirmesine bağlanması, mezuniyette ise sadece bir transcript belgesi verilmesidir. Bu belgeyi elinde tutan kişinin çeşitli derslerdeki -tek tek- başarı düzeyleri sıralanır ve kesinlikle başardı-başaramadı gibisinden bir “sonuç başarı” ifade edilmez.
Bu belgeyi inceleyen kişiler, aradıkları bilgi beceri alan(lar)ında kabul edilebilir bir başarıya rastlarlarsa o kişinin o yetkinlik(ler)ini değerlendirebilirler.
Pıtrak gibi çoğalan kamu ve özel üniversiteler başta olmak üzere tüm eğitim kurumları reforme edilmek isteniliyorsa pekala böyle bir pratik noktadan başlanabilir.
13 Haziran 2009
[1] https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’DumbBlonde.wmv
[2] https://www.tinaztitiz.com/kategori.php?id=22