• Sorun nedir?

    Son ÖSS sınavına katılan 1,643,000 kişiden 30,000 kadarı sıfır puan aldı. Bu durum medyada epey eleştiri  konusu oldu ve eğitim sistemimizin çöktüğü belirtildi.

    Her eleştiri mutlaka 2 öğe gerektiriyor:

    1. Soruna konu edilen “mevcut durum” iddiası,
    2. O durum ile karşılaştırılarak sorun olduğu sonucuna varılan bir “referans durum” iddiası.

    Bir de zorunlu olmasa da “böyle giderse şöyle olur” gibisinden bir projeksiyon iddiası.

    Eşini “kuru fasulye böyle mi pişirilir” şeklinde eleştiren kişinin iki iddiası ve yaptığı projeksiyon:

    1. Pişirdiğin KF benim dediğim gibi olmamış.
    2. KF benim dediğim şekilde, pastırmalı ve kuyruk yağlı pişirilmeliydi.
    3. Eğer böyle devam edersen üzerine kuma alırım!

    Bu durumda ortadaki sorun KF odaklı gibi görünse de öyle değildir. Çünkü KF’yi pişiren eşin 3 iddiası da müştekinin iddiaları ile örtüşmemektedir. Nitekim:

    1. KF çok güzel olmuş, ama sen her yaptığımı eleştiriyorsun
    2. Annem de böyle pişirirdi,
    3. Böyle sudan sebeplerle kuma getirdiğin gün evi terkeder, seni mahkemeye verir, altından kalkamayacağın kadar nafaka ister ve seni süründürürüm!

    Burada bir sorun vardır ve sorun, tarafların sorunun tanımı üzerinde anlaşmaksızın iddialarını çarpıştırmalarıdır. Birisinin temel iddiası KF’nin iyi pişirilmeyişi, diğerininki ise her eyleminin benzer biçimde eleştirilerek kumaya alt-yapı hazırlanmasıdır.

    Ben 30,000 sıfır konusunun benzer şekilde tanımlanmış bir sorun olmadığı kanısındayım. Bugüne kadarki gözlemlerim eğitim sistemimizden yakınanların sorun tanımlarının birbirinden farklı olduğu, çünkü referans eğitim sistemlerinden temel beklentinin farklı olduğu yolundadır.

    Sorun’nun doğru tanımlanmasına ne engel oluyor?

    Muhtemelen birkaç nedenin bileşik etkisi var:

    • Eleştirel düşünme (critical thinking) yetmezliği. (Hemen işaret edilmesi gereken nokta, eleştirel düşünme’nin adının sık tekrarlanmasının, düşünme biçimimizin öyle olduğu anlamına -katiyetle- gelmediğidir).
    • Kuşkusuzluk (yürektenlik, ezber). Aklına gelenleri mutlak doğru sanma ve her sorunun, aklındaki yaklaşımlara uyulmaması sonucunda doğduğuna inanılması.
    • Sürüklenme. Rol model kabul edilebilecek kişi ve kurumların açıklamalarına, yaklaşımlarına kapılarak bireysel düşünmenin askıya alınması.

    Bunların dışında başka nedenler de bulunabilir. Ama bu üç nedeninin başlıcaları olması olasıdır.

    2002 yılında “Eğitim Sistemimiz Başarılıdır”  başlıklı bir yazı yazmıştım [1]. Yazıları tam okumayıp mutlaka yanlış bulmayı kendine görev edinmiş kimi okurlarım eğitim sistemimizin başarılı sayılmaması gerektiğini açıklayan notlar göndermişlerdi.

    Şimdi tekrar sormak istiyorum: 30,000 sıfır puan ne demektir?

    Başlangıçta karikatürize bir örnekle açıkladığım 3 soruyu bu defa 30,000 sıfır konusunda ortaya koymak istiyorum. Amacım, gerçekten de üzerinde -hiç olmazsa bir derece- uzlaşı bulunan bir tanım olup olmadığını anlamak.

    Eğer böyle ortak sayılabilecek bir tanım varsa bu -ve tüm sorunlar- çözülür. Aksi halde, herkes kendi kendine sorun tanımlar, referans koyar ve gelecek projeksiyonları tanımlar.

    Birçok toplumsal sorunumuzdaki durum benzerdir. Tanımlanmayan sorunlar için sınırlı kaynaklarımızı tüketiyoruz. Herkes kendini haklı ve mağdur sayıyor. Kör döğüşü bu değil midir?

    Bu konuda sınırlı bir anket yaparak birkaç soruya cevap (ya da ipucu) bulmaya çalışacağım. Aşağıdaki sorulara birkaç dakikanızı ayırıp cevaplarsanız sevinirim.  Ama ricam, cevaplarınızın -evet hayır gibi değil ama- kolay değerlendirilebilecek şekilde kısa olmasıdır.

    İşte sorularım:

    1.     Eğitim sistemimizden temel beklentiniz nedir?

    2.     Şu adresteki bildirgeye [2], Şubat 2008 tarihinden bu yana erişilen birkaç onbin kişiden sadece 239 kişinin imza atmış olması nasıl yorumlanmalıdır?

    17 Temmuz 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=568

    [2] http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67

  • Öylebir çare bulunsun ki benden bir şey istenmesin!

    Bir okurumdan aldığım mektuptaki şu cümleler, toplumumuzun en karakteristik özelliklerinden birisini vurguluyor gibi.

    “Sayın Titiz,

    Zaman zaman okuduğum yazılarınızdan, sıkça karşılaştığım bir soruna bir açıklama getirebileceğiniz kanısına vardığım için bu mektubu yazıyorum.

    Ben yeni emekli olmuş bir öğretmenim. Meslektaşlarım arasında işini seven birisi olarak tanınırım. Emekli olduktan sonra, birikimlerimi ihtiyaç duyabileceklerle paylaşmak amacıyla kısa yazılar yazmaya başladım. Tanıdığım ya da herhangi bir vesileyle tanıştığım kişilerin e-posta adreslerine yolluyorum.

    Önceleri pek aldırmamakla beraber giderek dikkatimi çeken bir şey var: Yazılarımı yolladıklarımdan bir bölümünden herhangi bir ses çıkmıyor; onların durumlarını anlıyorum. Bir bölümünden ise olumlu yanıtlar alıyorum. Bu yanıtları beni yüreklendirmek için mi yoksa gerçekten işlerine yaradığı için mi yazıyorlar tabii ki bilemiyorum; ama her ne olursa olsun kendilerine müteşekkirim.

    Bir diğer bölüm ise, birbirlerini tanıdıklarını hiç sanmamakla birlikte sanki aynı kişilermiş gibi standart bir üslup kullanıyorlar ve bu üslup beni fevkalade rahatsız ediyor. Size, bir fikrinizin olması için, bu kişilerden birisinden gelen, övücüymüş gibi görünen ama aslında katiyen öyle olmayan birkaç cümleyi alıntılıyorum:

    <<?.. kopya çekmenin hırsızlık olduğuna dair harcadığınız çabalar ve bunlara dayanarak yazdıklarınız pek güzel; fakat toplumumuzun bugünkü haline baktıkça bunların uygulanabilirliğinin maalesef mümkün olmadığını, esas bunlara kulak vermesi gerekenlerin de yetkililer olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarınızın tamamını okumaya işlerimin sıkışıklığı -biraz da uzun yazıları okuma tahammülsüzlük kusurum- nedeniyle vakit bulamadım.

    Üzerinde durduğunuz sorunlar önemli olmakla birlikte esas sorunun toplumumuzun sosyo-ekonomik durumu ve giderek hazır yiyen bir kitleye dönüşme eğilimimiz olduğunu düşünüyorum.

    Toplumca silkelenip kendimize gelmediğimiz sürece, sizlerin değerli ama bir işe yaramayan çabaları hangi sorunu çözebilir?

    Bence bu konuda tartışılması gereken esas mesele çocuklarımızın niçin kopya çektikleridir. Ayrıca, bu koşullarda kopya çekmenin önemli bir hırsızlık sayılıp sayılmayacağını da takdirinize sunarım ….>>

    Sayın Titiz, bu kısa alıntıdan da gördüğünüz gibi yazının düz Türkçe’ye çevirisi aşağı yukarı şöyledir: “Naif fikirlerinle vaktimizi alıyorsun; sorunları anlamamışsın; senin sorun zannettiğin şey aslında sorun değildir. Sorunlar ve de çözümleri benim dediğim gibidir. Ama benim bunlarla uğraşmaya vaktim yok; lütfen sen uğraş“.

    Sizce ben ne yapmalıyım? ????..”

    Kendisine kişisel bir cevap yazmam daha doğru olabilirdi. Fakat sizlerle paylaşmayı -iznini almasam da- daha doğru buldum:

    Sevgili okurum,

    Tanımladığınız soruna benzer bir sorunla karşılaşmadığım için maalesef somut bir öneride bulunamayacağım. Bununla beraber evvelce yazdığım birkaç yazının yararlı olabileceğini düşünüyorum [1], [2], [3].

    Selam ve sevgilerimle,

    12 Temmuz 2009 Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1049

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1044,

    [3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649

  • Diploma sıradanlığı kalkmalı!

    Diploma nedir?

    Katlanmış kağıt” anlamındaki diploma, ona sahip olanın akademik bir dereceyi veya belirli bir konudaki öğrenimi başarıyla tamamlamış olmaya şahitlik anlamındadır.

    İlköğretimden yüksek öğrenime kadar okul sistemimizdeki kronik hastalıklar bu düzeyde olmasaydı, herhangi bir eğitim kurumunu layıkıyla bitiren kişiye bir diploma vermek tabii ki normal sayılmalıydı.

    Olmasa ne olur / oluyor?

    Bir eğitim kurumunu başarıyla tamamlamış olmak” sürecindeki kronik sorunlar (ezber, kopya, kayırma, öğretme, her sınıftaki yetersizliklerin giderek birikmesi vb.) sonunda gelinen nokta ancak bir vektörle ifade edilebilir.

    Eğer yetersizlikler dar bir alana dağılmış ve de kabul edilebilir düzeylerde olsalardı, bir dizi yeterlik bilgisinden oluşan bir vektörü sadece başardı-başaramadı gibi iki uca indirgemek ve bunu belgelendirmek (diploma) kabul edilebilirdi.

    Yok böyle değil de diplomaya kadar uzanan ve her bir noktası -gerek öğrencilerin, gerek öğreticilerin, gerekse eğitim sistemlerinin yetersizlikleri nedeniyle- ne tam başarı ne de tam başarısızlık sayılabilecek gri renklerde ise, sonuç ister başarı ister başarısızlık olarak ifade edilmiş olsun, her ikisi de yanıltıcı olacaktır.

    Sonuç başarısızlık olarak ifade edilirse, aradaki uzun süreçteki kısmi başarılar gözardı edilmiş olacaktır. Halbuki o kısmi başarılar bir kimsenin yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Bu o kişi aleyhine derin bir haksızlıktır; ayrıca da eğitim sistemi açısından da işe yarayabilecek bir sonucun gözardı edilmesidir.

    Aksine, sonuç başarı olarak ifade edilirse bu defa da buna inanıp bu kişinin -aslında sahip olmadığı, ama diploması nedeniyle- varmış sanılan bilgi ve becerilerini kullanmaya kalkan kurum veya kişiler açısından büyük bir haksızlık olacaktır.

    Her iki durumda da olacak olanlar:

    1. Eğitim sistemine ve onun belgesi olan diplomaya güven zedelenecektir,
    2. Diploma alamayanların hakları ve bu alınamayan belge, dolayısıyla da kişinin değerlendirilmemiş bilgi ve becerilerinden toplumun yararlanması zedelenecektir,
    3. Daha da kötüsü, bu olgu kendini olumsuz yönde besleyen bir çığ etkisi yaratacak ve giderek diploma “ucuzlayacak” ve bir yetkinlik belgesi olmaktan çıkacaktır,
    4. Eğitim sistemleri (ilköğretimden yüksek öğrenime kadar) diplomadakine paralel biçimde yozlaşacaktır.

    Nitekim bugün gelinen noktadaki durum tam da budur. [1]

    Çözüm var mı?

    Her kronik sorun gibi bu sorunun da birisi kısa diğeri orta-uzun vadeli çözümü kuşkusuz vardır. Orta-uzun vadeli çözüm eğitim sistemlerinin yetersizliklerini gidermektir. Bununla ilgili kimi düşünceler, şu bağlantıda dile getirilmiştir. [2]

    Kısa vadeli çözüm ise, tüm eğitim kurumlarının (ilköğretim ve yüksek öğrenim dahil) diploma vermenin özel bir merkezi yetkinlik sınavında kabul edilebilir bir başarı vektörü gerçekleştirmesine bağlanması, mezuniyette ise sadece bir transcript belgesi verilmesidir. Bu belgeyi elinde tutan kişinin çeşitli derslerdeki -tek tek- başarı düzeyleri sıralanır ve kesinlikle başardı-başaramadı gibisinden bir “sonuç başarı” ifade edilmez.

    Bu belgeyi inceleyen kişiler, aradıkları bilgi beceri alan(lar)ında kabul edilebilir bir başarıya rastlarlarsa o kişinin o yetkinlik(ler)ini değerlendirebilirler.

    Pıtrak gibi çoğalan kamu ve özel üniversiteler başta olmak üzere tüm eğitim kurumları reforme edilmek isteniliyorsa pekala böyle bir pratik noktadan başlanabilir.

    13 Haziran 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’DumbBlonde.wmv

    [2] https://www.tinaztitiz.com/kategori.php?id=22

     

  • Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Tavuk kafası koparma yarışı

    İnsan hakları konusunda alacağımız epey yol olduğu, ama belli bir hızda da olsa bu yolda adımlar atıldığı bir gerçektir.

    Uluslararası platformlarda her fırsatta Türkiye’deki insan hakları sorunlarını dile getiren yabancılara kızmıyorum. Onlar ne niyetle yaparlarsa yapsınlar, biz bu eleştirilerden olumlu sonuçlar çıkarmalıyız, çıkarıyoruz da.

    Başkalarının hataları bizim için tutunacak dal olamaz. Olamaz ama bu, hataların görmezlikten gelineceği anlamına da gelmez.

    Gazetelerde okuduğuma göre, İspanya’da “tavuk kafası koparma yarışı” yapılıyormuş. Bir ipe ayaklarından asılan canlı tavukların kafası, atlı yarışmacılar tarfından koparılırmış. Kim fazla kafa koparırsa birinci gelirmiş.

    Ben bunun doğru olabileceğine inanmıyorum. Daha doğrusu, bir insanın bundan zevk alabileceğini, bir sürü seyircinin de bunu zevkle seyredebileceğine, ondan sonra da bu insanların, “canlı hakkı”ndan sözedebileceğine inanmıyorum. Siz inanıyormusunuz?

    Benzer bir gösterinin (civcivler kullanılarak) yüzbinlerce seyircinin gözleri önünde Heavy Metal konserlerinde yapıldığını, hatta bazen daha ileri gidilerek içine dinamit yerleştirilmiş ineklerin patlatıldığını biliyoruz.

    Bu toplu illetlerin, o toplumların davranışlarına ve belki de ulusal politikalarına yansıdığını Bosna-Hersek’te bir bölü bir ölçekle görüyoruz.

    Cinayetleri eğlence ile bütünleştiren insanlarla aynı Dünyayı paylaşmak, bunlardan elem duyanların yazgısı olabilir. Ama bu insanların, hakların hiç bir türünden söz etmeye hakları olamayacağı da açıktır.

  • Katiller içeride ama töre dışarıda!

    Bir süre önce Töre Cinayetleri ve Ezber [1] başlıklı bir yazımda bu konuyu işlemiş ve töre denilen kavramın anlam kaymaları geçire geçire sonunda tam bir ezber haline geldiğini, hatta sorgulan(a)mayan ne varsa onların hepsinin birer ezber olduğunu yazmıştım.

    Üzerinden 1 ay kadar geçtikten sonra Mardin’de 44 kişi yine töre gerekçesiyle katledildi. Katil gerekçesi töre çok net ve açık: evlenme çağına gelmiş bir kız mutlaka amcaoğullarına “teklif” edilir, eğer böyle yapılmaz ise ömür boyu bekar kalmak zorundadır. Bu son durumda amcaoğlu yerine dayıoğulu ile evlendirildiği için katli vacip olmuştur.

    Töreyi uygulayacak olan ekip olası bir kan davasını önlemek için peşinen ailenin tüm bireylerini ortadan kaldırmak gibi bir sorun çözme yöntemi buluyorlar. Bu dahiyane fikirde herhalde akraba evliliklerinin bu denli yaygın olmasının payı büyüktür.

    Şimdi katil zanlıları (henüz mahkemeye çıkmadılar) içerdeler. Tabii ki bunun da bir önemi var; potansiyel eylemleri için bir önlem sayılabilir.

    Şimdi başka iki soru var:

    • Bu düzeyde bir akıl-fikir yapısına sahip olan yalnızca bu kişiler mi yoksa başkaları da var mıdır?
    • Böylesine akıl ve erdemden yoksun insanlar olsa da yine bir gerekçe lazım olduğuna ve töre denilen şey de güçlü bir gerekçe olduğuna göre, töre serbest olduğu sürece bunu uygulayacak psikopat insanlar bulmak zor mudur?

    Tüm medya saatlerce ve en ince ayrıntısına kadar bu cinayetin magazin kısmını verdi, lanetledi, vahşet olduğunu ve nasıl böyle bir vahşetin olabileceğine akıl erdirilemediğini kendi yorumcularından veya diğer ağızlardan verdi, hala da veriyor.

    Bütün bu “konuşulanlar” arasında “konuşulmayanlar” -yani saklı içerik- yoluyla verilen güçlü bir mesaj var: “töreler, hiçbir şekilde üzerinde konuşulmaması gereken mutlak doğrulardır“.

    Yani birileri çıkıp da, “sizin törelerinize çarpayım; bu töre dediğiniz ilkellikleri sorgulamak hadi sizin kafanıza sığmıyor, peki bu kadar okur-yazar takımı iri iri laflar edip sanki olayın derin temellerini açıklıyormuş pozları takınacaklarına, birlikte yaşamanın en basit ve vazgeçilmez kurallarını belirleyen yasaların yerine geçirilen töreleri sorgulamak hiç mi akıllarına gelmiyor?” demez mi?

    Bir imparatorluk sorgulamayıp itaat etme (ezber, biat, itaat) nedeniyle battı. Yerine kurulan cumhuriyet aynı nedenlerle batacak.

    Aklına gelenleri doğru sanıp üstelik bunları başkalarına benimsetmeye eğitim adını veren insanımız, ezberi hala belleme sanmaktan nasıl kurtulacak ya da kurtulabilecek mi?

    09 Mayıs 2009, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1075

  • Cehalet nasıl özendirilir?

    Cehalet nasıl özendirilir?

    Çobanın oyu kaçtır?

    Bir TV programında, saçının rengi nedeniyle zeka özürlü sayılan bir kişi “benim de çobanın da birer oyumuz var, bu haksızlık” deyince -haklı olarak- çok eleştirilmişti.

    Demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi olan “eşit oy hakkı” ilkesinin reddi çoğu kimsece eleştirilmiş, ama bir bölüm de, “çoban” sözcüğünde simgeleştirilen “cehalet”in demokrasi ile bağdaşmazlığına da hak vermişti. İki arada bir derede kalanların sayısının epey olduğunu da sanırım.

    Alan okur-yazarlığı

    Kuşkusuz bu çelişkinin çözümü, çobanlara oy hakkının kısıtlanması yoluyla olamaz. “??. okur yazarlığı” deyimiyle ifade edilen çeşitli alanlardaki cehaletlerin yok edilerek, her oy’a yüklenmiş bulunan bilinç düzeyinin eşitlenmeye çalışılması gerekir.

    Örneğin, bilişim okur-yazarlığı düzeyi yükseltilemezse, bir kısım insanımızın ATM kartıyla emekli maaşını çekememesi hatta otobüse binememesi gibi durumlar ortaya çıkabilecek. Yarınlarda elektronik oy verme gerçekleştiğinde bu insanlar oy da kullanamayacaklar.

    Herhangi bir alandaki okur-yazarlığı geliştirmek için en iyi yöntemin, bir dizi aracın birlikte, birbirini tamamlayacak şekilde kullanımı olduğunu biliyoruz. Sadece tek aracın, örneğin sadece okul kurumu olamayacağı, eğer buna bel bağlanırsa çok uzun yıllar beklemek gerekeceğini tahmin etmek güç değildir.

    En etkili öğrenme “ihtiyaçlar” yoluyla sağlanır

    Öğrenme devrimi adıyla -tabii ki sınırlarımızın dışında- gelişen akım olduğu dikkate alındığında, “alan okur-yazarlığı” konusundaki en etkili aracın da insanlarda ihtiyaç yaratmak olduğu kolayca görülebilir.

    İhtiyaç ise “mecbur olmak”tır!

    Hepimiz birbirimize -bireysel ve/ya kurumsal olarak- ihtiyaç yaratabiliriz.

    Çocuğuna sorumluluk vermek isteyen anne babalar, onların harçlık ihtiyaçlarını bir takım sorumluluklar yükleyerek bunu gerçekleştirebilir.

    Çalışanlarının yabancı dillerini geliştirmelerini isteyen kuruluşlar onlara yabancı dil öğrenmelerini mecbur kılacak sorumluluklar verebilirler.

    Sınıfların kirletilmemesini sağlamak isteyen öğretmenler, sınıf temizliği konusunda öğrencilerinden yardım etmelerini isteyebilir. Ve daha yüzlerce örnek.

    Şimdi size, bunların tam aksine, öğrenmeyi değil cahil kalmayı özendiren ve bunu sürekli yapan kurumlarımızdan üç örnek:

    o      Gazetelerimizde, şu tür haberler neredeyse kuraldır: “Marmaray kazısında 9 metre 40 santim derinlikte insan kemikleri bulundu“, “Dört kişilik bir ailenin mutfak masrafı bin 300 lira oldu” vs.

    Niçin 9.40 m değil de 9 metre 40 santim? Niçin 1300 lira değil de bin 300 lira? Bunların nedeni bellidir: Bizim insanlarımız arasında 9.40 m’nin 9 metre 40 santimetre olduğunu bilmeyenler, 1300 sayısını okuyamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız (bu “kucaklama” işi de neyin gizlenmişidir bilmem!)

    o      Profesör ünvanlı insanlar, en azı lise mezunu olan spikerler hava raporu veriyor: “Meteorolojik tahminlere göre önümüzdeki üç günde İstanbul’da ısı 20 derece olacak

    Bu insanlar ısı yerine sıcaklık denilmesi gerektiğini, ikisinin çok farklı olduğunu bilmiyorlar mı? Bilmiyenler olabilir ama çoğu biliyor fakat şu nedenle ısı diyorlar: Bizim insanlarımız arasında sıcaklık deyince soğuk havaların da bulunabileceğini anlamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız.

    o      Seçimlerde kullanılan oy pusulalarının boyu yaklaşık 1 m. Halbuki basit bir form tasarımı ile, pusulalardaki tüm bilgileri -hatta arka yüzüne gereken yasal bilgileri de ekleyerek- A4’ten daha küçük bir yere sığdırmak, mühürleri de çok küçültmek mümkün.

    YSK’nda hiç olmazsa bir kişi bunu akıl edemez mi? Etmesine eder ama gerekçe yine aynıdır: Bizim insanlarımız içinde öyleleri vardır ki bırakın ayrıntılara dikkat etmeyi, ancak eline ip veya şablon pusula verilirse[1] oy kullanabiliyor. Biz tüm yurttaşları kucaklamalıyız ki demokrasi olsun!

    Bu birbirinden farklı örnekler çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse tümündeki felsefe aynıdır: Her ne sistem kurulacaksa, en aptal, en cahiline göre yapılmalı.

    Böylece, insanlara “alan okur-yazarlığı” kazandırabilecek en etkili araç kenara itilmekte, giderek negatif seçim desteklenmektedir. Halbuki evrim ise bunları ayıklıyor.

    Bir anlayış ki doğa kurallarının aksini zorlar, o sistemin yürümesi zordur.

    Nisan 11, 2009

  • SİNEKLER ÖLDÜRÜLMELİ Mİ?

    SİNEKLER ÖLDÜRÜLMELİ Mİ?

    Kavun karpuz mevsimlerinde daha da artan sinekler, her yıl yeni mücadele önlemlerini de beraberinde getirir. Geçmiş yıllarda, belediyelerin seyyar ilaçlama ekiplerince yılnız çöp kutularının ilaçlanması biçiminde sınırlı uygulanan bu mücadele yöntemi, sağlanan başarılardan (!) cesaret alınarak genişletilmiş, şimdilerde tüm havayı dumanlayarak daha etkin ve yaygın bir biçimde yürütülmektedir.

    Bu tür sinek mücadelesi, sineklerin küçük hacimleriyle karşılaştırılamayacak kadar önemli ipuçları vermektedir.

    Bunlardan en önemlisi, ne bu mücadeleleri yapanların, ne de bundan memnun olup sesini çıkarmayanların, ekoloji konusunda olmazsa olmaz denilebilecek düzeyde dahi bilgilerinin bulunmadığıdır.

    Bu bilgisizliğin ucu, eko-sistem dengelerinin bütünüyle “değişmesi”dir. Bu değişme, insanlar için “bozulma”, başka yaratıklar için ise “yeni yaşam ortamlarının doğması” biçiminde olabilir. Örneğin, insanlar yok olurken, karıncalar, timsahlar ve kaktüsler çoğalabilir.

    Çıkarılabilecek ikinci sonuç, Dünya’nın, yalnızca gözlerimizle görebildiğimiz kadar olup, onun da bütünüyle insanlar için yaratılmış olduğu inancının yaygınlığıdır.

    Beş duyumuzun algılama sınırlarının, sonsuzluk içinde ne denli dar olduğunu idrak edebilenler, içiçe geçmiş ortamlar içinde -ve çoğundan habersiz olarak- yaşadığımızın farkındadırlar.

    Üzerine ilaç sıkarak yok ettiğimiz sineklerle birlikte başka hangi yaratıkların da yok olduklarını, onların diğerleriyle nasıl bir etkileşim içinde olduklarını, bu yolla yarattığımız yapay mikro çevrenin nasıl bir dengeye sahip olduğunu, o yeni dengenin insan için ne denli uygun olduğunu bilmiyoruz.

    Kabul edilebilir bir sınırın üzerindeki sinek varlığının rahatsız edici, hatta sağlığımız için zararlı olduğu tartışmasızdır. Ancak buradaki iki ince nokta vardır: Birincisi, kabul edilemez düzeyde çoğalmış bulunan bu sineklerin, hangi neden ya da nedenlerle çoğalmış olduğu, ikincisi ise o neden ya da nedenlerin, sineklerden başka zararlıları da üretip üretmediğidir.

    Sinekleri öldürerek, gözümüze görünen nedeni yok ettiğimizde iki ayrı şey olmaktadır: sineklerin içinden, ilaca dayanabilenler seçilmekte ve böylece daha dayanıklı bir tür gelişmiş olmakta, diğer yardan da, sineklerin üremesine yol açan neden veya nedenler, insanları uzun süre rahatsız etmeden daha melun ürünler üretebilecek bir rahatlığa kavuşmaktadırlar.

    Böyle bakıldığında, sineklerin aslında bir ekolojik denge göstergesi olduğunu, bunları öldürmenin gösterge aletini kırmaktan farkı bulunmadığını görebiliyoruz.

    Hatta daha ileri giderek, ekolojik sistem denge bozukluğunun bu göstergelerinin, insanların büyük sistemle ne denli uyum içinde olduğunun bir göstergesi olarak Tanrı tarafından armağan edildiklerini dahi söyleyebiliriz.

    İnsanlar sinekleri gözleyerek ve de aklını kullanarak, onların çoğalmalarına yol açan nedenleri ve onların da arkalarındaki nedenleri bulabilir ve dengeleri tekrar kurmanın çabası içine girebilir.

    Sinekleri ilaçlayarak yok etmenin ikinci nedeni ise göz boyama ihtiyacıdır. Eko-sistem dengelerinin bilincinde olmayan kalabalıklar gözünde başarılı görünmenin başlıca çaresi, göze görünür sorunların “semptom”larını ortadan kaldırmaktır.

    Kendisi ile başkalarının ve bugünü ile geleceğinin çıkarları arasında çatışma değil uzlaşma bulunması gerektiği bilincindeki insanların rejimi denilebilecek demokrasi, bu niteliklere sahip olmayan, “ben ve de şimdi” den başka bir şeye aldırmayan insanların elinde, bir “semptomları giderme, kaynaklara aldırmama” rejimi haline dönüşür. Bunun ise en yalın anarşiden farkı yoktur. Demokrasinin bu versiyonu, bu tür göz boyama işleri için son derece uygundur.

    Doğal hayatı düzenleyen eko-sistemin yanısıra, onunla tamamen benzer yasalara göre işleyen sosyolojik eko-sistem de benzer “sinekler” üretir. Nedenlerine dikkat edilmediği takdirde, kullanılan mücadele“ ilaç” ları zamanla, o ilaçtan etkilenmeyen, “başkalaşım”a uğrayıp direnç kazanmış yaratıklar üretir.

    Daha da kötüsü, o “sinekler”e yol açan nedenler, başka sosyolojik hastalıklar da üretir.

    Bugün içinde bocaladığımız toplumsal sorunlar, işte böylece sosyo-ekolojik dengelerin bozulmasının sonunda ortaya çıkmış hastalıklardır.

    İlaçla sinek mücadelesinden öğreneceklerimiz bu kadar değildir. Bellenmesi gereken son şey, hiç bir eko-sistem denge bozukluğu hastalığının, o dengeleri daha da bozarak giderilemeyeceğidir. Sistemin içine katılan her ilaç, rahatsız olduğumuz görüntüleri kısa süre için ortadan kaldırırken, mücadele edilmesi daha güç türlerin ortaya çıkması için bir katkı olmaktadır.

    Pazar, 09 Temmuz 1999

  • “Evrim” ve “yaratılış” için mahkeme kararı!

    “Evrim” ve “yaratılış” için mahkeme kararı!

    (On 5 January 1982 U.S. District Court Judge
    William R. Overton enjoined the Arkansas Board of Education from
    implementing the “Balanced Treatment for Creation-Science and
    Evolution-Science Act” of the state legislature. This is the
    complete text of his judgment, injunction, and opinion in the
    case.)


    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    ?????.The application and
    content of First Amendment principles are not determined by public
    opinion polls or by a majority vote.

    Whether the proponents of
    Act 590 constitute the majority or the minority is quite irrelevant
    under a constitutional system of government.

    No group, no matter how
    large or small, may use the organs of government, of which the
    public schools are the most conspicuous and influential, to foist
    its religious beliefs on others.

    (5 Ocak 1982’de A.B.D. Bölge Mahkemesi (Ç.N.
    11 adet federal ceza mahkemesinden birisi) yargıcı William R.
    Overton, Arkansas eyaleti yasama organının çıkarmış olduğu
    “Yaratılış Bilimi” ve “Evrim Bilimi”nin Dengeli İşlem Görmesi
    Yasası’nın, Eyalet Eğitim Kurulu’nca uygulanmasını yasakladı. Bu
    (belge) onun muhakemesinin, verdiği hükmün ve olayla ilgili
    düşüncesinin tam metnidir.)


    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    ????(A.B.D. anayasasının)
    Birinci Değişiklik İlkeleri’nin uygulama ve içeriği kamuoyu
    araştırma anketleri veya bir çoğunluk oyunca
    yorumlanamaz.

    590 sayılı yasayı
    savunanların çoğunluk ya da azınlık olmaları, anayasal idare
    sistemi bakımından tamamen ilgisiz bir konudur.

    Hiçbir grup ne büyüklükte
    olursa olsun idare organlarını -ki kamu okulları onun en açık ve
    etkili parçasıdır-, kendi dini inançlarını başkalarına benimsetmek
    için kullanamaz.



    Vakti olanların, 10 sayfa
    tutarındaki bu mahkeme kararını yukarıda verilen internet
    adresinden okumaları önerilir. Demokrasisi örnek olarak gösterilen
    bu ülkenin bir yargıcının, bir müsbet bilim uzmanlık tezini andırır
    kararını okuyunca -değerli dost Dr. Necati Saygılı vasıtasıyla elde
    ettim- karışık duygular içinde kaldım.

    Bir yanda, yaratılış
    yanlılarının kendilerini tanrı kuvvetleri, evrim yanlılarını ise anti-tanrı kuvvetleri
    olarak tanımlayabilecek kadar toplumu bölmeyi
    düşünebilmeleri; ama diğer yanda da kendi yandaşlarını uyararak
    yaratılışı bir dini inanç olarak değil yaratılış
    bilimi
    olarak adlandırarak
    kullanmaları ve böylece evrim yandaşları ile eşit koşullar
    sağlamaya çalışacak kadar da kurnaz olabilmeleri.

    Ama esas ilginç olan,
    yaratılışçıların inanılmaz örgütlenme ve çabalarına karşın, yargı
    sisteminin sahip olduğu zihinsel netlik‘tir. 10 sayfalık karar, yukardaki kısa çevirinin son
    paragrafında köşeli biçimde dile getirilen ilke üzerine kuruludur:
    Hiç kimse kendi dini inançlarını başkalarına benimsetmek için
    toplum bütününe (kamu) ait olan organları
    kullanamaz
    “.

    Bu o denli sağlam bir
    ilkedir ki, evrim karşıtları buna karşı çıkmak yerine, yaratılışın
    bir dini inanç olmadığını, onun da bir bilim olduğunu savunmak
    zorunda kalmaktadır. Bu noktada ise, kendilerinin de ister istemez
    benimsedikleri bilimin temel nitelikleri[1] karşılarına
    çıkmaktadır.

    Türkiye, Osmanlı
    İmparatorluğu’nun kuruluşundan bu yana 700 yılı aşkın süredir din
    referanslı yaşam kuralları ile içiçedir. Cumhuriyet dönemi -ki
    toplam süre içinde kabili ihmal kısalıktadır- bu içiçeliği bir
    ölçüde -o da yasal zeminde- azaltmış, ama gündelik yaşam
    pratiklerine çok az nüfuz edebilmiştir.

    Bu içiçeliğin dışavurumu
    kılık-kıyafet ya da öğretim birliği bağlamında değildir. Öğretim
    birliği, dini ve seküler öğretilerin çatışmasını önlemek amacıyla
    tasarlanmış, ama kolay değişmeyen değerler sistemi kısa süre içinde
    seküler eğitim dokusu içine din eğitiminin en vazgeçilmez öğesini
    -ezber (sorgulamaya kapalılık)- yerleştirmiştir.

    Günümüzde, seküler sanılan
    eğitim, çağdaş söylemler altında, çağdaş kıyafetlerle ve de dini
    eğitime karşıtlık “görüntüsü” içinde, ama dini eğitimin temel
    öğesini içinde tam olarak barındırarak yapılmaktadır. İşin tuhaf
    yanı, bu uygulamanın en büyük destekçilerinin seküler eğitim
    yandaşlarının olmasıdır.

    Bu satırların yazarının
    bizzat uygulayıcı olarak içinde yer aldığı “ezbersiz eğitim”
    uygulamalarına karşı çıkanların başlıca savunuları, “her şeyi
    sorgulayan çocukların nereye gideceklerinin belli
    olmayacağı
    ” derin inancı olmuştur. Bu
    inanç 700 yıllık din referanslı değer ölçülerinin bir sonucudur.
    Bunu abartılı bulanlar, “soran sorgulayan çocuk
    yetiştirmek
    ” şablon sınırının,
    ailelerin -ve tabii ki onların temsilcilerinin- kendi doğrularının
    sorgulanması olduğunu bizzat deneyimleyerek test
    edebilirler.

    Bir deyişle, seküler
    “görünüşlü” eğitim düzeni, temelde dayanması gereken “bilim”in
    değil, kendini laik sayan kesimlerin, bizzat dini referans alan
    kesimlerin inançları karşısına koydukları başka inançlara “göre”
    tanımlayıp savundukları bir “inanç sistemi“dir.

    M.Kemal Atatürk’ün “en
    hakiki mürşit
    ” olarak israrla bilimi
    işaret etmesinin nedeni muhtemelen bu tehlikeyi sezmiş olmasıdır.
    Değerlerin kolay kolay değişmeyeceğini bilen M.Kemal, laikliğin
    anlaşılmayıp aynen din gibi inanca dayandırılacağını görmüş
    olmalı.

    Bunun iyi anlaşılabilmesi,
    Türkiye’de yaşanmakta bulunan laik anti-laik çatışmasının aslında
    çeşitli inanç sistemleri arasındaki bir çatışma olduğunun
    kavranması açısından önem taşıyor. Türkiye, inanç ve bilim
    arasındaki çatışmayı yaşamıyor. Ekli mahkeme kararı ise inanç ve
    bilim arasındaki çatışmaya ilişkin bir belgedir.

    Çatışmaları çözmek için,
    uzlaşma, hoşgörü, birer adım geri gitmek gibi meselenin yüzeyiyle ilgili yaklaşımlar yerine bir
    ilkeyi kendimize rehber edinebiliriz: Önce anla!

    Nisan 10, 2008

     


    [1]
    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    belgesi Sh.938’de bir
    iddianın bilimselliğini belirleyebilecek bu nitelikler şöyle dile
    getiriliyor: (1) Doğa yasalarının sonucu olmalı, (2) Doğa
    yasalarına referans verilerek açıklanabilmeli, (3) Gözlem ve
    deneylerle test edilebilmeli, (4) Çıkarımları mutlak değil
    değişebilir olarak kabul edilmeli, (5) Yanlışlanabilir
    olmalı.

     

  • Krizler ve anlamsız kalabilen amaçlar!

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geriplanlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlarmı?

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geri planlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlar mı?

    Bu tür durumlarda, varlıklarını sürdürebilmek için gereksindikleri kaynakları toplumdan talebederken alabilecekleri “bizim derdimiz ne, sizin amacınız ne!” yanıtını tahmin ederek kendi kendilerini anlamsız bulmazlar mı?

    Benzer şekilde, kendine bir “temel varlık nedeni” (öz-niyet, misyon) tanımlamış bireyler de, bu gibi durumlarda kendilerini boşlukta hissetmezler mi?

    Örneğin bir savaş patlak verdiğinde ya da bir deprem afeti sonrası, “kendini sanat yoluyla geliştirmeye” vakfetmiş bir kişinin durumu -en azından- ilginç değil midir?

    Kriz ortamlarında STK’lar!

    Buna göre, toplam olarak onbinlerle ölçülebilecek sayıda yurttaşın oluşturduğu yaklaşık 70,000 dernek ve yaklaşık 9,000 vakıf için şu kritik soru’nun cevaplanması gerekiyor: Kuruluş amacımdan farklı ihtiyaçlar dayatan kriz ortamında, hem kuruluş amaçlarıma hem de yeni ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap verebilecek konumlanma nasıl olmalıdır?

    İnsanoğlu kolaycıdır!

    İnsanların çoğu, bir sorun ile karşılaştığında olabildiğince çabuk ve kolay biçimde kurtulmak ister. Kriz ortamında bu daha da baskın olabilir. Bu nedenle de “hemen” çözüm getirmeyeceğini düşündüğü girişimlerin ne içinde bulunmak ne de destek vermek ister. İlk aşılması gereken güçlük budur.

    Aynı derecede önemli ikinci güçlük, kriz sorunlarının aslında birer “hayalet sorun” (phantom) (http://tinyurl.com/ctuuof) olduğunun atlanıp, ardındaki kök nedenlere yönelmesi gereken çözüm önerilerinin “ilgisiz” sanılmasıdır. Örneğin, “işsizlik” adı verilen ve tam bir hayalet olan sorun’un köklerinin her birinin içindeki “öğrenme” olgusunun “ilgisiz” sayılması gibi (http://tinyurl.com/aj8w9u).

    Ve üçüncü neden de, kök nedenlere yönelse dahi, gereken çözümleri üretebilecek Sorun Çözme Kabiliyetinin (SÇK) yetersiz olabilmesidir (http://tinyurl.com/c38f33).

    Bu üç neden birleşerek, bir STK’nu yönlenmesi gereken yolun dışına, hayalet sorunlarla boğuşmaya itebilir. Halbuki bu tür sorunların en önemli özellikleri “çözülemezlikleri ve çözmeye israr edenleri, enerjilerini tükettirerek öldürdükleri”dir.

    Çok büyük kaynaklar tüketmelerine karşın, eğildikleri alanlarda övünmekten başka katma değer yaratamayan, yaratamadığı gibi yaratabilecek olanların da kaynaklarını tüketen STK’ların durumları budur.

    SÇK geliştirmeye çalışmak: Yapılabilecek ve de yapılması gereken en önemli iş!

    Bir STK normal koşullarda hangi alanı ana uğraşı olarak seçerse seçsin, kriz koşullarında o alanla ilgili SÇK’ni geliştirmeye çalışmak en akıllıca tutum olur. Çünkü, kriz ortamlarından olumsuz etkilenenlerin hemen tamamı SÇK düşük birey ve kurumlardır.

    Toplumun bütününün ya da bir kesiminin SÇK’ni geliştirmeye, sorun çözme araçları dağarcığına yeni ve etkili araçlar eklemeye çalışmak hem kriz ortamında hem de olağan koşullarda yarar sağlayacaktır.

    Ama bir sorun var!

    SÇK’nin geliştirilmesine yönelik girişimler, STK’nın ayakta durması için gereken kaynakları sağlamak durumunda olanlara çekici -hatta gerçekçi- görünmeyebilir. İşte bu gerçek bir sorundur. Bir toplumda kaynakları ellerinde tutanlar karmaşık görünüşlü bu mekanizmayı farketmemişlerse o durumda kale içerden fethedilmiş duruma düşülebilir.

    Ama her durumda yine de yapılacak bir şeyler vardır, olmalıdır…

    Toplumun tümü ya da bir kesiminin SÇK’nin geliştirilmesi için kullanılabilecek yol sorun çözme araçları dağarcığına yeni aletler koymak olduğuna göre burada bir esneklik vardır.

    Bir STK’yı oluşturan ve destekleyecek olanların tercihleri dikkate alınarak şu 2 araç türünün uygun bileşimleri birlikte kullanılmalıdır: 1. Kullanıldığında somut sonuçları görülebilecek araçlar, 2. Sonuçları ancak uzun vadede ve değişik yararlar biçiminde ortaya çıkabilecek araçlar

    Hekimlerin genelde benimsedikleri tedavi usulü de aşağı yukarı böyledir. Bir yandan, hastalığın rahatsız edici semptomlarını giderip zaman kazandıran ve hekime güven duyulmasını sağlayan ilaçlar; diğer yandan da kök nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik ilaç bileşiminin kullanımı.

    STK bu iki bileşenin ağırlıklarını iyi ayarlayabildiği ve STK katılımcısı ile destekçilerinin profilleri de bu ağırlıklarla uyumlu olabildiği takdirde, en ağır kriz durumlarında bile işe yarayabilecek sonuçlar alınabilir.

    Bütün bunlara karşın hasta (yani sorun) kurtulmazsa (yani çözülmezse) n’olacak?

    Onun yanıtını da yine hekimler veriyor: Ameliyat çok başarılıydı, ama hastayı kaybettik!

    Şubat 24, 2009