• SORULMAYAN SORULAR!

    Üzerinde ambargo bulunmasa da düşünülmesi bir yolla caydırılmış olabilecek kavramlar ve o kavramlarla ilgili kesimler var. Bu kavramlardan birisi eğitim, bununla ilgili kesim de eğitim sınıfıdır. Eğitim ve sınıfı “kutsal” ilan edildiği için kimse eğitimin içeriği konusunda konuşamaz, eğitim sınıfının ne yaptığı konusunda soru soramaz, ama eğitime az ödenek ayrıldığı, eğitim sınıfının mağdur olduğu daima gündemde tutulur.

    Eğer bir gün gelirse..

    Türkiye bir gün eğitimde bir atılım yapabilecekse bunun, eğitimin içeriğinin ve de bu içeriği bunca yıl sorgulamayan eğitim sınıfının sorgulanmasından geçeceği neredeyse kesindir.

    Benzer bir kavram da bilim ve teknolojidir. Bununla ilgili sınıf daha bir okumuş-yazmış olduğu için, bir gün gelip bilim-teknoloji kavramının ve onunla ilgili sınıfın sorgulanabileceğini öngörmüş ve buna bir önlem olarak da araya bir başka kavramı yerleştirmiş, böylece oluşan sütrenin gerisinde rahatsız edilmeden yaşamıştır. Bu kavram, araştırma-geliştirme‘dir.

    Bilimi hayatımıza sokamadık!..

    Ekonomik ve toplumsal alanlarda gelişmenin anahtarlarının en güçlülerinden olan bilim ve teknolojiyi kendine rehber edinmiş toplumlara oranla, yaşamının hemen hiç bir alanına bilimi sokamamış olan toplumumuz, bu garipliğin nasıl mümkün olabildiğini henüz sorgulamaya başlamamıştır. Çünkü ortada o denli açık (gibi) görünen bir yanıt vardır ki, ona rağmen soru sormak neredeyse bilimin yararlarını sorgulamakla eşdeğer sayılabilir.

    Bu yanıt da, “ulusal gelirimiz içinden araştırma-geliştirmeye yeterli payın ayrılmamakta olduğu”dur.

    Doğru ama tam doğru değil, yani yanıltıcı! .

    Bu yanıtın hiç sorgulanmayışının nedeni doğru oluşu, ama tam doğru olmayışıdır. Doğru’dur çünkü gerçekte de ulusal gelirimizden araştırma-geliştirmeye ayrılan pay, kendimizi karşılaştırabileceğimiz ülkelere oranla 10 ila 40 kat daha düşüktür.

    Devlet yücedir, o halde işler onundur..

    Soru sorma konusunda çocukluğundan beri susturulmuş ve her ne yapılması gereken iş varsa bunları devletin yapması gerektiğine, kendisinin ise yalnızca talep etmek ve yakınmak gibi iki görevi bulunduğuna inandırılmış bulunan insanlarımız, ulusal pay içinden araştırma-geliştirmeye kimin para ayıracağını da sormamış, bunun olsa olsa devletin bir görevi olduğunu düşünegelmiştir.

    Sloganlar afyondur..

    Sokaktaki insanı ile aydınının düşünme biçimi arasında pek fark bulunmayan, her ikisinin de sloganlarla düşünmeye yatkın olduğu toplumumuzda, genelde aydın kesim, özelde ise bilim sınıfı da bunu böyle yorumlamıştır. Yani devlet, bütçe içinden araştırmaya pay ayıracak, bununla araştırma kurumları kuracak, üniversitelere para dağıtacak, bilimsel ünvan sahiplerini, gelişmiş ülkelerde benzer ünvan taşıyanlarla benzer yaşam ve tatmin standartlarına çıkaracaktır.

    İşi para kazanmak olanlar ile sorunlarla ilgilenmek olanlar: iki kesimli toplum!

    Bu süreç bu şekilde işlerken, toplumu oluşturan diğer kesimlerin ise bu bağlamda bir yükümlülükleri yoktur. Onlar yaşayacaklar, para kazanacaklar, eğlenecekler, devlet ise araştırma-geliştirmeye pay ayırıp, bu kişilerin daha çok para kazanmaları için gerekenleri -onlar her ne ise- yapacaktır. İnsanların tek görevi ise, devletin kendilerine ilgi göstermediğini, yanıp bittiklerini, araştırma-geliştirmeye yeterli pay ayrılmadığı için gerekli rekabet gücüne erişemediklerinden yakınmaktan ibarettir.

    Bu toplumsal iş-bölümü içinde yanlış birşeyler bulunduğu bellidir. İlk kuşkulanmamız gereken, bu araştırma-geliştirme denilen işin kimlerin işi olduğu ve bu konuda zihnimizi berraklaştırmaktır.

    Araştırma denilen nedir?

    Araştırma, işlerin daha iyi, daha hızlı, daha ucuz ve paydaşlarına daha yüksek tatmin sağlayacak biçimde nasıl yapılabileceğinin mümkün olan her yolla ve bu süreçlere dahil olan kimler varsa onların tamamınca araştırılması; geliştirme de, bu işlere konu olan mal ve hizmetlerin, mevcut durumlarından, hedeflenen bu durumlara erişilebilmesi için bir plan uyarınca hareket edilmesi eylemidir.

    Bu tanıma göre yapılması gerekenler, toplum yaşamının tamamını kapsamaktadır.

    Yani araştırma herkesin vazgeçilmez işidir!

    Yolların daha iyi, daha ucuz nasıl süpürülebileceği, trafik cezasının daha az zahmetle nasıl kesileceği, seçimlerde boyanmadan ve kuyruklarda beklemeden nasıl oy kullanılabileceği, tekstil ya da otomotiv ürünlerimizin katma değerlerinin nasıl yükseltilebileceği, maliyetlerimizi nasıl doğru hesaplayıp kar ettiğimizi sanarken batmaktan nasıl korunacağımız, parlamentoda daha az sorunun nasıl biriktirilebileceği, on-onbeş kişilik bakanlar kurulunun, ellişer kişilik bakanlıkların nasıl mümkün olacağı, insanların beyinlerini yıkamaya kalkışıp her türlü fanatizme çanak tutmadan nasıl eğitim yapılıp sonra da yobazlıkla karşılaşmayacağımız ve daha yüzlerce alanda araştırma -geliştirmeye ihtiyaç vardır. Ve bu araştırma-geliştirmeyi yapacak olanlar bizzat bu işleri yapanlar, bu kişileri yetiştirenler, bunlarla ilgili usulleri koyanlar ve bu işlerin bilimini yaptığını söyleyenlerdir.

    Devletin rolü ise yalındır: toplumun verdiği katkılardan -vergiler- bir bölümünü, bu çabaları özendirecek şekilde ve de başka alanlardaki ihtiyaçları da dikkate alarak kullanmaktır. Devletin yapmaması gereken ise son derece nettir: Devlet hiç bir şekilde, vatandaşların yapmaları gereken işleri onlar adına ya da onlar yerine yapmamalıdır.

    Şimdi, ulusal gelirden araştırma-geliştirmeye az pay ayrıldığı yargısının niçin tam-doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Pay ayırması gerekenler, bizzat bu işten yakınanlardır.

    Şimdi bu soruya yanıt bulmalıyız!

    Ve yine şimdi, artık sorulabilmelidir: bilim sınıfı bu gerçeği niçin saklamaktadır. Farkında olmadığı için mi, kendisini çaba harcamaktan korumak için mi, yoksa devlet eliyle yapılacak araştırma-geliştirme, bu sınıfa daha büyük avantajlar sağladığı için mi?

    Bu sorular yanıtlanmalıdır. Suçlu bulmak için değil, karabasanı yırtabilmek için!

  • SIKINTISIZ YAŞAM!

    Hemen her insanın genel hedefi “sıkıntısız” bir yaşam değil midir? Kişiler, toplumlar ve idarenin amacı sorunları enaza indirmek, mümkünse yoketmek değil midir?

    Ama , “her dokunduğum altın olsa” diye yakaran kişinin dileği kabul olduğunda nasıl bir cehennem hayatı başladıysa, “Tanrım bana acı verme” diye dua eden birisinin de aynı cehennemle karşılaşacağından şüphe yoktur.

    Acılar, sıkıntılar hatta felaketler, aslında Tanrı’nın insanlara verdiği en değerli yol göstericilerdir. İnsana verilen en büyük ceza, en büyük felaket ise onlardan yararlanmayı, ders almayı bilmemek, öğrenmemeye çalışmaktır. Doğru yorumladığınız takdirde neleri yapmamanız gerektiğini şaşmaz bir doğrulukla gösteren sıkıntı kaynaklarından daha sağlam bir dost bulunabilir mi? Ya da aksine, her türlü uyarıya karşın onlardan öğrenmeyen bir kişi için , kendisinden daha tehlikeli bir düşman var mıdır?

    Ama ne gariptir ki insanlar, binlerce yıldır putlara va Tanrı’ya hep bu gerçek dostu kendilerinden ayırması için yakarmaktadırlar.

    Toplum yaşamımızdaki çeşitli sorunlara bu gözlükle bakınca, ne kadar çok ve yol gösterici işaretle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yapılacak şey bunları doğru yorumlayıp, gereğini yapmak; yapılmaması gereken ise, sorunun kaynaklarını kurutmak yerine o işaretleri yani sorunun neden olduğu sıkıntıları gidermeğe çalışmaktır.

    İşte gündelik ve köklü politikalar arasındaki ayrım buradadır. Her nerede”bu sorun nerelerden kaynaklanıyor?” diye soruluyorsa orada köklü politikalara yönelim vardır. Her nerede “sıkıntıları giderelim” diye bir eğilim varsa orada ise gündelik politika vardır.

    “Çöp patlaması”, “hava kirliliği”, “trafik terörü”, “köktenci eğilimler”, ya da “adalet personelinin ücretleri” sorunlarına bu yaklaşımla bakıldığında son derece yararlı işaretler görülecektir. Yeter ki bu işaretlerin ne anlama geldiklerini merak edip,”bunlar niçin oluyor” diye sorabilelim.

  • ŞAPKADAN TAVŞAN NASIL ÇIKARILIR?

    Herşeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki şapkadan tavşan çıkarmak güçtür. Tabii, tavşandan daha büyük ve daha hareketli hayvanları çıkarmak çok daha zordur. Çühkü bir defa şapkaya sığmazlar, haydi bir an için sığdığı kabul edilse dahi bu defa da şapka içinde kıpır kıpır hareket edecekleri için iş daha da zorlaşır.

    Bu güçlüklerin dışında, olmayan birşeyi var etmek ya da olan birşeyi yok etmenin imkansızlığı meselesiyle karşı karşıya gelinir. Bu, öyle yaptım oldu demekle çözülemez.

    Ancak çok dikkatli olmak ve bu konuda epeyce tecrübeli olmak lazımdır, yani birdenbire tavşan çıkarmak yerine önce, sinek, böcek, kertenkele, kuş, sıçan gibi hayvanları çıkarmaya çalışmak gerekir.

    Buna genel olarak hokus pokus denilebilir. Hokus pokus, halk arasında sirk hokkabazlarının göz boyama seansları sırasında seyredenlerin dikkatini başka yere çekmek için kullandıkları bir araç olarak addedilirse de aslında bu katiyen böyle anlaşılmamalıdır. Hokus pokus, imkansızı imkanlı yapmak için kullanılması gereken bilimsel bir metoddur.

    Görüldüğü gibi, şapkadan tavşan çıkarmak için önce inançlı olmak, sonra da bir hamlede kulaklarından tutup tavşanı çekip çıkarmak yeterlidir.

    Çevreden itiraz edenler, bunun seyircileri ahmak yerine koymak olduğunu iddia edenler bitabi olacaktır. Zaten her şapkadan herkesin tavşan filan çıkaramayışının nedeni de budur. Yoksa herkes her fırsatta tavşan çıkarır etraf tavşandan geçilmez olurdu. Hele demokrasilerde, konuşan toplumlarda bu daha da zordur. Alimallah adamı rezil ederler.

    Anlaşılacağı gibi bu tür operasyonlar için seyircilerinde biraz şey, yani hoşgörülü olması gerekir.

    Bu faydalı metodu, çeşitli meseleleri çözebilmek için kullanmak, tavşan çıkaran kadar seyredenlerin de istekli olmasına bağlıdır. Yoksa evvelce olduğu gibi ne tavşan çıkar ne başka birşey.

    Şimdi durup dururken bu şapka-tavşan muhabbeti nereden çıktı denilebilir. Herhangi özel bir neden yok. Zaman zaman önemli bilimsel ilkeleri gözden geçirmek, unutmamak için de tekrarlamak lazım olduğu için aklıma geldi.

    17 Ağustos sonrasında birşeyler yapıp eski günleri geride bırakmak, eski sorunların bulunmadığı yepyeni ortamlara varmayı -ama bizden de birşeyler istemeden- arzu ve temenni edenleri gördükçe şapkadan tavşan çıkarmak aklıma geliyor.

    Herkes, kendi alanındaki alışkanlıklarını değiştirmek için zorlu çabalara girmeden birşeylerin değişeceğini ummak, şapkadan tavşan çıkarmak daha da imkansızdır.

  • RADYASYON KOMEDİSİNİN BİR PERDESİ

    Tarih denilen bilim dalına ait herhalde bazı kalıp tanımlar olsa da ona, “geçmişteki çeşitli süreçleri ve bunların etkileşimlerini aydınlatma bilimi” denilebileceğini düşünüyorum.

    Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzun tarihinde bazı aydınlatılmamış süreçler bulunduğunu, bunlar tam olarak ortaya çıkmadan da “çağdaş uygarlığa erişme” savaşımımızın asla başarılı olamayacağını söyleyebilirim.

    Bu süreçlerden birisi “icatçılık”tır. Toplumumuz geleneksel olarak icat yapana kötü gözle bakmış, onu öyle veya böyle bir punduna getirip cezalandırmış ya da onu yapamamışsa aşağılamış (ya da çalışmış)tır.

    I Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (evet şaşırmayın birden fazla vardır) denilen utanç verici olay bunların en yaygın olarak bilinenidir ama en basitidir. Galata Kulesi’nden kanat takıp uçan ve bugünkü hang-glider’lerin büyükbabasını yapan bu “bin ilimler ustası” Ahmet Çelebi, zamanın padişahı üzerinde panik yaratmış, bu adamın olası icatlarının toplumu -allah korusun- uyandıracağı korkusuyla derhal Cezayir’e sürülmüştür.

    Matbaanın 300 yıl kadar yurda sokulmayışı bundan da önemli bir olaydır ve ardışık sonuçlarının neler olduğunu, sosyal bilim ulemamız henüz merak etmemiştir.

    Bu olaylar zannedilebileceği gibi tarihte kalmamış halen de devam etmektedir.

    1986 yılında, kanser konusundaki gözlemleri üzerinde bilimsel araştırma yapılmasını isteyen bir hekimimiz mahkemeye verilmiş, meslekten menedilmeye çalışılmış ve kendisi basınımız tarafından “Zakkumcu Ziya” olarak aşağılanmaya çalışılmıştır. 1992 yılında A.B.D. ve Kanada’da buluşuna patent verilen bu hekimimize o zaman yöneltilen eleştiri, “senin doktoran yok ve böyle bir ilaç olabilseydi yabancılar bulurdu!” olmuştur. O günlerde, buluşu için yaptığı patent başvurusuna uzun ünvanlı yetkililerin “patent bir şey ifade etmez, her başvurana patent verilir” diyerek bu konudaki olağanüstü bilgisizliklerini göstermişlerdi. (Bilindiği gibi patent, bir konuya ancak bir yenilik yani katkı getiriyorsa verilebilir).

    1992 yılında başlayıp hala süren II Hezarfen Olayı’nda ise, bir araştırma denizaltısı yapan bir mühendisimiz ağır cezaya verilmiş olup, Muğla valimizin çabalarıyla kendisine hukukun üstünlüğü “gösterilmeye” (ben sana gösteririm anlamında göstermek) çalışılmaktadır.

    Tarihimizde aydınlığa kavuşmamış süreçlerden bir diğeri ise “akılcı düşüncenin toplum yaşamımızdaki egemenliği” dir.

    Çağdaş uygarlığı oluşturmuş ve halen de ona katkıda bulunan toplumların temel niteliklerinden birisi olan akılcı düşünce’nin, toplum yaşamımıza egemen olamayışı, her soruna üstünkörü yaklaşıp bir “esas mesele” ile açıklamaya çalışan yarı-aydınlarımızca “islamiyetin kaderci yaklaşımı” ile izah edilirse de durum bunun tam tersidir. Bu akıldışılık, olsa olsa islamiyetin de yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bir ahlak öğretisi olarak toplumun en yüce değerlerinden birisi olmak gereken din kurumu bir dejenere politik ideoloji haline getirilmiştir.

    Akıldışı yaklaşım örneklerimizin sonuncusu 1993 tarihlidir. Bir gün, toplumumuzun “akılcı düşünce süreci” ni inceleyecek toplum bilimcilerin,

    I ve II Hezarfen Olayları’nın yanısıra hatırlayacakları bu olay Radyasyon Komedisi’dir.

    Bir gazete haberinin güvenilirlik sınırları içinde şu ifadelere bakınız:

    “Burada vazifeyi ihmal var, ama nereden nereye yükselir belirlemek zor. …………………. Radyoaktif maddeler Türkiye’yi ne kadar etkilemiştir? Kesin ölçümler yapılmış mıdır? Halkın sağlığı ne denli riskle karşı karşıya kalmıştır? Böyle bir risk varsa kanser hastalığı yapar mı? Bunları bilemiyoruz. Bilim adamları bir şey saptadılarsa açıklamalı. Bugünkü ceza kanunumuz sorumluları cezalandırmak açısından çok yetersiz. Tazminat davaları açıldı. Ama sebep-sonuç bağı bulunmadığı için bu davalar reddedilmeye mahkum.”

    Bunu söyleyenin, her konudan bir politik çıkar uman bir kişi ya da sokaktaki bir adam olduğunu sanabilirsiniz. Ama öyle değildir. Bunu bir hukuk profesörü söylemektedir. Daha doğrusu gazete, öyle söylediğini yazmaktadır. Umarım durumumuz bu kadar vahim değildir.

    Yani kısacası söylenen şudur: Ortada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, ama bunlar suçludur(!).

    Akıldışılık, akılcılığa dönüştürülemediği sürece toplumumuz hiç bir sorununu çözemeyecektir. Mesele bununla da bitmeyecek, toplumumzun her kurumu, sorun çözmek bir yana sürekli sorun üretecektir. Başka ülkeleri yücelten kurumların nasıl olup da bizim elimizde birer “sorun üreteci” olduğunun nedeni bu akıldışılık’tır.

    İşimizi gücümüzü bırakarak bu noktaya bakmalıyız. Türk toplumunun bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz.

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM !

    Bundan tam 6 yıl önce, 26 Mayıs 1994’de yazdığım bir yazıdan bazı alıntılar yaparak, bugün içinde bulunduğumuz ve de herkesin ayrı bir kurtuluş reçetesi önerdiği ekonomik krize farklı bir açıdan bakılmasını sağlamaya çalışacağım:

    «……..Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır….

    …..Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandırdığı rivayet edilen IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır…..

    ….Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”,olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır……

    …Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    ….T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır….

    …İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?….

    …Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.»

    Beş yıl içinde böyle bir tartışma başlatamadık. Geçtiğimiz haftalar içinde II. Teknoloji Kongresi sırasında da dile getirilen bu yaklaşım, tekrar gündeme gelen ekonomik kriz içinde acaba aydınımızın gündemine girer mi?

  • NE YAPMALI?

    İnsan derisi 65 derece sıcaklıktan sonra yanmaya başlar. Ya da bir kişinin kafasına vurulacak 100 kilogramlık bir ağırlık onu öldürebilir. Zehirli bir akrep ya da yılan, bir ısırışta bir insanı öldürebilir.Ama diğer yandan, 700 derecelik kor ateşin üzerinde yürüyen insanlar vardır. Ağır sıklet boksörlerinin yumruklarının uyguladığı kuvvet 300 kilogramdan fazladır. Efsunlanmış denilen insanları ise yılan ve akrepler öldürememekte, hatta onları ısırmamaktadırlar.

    On misli sıcaklıktan, üç misli kuvvetten ya da yılan ısırığından etkilenmemek, organizmayı eğitmek suretiyle mümkündür. Bu eğitimler, organizmanın bu tahripkar etkilere karşı “hazırlıklı” olmasını sağlarlar. Bu, vücudun salgıladığı ve yanma ya da zehirlenme olgularına engel olabilecek, kasların direnimini olağanüstü artırabilecek salgılar yoluyla olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan organizmasına o inanılmaz direnci veren şey, zamanla ve eğitimle kazanılan -ya da mevcut olup da ortaya çıkarılan- , “hazırlıklı olma” becerisidir.

    Sosyal organizmaların, dış etkenlere karşı davranışları da benzerdir. Bir toplum da, kendini tahrip edebilecek iç ve/ya dış etkenlere karşı ancak bu yolla, “hazırlıklı olma” yoluyla karşı koyabilir. Bu iç ve dış etkenlerin ne olduğu önemli değildir. Hatta o denli önemli değildir ki, hazırlıksız bir bünyenin, o etkenleri bizzat kendisinin dahi ürettiği söylenebilir.

    Toplumumuz, çeşitli sorunların çok yönlü kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle çeşitli derinlikteki kaynakları birbirinden farklı olduğundan ve herkes farklı derinliklere baktığından, bir “tanı karmaşası” yaşanmaktadır.

    Bir kesim insana göre, en önemli sorun köktendincilik, bir kesime göre İslam’dan sapış, bir bölümüne göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır.

    Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister “görünen sorun” (hayalet sorun), isterse “kaynak sorun” olsunlar, katı bir gerçek, toplumumuzun bunları çözemediğidir. Çünkü toplum, ne bunlara ne de başkalarına karşı koyabilecek “hazırlıklar”a sahip değildir. Bunu hisseden iç bünye de, dış ortam da (sokak deyimiyle dış mihraklar), bu topluma sürekli sorun üretmektedir.

    Bir toplum bünyesi, olası sorunlar için nasıl “hazırlıklı” olabilir?

    Bir insan bünyesi, olası sorunlar için -300 kiloluk yumruk, 700 derece sıcaklık ya da yılan ısırması gibi-, egzersiz ya da bir başka tür eğitimle, o sorunlara karşı birer “sorun çözme kalıbı” hazırlamakta, o sorunun varlığına işaret eden bir sinyal aldığında da “hazırladığı” kalıbı harekete geçirmektedir. Bunlara ek olarak da, her tür soruna müdahale etmeye hazır esnek güçleri harekete hazır olarak tutmaktadır.

    O halde toplum bünyesi de, karşılaşabileceği sorunlar için böylesine ikili bir önlem stratejisi geliştirmek zorundadır. Bunlardan birisi, toplumun sorun çözme kabiliyeti denilebilecek beceridir. Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce onu anlamaya çalışmak, onu soyutlamak, analiz etmek, ona yol açan nedenleri bulmak, bunlar için yaratıcı çözümler üretmek gibi “sorun çözme aletleri”ni hazırda tutmak, bu becerinin özellikleridir.

    Diğer önlem ise, çeşitli sorunlar karşısında örgütlenerek onlarla mücadele etmektir.

    İşte bu iki önlem, bir toplum bünyesinin, olası iç ve/ya dış kaynaklı sorunlara karşı “hazırlıkları”dır.

    Bu iki önlem açısından durumumuz nedir? Sorun Çözme Kabiliyetimizin düşük olduğunun en sağlam kanıtı, düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur.

    Sorunlar karşısında örgütlenme konusunda ise iki ayrı zafiyet söz konusudur: Birincisi, örgütlenme kültürümüzün zayıflığıdır. En seçkin kesimlerin toplantılarında dahi, çok sayıda fikrin üretilmesine izin vermeyecek kadar uzun konuşulması, toplantıların başlama ve bitiş saatlerine uyulmayışı gibi en temel örgütlenme ilkeleri gözardı edilir.

    Örgütlenme konusundaki ikinci zafiyet, sorunların tanımlanması konusundadır. Doğru tanımlanmamış bir sorunun çözümlenmesi imkansızdır. Rahatsızlık duyulan bir Görünen Sorun’un kaynaklarına inilmeden o sorun çevresinde yapılacak örgütlenme daima tek sonuç verir: yakınılan sorunun daha da büyümesine fırsat hazırlanmış olur!

    Sorunlardan yakınan ve bunların çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin benimseyebilecekleri çeşitli yollar vardır.

    Bunlardan biri, sorunların kimyasını öğrenmektir: Çok sayıdaki “Görünen Sorun”un, hangi temel sorun elementlerince (Kaynak Sorunlar) oluşturulduğunu, bunların, aralarında nasıl yeni bileşikler yaparak çoğaldıklarını, olumsuzluk üreten bir “sebep-sonuç” döngüsünün nasıl olumluya çevrilebileceğini anlamak ve bunlara göre yaratıcı çözüm geliştirme becerisi geliştirmek, bu yolda ilerleyen kişi ya da kuruluşlara yardım etmek bir yoldur.

    Bir diğer yol daha pratiktir. Toplumda çok sayıda insana yaygınlaştırılabildiği takdirde olağanüstü sonuçlar almak, bu yolla mümkündür. Zaten, eğer bu tür bir örgütlenme yaygınlaştırılamaz ise o takdirde, toplum olası sorunlara karşı hazırlıklı da olamaz.

    Bu yol, insanları rahatsız eden çeşitli sorunlar için “Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri” oluşturmaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ise ayrı bir yazıda işlenecektir.

    Salı, 20 Ağustos 1996

  • NELSON’UN HUNİ DENEYİ . YİNE !

    Bundan beş yıl evvel, bir sorunun çözümünde kullanılabilecek doğru ve eğri yolları çok iyi anlattığını düşündüğüm bir yazı yazmıştım. İçinde yaşadığımız bu günlere en uygun yazı olarak bin küsur yazım içinden onu seçtim. Ve hiçbir değişiklik yapmadan tekrar aşağıya alıyorum:

    «1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz.

    Ödül kazanan makale oldukça kısa ve basit bir deneyi anlatıyor. Benzer bir deneyi isteyen evinde bile yapabilir.

    Deney, bir huni, bu huninin boğazından tam geçebilecek bir bilya, huninin ucunu yerden 5-6 santim yukarıda tutabilecek bir düzenek ve huninin altına yayılmış bir kağıt yardımıyla yapılıyor.

    Deney şöyle: Bilya huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda -mesela 500 defa- tekrarlanınca kağıt üzerinde rastgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.

    Bilyanın her defasında tam huninin altında değil de rastgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyanın mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyanın hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir.

    Aynı huni, aynı bilya ve aynı kağıtla deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!).

    Bu haliyle, huni, bilya, kağıt vs den oluşan sistem kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyayı attığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.

    Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişi düşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle bir reçete uyguluyor:

    Reçete 1 – Bilyanın her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.

    Bu reçeteye göre deney yine mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi eskisinden daha küçük değil aksine daha büyük olmaktadır.

    Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:

    Reçete 2 – Bilyanın her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir.

    Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır.

    Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:

    Reçete 3 – Huni her defasında bilyanın durduğu noktaya getirilecektir.

    Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir.

    Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilya mükemmellliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs) değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”

    Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır.

    Belediyeler yol güzergahlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir.

    Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.

    Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür: Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz. İkinci aşama ise sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terketmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir. »

    Gelecek haftaya kadar hoşça kalınız.

  • NASIL BİR TÜRKİYE ÖZLEMİNDEYİZ?

    Bu soru ilk anda biraz anlamsız görünüyor değil mi?

    Öyle ya:

    “Bu cennet vatan toprağında, barış, kardeşlik, hoşgörü içinde yaşayan; refah ve mutluluğu çağdaş ülkeler düzeyine erişmiş ve sürekli gelişen bir Türkiye” gibi bir tanımlama yeterli değil mi? Haydi bunu pek yuvarlak buldunuzsa daha somut terimlerle şöyle de diyebiliriz:

    “Fert başına milli geliri 6000 doları aşmış, enflasyonu ve işsizliği %5’lerin altında, düşmanlarını sindirip dostlarını yüreklendirebilecek bir güce erişmiş bir Türkiye”…

    Yoksa bunu da beğenmediniz mi?

    İsterseniz, bu deneme-yanılmaları bir kenara bırakıp, “Nasıl Bir Türkiye?” sorusunun cevabını verebilmenin bir önemi olup olmadığını, sonra da bu cevabın nasıl bir kalıp içinde verilmesi gerektiğini irdeleyelim.

    Bu soruyu cevaplayabilmenin en güvenilir yolu, bu ülkede olabilecek tüm doğru, iyi ve güzel şeyleri altalta sıralamaktır. Böyle bir listeyi, hatta bir kısmını bile buraya yazmaya kalkışmıyorum, çünkü yüzlerce kalem istekten oluşacağı bellidir. Öyle ya tüm doğruluk, iyilik ve güzelliklerin listesi o kadar uzun olacaktır..

    Şimdi ikinci soru: Pekiyi böyle eksiksiz bir ülke, ütopyanın dışında olabilir mi? Cevap basit ve kesindir: Hayır olamaz! Nedeni, bu kadar çok doğruluğu, iyilik ve güzelliği gerçekleştirmeye, o ülkeye ayrılabilecek kaynaklar yetmez de ondan!

    Bakınız iki adımlı bir soruyla, böyle uzun bir istekler listesinin hiçbir işe yaramayacağı ortaya çıkmış oluyor.

    O halde yapılması gereken şudur: Uzun listedeki, doğruluk, iyilik ve güzellikleri bir öncelik sıralamasına tabi tutmak (bazılarına eş öncelik vermek gerekse de) ve sonra da ayrılabilecek kaynakların bittiği yerden listeyi kesmek! (Daha sonra yeni kaynaklar bulunursa geri kalan liste parçasından ve yine öncelik sırasıyla alıntılar yapmak! Bunlar da uzun ve vadeli amaçlarımız olacaktır.)

    Bu yöntem iyidir ama bazı sorunları da vardır. Örneğin, sıralamayı kim(ler) ve de nasıl yapacaktır? Öncelik farklarını kim(ler) karara bağlayıp tartışmayı bitirecektir?

    Bunun cevabı ise demokrasidir. Çeşitli öncelikleri savunan kişi veya gruplar olacak, onlar da aralarında tartışıp uzlaşacaklardır.

    Fakat bu “listeleme” yönteminin önemli bir sakıncası daha vardır: Öncelikler, ister istemez içinde bulunulan koşullara bağlı olarak belirlenecek, koşullar değiştikçe önceliklerin de eski yerleri değişecektir. Örneğin, terör, enflasyon ve trafik kazalarından bunalan bir toplum, listenin ilk üç sırasına bunları yerleştirecek, fakat kontrolsuz göç olgusu nedeniyle mesela su kaynaklarının kirlenmesi hızlanınca bu ögenin, trafik konusunun veya enflasyonun hatta belki de terörün önüne geçmesi gerekecektir.

    Kaynak Sorunlarımızın*, sürekli olarak kendi aralarında yeni sorun bileşikleri yarattığı düşünülürse, böyle bir listenin düzenlenmesinin güç olacağı ve ancak bazı ulusal öncelikler dışındaki tercihleri içeremeyeceği anlaşılacaktır.

    O halde, “Nasıl Bir Türkiye Özlüyoruz?” sorusuna “listeleme” yöntemiyle cevap verilemez.

    Nasıl ki Kaynak Sorunlar bir çeşit “sorun kimyası”nın temel elementleridir ve aralarında çeşitli bileşikler yaparak elementlere benzemeyen yeni sorunlar üretirse, benzer şekilde bunu tam aksi de doğrudur. Az sayıdaki doğruluk, iyilik ve güzellik elementi, refah ve mutluluk dediğimiz bileşikleri yaratır.

    O halde, özlediğimiz Türkiye’nin çok sayıda özelliğini saymayı bir kenara bırakıp, bu az sayıda doğruluk, iyilik ve güzellik elementini “özlediğimizi” belirtmekle yetinebiliriz.

    Refah ve mutluluğun dışa vurumları daima maddidir ama onları yaratan daima insanlar, daha da doğrusu onların nitelikleridir.

    Nasıl ki bir fayans ustasının niteliği, içine fayans döşediği yüzlerce binanın banyolarına yansırsa, tüm insanların nitelikleri de yaptıkları tüm işlere iyi ya da kötü olarak yansıyacaktır.

    Yetersiz nitelikli bir öğretmenin bu özelliği yetiştirdiği tüm öğrencilere, yetersiz bir politikacının özellikleri de verdiği tüm kararlara yansıyacaktır.

    O halde bizi mutlu ya da mutsuz, müreffeh ya da fakir kılan, çeşitli insan kesitlerimizin niteliklerinin üstünlüğü ya da yetersizlikleridir.

    Bu soyut görünümlü yaklaşım aslında, 70 yıllık kalkınma serüvenimizin pek başarılı olmayan çizgisini açıklamakta, insan yerine nesneler (barajlar, yollar, okullar vs) yoluyla kalkınmanın niçin bir türlü olmadığını ve bundan sonra da olamayacağını anlatmaktadır.

    Yeni bir insan tipine ihtiyacımız artık daha açık bir şekilde belirginleşmektedir. Yeni bir politikacı, yeni bir kamu görevlisi, yeni sanayici, yeni bilim adamı, yeni sanatçı ve yeni vatandaş!

    Buna göre, “Nasıl Bir Türkiye?” sorusu, “Nasıl Bir Politikacı?”, “Nasıl Bir Vatandaş?” vs gibi bir soruya indirgenmiş olmaktadır. Doğru soru da budur!

    İlk sorulan soru daha anlamlı bir forma kavuşmakla birlikte hala “listeleme” tuzağından kurtulabilmiş değiliz. Toplum yaşamımızı şekillendiren çeşitli insan kesitlerinin herbirinin niteliklerini sıralamak hem güçtür ve hem doğru bir yaklaşım da değildir. Çünkü, “Daha iyi politikacı”, ile “daha iyi sanatçı” veya “daha iyi sanayici” nin çeşitli “iyi” nitelikleri birbirinden bağımsız değildir.

    O halde, yeni Dünya düzeni içindeki yeni Türkiye düzeninin ihtiyaç gösterdiği bazı ortak nitelikleri ortaya koymak, politikacımızın, bilim adamımızın, sanatçımızın ve vatandaşlarımızın bu ortak niteliklerden uzak oluşlarının nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik programlar geliştirmeliyiz.

    Bu yaklaşım ilk bakışta, somut (ve sihirli) çareler bekleyen, insan dokumuzu değiştirmeden milli gelirimizi, sanayimizin rekabet gücünü, sorun çözme yeteneğimizi ve benzer göstergeleri iyileştirmeyi uman ve de bunu mümkün görenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Ama, insan dokumuzun zeka, bilgi-beceri, ahlak ve ruh sağlığı niteliklerini geliştirmeden bunları beklemek boştur ve vakit kaybettirmesi nedeniyle ulusal varlığımızı sürdürebilmemiz açısından da tehlikelidir!

    Buna göre, ilk soruyu bu noktaya, yani “nasıl bir insan tipi istiyoruz?” veya “yeni insan tipimiz nasıl olmalıdır?” sorusuna getirmiş oluyoruz.

    Yeni insan tipimizin bir numaralı özelliği “doğru soruları sormasını bilmek” olmalıdır. “Terörle nasıl mücadele edilmelidir?” sorusu yerine “terörün sebepleri nelerdir?”; “enflasyon nasıl indirilir?” yerine “kronik enflasyona yol açan sebepler nelerdir?” sorularını sorabilen insnlara ihtiyacımız vardır.

    Bu “yeni tip” insanlar, çocukluğunda merak etmesini öğrenmiş, oyun oynaması engellenmemiş, asgari koruyuculuğun dışında korunup güçsüzleştirilmemiş ve dolayısıyla da güçlüklerle mücadele etmeyi zevk edinmiş olanlar arasından çıkabilir.

    Bu “yeni tip” insanlar, (dir..) yerine (mi?) demesini bilen, bundan utanmayan kişiliklere sahip olmalıdır. Bu ise, kendisine zorla birşeyler öğretilmeye (ezberlemeye) çalışılan çocuklardan yetiştirilemez. Onlar, “öğretmeye değil öğrenme”ye dayalı bir eğitim anlayışının ürünleri olabilirler.

    Bu “yeni tip” insanlar, birşeyler üretmeyen, yaratıcılığı, buluşçuluğu olmayan, yalnızca mevcudu paylaşma kavgası veren tumturaklı söz söyleme ustaları olamazlar.

    Onlar, birlikte yaşamaktan zevk alan, bunun kurallarını çocukluğunda oynayarak, spor yaparak öğrenmiş olmalıdırlar.

    Bu “yeni tip” insanlar, “çıkar çatışması” nın ne olduğunu, politikacı, bankacı, sanayici ve gazeteci olduktan sonra değil, çocukluğundan itibaren içine sindirmiş bireyler olmalıdırlar.

    Bütün bu niteliklerin çocuklarımıza kazandırılması için ilk adım, yukarıda değinilen “soru sorma becerisi”nin kazanılmasına bağlıdır. Mümkünse çocukken, değilse şimdi!.. Bu ise eğitim sorunlarımıza yeni bir yaklaşımla bakmak, onlara çağdışı yutturmacaları belletip güya “iyi vatandaş” yetiştirmeye kalkışmamak demektir.

    Özlediğimiz Türkiye’yi, doğru soru sorabilen insanlar kurabilecektir. Başkaları değil!

  • “MAFYA” DİYE BİR SORUNUMUZ YOKTUR !

    Bu kadar da değil. Trafik canavarı, erozyon, terör, çevre kirliliği, işsizlik, rüşvet, demokratikleşememe gibi sorunlarımız da yoktur. Bütün bunlar birer “ad”dan ibarettir. Bütün “ad”lar gibi bunlar da ancak uzun uzun tanımlanabilecek olan kavramları her defasında tekrarlamadan kolay iletişim sağlayabilmek için icad edilmiş sembollerdir.

    Nasıl ki içine birçok malzeme katılıp her malzemenin ayrı ayrı ve sonra da birlikte pişirildiği yiyeceklere “imam bayıldı”, “hanım göbeği” gibi adlar takılması bir iletişim kolaylığı sağlar ve yiyeceklerin aslında imam, bayılmak, hanım ya da göbeği ile yakın-uzak bir ilişkisi yoksa, yukarıdaki sorunlar da aynen böyledir.

    Ama, bu yiyeceklerin içindeki patlıcan, sarmısak, zeytinyağı, şeker ve un böyle değildir. Bunlar Dünya’nın her yerinde herkesçe bilinen ve somut olarak var olan maddelerdir. Bunlardan yapılan yiyecekler, yalnızca imam bayıldı ve hanım göbeği olmayıp, muhtemelen her toplum bunlara ayrı “ad”lar verecek ve bu malzemeleri kullanarak bizim adını dahi bilmediğimiz onlarca yiyecek üretecektir.

    “Mafya”, “trafik canavarı”, “erozyon” ya da “yolsuzluklar” da benzer şekilde “yemek”lerdir ve bunlar birer “ad”dan ibarettir. Ama bu yiyecekleri oluşturan malzemeler, onlara ne isim verilirse verilsin her yerde ve herkes için aynıdır ve de o malzemelerle daha birçok başka görüntü ve tatta yiyecekler yapılabilir.

    Aşçıların hüneri, bu malzemeleri kullanarak o şekilde yeni “görüntü” ve “tat”lar oluşturmaktır ki, çoğu kimse -herkes değil- yediklerinin içindeki malzemeleri anlayamasın.

    “Mafya” denilen yeni “yemek”, malzemeleri hiç de yeni olmayan, o malzemelerle türlü türlüsünü yiyegeldiğimiz yemeklerden yalnızca biri olup içinde de şunlar vardır:

    • Kamu elindeki araziler,

    • Devletin, insanların ve kendisinin canını, malını ve mülkünü koruyamayacak kadar, yapmaması gereken işlere boğulmuş olması,

    • Yeni işlerin yaratılması için girişimcilik ortamını geliştirmek, insanlara beceriler kazandırmak yerine, kamu kadrolarının şişirilip, “kalabalık kadro – düşük ücret – düşük nitelik” sarmalına düşülmüş olması,

    • Düşük nitelikli kamu görevlilerinin, sistem kurma (kural koyma) becerilerinin yetersizliği nedeniyle doğan “vakum”lar,

    • Demokrasi’nin, halk dalkavukluğu olarak anlaşılmasına yol açan “kavram içlerinin boşluğu” sorunu,

    • İnsanımızın -genelde- nitelik dokusu’ndaki (zeka – bilgi ve beceri – erdem – ruh sağlığı) yetersizlikler,

    • Genelde toplumumuzun, özelde ise politik, bürokratik ve akademik sınıfların Sorun Çözme Kabiliyetleri’nin yetersizliği nedeniyle doğan, “sorunların kaynaklarıyla görüntülerini ayırdememek” sorunu.

    Arzu edenler bu malzemelerden hangi yemeklerin yapılamayacağını (!) araştırabilirler. Ama sonucu doğrudan bilmek isteyenler, bunların, daha henüz tatmadığımız yemekler de dahil olmak üzere inanılmaz zenginlikte bir çeşitlilik oluşturacağına, hergün boğuştuğumuz sorunların bir çoğunun bunlardan oluştuğuna güvenebilirler. Bu malzemelere iki üç kalem daha eklendiğinde ise tüm sorunlarımızı üretebilirsiniz.

    Her yemeğin içinde birçok girdi olmakla birlikte yine de bir iki tanesi ana malzemelerdir. Yukarıdaki girdiler içinde de son ikisi böyledir. Bunlar bir yandan, sorunlara tanı konulup çözümler geliştirilmesini imkansız kılarken, diğer yandan da başka bir olumsuzluğa yol açar ki felaketin büyüğü de odur: Adına, “Sorun Kimyası” denilebilecek uğraş alanının temel öğretilerinden birisi, “bir sorun çözülmeden kaldığı sürece, doğurma ve diğer sorunlarla birleşmeler yoluyla yeni ve değişik görüntülü sorunlar üretir” biçimindeki kuraldır.

    Sorunlara doğru tanılar koyup, bunlara göre çözümler üretmek durumunda olanlar görüntülerle uğraştıkça (mafya, trafik canavarı, rüşvet, terör vs), bu kural uyarınca her gün yeni sorunlar ortaya çıkacak ve bunlar üstüste biriktikçe de toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni kat be kat aşacaktır.

    Pazartesi, 05 Haziran 1995

  • KÜÇÜK AMA SIK TEKRARLANAN YANLIŞLARA DİKKAT !

    Adına kaza denilmesi adet olmakla birlikte gerçekte kaçınılabilir, önlenebilir nitelikleri nedeniyle bu sınıfa sokulamayacak birçok olay vardır.

    Silahıyla oynarken arkadaşını vuran kişinin başına gelen kaza değil, eğitimsizliğinin ve laubaliliğinin kaçınılmaz sonucudur. Silahı şeytan filan doldurmamıştır ama sahibi kurallara uymayı fantezi saymıştır.

    Otoyolu kalabalık görüp geri geri giderken düzgün gelen araca çarpmak da kaza değildir.

    Arkadaşının içini basınçlı havayla doldurmak isteyip de barsağını patlatan, vapur yanaşmadan atlamaya kalkıp denize düşen, çalışmadan sınava girip çakan ya da aracına bir misli yük yükleyip freni patlayan şoförün başına gelenlerin hiçbiri kaza değildir.

    Olayların neden ve nasıl olduklarını yakından inceleyip, onların itaat ettikleri kuralları anlayan ve olayların akışına kendisini bırakmayıp onları kontrol edip yönlendiren toplumların başına daha az kaza bela gelmesinin nedeni budur.

    Çeşitli toplum sorunlarına yakın plan bakıldığında, onların içinde dikkati çeken en önemli özelliğin, sık tekrarlanan küçük olayların, sonuçları önemli ölçüde etkilediği görülecektir.

    Çoğumuzun hergün belki de defalarca ve de hiçbir sakınca görmeden yapageldiğimiz küçük yanlışların, yolaçtığı daha büyük olaylarla sıkı ilişkisini genellikle göremez ve onları kaza bela sınıfına atıveririz.

    Örneğin, her telefon açışta Alo’dan sonra 10 saniye kadar süren “nasılsın, iyi misin?” faslı, kimsenin yadırgamadığı “küçük” olaylardan birisidir. Ama, günde 50’şer telefon konuşması yapan 50 kişilik bir organizasyonun bu yolla kaybettiği net süre 7 saatttir.

    Görevi sorun çözmek olan insanlarımızın “küçük fakat sık tekrarlanan” olaylara çok dikkat etmesi gerekir.