• BELEDİYE ŞİKAYET SİSTEMİ

    Her yerel seçimde adaylar, belediye hizmetlerinin kapsamını dile getirip, kendilerinin ne geniş bir görev alanına talip olduklarını belirtirlerken, “belediyeler, beşikten mezara hizmet verirler” derler.

    Doğrudur. Bu kadar geniş alandan bu denli ayrıntı düzeyinde sorumlu hiçbir kurum, kuruluş ve kişi yoktur ve olamaz da! Ama ilginç olan nokta, Atlas’ın Dünyayı taşımaya kalkması gibi belediyeler de bu işleri tek başlarına yani halkın katılımı olmaksızın yapabileceklerine kendilerini inandırmışlırdır.

    Bu kesin yargıya şuradan varıyorum. Bakınız, binden fazla belediyenin kaçında bir şikayet sistemi vardır? Halbuki şikayet sistemleri, belediyelerin (ve özellikle de katılımcılık iddiasında bulunanların) en önemli enstrümanıdır.

    Şikayet sistemi bir geri-besleme (feed-back) mekanizmasıdır.

    Toplumda kural koyan kuruluşların başında belediyeler gelmektedir. Ama acaba;

    • bu kurallar ne kadar gerçekçidir?

    • kurallara uyması gerekenler ne kadar uymaktadırlar?

    • uyanlar, niçin ve nasıl uymakta, uymayanlar niçin ve nasıl uymamaktadırlar?

    • kurallara uymayı sağlamanın çareleri nelerdir?

    gibi birçok soru’nun cevabını zabıta memurları değil halkın ancak kendisi verebilir.

    Ama bunun için belediyelere düşen bir görev vardır: Bu bilgilerin iletim kanalını oluşturup onu işler tutmak!

    Demokrasi sözcüğü, bir “kendi kendini tamin aracı” değil aksine somut mekanizmalardan oluşan bir sistemdir. Bu mekanizmalardan birisi de halkın katılımını sağlayan şikayet sistemi dir.

    Batı’nın (OMBUDSMAN) kurumları da işte bu somut ihtiyaçtan doğmuştur.

    Bazı şeyleri yapmak para vs gibi kaynaklara ihtiyaç gösterir. Bazıları ise biraz sağduyu, biraz da beceri.

    Belediye Şikayet Sistemi, bu ikincisini gerektirir bir iştir.

    Ama bu sistemler bir türlü kurulmamışsa acaba bu ne demektir?

    Ağustos 1993

  • BELEDİYE BAŞKANLARININ İLK İŞİ NE OLMALIDIR?

    Belediye başkanı, elinde çeşitli kaynakları bulunduran ve bunları, hizmet vereceği yöre halkının çeşitli ihtiyaçlarının önceliklerine göre tahsis eden kişidir. Bu, hemen tüm başkanlar ve de kendisine hizmet verilecek insanların çoğunluğu tarafından böyle bilinir.

    Ama uygulamanın bu rasyonel ilkeye tam uyduğu pek söylenemez. Ne başkanlar ve ne de halk açısından! Bakınız niçin

    Belediye başkanlarının, genellikle seçime girdiği yöreyi, o yörenin insanlarını, o insanların ihtiyaçlarını iyi bildiği varsayılır. Gerçekten de başkan seçilen kişiler, seçim yöreleri hakkında, sıradan kişilerden daha fazla bilgiye sahiptir. Ancak sorun, sahip olunması gereken bilgilerin genişlik ve derinliği ile sahip olunan bilgilerin genişlik ve derinliği arasındaki farklılıktan oluşur.

    Sahip olunan bilgiler, daha çok seçim için gereken bilgilerdir. Yörenin etkin kişileri, politik dengeler, oylarını politik tavırlara, vaatlere göre belirleyen “değişken oy” sahibi kesimler hakkındaki bilgiler, bir başkanın seçim başarısını belirleyen bilgilerdir.

    Sahip olunması gereken bilgiler ise, yöre halkını oluşturan çeşitli kesimlerin ihtiyaçları ve bu gereksinimlerin göreli ağırlıklarıdır. Bu kesimlerin sayısı tahmin edilebilecekten çok daha fazla ve ihtiyaçları da herkesin bilebileceği sıradan bilgilerden daha değişiktir.

    Bir yörenin halkını oluşturan kesimlerin bir bölümü her yerde aynı, geri kalan kesimleri ise ancak o yöreye özgüdür.

    Hemen her yörede, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, özürlüler, esnaf gibi kesimler bulunurlar. Ama, sanatçı, bilim adamı, yerli turist, harp malulü, çocuk işçi, eski hükümlü, yazar ve daha yüzlerce kesim her yerde bulunmayabilir. Bunların hepsine birden, o yöredeki “ilgi ve çıkar grupları” denilebilir.

    Bu değişik kesimlerin ihtiyaçlarının ne ölçüde bilinebildiği ise ayrı bir konudur. Her yörede bulunan ve herkesçe varlıkları bilinen örneğin bedensel özürlülerin ihtiyaçları, belediye başkanları tarafından tam olarak bilinmekte midir? Ya da daha seyrek olarak rastlanan uyuşturucu bağımlılarının gereksinimleri nelerdir?

    Bir kesimin ihtiyaçlarının bütününe, o kesimin “ihtiyaç profili” denilebilir.

    Bir de bunların dışında var olduğu ancak özel dikkat gösterildiğinde akla gelen kesimler vardır. Dayak yiyen kadınlar bunlardan yalnız birisidir. Bunların özel ihtiyaçları da dahil olmak üzere “ihtiyaç profili” nasıldır?

    Bir belediye başkanının, bütün bu kesimlerin ihtiyaç profillerini ayrıntılı olarak bilebilmesine imkan yoktur. Ancak özel bir sistematik yardımıyla bunlardan haberdar olabilir.

    Belediye başkanının imkansızlığı bir yana, acaba bizzat bu kesimler, ihtiyaç profillerini tam olarak bilmekte midirler? Şüphesiz ki bir kesimin ihtiyaçlarını en iyi o kesime dahil insanlar bilirler. Ama bu, bu kesime dahil her kişinin bu ihtiyaçların tamamını yani o kesimin ihtiyaç profilini bilebildiği anlamına gelmez. Örneğin uyuşturucu bağımlısı veya zeka özürlü ya da sokakta yatıp kalkan bir çocuk bazı ihtiyaçlarını bilir ama, o kesimlerin profilini ancak o konularda araştırma yapanlar bilebilir.

    Kocasından sürekli dayak yiyen, cinsel tacize uğrayan insanlar da bazı ihtiyaçlarını hissedebilir ama bunları bir başkanın yararlanabileceği formda ifade edemez.

    İşte bu nedenlerden ötürü bir başkan, bu profiller ve bunlar arasındaki göreli öncelikler yerine, genellikle kendince önemli gördüğü konulara ağırlık verip kaynaklarını buna göre tahsis eder. Daha sıradan bir ifadeyle, “benim önceliklerim, herhalde yöredekilerin de öncelikleridir -daha doğrusu öyle olmalıdır-” şeklinde düşünür. Böyle düşündükleri, verilen belediye hizmetlerinin birbirine benzerliğinden ve hemen hiç bir belediyenin bir “İhtiyaçlar Profili Dokümanı” na sahip olmayışından bellidir.

    Bir yöredeki çeşitli kesimlerin ihtiyaçlarının “tam” olarak bilinebilmesi, ya belediye başkanlarının uzun süreli ve meşakkatli araştırmalar yaptırmasıyla -ki mümkün değildir- ya da bizzat bu kesimlerin organize olup kendi ihtiyaçlarını birer “İhtiyaçlar Profili Dokümanı” haline getirmeleriyle mümkündür.

    Ancak bugün uygulamada bu ikinci yöntem, iki nedenden dolayı mümkün değildir: Birincisi, çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının pek azı örgütlenmiştir. Organize olmuş bulunanlar da, çıkarları tam olarak ortak olmayan kesimlerdir. Örneğin “körler” böyledir. “Körlük” yanında diğer özellikler -işsizlik, çocukluk, dayak yemek, zenginlik gibi-, tüm körlerin tek “ilgi ve çıkar grubu” olmasını engellemektedir.

    İkincisi, organize olmuş ilgi ve çıkar grupları, ihtiyaçlarının sistematik bir dökümünü yapamamaktadırlar. Mali durumu elverişli ilgi ve çıkar gruplarının dahi -her ne hikmetse- bu tür tesbitleri yap(a)madığı herkesçe bilinen bir gerçektir.

    İşte bu iki nedenden dolayı, belediye başkanları, kaynaklarını tahsis etmede kendilerine yol gösterici olabilecek olan “ihtiyaçlar listesi”ni elde edemezler.

    Pekiyi bu durumda ne olacaktır? Pratikte olan, belediye başkanlarının sezgileri ve daha da çok kendi tercihleri ile sınırlı bir ihtiyaç belirlemesidir. Ve bunun, -iyi niyete dayalı da olsa- haksızlıklarla dolu bir sistem olduğu açıktır.

    Bunları önlemenin bir yolu vardır: “Her doğru en az iki iyi sonuç verir” özdeyişi uyarınca, bu sorunu çözebilecek olan önlem, bir başka yarar daha sağlayacaktır.

    Dikkat edilirse, ortadaki sorun, çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının organize ol(a)mayışlarından kaynaklanmaktadır. O halde, bu nedeni ortadan kaldıracak bir çözüme gereksinim vardır. Böyle bir çözüm, belediye başkanının yöre halkına bir çağrıda bulunup, kendilerini ait hissettikleri ilgi ve çıkar grupları olarak organize olmalarını istemesi olabilir,

    Bu konuda deneyime ya da örgütlenmek için yeterli motivasyona sahip bulunmayanlara yardım etmek üzere de küçük bir büro oluşturulması halinde belediye, çok sayıdaki ilgi ve çıkar grubunun ihtiyaç profillerinin belirlenmesi için bir alt-yapı kurmuş olacaktır.

    Bundan sonra, bu gruplara, ihtiyaçlarının sistematik bir dökümünü nasıl yapacakları konusunda yardımcı olunması gelir. Bu ise çeşitli yollarla yapılabilir. Bizzat belediyenin bir-iki elemanının yol göstermesi olabileceği gibi, bu işi profesyonel olarak yapabilecek kuruluşlardan hizmet satın alınması, belediyenin de bunun ücretini kısmen ya da tamamen karşılaması da mümkündür.

    Bu yöntem uyarınca verilecek belediye hizmetlerinin, mevcut hizmet biçimlerinden epey farklı olacağı, hiç dikkate alınmayan ihtiyaçlara yer verilirken, standart belediye hizmeti haline gelen kaldırım döşemek, özel girişimcilerle rekabet etmek (ekmek üretmek, otobüs işletmek, su satmak, sağlık hizmeti vermeye çalışmak vs) gibi işlerden vazgeçilecektir.

    Bu “doğru” nun sağlayacağı ikinci yarar ise, katılımcı demokratik sistemin vazgeçilmez gereği olan “ilgi ve çıkar gruplarının örgütlenip, bir çıkar dengeleri tabanı oluşturulması” yolunda çok ciddi bir adım atılmış olmasıdır. Hatta bu örgütlenmenin, birçok kamu hizmeti kuruluşunun da işlerini kolaylaştıracağı da görülmektedir. Böylece, herşeyi devletten bekleyen, devletin kullarına (!) uygun gördüğü hizmetlere razı olmayı bir yaşam felsefesi haline getirmiş insanlarımız, bu defa gerçek vatandaş olmanın bilincine ve zevkine varmış olacaklardır.

    Pazartesi, 17 Ekim 1994

  • BECERİKSİZLİĞİN BU KADARI!

    18 Nisan seçimleri ve sonuçları üzerinde yapılabilecek çeşitli spekülasyonlar olabilir. Bundan önceki çeşitli seçimlerle birçok bakımdan benzerlikler ve farklılıklar bulunabilir. Ama, gelmiş geçmiş bütün bu seçimler arasında öylesine bir ortak yan var ki, o hiç değişmedi : oy pusulalarının kötü tasarımı!

    Yüksek Seçim Kurulu adı verilen yüksek kuruluşta, Form Tasarımı denilen ve birkaç saatlik bir eğitimle öğrenilebilecek olan bir becerinin varlığını bilen, bir kişi yok mudur? 21 siyasi partinin adlarının, amblemlerinin ve adaylarının, toplam 2-3 desimetrekarelik -tek yüzlü- bir yere sığması kolaylıkla mümkündür. Halen kullanılan pusulalar ise yaklaşık 5 kat büyüktür ve de ortasından birkaç defa katlandığında verilen zarfa da sığmamaktadır.

    Ayrıca, 4 ayrı sandıkta 4 ayrı zarfla kullandırılan ve her defasında neredeyse ayrı bir kişinin oy kullanması kadar zaman israf ettiren yöntem yerine, bir defada tüm pusulaların verilip, gerekli yerlere mühür basıldıktan sonra tek zarf içinde tek sandığa atılması da mümkündür.

    Vatandaşa yaşamın bu kesitini kolaylaştırabilecek olan bu basit önlemlerin uygulanmayışının birkaç nedeni vardır: birincisi, bu tür -basit de olsa- akıl yürütme isteyen işlere kafası ermemeyi bir marifet zannedip, bunun yerine anlaşılmaz laflar etmeyi “hukuk”, kendi “ezberden belledikleri” dışındaki bir alandaki becerilerden yararlanmayı afra-tafrasına yedirememeyi ise “hukuk adamlığının ağırlığı” saymaktır.

    İkinci neden ise, “bizim vatandaş ufak şeyleri ayırdedemez” anlayışıdır. Siyasi partiler yasasında hiç bir emredici hüküm olmamasına karşın her parti kendine bir amblem edinmiştir. Seçim propagandalarının son günlerinde, mühür basacağı yeri iyice belletmek için, örneğin “önce arıya sonra kalbura bas” gibisinden veciz hatırlatmalarla tek aklının erdiği “kalbura basma” fiiliyle ilişkilendirilmesi, cahil ve ahmak olanların sistemin temel belirleyicisi olarak kabul edildiğini göstermektedir.

    Zaman zaman entel toplantılarında dile getirilen bir özlem vardır: herkese bir oy hakkı yerine, entellektüel düzeyi ile orantılı oy hakkı vermek!

    Bu ne kadar zırva ise, bir sistemi, o sistemi kullanacak olanların en duyarsız ve en cahiline göre tasarımlamak da o denli zırvadır. ATM makinesini ya da cep telefonu kullanmak, belirli bir asgari beceri gerektirmektedir. Hiç kimse bu cihazları başka türlü yapmayı düşünmemektedir. Toplumsal yaşam, asgari bir “genel okur-yazarlık düzeyi” ister. Köylü standartını -ki köylülerin çoğunun bu konulardaki standartı düşünülenden yüksek olabilir- benimseyerek, bunu demokrasi adına sürdürmek, kamu yönetiminin bu aracının kötüye kullanımıdır.

    Bu tür sorunları ortadan kaldırılacağına inanılan bilgisayarlı oy kullanma, bu iki taraflı cehaleti ortadan kaldırmaz, sadece gizler. Bu nedenle, bilgisayarın henüz oy verme amacıyla kullanılamaması, mevcut utandırıcı tabloyu değiştirmek isteyenler için bir imkan sayılmalıdır. Aksi halde, cehalet bu defa bilgisayar destekli olarak sürmeye başlayacaktır.

  • DOLAR NİYE FIRLADI, NİYE DÜŞMEZ, ZORLA DÜŞÜRÜLÜRSE NE OLUR ?

    İstatistik biliminin peygamberi olarak anılan Robert G. Brown şöyle diyor: “Bir tek gaz molekülünün hareketleri çok düzensiz, hiçbir kanuna bağlı olmayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kitlesinin hareketleri son derece düzenli, önceden tahmin edilebilir ve fizik kanunlarına uygundur..”

    “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan ve dolar’ın bir gün içinde yaklaşık % 40 değer kazanması olgusuna bu deyişin ışığında bakılmalıdır.

    Dolar’ın bu ani yükselişini mikro düzeyde açıklayabilecek fetvaları okuyor, dinliyoruz. Bunun üstüne bir de politika esnafının gerçekleri gizleme çabaları ya da cehaleti biniyor: “Dolar, bir kısım spekülatörlerin kötü niyetleri dolayısıyla fırlamış bulunmakta ve birliğimiz bütünlüğümüz ve kararlılığımız vs…”

    Olaya, işin temel kanunları açısından bakılırsa hiç de garipsenecek bir durumun olmadığı görülecektir. Dolar’ın TL cinsinden fiyatı, dolar’ın satınalma gücüne ve TL’nin satınalma gücüne göre serbestçe oluşur.

    Bir paranın satınalma gücü ise başlıca, o paraya bağlı üretim gücüyle belirlenir. Dolar’ın bağlı bulunduğu sistemin üretim gücü yüksektir ve bir Çığ Etkisi altında giderek daha da güçlenmektedir.

    TL’nin satınalma gücünü belirleyen üretim gücü ise düşüktür ve giderek daha da zayıflamaktadır. Türk insanı, bir sürü çok bilmiş görünüşlü cahilin telkiniyle, birşey üretmeden daha çok refahın mümkün olabileceği gibi bir simya formülünün etkisi altındadır.

    Bir tane yeni buluş yapmadan, yeni buluş yapanlarını mahkemelerde yargılamaktan utanmadan, tüketime ve daha çok tüketime özendirilen, üretken demokrasilerin kurumlarının birşey üretmeyen insanlarının da hakkı olduğu yalanıyla dolduruşa getirilen insanlarımız ellerindeki kağıtları (para) artırmanın yollarını aramaktadır.

    Dolar düşmez, daha da yükselir. TL’nin gerçek değerini belirleyen üretim gücü ile Dolar’ın değerini belirleyen dev üretim gücü arasındaki gerçekçi denge oluşana kadar yükselir.

    Pekiyi, zorlamalar, işin aslını değiştiremeyen para operasyonları yoluyla düşürülürse ne olur, yine düşmez mi?

    Evet, kısa bir süre için düşer ve esas felaket de o zaman başlar. İleride daha büyük devalüasyonlarla karşılaşılır ve ekonomi bütünüyle çöker.

    Bu eğilim, parayla oynayarak refah sağlanamayacağı, refahın tek parametresinin üretim ve akıl olduğu gerçeği anlaşılana kadar sürecektir.

  • AYDIN KRİZİ

    Ne kaynaklı olursa olsun çalkantılı dönemler, çok sayıda yönün ortaya atıldığı ve bunların savunucularının da -bazen canları pahasına- bu yönleri savundukları dönemlerdir. Akılcılık her zaman iyi bir yol göstericidir, ama işte özellikle bu gibi dönemlerde tek çıkış yoludur.

    İnsan mezarlıkları gibi toplum mezarlıkları da bulunsaydı, orada herhalde yalnız bir tür mezar taşı bulunur ve üzerinde şu yazardı: “Bu toplum, sorunlarını anlamak ve sonra da çözmek için akılcılığı kullanamadı..”

    Gazete ve TV’ler, sanki merkezi bir kaynaktan emir alıyor gibi, birkaç standart kalıp dışına çık(a)mıyorlar. “Filan partinin ağır toplarından fişmanca, memleketin durumu iyiye gitmiyor dedi ve bunu söylerken de sağ işaret parmağını anlamlı biçimde çay bardağına dokundurdu” benzeri yorumlar, saatlerce okutulup dinletilmeye çalışılıyor.

    Her mal satılabildiği sürece vardır. Toplumumuzun sorunlarıyla yakın uzak bir ilgisi bulunmayan bu yorumlar, bunlara konu olan kişiler ve kurumlar, satabildiği için vardırlar. Daha doğrusu, bu saçmalıkları görebilen insanlar, bunları aşabilecek biçimde bir örgütlenme biçimi geliştiremedikleri için meydan bu zırvalıklara kalmıştır.

    Türkiye, bir siyasal veya ekonomik ya da toplumsal kriz değil, bir aydın krizi yaşamaktadır. Eski Yunancada karar anlamına gelen kriz, kendini aydın olarak niteleyen kesimin bir dizi karar verme durumuyla karşı karşıya bulunduğunu söylemektedir.

    Aydınlarımızın önemli bir bölümünün eğitim kökü, yurt içindeki ezbere dayalı eğitim sistemidir. Bu sistem, insanların doğruları, iyileri ve güzelleri kendilerinin bulmalarına değil, nelerin doğru, iyi ve güzel olduğunun onlara yarı-zorla belletilmelerine dayalıdır. Bunun bir doğal sonucu olarak da örgütlenme denilince akla, herkesin kendi düşünce ve eylem özgürlüğünü terkedip, bir liderin kesin buyrultuları altına girilmesi gelmektedir.

    Bu anlayış kalıbı -ki ezber geleneğinin bir doğal sonucudur-, bir amaç çevresinde örgütlenen insanların kısa süre içinde dağılıp parçalanmalarına yol açmaktadır. Çünkü, ya o örgüt liderinin tüm buyrultularına uyulacak ya da oradan ihraç edilip benzer amaca yönelik ikinci, üçüncü, ilh örgütlenmelere gidilecektir. Siyasi partiler bu sürece en iyi örnektir. Siyasi liderlere sık sık çatılmasına, onların diktatörlükle suçlanmalarına karşın, çok sayıda insanın (partililer) nasıl olup da hem bireysel düşünce ve eylem özgürlüklerini koruyacakları ve hem de bir örgüt (parti) olarak hareket edebilecekleri üzerinde durulmamıştır.

    Aydın krizi’nin ikinci dramatik yönü, bir amaç çevresinde ve kendilerini, bireysel özgürlüklerini terketmek zorunda hissederek bir araya gelerek örgütlenen bu kişilerin, örgütler arası bir birlikteliği ise katiyen becerememeleridir. Çünkü böyle bir birlikteliğin ancak, örgütlerden birisinin, yani onun liderinin başkanlığında sağlanabileceği, bunun da her örgütün kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçip bir boyunduruğa girmekle olabileceğini düşünmektedirler.

    Halbuki örneğin, “Sokak Hayvanlarını Canavar Ruhlu İtlaf Ekiplerinden Koruma Derneği”, “Gözaltında Kaybolanlar Derneği” ve “Ekoloji Vakfı”, amaç kümelerinin ortak alanı için ve hiçbirisi de kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçmeden, liderlerinin birisinin emrine girmeksizin işbirliği yapabilirler. Bunun için tek gerek ve yeter koşul, her örgütün, örgüt üyelerinin (ve özellikle liderinin) kafalarının arkalarında toplum çıkarlarına aykırı bencil çıkar düşünceleri taşımamalarıdır.

    Bugün içinde yaşamak zorunda kaldığımız ilkel çatışma ortamından, bu ortamın birer parçası durumunda bulunanlar eliyle çıkılamayacağını anlamak zorundayız. Lideri kaşını çatıp tayfaları kanalıyla azıcık gözdağı verince uslu kedi yavruları gibi köşesine sinen ve tüm söylediklerinden geri dönen, kimi zeki, zengin, öğrenimli “ağır toplar”ın peşinde gitmenin sonunu görebilmeliyiz. Bu kriz onların değil, onlar gibi olmayanların, yani aydınlarımızın yol açtığı bir krizdir.

    Türkiye’nin dört bir yanında, yukarıda değinilen türde bir “bağımsız örgütlenme” modelini anlayıp, üstelik bunun gereklerini de yerine getirebilecek ahlaki standartlarda en az yüzlerce insanı vardır. Ama bunlar bir araya gelemez, kendilerinin yaşamlarına hala “delege mühendisleri”nin yön vermesine rıza gösterirlerse, bunun adı siyasal kriz değil “aydın krizi” olmalı ve aydınlar buna müstahak sayılmalıdır.

    Pazartesi, 10 Haziran 1996

  • ASIL TEHLİKE !

    Başta medya olmak üzere bir kısım politikacılar bir süredir, “tehlike geliyor” ya da “bana oy vermezseniz sizi öcü kapar” uyarısında bulunarak toplumu olası bir tehlike konusunda önbilgilendiriyorlar.

    Teokratik devlet yandaşı bir diğer bölüm politikacı ise pastayı kendi dışındaki bir partiye kaptırmak istemediği için, “bunlar solcu”, “bunların düzeninin gerçek islami düzenle ilgisi yok” diyerek şecaat arzediyor. Demek ki sorun, vaadedilen düzenin “tam” islami olmamasıymış, yoksa bir problem olmayacakmış.

    Bir gönüllü kuruluşumuz ise mankenleri derneklerine üye yaparak yaklaşan tehlikeye karşı önlem alıyorlar.

    PKK tehlikesine karşı önlem olacağı düşünülen ayyıldız rozetlerin, bu tehlikeye karşı da etkili olacağını düşünen mankenlerimiz bu takılarıyla poz verip düşüncelerini dile getiriyorlar.

    Bir de toplumu panikten korumak isteyenler var: “korkmayın bişey olmaz, elhamdülillah laik devletimiz tehlikelere karşı güçlüdür” gibi..

    Bir kısım vatandaşımız ise, seçimlerden hemen önceki kamuoyu yoklamalarında hangi parti güçlüyse ona yüklenerek tehlikeyi önlemeyi planlıyorlar.

    Bir kısım aydınımızın önlemi ise daha değişik.. Onlar, hoşgörü tavrı içinde tüm eğilimlere yer olduğunu ve bir şeylerden korkmamak gerektiğini, kimsenin laik düşüncelileri kesmek gibi bir düşüncesinin olmadığını savunuyorlar.

    Eh, bir tehlikeye karşı bu denli yoğun önlemler alınmışsa artık hepimiz rahat edebiliriz demektir.

    Türk milletinin zeki olmadığını iddia eden bir yazara doğrusu ben de pek güceniyor, bir toplumun bütününü böylesine mahkum etmenin enazından akıldışı bir genelleme ve haksızlık olduğunu düşünüyordum, hala da biraz böyle düşünüyorum.

    Ama, bir olguya bu denli bir birliktelikle yanlış tanı koymak, bu akıldışı iddiayı ortaya atana pirim kazandırmıyor mu?

    Yukarıda bazı örneklerini verdiğim önlemler (!), gerçekte varolan ve fakat dile getirilmeyen, dile getirilmek bir yana farkına dahi varılmayan bir “gerçek tehlike”yi daha da gizlemekten, hedefi saptırarak vakit kaybettirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Acı gerçek maalesef budur !

    Evet, bir büyük tehlike vardır ve uzun yıllardır adım adım içine yürünmüş ve hala tehlikenin kendisiyle değil, aynen zincire vurulup ışığa bakması önlenmiş insanlar gibi, önlerindeki duvara yansıyan görüntülerinden birisi ile uğraşılmaktadır.

    Diğer bazı görüntüler; gelişmiş toplumlara nimet olurken bize ölümcül bir külfet olan trafik’tir; bir kısım insanımızın sebepsiz yere diğerlerini terör yoluyla katletmesidir; havanın içinde milyon yıldır bulunan oksijeni yok etmemizdir; bütçesinin hepsini memurlarına maaş diye verip yine de yetiremeyeşimizdir ve bunlara benzer, “görüntüsü değişik ama kökleri aynı” belalardır.

    İşte bu köklerden başlıcası, toplumumuzun akılcılık yerine akıldışılığı rehber (mürşit) edinmiş oluşudur.

    Atatürk’ün, önemsiz ayrıntı sayılabilecek tüm yönleriyle uğraşa uğraşa 56 yıl geçirmiş bulunan toplumumuz, örneğin o’nun “en hakiki mürşit ilimdir, fendir…” diye başlayan ünlü sözündeki “en hakiki” nin, bir Türkçe bozukluğu mu yoksa özellikle vurgulanmak istenen birşeylerin mi olduğunu hiç merak etmemiştir.

    Ata’nın, ulusumuza en değerli öğretisi, çeşitli sorunlar karşısında gereksinim duyulabilecek yol göstericilerden bazılarının hakiki; onlar içinde de bir tanesinin en hakiki olduğu ve onun da bilim yani katıksız akılcılık olduğudur.

    İlkokuldan üniversiteye kadar çocuk ve gençlerimize öğretmeye çabaladığımız ağızdan dolma bilgiler içinde, öğretmekten neredeyse bilinçle kaçtığımız tek istisna “doğru soru sorma becerisi” yani akılcılık’tır.

    Bir sorun karşısında, ona yol açan nedenleri belirlemeyi ve sonra da o nedenleri tek tek gidermeyi bir türlü öğrenememiş olan eğitimli (!) insanlarımız, daima birilerinin yardımını, tavassutunu ya da torpilini dilenmeyi adet edinmiş, hep sığınacak babalar, abiler ve bacılar aramış ve de bulmuşlardır.

    Dinci, ırkçı, bölücü ya da diğer türden, ama hepsi birden akıldışılık ürünleri olan akımların kaynağının, işe yarar bilgi-beceriye, bilimsel şüphecilik anlamında meraka ve soru sormaya kapalı bir eğitim-aile-çevre üçgeni olduğunu artık görebilmeliyiz.

    Bütün bu akıldışı ürünler, işe yarar bilgi-beceri, merak ve soru sorma becerisi eksikliğinden doğan bir v a k u m içinde üremektedir. İnsanlar, çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sahip olmaları gereken bilgi-beceri ve merak ile donanmadıkları zaman ihtiyaçlarından vazgeçmemekte, bu defa onları giderebilecek alternatifler aramakta ve mutlaka da bulmaktadırlar.

    Bu alternatifler çeşitlidir. Ama hepsinin ortak yanı, gerçek bilgi-beceriye ve bilimsel anlamdaki meraka kapalı olmasıdır. Bu, tanımları gereği böyledir.

    Buradan görüleceği gibi kaynaktaki sorun, çeşitli akıldışılıklara kendisini kaptırmış insanlar ya da onların kurdukları örgütler değil, bu vakum’un doğmuş olmasıdır. Nitekim, medyada hergün birlikte olduğumuz cinci, falcı, büyücü gibi akıldışı uğraş sahiplerine, gariban fanatiklerden çok çağdaş görünümlü (!) insanların düşkünlüğü bunu göstermektedir.

    Sorun’un daha da vahim yanı, sorun yerine onun görüntüleriyle uğraşılması olup, bu da yine akıldışılığın dışavurumlarından birisidir. Böylece sorun giderek ağırlaşmakta, akıldışılık giderek kurumsallaşmaktadır.

    Bu hastalığın nasıl tedavi edilebileceği ayrı bir konudur. Ama ondan çok daha önemlisi, fanatizmin köklerini karasakallarda, kımızda ya da dağlardaki teröristlerde değil, yetiştirdiğimizi sandığımız sözümona çağdaş insan tipinde aramaya başlamaktır.

  • “Asıl Olay”

    Müteşebbisler Klübü’nün Kasım Bülteni GİRİŞİM’de, kamu alımlarıyla ilgili, “başınıza gelenleri yazın” çağrısına uyarak yazılan bir “vaka” yayımlandı. Değerli kardeşimiz Vedat Baydede’nin başına gelen olayın özeti şudur:

    Dikiş makinasi alımı için ihaleye çıkan, ama alımı nereden yapacağına peşinen karar vermiş bir kamu kuruluşu, istediği sonuca ulaşıp niyetlendiği firmaya ihale veremeyince ihaleyi iptal edip tekrarlıyor ve sonunda özlediği marka makineye kavuşuyor !

    Sayın Baydede bu olaydan şu sonuca varıyor;

    “Şeffaf olalım deniyor. Bu olayda kapalı bir yan yok ki. “Asıl Olay” karar verme yeteneğini, yetkisini gereği şekilde kullanabilme olgusu. Geresi boş !”

    Toplumumuzda, sorun çözmede çok kullanılan yöntem, herkesin kendince doğru olan bir “esas mesele” saptayıp, onun dışındaki “neden”lere sırtını dönmesi, onları boş olarak değerlendirmesidir.

    Hal böyle olunca, kişi sayısı kadar “esas mesele” oluşmakta, ama hiçbir “esas mesele” çevresinde de uzlaşılamamaktadır.

    Yukarıda özetlenen Kamu Alımı vakasında net olarak

    görünen şudur;

    1. “Ne”lerin alınacağını tanımlayan, “kimden” alınacağını belirtmeyen bir şartname yerine bunun aksi yapılmıştır,

    2. Haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumu şikayet edebileceği bir “Kamu Alımları Şikayet Merkezi” (ombudsman) bulunmamaktadır,

    3. İhaleyi kaybeden Firma(lar)a, niçin kaybettikleri, ilgili şartname maddelerine rücu edilerek ve yazılı olarak açıklanmamıştır.

    Bu 3 nokta, Müteşebbisler Klübü tarafından hazırlanan Kamu Alımlarının Ekonomik Etkilerinin İyileştirilmesi adlı raporun 2.11, 1.2 ve 2.4 bölümlerinde dile getirilmiş ve bu rapora dayalı olarak TBMM’ne sunulan aynı adlı bir Yasa Teklifinde de 3 madde olarak yer almıştır.

    Şu çok açıktır ki;

    • “nasıl” yerine “ne” alınacağını tarifleyeni şartname hazırlama zorunluğu olsa,

    • haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumunu anlatabileceği bir şikayet makamı bulunsa ve

    • Kaybeden firmaya, net ve yazılı bir biçimde kaybetme nedenini açıklama zorunluğu bulunsa,

    yani bunlar birer yasa hükmü ile düzenlenmiş olsa, bu vaka ya hiç olmayacak ya da en azından bu denli “kör kör parmağım gözüne” olmayacaktı.

    Bu nedenle “esas” mesele olarak sunulan “karar verme yetkisini gereği gibi kullanmama” olgusu sorunun nedeni değil, yalnızca sonuçlarından birisidir.

    Geliniz, lütfen, “esas mesele” arayışlarından vazgeçelim ve sorunlara hangi nedenlerin yol açtığını, kızmadan, ilk aklımıza gelen “buğulu sebebler” e kaynak neden olarak sarılmadan düşünüp, önlemleri öylece geliştirelim.

    Salı, 27 Aralık 1994

  • ARŞİMED VE GÖTÜRÜ VERGİ

    “Bana bir dayanak gösterin Dünya’yı yerinden oynatayım”.

    2250 yıl önce bu sözü söyleyen Arşimed’in niyeti, sonradan kendi adıyla anılacak prensibi vurgulamaktı.

    Arşimed’in zamanında vergi nasıl toplanırdı, kaç çeşit vergi vardı bunları bilemem ama götürü vergi türü için de şöyle bir söz söylemesi pek uygun olurdu; “bana biraz götürü vergi imkanı tanıyın, bütün vergi sisteminizi berbat edeyim!”…

    Vergi yasalarında değişiklik yapmayı öngören tasarıların “vergi reformu” olarak adlandırılması nasıl bir gelenek haline gelmişse, adına götürü vergi denilen ve vergi sistemlerinin bütününü işlemez kılan, ayrıca da siyasal baskılarla giderek genişleme eğiliminde olan acayipliği -öyle veya böyle- genişletmeside gelenek olmuştur.

    Bir kısım insanı rüşvet karşılığında vergi sistemi dışında bırakmak demek olan götürü vergi, bazı kesimleri gereğinden fazla vergilendirerek, bazı-ve çok daha kalabalık-kesimleri de gereğinden az vergilendirerek iki yönlü bir haksızlık mekanizması olarak işler.

    Daha da önemlisi, bir vergi reformunun asıl hedef kitlesi olması gereken “vergi vermeyen kesim” için aranıp da bulunamayacak bir naylon fatura kaynağı yine bu götürü vergidir.

    Siyasetin, popülist yağcılık olarak da anlaşıldığı ülkemizde, götürü vergi acayipliğinin en esaslı gerekçesi, “üç kuruş kazancı olan küçük esnaf ve köylüyü kırtasiyeye boğmamak” ve “bu tür işleri beceremeyecek kesimleri zora sokmamak”tır.

    İnsanları zora sokmamak, kırtasiyeye boğmamak yalnız küçük esnaf ve köylü için değil istisnasız herkes için doğrudur. Bunu sağlamanın yolu ise bir kısım insanı sistem dışında bırakmak değil, basit ve iyi işleyen bir belge düzeni kurmaktır.

    1986 yılında Türkiye’ye davet edilen Prof. Lev Landa adında bir rus kökenli ABD’li bilim adamı, kendi geliştirdiği ve Landamatic adını verdiği algoritmik bir yaklaşımla çeşitli ülkelerin belge düzenlerini yeniden kurmuştur.

    Prof. Landa’nın Hollanda Hükümeti adına yaptığı bir çalışma sırasında Hollanda’lı vergi mükelleflerinin %80’inin vergi beyannamelerinden birşey anlamadığı ortaya çıkmıştır. Bu oran herhalde ülkemizde de aynıdır.

    Sistem Kurma Becerisi olağanüstü düşük olan toplumumuzda vergi reformu adına ilk yapılması gereken, vergi idaremize bu becerinin kazandırılmasıdır. Günümüzün teknolojisi, bu tür sistemlerin kurulmasını kolaylaştırmıştır.

    Trafik kazalarında ençok hasar gören şoförleri, sırf şoförler sıkılmasın diye emniyet kemeri uygulamasının dışında bırakan zihniyet, günlük kazancı götürü vergisinin çok dışına taşabilen ticari taksileri de aynı gerekçeyle gelir kaydedici cihaz kullanımının dışında bırakmıştır.

    “Biz cahiliz, bizi sistem dışında tutun” uyanıklığına pirim veren popülist yağcılığı aşmak ve en küçük gelir ve gideri dahi belgelemek zorundayız.

    Şu unutulmamalıdır; belgesiz kazanç ve harcama, her türlü ahlak ve yasadışı işlerin yakıtıdır.

  • AMERİKAN POLİS DİZİLERİ

    Televizyon kanallarının çoğalması, bazı istatistiksel değerlendirmeler yapmamazı da kolaylaştırdı. Uzun yayın sürelerini en kolay doldurma yolu olarak çoğu bir işe yaramaz filmler göstermeyi seçen kanallar çoğunlukta. Dikkat edilirse Amerikan polis dizileri, bu filmler içinde birinci sırayı alıyor.

    Bilmem hiç düşündünüz mü, acaba niçin bu filmler bu kadar yaygındır?

    İnsanların şiddete olan düşkünlükleri, polisiye filmlerde konu bulma kolaylığı, maliyetlerinin ucuzluğu gibi faktörler acaba ana nedenler midir? Bunların etkisi olabilir ama temel neden bu olamaz, çünkü daha ucuz konular bulmak mümkündür.

    Bu filmlerin yaygınlığının ana nedeni, -bütün serbestliğine rağmen- ABD idarelerinin bu yolla toplumlarına vermek istedikleri mesajlarla ilgilidir. Bu mesajlar; “yasalardan kaçılmaz”, “siz ne denli uyanık olursanız olun polis sizden daha uyanıktır” gibi kamu düzeninin kurulup korunmasına yardımcı olan mesajlardır.

    Serbest piyasa ekonomisi ve ifade özgürlüğü ortamına rağmen bu ve benzer mesajları işleyen yayınların bir biçimde teşvik edilip desteklendiği de şüphesizdir.

    Amerikan polis örgütlerinin, filmlerde gösterildiği kadar becerikli olmadığı kuşkusuzdur. Ama bu filmler yoluyla insanlarda oluşturulan imaj, o güvenlik görevlilerinin neredeyse insanüstü yetenek, cesaret ve erdem sahibi olduklarıdır.

    Bu açıdan bakıldığında hem toplumda polise güven yaratmak ve hem de poliste özgüven yaratmak için son derece faydalı işlevleri yerine getirdiği de muhakkaktır.

    Bundan alınacak dersler vardır. Türk polisini konu alan yerli filmlerde ise polis genellikle komik, disiplinsiz, pek becerikli olmayan, kırtasiyecilikten başka işi olmayan ve herşey olup bittikten sonra yetişen ya da tam aksine inandırıcılıktan uzak (süperman)lar olarak gösterilir.

    İnsanlarımızın polise güvenleri yalnız filmler yoluyla sağlanamaz ama filmlerin etkisi de inkar edilmemelidir.

    Yeşilçam’cılara ve polis örgütümüze duyurulur.

  • Ajanın mektubu!

    Aziz dostum John,

    İstihbarat göreviyle Türkiye’ye geleli neredeyse bir yıl oluyor. Sana bu süre içinde yazamayışımın nedeni, Türkiye’yi ve Türkler’i tanımak ve de Türkçe’mi ilerletmek için oldukça yoğun çalışmak zorunluğumdu. Neyse artık daha rahatım, kendime ayırabilecek daha çok zamanım olacak.

    Sevgili John, sanırım ki en çok merak ettiğin nokta, Türkiye hakkındaki gözlemlerimdir. Sana bunu kısaca özetleyeceğim, lütfen sen de bunları bizim merkeze iletiver.

    Öncelikle kaydetmeliyim ki, bizimkiler buraları karıştırmak için ayırdıkları bütçeyi başka ülkelere kaydırabilirler. Çünkü burayı karıştırmak için para harcamaya, özel kurgular filan üretmeye ihtiyaç yok.

    Bilirsin bu güne kadar gezmediğim, karıştırmadığım ülke kalmadı. Hiçbirisinde bu kadar iyi niyetli, fakat o denli de kolay dolduruşa gelen bir toplum görmedim.

    Geçenlerde ne olduğu pek belli olmayan bir adam ortaya çıktı. Hatta ben biraz da alındım. Bizimkiler bana güvenmeyip bir kişi daha mı yolladılar diye.. Sonra öğrendim ki bizden değilmiş.

    Bu adam, modern Türkiye’nin kurucusu M. Kemal için abuk subuk bazı laflar söyledi. Bütün Türkiye işini gücünü bırakıp bununla uğraşmaya başladı.

    Sana bu işin daha da ilginç yanını söyleyeyim: Burada “aydın” tanımı bizdekinden çok farklı. Anlamı üzerinde uzlaşmadıkları bir takım lafları peşpeşe dizip çok bilmiş görüntüsü veren herkese aydın diyorlar.

    İşte o aydınlar, hemen harekete geçip olayı kınadılar ve sonra hepsi, görevini yapmış olmanın huzuruyla M. Kemal’in yerleştirmek için çok uğraş verdiği, “bilimin yani akılcılığın yol göstericiliğinde yaşamak” ilkesine taban tabana zıt yaşamlarına döndüler. Çoğu kimse, bu denli tepki gösterdikleri fanatik akımların, bu akıldışılık ortamının bir yan ürünü olduğunun, yani esas sorunlarının bu aydın dedikleri insanların kurdukları sistemin ana ögesinin akıldışılık olduğunun farkında değil. İnanması güç ama buranın aydınları bir alem!

    Neyse çok vaktini aldım. Dediklerimi patrona ilet. Bana güvenmeye devam etsinler. Ben tatil yapıyorum. Bunlar kendi kendilerini bitirecekler. Öptüm.

    6 Mart 1994