• Otobiyografi kesiti-1*: Öğrenmenin heyecan verici dünyasını nasıl keşfettim?

    Yıl 1953. Ortaokula yeni başlamış bir öğrenciyim. İlkokul yıllarım -hemen bütün çocuklar gibi- hep pekiyi notlarla dolu karnelerle geçtikten sonra daha ciddi bir dünyaya ayak basıyorum. Gelenbevi orta okulu, adı az duyulmakla birlikte ilginç özellikleri olan bir okul (idi). O günlerde okul sayılarındaki sıkıntı nedeniyle ikili öğretim uygulanmaya başlanmış, ama her nedense Gelenbevi bu uygulamanın dışında kalmıştı. Sabahtan öğleye kadar sınıflarda ders yapılır, öğleden sonra da çeşitli el veya beden becerilerine ilişkin eğitsel kol çalışmaları olurdu.

    Ortaokul bitmiş Vefa Lisesi’ne başlamıştım. Lise’nin diğer iki okuldan çok farklı olduğunu, kimya hocamız Vicdani beyin yaptığı bir düzey anlama sınavcığı yolu ile daha ilk günden anlayacaktım. Kolay cevap verilebilecek -bilenlere göre kolay- on onbeş soruluk bir mini yazılı yaptı ve yirmi dakika kadar süre verdi. Ben soruları cevapladım ve kâğıdımı verdim. O güne kadar biraz şans, biraz da öğretmenlerin müsamahası ile gelmiş bulunan benim aklımda, sorulara yeterli cevaplar verdiğim kanısı vardı.

    Vicdani bey kâğıtlara göz atıp üzerlerine notlar attı ve geriye verdi. Kâğıdıma atılan not 10 üzerinden 2 idi ve bu bence kabul edilebilir bir not değildi. Tepkimi dile getirmek için duyulacak bir sesle sınav kâğıdını yırtıp yere attım. Vicdani bey sükunetle yanıma geldi. Kâğıdını yırtanın ben olup olmadığımı sordu. Ben de yırttığımı ve de haklı olarak yırttığımı, bir daha verse yine yırtacağımı söyledim ve kendimle de pek gurur duydum. Öyle ya bana karşı bir haksızlık yapılmıştı ve ben altında kalmamıştım.

    Vicdani bey kendinden umulmayan bir çeviklikle kroşe-tokat arası yüzüme yapıştırdığında, eğitim yaşamına yeni adım attığımı şimdi anlamıştım. Hayatın gerçek yüzü buydu.

    Vicdani bey de herhalde yaptığından vicdan azabı çekmiş olsa gerek, 3 yıl boyunca beni hiç derse kaldırmadı ve yazılı sınavlarda da hep iyiye yakın notlar verdi. Kimbilir belki, o tepkiyi gösteren bir çocuğun gerçekten çalışkan, bilgili ve zayıf notu içine sindiremeyen birisi olduğunu ve o olaydan sonra deli gibi kimya çalıştığını düşünmüştür. Ama gerçek öyle değildi ve ben hiç kimya çalışmıyor, bu hoşgörüyü -herhalde- kullanıyordum. Bu da, lise son sınıfa kadar sürdü ve hayatımda ilk defa kimyadan ikmale kaldım.

    Lise ikinci sınıfa geçtiğimizde yönetmelikler değişmiş, o zamana kadar 3.sınıfta ayrılan fen ve edebiyat, artık 2.sınıfta ayrılmaya başlamıştı.

    Yönetmeliğin açıklanmasını ve herkesin fen ya da edebiyat şubelerinden birisini seçmesi gerektiğini fizik hocamız Azade hanım şu sözlerle açıkladı: “Çocuklar fen sınıfı zordur. Fen dersleri zayıf olanlar hiç düşünmesinler doğru yan sınıfa geçsinler, orada daha başarılı olurlar, burada başarılı olabilmeleri imkânı yok, en azından benim dersimde imkânsız”.

    Bu sözler sanki doğrudan bana söyleniyordu. Azade hanımın tam olarak tarif ettiği kişi bendim. Öyle ki, lise birinci sınıta, üç kenarı belli olan bir üçgenin çizilmesinin “ne demek” olduğu hakkında bir fikrim yoktu.

    Derhal ve hiç tereddüt etmeden kararımı verdim, edebiyat şubesine gidecektim. Fakat sınıf içinde oturduğum yer kapıya uzaktı ve sınıftan çıkabilmem için tüm sınıfın önünden geçmem gerekiyordu. Her ne kadar birçok kişi Azade hanımın bu sözleri üzerine kalkıp yan sınıfa -edebiyat şubesi- geçtilerse de ben utandım ve yerimden kalkamadım ve böylece fen şubesini tercih etmiş oldum. Geri kalan çok az sayıda öğrenci olağanüstü zeki ve çalışkan çocuklardı.

    Azade hanım durumdan memnun, toplam 70-80 kişilik sınıftan geri kalan 20 kadar seçkin -ben de dahil(!)- öğrenci ile derslere başladı.

    Diyebilirim ki lise 2.sınıf ve özellikle de bu olay benim için her bakımdan bir “gerçeklik anı” olmuştur. Durumunun farkına varmak gibi çok önemli bir tetikleyici ile karşılaşmıştım. Bu bende büyük bir değişime neden oldu.

    Fizik konusunda sıfır sayılabilecek düzeyim, Azade hanımın da olağanüstü becerisiyle kısa sürede yükseldi. Başka okullarda okunan ne kadar kitap varsa hepsi temin edilmiş, içindeki konular çalışılmış, öğrenilmiş, tüm problemler çözülmüştü.

    Üniversite giriş sınavlarında fizik ve matematikten yapılan sınavda fizik sorularının tamamını doğru cevaplayarak bunun sonucunu görmüştüm.

    Öğrenme arzusunu ateşleyen bu “başarı kazanma” deneyimi, başka bir alanda daha kendini göstermiş, mektupla öğrenim yoluyla İngilizce öğrenmeye merak salmıştım. Çok basit bir yöntem olmasına rağmen kısa sürede olumlu sonuçlar vermeye başlayan bu metodun da yine “başarı kazanma”ya dayandığını belirtmeliyim.

    Üniversite yaşamı bitip meslek hayatı başlayınca bir dizi tesadüf -artık rastlantılara inanmıyorum- “kendi kendine öğrenme” konusunda önüme yollar çizmeye başladı. Bunlardan birisi, çalıştığım kamu kuruluşuna danışmanlık yapan bir Amerikan firması ile birlikte çalışma zorunluğu idi. Türk müdürümüz koluma girip firmanın Amerikalı mühendisinin odasına götürüp, “işte bizim adımıza sizinle birlikte çalışacak kişi” diye beni takdim edince yeni bir dönem başlıyordu. Çünkü, İngilizce konusunda çat-pat okuduğunu anlamaya çalışma düzeyinden, birdenbire okuyan-konuşan-anlayan-espri yapan-yapılanı da anlayan düzeyine gelmek gibi bir zorunluk ile karşılaşmış bulunuyordum. Bu da üçüncü önemli “gerçeklik anı” olmuştur. Birlikte çalıştığım elektrik mühendisi, benim yaşımda iyi bir çocuktu. Yardımcı olarak, NewYork Üniversitesi mektupla öğrenim bölümünden bilgisayarların tasarımı ile ilgili bir kurs almamı sağladı. Yine kısmet mektupla öğrenimden açılmıştı.

    Dokuz ay boyunca belki günde onyedi-onsekiz saat çalışarak bir yandan İngilizcemi ilerletmeye, bir yandan aldığım kursun -ki belli bir ücret de ödemiştim- gereklerini yerine getirmeye uğraşıyordum. Bu arada işimin icabı olarak da yapmak zorunda olduğum çeviriler de İngilizce öğrenmeme yardımcı oluyordu.

    Aynı odayı paylaştığımız bir mühendis vardı. Türkiye’de üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikaya gitmiş ve master derecesini oradan almıştı. O zaman bana İngilizcesi çok iyi görünürdü. Bir gün, “Tınaz bey bu yollarla dil öğrenilmez” dediğinde, bunun bir kamçı etkisi yapabileceğini doğrusu düşünmemiştim. İnsan gerçekten -ama gerçekten- isterse, yani isteği temelsiz bir arzuya değil de elle tutulur bir amacı gerçekleştirmeye dayanıyorsa, itici bir öğrenme gücünün ortaya çıktığını o zamanlar bizzat görmüştüm. “Zorunlu kılan neden” (compelling reason) işte bu nedenle öğrenme konusunda çok önemli bir ön-koşuldur.

    Dokuz aylık kurs bittikten sonra, üniversitede alamadığım ve içime dert olan bir dersi aynı yöntemle -ama bu defa para ödemeden- öğrenmeye karar vermiştim. Servomekanizma adlı bu ders için İngilizce bir kitap bulup, aynen Amerikadan aldığım kursun yöntemlerini uygulayarak 5-6 ay içinde tamamladım. Bu deneyim, baştan ne denli güç görünürse görünsün eğer ihtiyaç duyuluyor ise -gerçekten duyulan ihtiyaç ile üstünkörü, gelip-geçici hevese dayanan arzuyu tekrar ayırıyorum- istenilen her şeyin öğrenilebileceğini bana öğretmiştir.

    Geçmişimde yaptığım bu kısa gezintiyle “kendi kendine öğrenme” dürtülerinin nerelerden kaynaklandığını göstermeye çalıştım. Şimdi ortaokul ve lise-2′ye kadarki başarısızlıklarımın nedenlerini daha iyi anlıyorum. Meğer, öğretilmek istenilenlere ihtiyaç duymuyormuşum!

    Şimdi milyonlarca çocuğumuzun niçin okullarda başarısız olduklarını daha iyi anlıyorum: kendilerine öğretilmek istenilenler, onların öğrenmek istedikleriyle aynı şeyler değil.

    Bunu kendimde de başkalarında da defalarca gözledim. Eğer insanların öğrenme yetenekleri, çok arzu ettikleri bir amacı gerçekleştirme yolunda tekrar harekete geçirilebilirse olağanüstü başarılar kazanabilirler.

    Beyaz nokta’nın Öğrenme Evi düşüncesinin temeli budur. İnsanların körelmiş fakat yok olmamış öğrenme yeteneklerini tekrar harekete geçirmek. Bunun için de, bir koruyucu-uyuşturucu gibi sarıldıkları “olumsuzluk-yakınma” sarmalından kurtulmalarına -eğer kendileri isterler ve de gerçekten çok isterlerse- yardımcı olmak.

    Şimdi en çok cevabını merak ettiğim soru, gençlerin bu rüyadan nasıl uyandırılabilecekleridir. Yalnızca “söylemeye” dayalı yaklaşımların yeterli olmadığını, eğitim alışkanlıklarımızın bir devamı niteliğindeki bu yaklaşımın başarılı olmayacağını biliyorum.

    Gençler eğer, dünyanın, içinde yaşadıkları bu dar alanlardan ibaret olmadığını, evrenin en güçlü aracını (yani öğrenmek) içlerinde taşıdıklarının bilincine varırlar ise ne kadar çok seçenek içinde yüzdüklerini anlayabileceklerdir. O halde öncelikle -belki de tek- yapılması gereken, sınırlarının farkına varmalarına, yani kendilerinin yeterlik ve yetmezliklerini tanımaya çalışmalarına ve her bakımdan -fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak- sınırlara doğru harekete geçmelerine yardımcı olunmasıdır. İşte bulunması gereken, bu bilinç açıcı yaklaşım(lar)ın ne(ler) olduğudur.

    Bu becerilebilirse, nüfusunun %40′ı 25 yaş altındaki bir toplumda nasıl bir potansiyel harekete geçmiş olur? Müthiş, bunu düşünmek bile heyecan verici. TV’deki bir belgeselde, 300 metre derinliğindeki bir mağara gölüne dalıp orada 12 saat kalmayı planlayan bir genç ve onunla beraber bu maceranın içinde yer alanlara bakınca, medeniyetin hep sınırlardaki uğraşlara bağlı olduğunu bir kere daha anladım. Bu tür gençlerin çoğunlukta olduğu bir toplum dünya için de ne büyük bir zenginliktir!

    Bütün bu girişimin mottosu olarak kabul edilebilecek bir söz şöyle olabilir: Kendi dar alanlarınızın duvarları dışına çıkmadıkça yaşam çok güçtür!

    Tınaz Titiz (2008)

    (*) 2008 yılında yazılan bu yazı, “Otobiyografi kesitleri-…” başlıklı dizinin ilkidir. Daha sonra yayımlananlar ise 9 tanedir. On yazı içindeki bu ilk yazı web sitesindeki revizyonlar sırasında yok olmuş, fakat BN web sitesinde bir kopyası kalmıştır. Bu defa sırayı bozmamak adına No 1 olarak yayımlıyorum. TT

  • Cumhuriyetimizi Kurucu İlkelerine Döndürme Çağrısı..

    (Çağrı Metni)

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı, yaklaşmakta bulunan Cumhurbaşkanlığı seçimi’nin, kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sisteme dönüş için önemli bir dönemeç olduğuna ilişkin bir çağrıda bulunuyor. Twitter bağlantısına (buradan) erişebilir; beğenebilir, alıntı yapabilir ya da daha iyisi re-tweet yapabilirsiniz.

    Tınaz Titiz, 26 Ocak 2023

  • Otobiyografi kesiti-9: Alev Sızdırmazlık Test İstasyonu

    Yıl 1971, yer Zonguldak E.K.İ. (şimdiki adıyla T.T.K. Türkiye Taşkömürü Kurumu; o zamanki adıyla Ereğli Kömürleri İşletmesi).

    Üniversiteden sınıf arkadaşım eşimle aynı işletmenin iki farklı bölümünde çalışıyoruz. O, maden havzasında kullanılan (motorlar, devre kesiciler, trafolar gibi) elektrik cihazlarının büyük ölçekli onarım ve imalat işlerini yapmak üzere Alman Siemens firmasının kurup donattığı bir elektrik atölyesinin test mühendisi olarak çalışıyor. Ben ise, havzanın ihtiyacı olan yeni tesislerin kurulması ile ilgili etütleri yapıp, sonra da bunları -bizzat ve/ya sağlayıcı firmalar eliyle- tesis eden Etüt ve Tesis Müdürlüğü’nde mühendis olarak görev yapıyorum.

    Bu hikayenin içinde adı anılması mutlaka gereken, bir kamu görevi yapan, tüm hal ve hareketleri yasalarla belirlenmiş -bu nedenle de benzer durumdaki kişilerin en az zarar görebilecek birer profil sergiledikleri- kişilere örnek olabilecek bir kişi daha var: Etüt ve Tesis Müdürü Mahmut Şükrü Gök (vefat). Mahmut bey, Zonguldak’taki maden teknik okulundan teknisyen olarak mezun olduktan sonra Almanya’ya gidip mühendislik okumuş bir kişi; bugünkü terimlerle sosyal demokrat, ama işiyle siyasi görüşünü kesin çizgilerle ayırmış. Devletin çıkarlarını koruma bakımından, görevini kişisel çıkarı için kullandığı bilinen kimi üstlerine karşı da son derece gözü kara.

    O sıralarda A.I.D. olarak bilinen (Agency for International Development) bir sistemden yararlanarak, kurulan tesisler için gereken bazı teçhizatı da alabiliyoruz (o zamanlar Amerikalıların niçin böyle bir yardım (AID) yaptıklarını henüz fark etmeye başlamıştık).

    Bu ayrıntıyı vermemin nedeni, yurtdışından satın alınan, kömür madenlerindeki grizulu (metan ve hava karışımı) ortamlarda kullanılabilecek elektrikli aletlerin, bir resmi sertifikaya sahip olmak zorunluğuna dikkat çekmek için. Bu sertifikalar bir çeşit tekel oluşturuyor. Az sayıda ülke (Almanya, İngiltere, Fransa, Polonya bunları başlıcaları). ABD ise bizim koşullarımıza uymayan jeolojik yapısı nedeniyle sertifikaları işe yaramıyor.

    Bu sertifika konusunun önemi şuradan geliyor: Dünyada madenlerde kullanılabilir elektrikli alet üreten çok ülke var; hatta -kısmen de olsa- Türkiye de var. Ama saydığım ülkeler dışındakiler, “grizu patlamasına neden olmayacak şekilde üretilip test edildiğini garanti ederiz” anlamına gelen bir sertifika veremediği, diğer madencilik yapacak ülkeler de bunları satın almak zorunda oldukları için fiyatları son derece pahalı; Türkçesi bir sömürü düzeni oluşmuş.

    Bu arada internet vb. bir bilgi kaynağı olmadığını, tek kanalın da TÜBİTAK’ın TÜRDOK adlı belge sağlama imkânı olduğunu belirtmeliyim. İşte bu ortamda, elimize İngiltere’deki test istasyonunda çekilmiş bir fotoğraf elimize geçti. Eklediğim fotoğraftaki test düzeneğini de zaten o fotoğraftan yararlanarak tasarlamıştık. Elimize geçen fotoğrafı büyüttürmüş, böylece test odasındaki patlamayı bizzat izleyen gözlemcinin, test edilen cihazdaki olası hataları görebildiği sonucunu çıkarmıştık.

    Fotoğrafta görülen iner-kalkar kapak indirilip, üzerindeki büyük delik bir kağıtla kapatılıyor ve sonra da hem fotoğrafta görünen test edilecek cihazın içine, hem de dış ortama grizuyu temsil edecek bir gaz (mutfak tüpündeki propan bütan karışımı (tam patlayıcı karışım olup olmadığı da AID’den satın aldığımız ölçü aletlerince kontrol edilerek) veriliyor. Ve nihayet, test edilecek aletin içine yerleştirilmiş bir buji uzaktan (tabii ki kablolu) ateşlenip cihaz içinde patlama gerçekleştiriliyor.

    Patlama anında -ne kadar hassas imal edilmiş olsa da- test edilen elektrikli aletin çeşitli yerlerinden dışarı alev çıkıyor; ama eğer bu alev cihaz içinden dışarı çıkana kadar sürünerek geçtiği metal yüzeylere ısısının bir bölümünü kaybedip soğursa -buna soğuk alev deniyor- bu durumda cihazın dışındaki patlayıcı karışımı ateşlemeye ısıl gücü yetmiyor ve cihaz alev sızdırmaz sayılıyor.

    Soğuk Alev

    Yok böyle değil de dışarı sızan alev yeterince soğuyamamışsa bu defa dış ortamı ateşliyor; ama kapağın tepesideki kağıtla kapatılmış yer yanıp yırtılarak metal kapağın parçalanmasına (ve gözlemcinin de telef olmasına) yol açmıyor (yani biz sistemin böyle işlediğini tahmin ediyoruz).

    Bu tahminlere göre tasarlanan sistemi müdürümüz Mahmut Şükrü Gök’e anlatınca bunun yararlı bir iş olduğuna karar verdi ve proje maliyeti olan ₺50,000 harcamayı onayladı. (O tarihte 1 ABD doları ~₺10 hesabıyla $5,000)

    Test istasyonu, elektrik atölyesinin hemen yanında ve araç trafiği oldukça yoğun yolun kenarında. Patlama testleri için pek uygun olmasa da başka yer yok. Ayrıca o kadar heyecan duyuyoruz ki ne yeri ne de bu işin riskleri konusundaki yoğun eleştiriler önem taşıyor. Müdürümüz Mahmut bey, atölyenin başmühendisi İlgay Akbostancı, eşim Tülay ve ben projeye inanmışız, bu yetiyor.

    Projenin gerçekleştirilme aşamasında her şeye o kadar özen gösteriyoruz ki, patlamanın yapılacağı metal tankın üzerindeki deliği örtecek kağıdı bile Çaycuma SEKA kağıt fabrikasında özel olarak yaptırdık.

    Nihayet beklenen gün geldi. Akşamüstü 16.00da (tam da işçilerin vardiya değişim saati), yol kenarındaki test sırasında bir sorun olmaması için 3 adet telsiz cihazı temin ettik (aslında o yıllarda telsiz cihazları yasak). Telsizin birisi istasyonun yanından geçen yolun bir ucuna, diğer telsiz tam aksi uca, üçüncü telsiz de patlatma bujisini ateşleyecek kişinin bir elinde, diğerinde de patlatma butonu var.

    Heyecanla bekliyoruz, fakat bir türlü yolda hiç araç olmayacak durumu yakalayamıyoruz; bu arada vardiya değişimi nedeniyle dağılan işçiler de merakla bu gizemli tabloyu seyrediyorlar. Nihayet o boşluk yakalanınca ateşleme düğmesine basıldı. Ve:

    O an hatırlayabildiğim, istasyonun küçük parçalar halinde gökyüzüne doğru uçuşları ve çevredeki kişilerin de kaçışmalarıydı. Ölen ya da yaralanan olmamıştı, ama net olarak bir resim ortaya çıkmıştı: Başarısızlık!

    N’olmuştu da böyle olmuştu? Halbuki ne kadar da özen göstermiştik. İlk şaşkınlık geçince, kopya çektiğimiz fotoğraftaki makaleyi yazan İngiltere Buxton’daki test istasyonu uzmanlarından E.M. Guenault’a en hızlı iletişim aracı olan teleks ile danışmak aklımıza geldi.

    Guenault’tan kısa süre içinde gelen cevapta, Buxton’da ilk kuruluş yıllarında (tahminen, Almanya’daki istasyonla aynı yıllarda, 1875+) benzer bir olay olduğu; büyük olasılıkla, test odacığının tavan deliğini kapayan kağıdın yırtılmayıp, biriken basıncın her şeyi parçalamış olabileceği anlatılıyordu.

    Guenault’un tahmini doğruydu. Özene bezene Çaycuma SEKA’da yaptırdığımız kraft kağıdı bu olaya yol açmıştı. (nitekim sonraki yıllarda, çarşıda satılan ince, ucuz elbise naylonlarının tam da aranan malzeme olduğu ortaya çıkacaktı).

    İyi hoş, ne olduğunu anlamıştık ama bu başarısızlık Mahmut beye nasıl açıklanacak ve açmış olduğu sosyal kredi kaybı ne olacaktı?

    Mahmut beyin cevabı, bu yazıya konu olan anının “ev ödevi mesajı” sayılabilir: “Öğrenmek bedava değildir; bu olay çok değerli. ₺50,000’i yenileyelim, yeniden yapın!”

    Projenin bundan sonraki aşamasında adı mutlaka anılması gereken ikinci bir kamu görevlisi var: Tuğrul Erkin, zamanın Enerji Bakanlığı Müsteşar yardımcısı (iki yıl önce vefat etti).

    Test istasyonu tekrar yapılırken, bu defa bir yandan da sertifika yetkisiyle resmiyet kazanması gerekiyordu. Konunun çözüleceği yer Enerji Bakanlığı; ama bu işe ikna edebileceğimiz bir kişi lazım. Çünkü, alev sızdırmaz teçhizat yurt dışından ithal edildiği sürece hem olası sorumluluk risklerinden korunuluyor, hem de ithal eden firmalar bu pahalı fiyatlardan nemalanıyorlar. Bugünün deyimiyle bir ithalat lobisi var; kısacası yurt içindeki bir istasyonun sertifika yetkisiyle donanması pek istendik bir amaç değil.

    Ama her zaman bir yerlerde düzgün insanlar bulunuyor. Şehir plancısı Mim. Engin Erkin ile tanışıklığımız, bizi eşi Tuğrul beye götürdü ve Mahmut Şükrü beyin açtığı yol Tuğrul Erkin ile 19 Eylül 1973 gün ve 14660 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan sertifikasyon yetkisiyle noktalandı.

    Bundan sonraki aşamalarda hizmetleri geçen insanları tek tek saymam güç; ama istasyonun ilk müdürü sınıf arkadaşımız Ergün Ünal (vefat), Dr. Saim Ülgüdür (vefat), Yılmaz Kamçı (vefat), Kemal Sarı, Muammer Coşkun, Necdet Karabakal hemen aklıma gelenler.

    Bir de broşürleri var (tıklayın, Sah 34).

    Şimdi önümüzde CB seçimleri var. Acaba “Mahmut Şükrü Gök’ün öğrenme ile ilgili sözü“nden yararlanılabilme imkânı var mı, ne dersiniz?

    8 Ocak 2023

  • Mesele 6 Yaş Evliliği mi?

    Hiranur Vakfı’nın kurucusu bir babanın, kızı H.K.G.’yi 6 yaşında iken imam nikahı ile evlendirmesi sonucu, kız 20 yıl kadar süren bu skandal sonrasında, çocukluğu boyunca her gün cinsel istismara uğradığını anlatarak şikayetçi oldu. Bu şekilde öğrendiğimiz olay sonrasında, toplumun çeşitli kesimlerinden kınama mesajları yayımlandı ve oluşan kamuoyu baskısını azaltıcı bir önlem olarak da baba ve damat tutuklandılar.

    Türkiye toplumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir dış göz bu olayı yorumlasaydı, “bu tür olaylara son derece yabancı bir toplumun demokratik tepkisinin tüm ilgilileri ortak bir anlayışta birleştirdiği” gibi komik bir sonuca varabilirdi.

    Gerçeğin böyle olmadığının, bu tür ilişkilerin kültürel kodlarımız içinde bolca mevcut olduğunun; olayın bu defa bu denli ciddiye alınıyormuş gibi davranılmasının önemli bir nedeninin yaklaşan seçimler olduğunun çoğu kimse farkındadır.

    Farkında olanlar ve olmayanlar açısından ortak bir nokta ise, meselenin kök nedeninin –her ne kadar kesinlikle yalanlansa da– din olduğu inancıdır. Nitekim bu olasılığı destekleyen iki -kanıt değilse de- belirti vardır: (1) Erken İslam kültüründe, özellikle de köleliğin cari uygulama olduğu dönemdeki tatbikat (2) Çocuk yaştaki evliliklerin genellikle kendini dindar olarak tanımlayan kesimlerdeki yaygınlığı.

    Ben bu kök-neden tanısına katılmıyor, üstelik bu tanının gerçek nedenleri geçmişten beri perdeleyip gözlerden uzak tuttuğuna, böylece bir anlamda istemeden de olsa olguyu desteklediğini düşünüyorum. Savlarım başlıklar itibariyle şöyle:

    • 6 yaşında evlilik ve cinsel birleşme” olarak ortaya çıkan olgu, iki ana kola ayrılmış şu ana damardan kaynaklanıyor: “Güçlü haklıdır”. 
    • Her türlü güç dağıtık tabiatlıdır. Biri(ler) bir yolla bu dağıtık gücü eline geçirse, kendi hukuklarını1 oluşturabilirler. Günümüzde (özellikle de toplumumuzda) gücü ele geçirmiş olanlar erkeklerdir ve onların hukukları geçerlidir. Kadınlar ise ancak kotalar yoluyla –ancak erkek egemen hukuku zedelenmesine imkan verilmeyecek ölçüde– söz sahibi kılınabilirler.
    • Laf sırasına gelince kadına ne kadar önem verdiğine örnekler düzen toplumumuz, iki kadının ancak bir erkek edebildiği; kadının doğurmak ve erkeğini mutlu etmek amacıyla eve kapatıldığı kadınsız yüzyıllardan süzülerek günümüze gelmiştir.
    • Gücün dağıtık tabiatı bozulmaya başladığında, çeşitli güç adacıkları oluşması ve aralarındaki güç mücadelesi sonunda da bir hiyerarşi oluşması kaçınılmazdır. Bugünün Türkiyesinde bu adacıklar (ve Büyük Ada)  ailelerden başlayarak tüm kurumlara kadar yayılmıştır. 
    • Peki bir soru: Gücün bu “dağıtık tabiatı” niçin bozulmaya başlamıştır? Ya da önceleri var olup da bozulmaya meydan vermemiş; ama sonraları giderek azalıp da gücün birikmesine yol açmış şey nedir?
    • Bu şey, yaşamın giderek hızlanması karşısında, tek tek birey sorumluluklarını yerine getirebilen insanların, giderek bu sorumlulukları başkalarının üstlerine yıkmak istemeleri, bu arada birilerinin de -iyi niyetlerle ya da güç biriktirme arzusuyla- bu sorumlulukları üstlenmeleri şeklindeki süreç ve bu süreci farkedip müdahale edebilecek insanların ortaya çık(a)mamış olmasıdır. Büyük ulusların tarihlerinde bu tür -ismi çok da ön planda olmayan- insanların çokluğuna dikkat edilmelidir. 
    • Bu sürecin bir yan ürünü ise yaşam mücadelesinin keskinleştireceği zekadan mahrum, kendi konforunu koruma peşinde olan insan sürüleridir. Güç biriktiren insanların, birer güç kara deliği haline gelmeleri için gereken malzeme tam da bu sürülerdir.
    • Erkek gücü ana damarı”ndan ayrılan kollardan birisi, ana damarın kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan “bastırılmış cinsellik” olgusudur. 
    • Kadın -yaşına, başına bakılmaksızın hepsi-, bu imkanının olmadığı hallerde erkek, o da olmadığı takdirde hayvanlar bu bastırılmış cinselliğin tatmini için araçlardır. 6 yaşındaki çocuğun istismarı bu kol faaliyetlerinden yalnızca birisidir.
    • İkinci kol ise, gücün hoyratça kullanımının -ki dengeleyebilecek karşı güçler olmadığı için hoyratlık (≈kontrolsüz güç) kaçınılmazdır- sonunda ortaya çıkan, aynen cinsellik gibi “bastırılmış hoyratlık”tır.
    • Bastırılmış cinselliğin tatmininde kadının yanı sıra erkek ve hayvanların da kullanımına benzer şekilde, bastırılmış hoyratlığın tatmini için de farklı kanallar oluşmuştur. 
    • Sportif taraftarlık, partizanlık gibi kısmen soft dallar birer tatmin aracı olarak ortaya çıkmışsa da gerçek anlamda hoyratlığı rahat taşıyabilecek iki dal mevcuttur: Din istismarı ve milli dayanışmanın istismarı (≈ ırkçılık).
    • Din istismarı, herhangi bir dinin şekli olarak taklit edilip, içine her tür yasa ve ahlak dışılığın doldurulduğu bir kılıftır. 
    • Bilinmezlik karşısındaki merak ve saygı”nın tahrik ettiği, “doğrunun, iyinin, güzelin arayışları” denilebilecek “dini inançlar”ı bu sahtekarlıklardan ayırt edebilecek sigorta ise her şeyin ama her şeyin sorgulanabilmesi, böylece ya akıl yoluyla desteklenebilmesi ya da bilinmezliğin idraki desteğinde akıl-sezgi etkileşiminin arayışlarına (merak deniliyor) açılmasıdır.
    • Kimi samimi insanların din ve imanın bu sorgulamaya dayalı arayış olduğunu fark etmemesi ise, taklitçi sahtekarların içini doldurdukları kılıfın çoğunluk tarafından sorgulanamayışına ve bastırılmış hoyratlığın bu dini kılıf sayesinde sürüp gelişmesine yol açmaktadır.
    • Televizyonlarda zaman zaman gördüğümüz, şeyhinin ayaklarını öpen müritler, sorgulama (≈akıl) lobu alınmış beyinleriyle icazet törenlerinde geçit töreni yapan çocuklar, bu bastırılmış hoyratlığa karşı biatlarını sergileyip, güçten korunma dilenmektedirler.
    • Bastırılmış hoyratlığın tatmini için kullanılan ırkçılık ise, aynen dini inanç kılıfı içine tıkıştırılan yasa ve ahlak dışılıklara benzer biçimde, bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan insan topluluğu arasındaki dayanışmayı istismar ederek, hoyratlık arzularını tatmin etmektedir. 
    • Sorgulama burada da sigorta rolündedir ve kimi temiz yürekli insanların sorgulamayışları nedeniyle, hoyratlığı ister istemez destekler duruma düşmelerine yol açıyor.
    • Bütün bunlardan, tüm kötülüklerin erkek egemenliği nedeniyle ortaya çıktığının savunulduğu gibi bir sonuç çıkabilir. Yukarıdaki satırlarda tüm (erkek) sözcüklerini (kadın); tüm (kadın)ları da (erkek) ile değiştirebilirsiniz. Sonuçta çok az şeyin değişeceğini garanti edebilirim. 
    • Çünkü mesele cinsiyet meselesi değil, gücün dağıtık olması, birbirini dengeleyen yapısını birilerinin herhangi bir yolla ele geçirmemesidir. Modern demokrasilerde kuvvetler ayrılığı tam da bu değil midir?
    • Bugün gelinen noktada, hiyerarşik güç adacıkları tarafından bağımsız iradeleri gasp edilmiş yığınların “bastırılmış cinsellik” ve “bastırılmış hoyratlık” duyguları ceza kanunlarının caydırıcılığı ile yönetilemeyebilir. Bu insanlar, doğanın kendilerine doğuştan vermiş olduğu özgür iradeleri, tecrit, koşullandırma, korkutma ve gerektiğinde şiddet yoluyla çalınmış, bir zihinsel soykırıma uğratılmışlar; üstelik bu zulme uğramamış olanların da hain ve dinsiz olduklarına ve yola getirilmeleri ya da yok edilmeleri gerektiğine kalben inandırılmışlardır.
    • Bu noktada sorulacak soru yine ilkine benzerdir: Bozulan güç dağılımı kendi ekosistemini yarattığına ve temenni ile de değiştirilemeyeceğine göre, oyunun belirleyici nitelikli başka bir değişkeni var mıdır, varsa nedir?

    Cevap muhtemelen, “halen harekete geçirebildiğimiz akıldan daha yetkin bir aklın üretilebilmesi”dir.

    Bunu yapabilecek olanlar ise yine, sürecin başlangıcında güç birikimlerine müdahale etmesi gerekip de ed(e)meyenlerin büyük torunları içinden çıkabilecek olanlardır.

    (1)  Hukuk (Arapça hak+lar). Hak ise ≈ [k ince] (ﺣﻚّ) i. (Ar. ḥakk) kazımak, hakketmek. Güçlü olanın taş, kil vb bir ortama “tebaasının neleri yapabileceklerini / yapamayacaklarını hakketmesi (kazıması)” ve bunu herkesin görebileceği, görmemenin mazeret sayılamayacağı şekilde ilan etmesi ≈ yani hukuk.

    Tınaz Titiz  (17 Aralık 2022)

  • Kültürel DNA Onarılabilir (mi?)

    Kültürel DNA nedir?

    Aslında bu bir benzetme; biyolojik DNA’ya benzetilerek yapılmış bir adlandırma1. Biyolojik DNA ise tüm kalıtsal özelliklerimizin kodlanmış olarak hücre içinde yer alan bir molekül. Öte yandan kültür ise içine doğduğumuz insan topluluklarında bulunan sosyal davranış, kurum ve normların yanı sıra bu gruplardaki bireylerin bilgi, inanç, sanat, yasa, gelenek, yetenek ve alışkanlıklarını kapsayan şemsiye bir terim2

    İlginç olan nokta ise, biri (biyolojik DNA), diğeri ise soyut (kültür) iki öğenin biyolojideki birlikte evrimleşme’ye (co-evolution3) benzer biçimde sürekli etkileşim içinde birbirlerini değiştirmeleri olgusudur. İkili Kalıtım Kuramı4 adı verilen bu heyecan verici süreç, iletişim teknolojilerinin ve toplumlar arası ilişkilerin artmasına paralel olarak giderek hızlanarak, tüm toplumların kültürel ve biyolojik DNA’larını yeniden ve yeniden şekillendiriyor.

    İyi de bizim ne işimize yarar?

    Bu etkileşimli yeniden şekillenme olgusunu tek başına anlamak dahi işe yarar görünüyor. Bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekte sahip olmaktan ötürü övünç duyduğumuz özelliklerimizi koruyup geliştirmek ve de pek memnun olmadığımız özelliklerimizi (eğer varsa) değiştirme şansı olabileceğini ummak yabana atılır bir şey mi? Ümit de olsa yararlı.

    Bir şey daha var: CRISPR Cas9

    CRISPR, (Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrarlar İngilizce sözcüklerinin5 baş harfleri) bir DNA dizilimleri kümesi olup, bakterilerin kendilerini virüs saldırılarına karşı korumak için kullandıkları bir savunma sistemi olarak işlev görmektedir.

    Moleküler bir makas görevini gerçekleştiren Cas9 enzimi ise, genomun belirli yerlerinden iki DNA iplikçiğini kesmekte; böylece DNA parçaları eklenmekte ve/ya çıkarılabilmektedir6

    Bu makasın kültürel benzeri nedir?

    İnsan genomu üzerinde özel bir konuda -mesela HIV virüsüne karşı bağışıklık kazandırmak için- değişiklik yapıp, DNA diziliminden bir bölümü çıkarıp onun yerine bağışıklık sağlayabilecek eklentiler yapmanın Çin’de ve ABD’de denendiği biliniyor. Meselenin etik tarafı henüz çözümlenmediği için biyolojik olarak başarılı olsa da henüz tartışmalı durumda. 

    Neticede bu işlem insan organizmasına kimi maddelerin enjekte edilmesi yoluyla yapılıyor. Peki benzer işlem kültürel DNA üzerinde nasıl yapılacak? Hangi makasla neresi kesip çıkarılacak ve nasıl ekleme yapılacak? Tabii, insan genomunun değiştirilmesindeki etik sorunun benzeri kültürel konuda da geçerli; o nasıl çözümlenecek? Bunların her birine çözümler bulabilmeliyiz.

    Eh hadi kesip biçmeye hazırız diyelim: Nereyi keselim?

    Diyelim ki (farzı muhal) toplumsal kültürümüzde doğuştan bir arıza var ya da başka toplumlarla ilişkiler sonunda oluştu. Mesela, “meraksızlık” olarak tanımlanabilecek ve aydınlanma devriminin kaçırılmasına ve bir türlü yakalanamayışına yol açan, doğuştan gelen bir sorun var. Ve gen-kültür etkileşimi nedeniyle nüfusun önemli bir bölümünün bu çağa ayak uydurmak istemeyişi gibi bir sorun yaratıyor. Sorunlarını doğru tanımlamıyor, çözüm aracı geliştirmiyor, geliştirilebilenleri kullanmıyor vs vs.

    Nereden başlanacak? Biyolojik gen terapisi için çeşitli metotlar olduğu bir internet bilgisidir7. Bunun kültürel karşılığı ne olabilir?

    Biyolojik gen tedavisinde nasıl ki birden fazla yöntem var ve duruma en uygunu seçilebiliyorsa, kültürel DNA onarımı için de çeşitli yollar bulunabilir. Benim önerim (şimdilik), kültürel kod sarmalında doğuştan mevcut olan merak bit’lerini etkisizleştiren “Akıl Daraltıcı Bit”ler8 yerine “sorgulama bit’leri”ni9 enjekte edip, kişinin -ilk sebep dahil- her şeyi sorgulamaya açması şeklindedir. 

    Bu tedavi bireysel ölçekte yapılacaksa uzun süreler boyunca uygulanması; toplumsal ölçekte yapılacak ise hem uzun süreler boyunca yapılması, hem de çok sayıda kişi tarafından uygulanması gerekecektir. Bu amaçla tedaviyi uygulayacak bir STK ve işbirliği yapabileceği, çağa sırtını dönmemiş, sorumluluklarını çıkarına feda etmemiş kişi ve kurumlar bularak başlanabilir.

    Ancak bir sorun var: Başarı ölçütlerimiz buna izin vermez!

    İçinde yüzdüğümüz alışkanlıklar selinin tanımladığı “başarı” ölçütleri, elle tutulur, gözle görülür sonuçları gösterge olarak benimsemiştir. Kültür kodları dizilimi içinde “sorgulama bit’i” ise tek başına somut bir sonuç değildir. Mesela bir STK bu konuda 20 yıl ısrarlı bir çaba harcasa, en azından dışarıdan bakan gözler “bir arpa boyu yol alınamadığı”, dolayısıyla da “yeterince başarılı olmayanların göz ardı edilmesi gerektiği” gibi sonuçlara varabilir.

    Buna göre, “toplumun kültürel gen diziliminin iyileştirilmesi” sürecine bu ölçüt değiştirme konusu da dahil edilmelidir.

    Tınaz Titiz

    18 Kasım 2022

    (1) Bu benzetmenin daha iyi anlaşılabilmesi için, Kevin N Laland tarafından yazılan “Exploring gene–culture interactions: insights from handedness, sexual selection and niche-construction case studies” (Gen-kültür etkileşimlerinin araştırılması: el becerisi, cinsel seçilim ve niş inşası vaka çalışmalarından içgörüler) makalesi önerilir. Makalenin özeti şöyledir: 

    Genler ve kültür, milyonlarca yıldır nesiller boyunca akan ve etkileşim içinde olan iki kalıtım akışını temsil etmektedir. Gelişim boyunca ifade edilen genetik eğilimler, kültürel organizmaların öğrendiklerini etkiler. Davranış ve eserlerde ifade edilen kültürel olarak aktarılan bilgi, popülasyonlar arasında yayılır ve popülasyonlar üzerinde etkili olan seçilimi değiştirir. Üç vaka çalışmasından yola çıkarak, bu gen-kültür birlikte evriminin insan evriminde nasıl kritik bir rol oynadığını göstereceğim. Bu çalışmalar (i) el becerisinin evrimini, (ii) kültürel olarak aktarılan bir çiftleşme tercihi ile cinsel seçilimi ve (iii) kültürel niş inşası ve insan evrimini incelemektedir. Bu analizler, genlerin ve kültürün birbirini nasıl şekillendirdiğine ve biyolojik ve kültürel süreçler arasındaki geri bildirim mekanizmalarının önemine ışık tutmaktadır.” (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2607340/

    (2) https://en.wikipedia.org/wiki/Culture

    (3) Birlikte evrimleşme olgusu için bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Coevolution

    (4)  İkili Kalıtım Kuramı için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/ikili-kalitim-kurami–dual-inheritance-theory-

    (5) CRISPR, Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats sözcüklerinin baş harfleri olup, buradaki “palindromic”, baştan ve sondan aynı şekilde okunan anlamındadır.

    (6)  Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/CRISPR

    (7)  Bkz. https://labakademi.com/gen-tedavisi/

    (8)  Bkz. Akıl Daraltıcılar bit.ly/3A4bv0C

    (9)  Bkz. Ezber Kalıpları (http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/) ve SOT (https://soruolusturmateknigi.com/).

  • Atatürk’ü anmak..

    Atatürk’ün anılacağı her yıldönümü vesilesiyle aklıma tekrar tekrar gelen bir soruyu okurlarımla paylaşmak istiyorum: Sık sık Atatürk’ün düşünme stiline referansta bulunuluyor; bu toplu söylem bende şu soruyu uyardı: Atatürk nasıl düşünürdü?
    Atatürkün kısa ama yoğun yaşamında olağanüstü denilebilecek başarılarına objektif gözle bakılırsa, bu başarıların bileşenleri olarak şunlar görülebilir:

    • daha çok bilgi (tarih ve sosyoloji bilgisi başta),
    • daha çok risk alabilecek cesaret,
    • aldığı bir karara yapışmaksızın hatalı / işlevsel olmadığında süratli geri dönebilme (esneklik),
    • yüksek ikna yeteneği,
    • fiziksel dayanıklılık,
    • yüksek enerji (çalışkanlık),
    • gerektiğinde kişiliğini hiçe sayabilecek (Reşit Galip örneği) ahlâk,
    • akıl daraltıcılarını askıya alabilme,
    • çok sayıda evren tasavvurunun mümkün olabileceğinin farkındalığı içinde dogmalara kapalılık VE
    • zihinsel olarak da (Düşünme Kabiliyeti) açısından:
      1. Ağzından çıkan ve/ya aklından geçen her bir sözcüğün:
        • kökeninin ve anlamının tam farkında olarak:
        • kopuksuz,
        • nedensel (rasyonel),
        • amaca hizmet açısından elenip (kritik) az sayıda sonuca indirgenmiş,
      2. hızlı,
      3. parçadan bütüne-bütünden parçaya kolay geçebilen,
      4. çoklu zeka (multiple intelligence) bileşenlerinin birden fazlasının gelişkinliği,
      5. yüksek odaklanabilme yeteneği,
      6. imkansızı mümkün varsayan yaratıcı (lateral) düşünebilme yeteneği,
      7. akıl ve sezgiyi eşit ve etkileşimli kullanabilme becerisi.

    Bu bileşenler birbirinden oldukça bağımsız, çok boyutlu bir kişilik oluşturuyor. Bu düşüncelerle bir kısa yazı yazmış ve birkaç tanıdığım ADD’ye iletmiştim (Lütfen tıklayınız https://bit.ly/2YfjLvb).
    Şu kolayca anlaşılabilir ki, Atatürk’ün salt düşünebilme becerileri değil, onu da içeren ama onunla sınırlı olmayan diğer kişilik özellikleriyle birlikte müstesna bir “düşünce ve eylem bütünlüğü” ortaya çıkıyor.

    Bu bileşenlerin her biri tek tek değerlidir; çocuk ve gençlerimize örnek gösterilmeye değer. Ama bunlar sıkıca paketlenip toplum önüne sürülüp, üstüne de birkaç kelimelik bir etiket yapıştırıldığında, çoğu insanın tereddütsüz benimseyebileceği, ama yaşamının hiçbir alanına olumlu etki sağlamayabilecek bir kutuplaştırma aracı haline gelmez mi ve de gelmedi mi?

    Atatürk’ten yana ve karşı olanların ne kadarı sevdikleri ve sevmedikleri Atatürk’ün bu kişilik profilinin farkındadır?
    10 Kasım’ların geçiştirilecek bir ritüel olmaktan çıkarılıp, O’nu salt övgü ve salt yergi ötesinde “düşünmek” acaba “Atatürk gibi düşünmek” olmaz mı?

    Bileşenlerini ortaya koymadan konfor alanlarında istirahat sağlayan toplu övgü ve yergiler yerine, O’nun gibi düşünüp hareket edebilmenin az sayıda maksimini (mesela, “sokaktaki insan bilim konusunda 10 şey bilse iyi olur (tıklayınız)” gibisinden) ortaya koymak ve o yolda çaba harcamak O’nu anmanın daha iyi bir yolu olmaz mı?
    10 Kasım 2022

  • Siverek(ler) niçin geri kalmıştır?

    Doğru ise iktidar ortağı bir partinin Karaburun İlçe başkanı, bir davada hakim ve savcıyı tehdit ettiği için gözaltına alınmış, serbest bırakılması başvurusu ise mahkemece reddedilmiş. Bu olayın ardından ilgili savcı ve hakim Şanlıurfa Siverek’e tayin edilmiş.

    Bu olay tek değildir ve belirli bir döneme de özgü değildir. 

    Anılan “tayin” aslında, “liyakati düşük olduğu” ve “düşük liyakatlilerin de gerice yörelere layık olduğu” muhtemel varsayımları ile yapılmış olmalı.

    Eğer bu olay nadirattan olsaydı, ileri süreceğim sonuç için yeterli sayılmayabilirdi; ama olmadığı açıktır.

    Bir yörenin gelişmişliği çok sayıda öğeye bağlı ise de, bu öğelerin hemen çoğu, o yöredeki kamu yöneticilerinin liyakatlerine büyük ölçüde bağlıdır.

    Kamusal yetkileri kullananların gözünde “işe yarar-yaramaz” ölçeğine göre yaramaz olanların, bulunduğu yerden daha gerice yörelere sürülmesi yazılı olmayan bir kuraldır ve Sivereklerin geri kalma nedenlerinin başında gelir.

    Demokrasi olarak yol, su, baraj, beton istemeyi yurttaşlık görevi; bunları vaad etmeyi de siyasetçilik sayanlardan, şu vaadi önemseyecek 1 (yazıyla bir) kişi arıyorum: “Eğer beni seçerseniz, gerice yörelerin sürgün amacıyla kullanımına karşı mücadele edeceğim”.

    Bunları boşverelim, bize daha ballı vaatte bulunanı bulup seçelim, değil mi?

    Tınaz Titiz

    9 Eylül 2022

  • Sosyal Çölleşme

    Orta ve Büyük ölçekli Kuruluşlar’ın (OBK) reklam stratejilerinin özünü “ben büyüğüm, güçlüyüm!”  safsatasından, topluma (ve de kendilerine) daha yararlı bir noktaya oturtmalarının gerekliğine, bunun için kullanılabilecek araçlara bu köşede zaman zaman değiniyorum.

    Bütün bunların temelinde ise, bugünkü toplumumuz için yabancı sayılabilecek bir kavram yatmaktadır: Sosyal Çöl!

    Bir kuruluş, karlılığı, çalışanlarına sağlamış olduğu imkanlar, kısacası çalışma ortamı açısından iyi şartlarda olmasına rağmen onu çevreleyen dış sosyal ortamda işsizlik, gelir yetmezliği gibi sorunlar varsa, aynen bir çölün yeşil alanları yutup çölleştirmesi gibi bu kuruluş da bir süre sonra iç sorunlarla karşılaşabilecek, yani çölleşecektir. Buna “Sosyal Çölleşme” denilmektedir.

    Fiziki ve sosyal çölleşme arasında bir analoji kurulursa, birindeki olaylar diğeriyle açıklanabilir, en azından açıklanmasına yardımcı olabilir.

    Bir yeşil alanı çölleştiren etki, bu iki farklı (çöl ve yeşil) alan arasındaki potansiyel farkıdır. Hangi potansiyel daha büyükse diğerini yutacak ve potansiyel farkını en aza indirmeye çalışacaktır. Çöl daha büyükse onun iklimi yeşilin iklimini değiştirecek ve yeşili koruyan ortam şartları ortadan kalkmış olacaktır. Bunun tersi de doğrudur. Yeşil alan daha büyükse onun iklimi çölü yeşertmeye başlayacaktır.

    İşte bu benzetmeyle açıklanmasına çalışılan Sosyal Çöl olgusuyla mücadelede OBK’a önemli görevler düşmektedir.

    Ekonomik güçlüklerle boğuşmakta bulunan kuruluşlara böyle bir önerinin çok sıcak gelmeyeceğinden eminim. Ama, güçlükleri aşabilmenin koşullarından birisi de -hatta vazgeçilmez olanlardan birisi- kuruluşları çevreleyen sosyal iklimin haset duygularından arındırılmasıdır. Haset ise, Sosyal Çöl ortamında en kolay yetişen bitkidir!

    Bir OBK’a yük yüklemeden, “ben büyüğüm, güçlüyüm” diyebilmek için sarfettikleri bütçeleri -isterlerse yine reklam ajansları üzerinden- Sosyal Çöl ile mücadeleye kaydırabilmek için yapılabilecekler bellidir.

    Girişim Ajansları kurulması, Bunu Yapabilir misiniz Sergileri açılması, İç-girişimciliğin Özendirilmesi bu mücadelenin en etkin yolları olup bu köşede her birine ayrı ayrı temas edilmiştir.

    Sosyal Çöl tarafından yutulmak istemeyen kuruluşlarımızın bu araçları tekrar hatırlamalarında yarar vardır!

    Pazar, 24 Nisan 1994

  • İzleyicilerimize Duyuru!

    Bu web sitesinde uzunca yıllardır yazdığım yazılar -konuları ayrı ayrı da olsa- hepsinin yöneldiği bir doğrultu var: Her şeyin bir ve bütün olduğu!

    Bu eğilim, kuruluşunda yer aldığım önce Beyaz Nokta® (1994), sonra da Birleşik Akıl Ağı® (2017) platformlarında sürdü. Bu defa ise Adil Yaşam® (2021) platformu ile yeni bir aşamaya geldi.

    Özellikle CoViD19 pandemisi bu yeni aşamanın zorunlu, hatta kaçınılmaz olduğunun acı bir işareti oldu. Artık, insan merkezli bencilliğin (yıkıcı bencillik diyelim) sürdürülemez olduğunu, her şeyin etkileşimli bir bütün olduğunu, bunu dikkate almayanlar içinse şu tazmin kuralının işlediğini gördük:

     

    Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yenilerini üreterek, dengeleri koruyan yeni bütünlükler oluşturuyorlar. Bu bütünlüğün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla denge halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar, bütünü oluşturan diğer varlıklardan orantısız da olabilecek biçimlerde tazmin edilir.”

    Bu ürkütücü -o derecede de adil- yeni yaşam düzenine uymaya çalışmak, kendi dışındaki her şeyi sömürerek efendiliğini kendi kendine kanıtlayan türümüzün “farkında olanlar”ına yeni görevler yüklüyor. Bunların başında da, türümüze yönelik doğanın bu tebliğini “anlamak” ve “anlaşılmasını kolaylaştırmak” geliyor.

    Site izleyicilerimizi bu tebligattan haberdar etmek ise benim yapmam gereken görev olarak görünüyor. www.AdilYasam.net adresindeki mesajlar, sloganlar, kısa hikayeler ve videoların, toplumumuzun -sizlerin de dahil olduğunuz- kanaat önderi kesimlerine iletimi ve ikna edilmeleri de hepimizin görevi. İletim ve ikna arasındaki derin farkın açıklamasının en azından sizler için gereksiz olduğunun bilincindeyim.

    İkna sürecinde sizlere de yardımcı olabilecek Mesaj İletici tabloya şu adrese tıklayarak erişe

    bilir ve ilgili konuya doğrudan yazabilir ya da o bilgileri bana ePosta ile iletebilirsiniz.

    Hepimize kolay gelsin,

    Selam ve sev

    gilerimle,

    Tınaz Titiz

    5 Haziran 20

    22

    Bu web sitesinde uzunca yıllardır yazdığım yazılar -konuları ayrı ayrı da olsa- hepsinin yöneldiği bir doğrultu var: Her şeyin bir ve bütün olduğu!

    Bu eğilim, kuruluşunda yer aldığım önce Beyaz Nokta® (1994), sonra da Birleşik Akıl Ağı® (2017) platformlarında sürdü. Bu defa ise Adil Yaşam® (2021) platformu ile yeni bir aşamaya geldi.

    Özellikle CoViD19 pandemisi bu yeni aşamanın zorunlu, hatta kaçınılmaz olduğunun acı bir işareti oldu. Artık, insan merkezli bencilliğin (yıkıcı bencillik diyelim) sürdürülemez olduğunu, her şeyin etkileşimli bir bütün olduğunu, bunu dikkate almayanlar içinse şu tazmin kuralının işlediğini gördük:

     

    Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yenilerini üreterek, dengeleri koruyan yeni bütünlükler oluşturuyorlar. Bu bütünlüğün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla denge halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar, bütünü oluşturan diğer varlıklardan orantısız da olabilecek biçimlerde tazmin edilir.”

    Bu ürkütücü -o derecede de adil- yeni yaşam düzenine uymaya çalışmak, kendi dışındaki her şeyi sömürerek efendiliğini kendi kendine kanıtlayan türümüzün “farkında olanlar”ına yeni görevler yüklüyor. Bunların başında da, türümüze yönelik doğanın bu tebliğini “anlamak” ve “anlaşılmasını kolaylaştırmak” geliyor.

    Site izleyicilerimizi bu tebligattan haberdar etmek ise benim yapmam gereken görev olarak görünüyor. www.AdilYasam.net adresindeki mesajlar, sloganlar, kısa hikayeler ve videoların, toplumumuzun -sizlerin de dahil olduğunuz- kanaat önderi kesimlerine iletimi ve ikna edilmeleri de hepimizin görevi. İletim ve ikna arasındaki derin farkın açıklamasının en azından sizler için gereksiz olduğunun bilincindeyim.

    İkna sürecinde sizlere de yardımcı olabilecek Mesaj İletici tabloya şu adrese tıklayarak erişebilir ve ilgili konuya doğrudan yazabilir ya da o bilgileri bana ePosta ile iletebilirsiniz.

    Hepimize kolay gelsin,

    Selam ve sevgilerimle,

    Tınaz Titiz

    5 Haziran 2022

  • Otobiyografi kesiti-10: Kitaplar ya da kütüphaneler ne işe yarar?

    Dipnot1’deki adreste[1], bir ülkenin gelişiminde önemli itici güçlerden birisi olan “sorunlarını bilgiyle çözme” alışkanlığının kazanılmasında yardımcı olan kütüphane konusunda ilginç bir yazı var. Yazı içinde, 1822 tarihli bir fotoğraf var. Andrew Carnegie halk kütüphanesinde çekilmiş. Kütüphane alışkanlığı olmayan bir topluma bu alışkanlığı kazandırmak için ne yaptıklarıyla ilgili metinden alınan şu satırlar da ilginç:

    Woodbine, Iowa’daki halk kütüphanesi kek kalıplarını ödünç veriyor – insanlar evde her boy ve şekilde kek kalıbı bulundurmazlar, “bu yüzden onları kontrol edip keklerini pişirip geri getirirler” diye açıklıyor Woodbine kütüphane müdürü Rita Bantam. “[Bu] insanların ihtiyaç duyduğu bir hizmeti sunuyor. İnsanları kütüphaneye getiriyor.”

    Bu girişi, geçmişte sürekli aklımı kurcalamış bir soruya cevap ararken, bu arayışıma yardımcı olan kızımın verdiği bir web adresinden yaptığım alıntıyla başlamamın nedenini izninizle açıklayayım.

    Yıl 1988, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevim sırasında, çeşitli illere ziyaretler yapıyoruz ve  daima talep edilen bir konu var:  “ilimize / ilçemize bir kütüphane açacak mısınız?” Önceleri bunun halkımızın okumaya duyduğu açlığın bir ifadesi sanarken sonraları pek öyle olmadığı, kütüphane ile birlikte kimi somut yararların (bina kiralama, personel istihdamı vb) öngörüldüğü gerçeğini fark ettik.

    Kütüphane binası, asgariden de olsa donatılması (masa, sandalye, dolap vs) için yeterli bütçe yok. Bunun üzerine bir fikir gelişti: Mikrofiş kitaplık!

    500 sayfalık bir kitabın mikro fiş kopyası bir mektup zarfının içine sığacak kadar. Üstelik, kitabın mikrofişe çevrilmesi de bakanlığa bağlı Milli Kütüphane’deki bir çevirici yardımıyla mümkün. Mikrofiş okuyucu ise son derece basit bir alet; bir ışık ve mercekten oluşan bir kutu. O günkü ithal maliyeti bile birkaç on dolar mertebesinde; ayrıca yerli yapımı da çok kolay.

    Bir ilçede bulunması gereken kütüphanenin kitap sayısı ise 5,000 dolayında. Tabii ki daha az başvurulabilecek olanlar da var; onlar da il merkezindeki kütüphanede olabilir. 5,000 kitabın mikro fişleri ise orta boy bir el çantasına sığabiliyor.

    Böylelikle ilçelere değil köylere kadar kütüphane işlevi görebilecek bir hizmet götürülebilir.

    Ama önce denemek lazım!

    Fikir iyi görünüyor ama halkın nasıl karşılayacağı bilinmez, bir denemek lazım. Deneme için de Ankarada, Esenboğa havaalanı yolu üzerindeki Sarayköy’ü seçtik ve bir grup görevliyle köye gittik. Köyde bir ilkokul var. Öğretmeni, muhtar, birkaç meraklı köylü ve kütüphaneci görevi yapacak bir görevli ile köy odasına oturduk.

    Siyasetçilerin bir köye mutlaka ya oy istemek ya da seçime yakın bir zamanda bir “yatırım müjdesi” vermek için gittikleri adet olduğu için, elimizdeki irice çantaya bakıp bunun içinden nasıl bir “yatırım” çıkacağını hesaplamak için merakla izliyorlar.

    Neticede niyetimizi anlattık; çantadan yatırım çıkmasa da, köydeki öğrencilerin artık ödevlerini yapmak için Ankara merkezine kadar gitmelerine gerek olmayacağı ve ayrıca da her istedikleri saatte köy odasına gelip istediği kitabı okuyabileceğini öğrenince çok sevindiler.

    Ertesi gün bu ziyaret basında yer bulunca ilk tepkiler gelmeye başladı: Bir üniversitenin kütüphanecilik bölümünden bir kişiye mikrofiş kitaplık fikri sorulunca, “peki, çocuklar uyumadan önce kitap yerine yatakta mikrofiş mi okuyacaklar?” gibi son derece mantıklı 🙂 bir tepki gelince, gerisini tahmin etmek güç olmadı. Birkaç köşe yazarı da devletin bu yolla vatandaşını kitap okuma bahanesiyle fişleyeceğini filan da yazdılar ama pek tutmadı.

    Bundan sonraki denemeler biraz daha büyük ölçekli olarak Ankaranın büyük mahallelerinde yapıldı ve genellikle aranan kitapların mikro fişlerine ağırlık verilerek düzenlemeler yapıldı. 1989 ortasında bakanlıktan ayrılınca da çocuklar artık kağıt kitaplarını yataklarında okumaya başladılar.

    Bu anektodu anlatma nedenim, toplumumuzun okur-yazar bölümünde kitap ve kütüphaneye yüklenen işlevin nasıl anlaşıldığına ışık tutmaktı.

    Bugün olsa bu fikri nasıl satardım tam emin değilim, ama mikro ve fiş sözcüklerini kesinlikle kullanmazdım; ikisi de kuşku uyandırıcı sözcükler 🙂

    En temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük yaşayan 1800’lü yılların ABD’sinde kütüphane konusuna niçin bu denli önem verildiğini anlamama yol açan olaylardan birisi de, Beijing’teki ulusal kütüphaneye inanılmaz yoğunluktaki giriş-çıkışı (ve kullanımı) görmemdi. Bu gözlemden sonra  Ankara’daki Milli Kütüphaneyi 7/24 sloganıyla halkın kullanımına açıp, “hiç kimse gelmese dahi 24 saat açık kalacak” ve “hiçbir giriş belgesi sorulmayacak”deyince doğan, “Milli kütüphaneyi yolgeçen hanına çevirdiler” tepkilerini hatırlıyorum.

    Şimdi işin temelindeki fikri daha iyi anlıyorum: Halkın, tüm yaşam tercihlerini kendinin yapması demek olan cumhuriyetin[2] ve o tercihlerin uygulamasını da yine kendinin yapması demek olan demokrasinin rejim olarak seçilmesi halinde temel yapı taşı “birey”dir. Çünkü birey de tanım olarak “tercihlerini kendi yapan” anlamındadır[3].

    Bir diğer deyişle -hangi bayrak altında yaşayacağından, hangi inancı / inançsızlığı benimseyeceğine kadar tüm- yaşam tercihlerini kimseye ihale etmeden kendi özgür aklıyla kararlaştıramayan bir toplum ne cumhuriyeti ne de demokrasiyi seçebilir.

    Buna göre, devlet olmanın ön koşulu da ortaya çıkmaktadır: Kişilerin birey olabilmeleri için ihtiyaç duyacakları tüm bilgi ve becerileri kendi kendilerine kazanabilmeleri için gereken bilgilenme merkezlerini (yani kütüphaneler) oluşturmak ve oralarda hizmet verecek kişileri (yani kütüphaneciler) atamak.

    Bir diğer deyişle kütüphaneler kitap depoları ya da okumadıklarımızı bağışladığımız(!) başımızdan atabileceğimiz kağıt hurdalıkları değildir. Bir kitap, çörek yapmaktan sağlığını korumaya, dil öğrenmekten hobi edinmeye kadar herhangi bir alandaki “taleplerini” nasıl karşılayabileceğine ilişkin yol gösteren birer kılavuzdur. Basım ortamı ise kil tablet, kağıt, mikrofiş ya da çip (yonga) olabilir.

    Ayrıca, kitap ve kütüphaneci (bugün için insan yarınlarda ise YZ olabilir) ayrılmaz bir bütündür.

    19 Aralık 2021


    [1] https://www.npr.org/2013/08/01/207272849/how-andrew-carnegie-turned-his-fortune-into-a-library-legacy

    [2] https://tinaztitiz.com/2012/05/25/egemenlik-kimindir-ve-kim-kullanir/

    [3] https://www.wikiwand.com/tr/Bireycilik