-
May 25 2012 Ucuz işçi, ucuz işçilik değildir..
Gazetelerde sık sık Türkiye’deki işçilik ücretlerinin düşük olduğuna ilişkin haberler yer alır. Geçtiğimiz haftalarda bir haber, OECD ortalamalarına göre çok düşük işçiliğimizden bahsediyordu. Bu haber hem doğru hem yanlıştır. Ancak bundan evvel iki farklı kavramı açıklığa kavuşturmak gerekir. Şöyle ki;
“İşçi Ücreti” bir kişiye ödenen ücreti; “işçilik maliyeti” ise, işçi ücretinin verimlilikle normalize edilmiş miktarını gösterir.
Saat ücreti $2.00 olan bir Japon işçisi belirli bir üründen 1 saattte 10 adet üretiyorsa:
işçi ücreti = 2.00 $/saat, işçilik maliyeti = 0.20 $/adet
demektir. Türkiye’de ise saat ücreti örneğin $1.00 olan bir işçimiz aynı üründen saattte 4 adet üretebiliyorsa:
işçi ücreti = 1.00 $/saat, işçilik maliyeti = 0.25 $/adet
olur. Böylece, Türkiye’mizde işçi ücreti daha düşük, ama işçilik maliyeti daha yüksek olur. Böylece OECD içindeki en düşük işçi ücretlerinin ve de en yüksek işçilik maliyetlerinin nasıl olup da Türkiye’mizde bulunduğu kolayca anlaşılır.
Ancak dikkat edilmesi gereken bir ince nokta vardır: “İşçilik” sözcüğü her ne kadar hemen “işçi”yi çağrıştırıyorsa da, işçiliğin yüksek oluşunun nedeni genellikle sadece işçi değil, onu çevreleyen sistem (yönetim, sendikacılık anlayışı, teknoloji üretimi vbg) dir.
Nitekim yabancı ülkelerde daha iyi yönetilen, daha çağdaş sendikacılık anlayışına sahip sendikalara dahil işçilerimiz daha yüksek işçi ücretlerine rağmen, daha düşük işçilik maliyetlerine konu olabilmektedirler.
İşçi ücretlerimiz, işçilerimizin verimlilikleri ve yönetim becerilerimizin kalitesi düşük, işçilik maliyetlerimiz ise yüksektir. Rekabet gücümüzü düşüren faktörlerden birisi de budur.
Kavramları yerli yerinde kullanıp, kafaları karıştırmamalıyız.
21 Eylül 2001
-
May 25 2012 Süreç parçalanması, kar, deprem vb..
Ocak 2004 karı, sorunlarımızı anlamak -ve çözüm üretmek- isteyen amatör, profesyonel ve gönüllülere mükemmel bir örnektir.
Yanlış anlaşılmasın, bu ders yerel idarelerin performansı açısından değildir. Genel kanının aksine yerel idarelerin performansı açısından hiçbir sorun yoktur. Çoğunlukçu demokrasinin ilkel denilebilecek 49-51 mantığından, çoğulcu demokrasinin çok katmanlı yapısına geçememiş toplumumuzda, çoğunluğun seçtiği yerel yönetimler eğer daha “iyi” performans gösterselerdi, eminim ki kendilerini seçen “çoğunluğun” eleştirilerine maruz kalırlardı.
Kendi yapması gereken ne kadar işlev varsa onları yap(a)mayıp, işi, kendi direktiflerine göre uygulama yapmakla sınırlı olan “hizmetkârlara” –civil servant– değil de “yönetici” -hattâ daha aşağılayıcı olarak “bizi yönetenlere”- ihale eden toplumumuza müstahak olan “yönetici” tipi bunlardan daha farklı olabilir miydi?
Bu açıdan bakılırsa vali, il ya da ilçe belediye başkanı gibi kişilerle onlara uygun çevrel kişilerden oluşmuş kadrolara küfür etmek haksızlıktır.
Bilgi-beceri temelli bir yaşam örgüsü içinde -Çetin Altan’ın deyimiyle- çoğu işsiz kalacak olan bu kişiler, nasıl olduğunu anlamadan bu denli büyük yetki ve imkânlara kavuşunca, bu gücü kendi küçük algılama dünyalarının çerçevesi dışında kullanabilirler mi? Ders bu değildir.
Söz konusu ders, kamu yönetimi kadar -özel, akademik, gönüllü, ticari, askeri vd- kurum yönetimlerini de ilgilendiren “süreç parçalanması” olgusu ile ilgilidir.
Bir “bütün” olarak korunması gerekirken, -açıklanacak olan nedenlerle- parçalara ayrılan süreçler yönetilemez, hattâ bırakınız yönetilmeyi “anlaşılamaz” hale gelmektedir. Süreç parçalarının her birisinden sorumlu (ve yetkili) olanlar için, sürecin diğer parçaları tanımsızdır. Negatif sayıların kare kökünün olamayacağı öğretilen bir öğrenci için imajiner sayılarla işlem yapmak nasıl algı-dışı bir iş ise, kendi süreç parçacığının tanımladığı uzay içinde düşünmeye alışmış -hattâ bu konuda bilgi-beceri kazanmış- bir kişi için sürecin diğer parçaları da algı-dışı’dır.
Belediye başkanı ile TV’de yapılan bir görüşmede, İstanbul belediye sınırları dışındaki bir yerde mahsur kalan karzedeler için “ama onlar bizim sorumluluk alanımız içinde değiller ki” diyen başkan gerçekten de haklıdır. Aslında söylemek istediği, “onlar bizim algı sınırımız dışında” biçimindedir, fakat o sınırın dışı kendisi -ve çevresi- için “yok”tur ve bu yüzden de ancak öyle ifade edebilmektedir.
Fakat her şeye karşın yine de kendi uzayının dışında bir şeyler olduğunu ve birşeyler yapmak gerektiğini idrak etmekte ve bu yapılması gereken şeyin “çok farklı bir şey” olduğunu da farkettiği için, “en yüksek alarm düzeyi olan C planına geçilmiş bulunmaktadır” şeklinde duyurular yapmaktadır.
“O yaptığına göre benim neyim eksik” diye düşünen ve böylece büyükşehir başkanlığına adaylığını ilân eden bir ilçenin belediye başkanı ise, kendisine sorulan “bir kar kenti bu duruma nasıl getirebiliyor?” sorusuna ise yine kendi uzayının dışından bir sesle “kentin refleksi kniz tetikliyor” gibi acayip bir yanıt vermektedir.
Peki, bütün olarak korunması gereken süreçler niçin parçalanmış -ve parçalanmaya devam etmekte-dir? Buna göre bütün işleri tek merci mi yapmalıdır? İş bölümü denilen şey neyin nesidir?
Parçalanmanın başlıca nedenleri şunlardır:
(1) İşsizlikle mücadelede araç eksikliği: Tüm medyayı tarayınız; uzman yorumları, tartışma oturumları, gazete yazıları vb. hepsini. Bunların içinde hiç, “işsizliğin nedenleri nelerdir?” -ya da buna benzer- bir söz duyamaz, okuyamazsınız. Çünkü işsizliğin nedeni bellidir(!) ve yatırım yapılmamasıdır. Çözüm de, hortumlara engel olup onları yatırımlara yöneltmektir.
İşsizliğin nedenlerinin irdelenmesi bu yazının kapsamı dışında olsa da hiç olmazsa ana başlıkların dahi verilmesi, bu bakış fıkaralığının derecesini anlatabilir. Bu nedenler* tek tek giderilmeden işleri ancak Tanrı yaratabilir.
Bu sayılanlar sadece başlıklardır. Bunların alt-nedenleri ve onların nedenleri (ilh.) giderek daha az sayıda kök-nedene bağlanır.
Bu nedenlerin her biri için yeteri sayı ve etkinlikte araç tanımlayan bir “İstihdam Politikası” bundan 18 yıl evvel hazırlanmış, bir süre uygulanmış ve sonra -herhalde daha kestirme yollar(!) düşünenler sayesinde- kenara bırakılmış ve bugünlere gelinmiştir.
Şimdilerde ümit yatırımlara ve o yolla tüm işsizlerimizi inşaat işçisi -ve sonra da türkücü- yapmaya bağlanmış görünüyor.
İşsizlikle mücadeledeki “araç yetersizliği” ile “süreç parçalanması” arasındaki sıkı bağlantı ise şudur: sayılan araçlara boş verilip yatırımlara ümit bağlanır ve o ümit de bitince işsizlerin yönelebileceği tek yer kalmaktadır: mevcut kamu kadroları.
İnsanımızın ortalama niteliğindeki sorunlar yüzünden zaten yetersiz hizmet veren kamu kadroları bir de işsizlerin baskısı altında kalınca, bir kişilik iş için birden fazla insan çalışmaya başlamıştır.
Bu insanlar şu nedenden dolayı süreçleri parçalamışlardır: Her süreç, içinde yer alanlarca yönetilmesi gereken kaynakları içerir. İşsiz iken kamuda iş verilen insanlar, yanıbaşlarında duran ve iş arkadaşının kullandığı -yönettiği- kaynakları gördüklerinde -hepsi değilse de- bir kısmı bundan pay almak isteyecektir. Bunun çaresi o süreci parçalayarak koparılan parçaya ait kaynağı yönetme durumuna geçmektir.
(2) Bütünleri ancak parçalayarak algılayabilme: Süreçlerin parçalanmasının ikinci nedeni ise bütünleri algılayamamak, süreçleri parçalayarak “ancak” algılayabilmektir. Neanderthal insan muhtemelen bu şekilde -ve gayet iyi niyetlerle- yok olmuştur.
Birbirinden farklı gibi görünenlerin aslında bir bütünün parçalanmaması gereken elementleri olduğunu farkedemeyen Neanderthal insanı, örneğin ısınmak, pişirmek ve vahşi hayvanlardan korunmak için ateş yakmanın bir bütün olduğunu kavrayamamış ve muhtemelen bu denli çok işle başa çıkamadığı için ya aç kalmış, ya soğuktan ya da vahşi hayvan saldırısından ölmüştür.
İstanbul’da “beyaz felâket” diye adlandırılan olayın görüldüğü gibi karla bir ilgisi yoktur. Parçalanarak un-ufak edilmiş ve bu yolla onları kontrol edenlerin algı ve tırtık -her anlamda- sınırları içine girmiş süreçler, kar ile birleşince “beyaz felaket”, trafikle birleşince “trafik canavarı”, depremle birleşince “doğal felâket”, kumar makinesi ile birleşince “kollu canavar” haline dönüşmektedir.
Bu yüzden lütfen “bizi yönetenler”e kızmayınız ve ilgili olduğunuz süreçleri parçalamayınız, parçalatmayınız.
10 Mart 2004
(*) İşsizlik tanımı içine girmeyenlerin işsiz sayılması / Gelir yetmezliğinin işsizliği de üreten daha temel bir sorun olduğunun anlaşılmamış oluşu / Bilimin toplum yaşamına egemen kılınamayışı / İşgücünün nitelik yetersizliği / İşgücü nitelikleriyle ihtiyaçların çakışmaması (mismatching) / Ürettiği katma değerden fazlasını tüketerek yaşama isteği / Çocuklarına nitelik kazandırma imkân ve bilinci yetersiz olanların hızlı, imkân ve bilinci yüksek olanların ise az çoğalması (çarpık nüfus artışı) / İcat (invention) ve yenileşimler (innovation)yoluyla yüksek katma değer üretemeyen, giderek düşük ücretlendirme yoluyla ayakta kalmaya çalışan sanayi / Teknolojik yenilenmeyi yapamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Kârlı çalışamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Girişimciliğin önündeki engeller / Kamunun haksız rekabeti / Verginin tabana yayılamayıp az sayıda kayıtlının üzerine binmesi nedeniyle rekabet gücü düşüklüğü ve istihdamdan kaçış / İşsizlik ithalâtı (lüks tüketim malları bu demektir) / Toplumsal değer ölçülerini şekillendiren öğelerin -medya, rol modelleri vbg- çalışmayı aşağılayan tutumları / Toplumun sorun çözme kabiliyetinin düşüklüğü / Kalabalık kamu kadroları / Yüksek enflasyon / Özel iş ve işçi bulma bürolarına (marriage bureau) izin vermeyen tekelcilik / Kamudaki israf / Tasarrufun en etkili gelir yaratma yolu olduğu bilincinin yaygınlaşmamış oluşu / Mevcut işleri korumak için sürekli zorlamaların işgücü esnekliğini azaltması nedeniyle istihdamdan kaçış / Erken emeklilik nedeniyle çalışanlar üzerindeki yük vd.
-
May 25 2012 e-devlet..
“Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir birlikte yaşama misyonu oluşturamadıktan sonra, e-devlet (ya da e-….) yolunda tanımlanabilecek projelerin başarı şansları nedir?
Örneklerden bir grubu e-devlet projeleridir.
Vatandaşlık kimlik numaranızı bulabilmek için http://tckimlik.nvi.gov.tr/pls/kimlik/kimlik adresine giriniz. Girenlerin en az yarısı “Girdiğiniz kriterlere uyan T.C. kimlik numarası bulunamadı. Nüfus kaydınızın doğruluğu için lütfen en yakın İlçe Nüfus Müdürlüğüne başvurunuz” şeklinde bir mesaj alacaktır (ben aldım).
Nitekim Gelirler Genel Müdürü aynen şöyle yakınıyor: “vatandaşlık kimlik numaraları ile vergi numaraları arasında uyum yok; yani, biz Ahmet’e vergi salacağız Mehmet’e tahakkuk edecek; vatandaşın devlete güveni sarsılacak!”
Bu uygulamanın, “vatandaşın işini kolaylaştırmak” amacı ile tanımlanmadığı, meraklı birkaç kamu girişimcisi bilişimcinin, e-devlet gazına gelerek ürettikleri amatör bir proje olduğu bellidir.
Belediyelerin e-devlet konusunda ödül alan uygulamaları var. Ödül işi madalyonun bir yüzüdür.
Diğer yüzü ise, aynı belediyelerin -birçok belediye gibi-, vatandaşın işini kolaylaştırma konusundaki olumsuz tutumudur. Bunun somut örneklerini bilenler bilir.
Böylece, uygulamada vatandaşın işlerini güçleştirme işlevi yapan bir belediye bunları bilişim desteği altında yaparsa ne olur?
Cevap: “Kaplanın kanatları olsaydı yapabileceği kötülüklerin sonu olmazdı-Çin Atasözü”
Bilişim giderek “bilgisayarlaşma-internetleşme” ile özdeşleşmeye başladı. Bunun yanlışlığına ve orta-uzun vadede Türkiye’yi bilişimin imkânlarından bütünüyle koparacağına dikkat edilmelidir.
Mevcut toplumsal yaşamımızı ve onun bir alt-kümesi olan devlet yapımızı, birkaç temel olmazsa olmaz üzerine oturtmaksızın, mevcut yapının bilgisayar ve internetle desteklenmesi, işi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir. Çünkü bir süre sonra, kimsenin hikmetinden sual edemeyeceği yeni bir “taraf”, bilgisayar yazılımları ortaya çıkacaktır.
“Vallahi çok haklısınız ama bilgisayar böyle diyor” kalıbı şimdiden yavaş yavaş duyulmaktadır. Nitekim, yaptığı atamaların uygunsuzluğundan yakınan memur adaylarına bir kamu görevlisi aynen böyle diyordu: “Kesinlikle bir uygunsuzluk olamaz, bütün atamalar bilgisayarla yapılmıştır“. İleride, bu tür yakınmaların çoğalması olasılığına karşı bilgisayar yazılımları da aynen kamu görevlisi statüsüne kavuşturulunca, “vazife başında bilgisayara hakaret“ten mahkemeye düşecek binlerce insanı şimdiden görebiliyorum.
Şaka bir yana, e-devlet uygulamalarının, üzerine oturması gereken olmazsa olmazlardan birisi, uygulamalardaki süreç parçalanmalarının [1] giderilmesidir. Bunun yapılması ise, bu parçalanmaya yol açan başlıca nedenin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. O neden, “Kalabalık Kamu Kadroları” gerçeğidir. Bu gerçeğin altında ise, bürokrasi-politika-akademi-iş yaşamı dörtgeninin, “iş yaratma teknolojileri” konusundaki başarısızlığı ve -halen devam eden- aymazlığı yatmaktadır.
İkinci olmazsa olmaz, toplumumuzun -tabii bu arada devleti oluşturan görevlilerin- değer yargıları içine karışmış bulunan zihinsel virüslerin (https://tinaztitiz.com/3624/zihinsel-virusler/) bilinmesi ve tedavülden kaldırılmasıdır.
İşte bilişim bu iki noktada son derece değerli işlevler görebilecek çok değerli bir araçtır.
Yeter ki bilişimi, yalın düşünmenin, doğru sorular sormanın, yaşamı birbirine kolaylaştırmanın ya da daha yalın olarak “sorunları bilgiyle çözme“nin bir aracı olarak anlamaya ve bilgisayar ve interneti de bunun araçları içinden -en önemli olmayan- birisi olarak görmeye başlayalım. Bilişim, bilgisayar ve internetle özdeşleştirilerek bilgisayar yazılım ve donanım satışlarının artırılmasına hizmet etmeyle sınırlı tutulamayacak kadar önemli olan bu işlevleri üstlenecek mi üstlenmeyecek mi?
Bunu anlamak için acaba bu çağı da mı ıskalamalıyız?
Perşembe 25 Aralık 2003
[1] Bir süreç birden fazla kişi ya da birim arasında paylaştırılarak yapıldığında her kişi ya da birim yalnızca kendi iş parçasından sorumlu hale gelir ve sürecin bütünü görünmez hale gelebilir.
Eğer;
- Kişilerin ya da birimlerin işleri tanımlanmış, ama bunların, içinde yer aldıkları süreçler tanımlanmamış ise veya
- İşler ve süreçler tanımlanmış, ama görevli kişiler, bir amaca yönelik olarak birlikte hareket eden, kimilerinin üstünlüklerinden yararlanırken bazılarının eksiklerini kapatabilen bir “takım” oluşturmamış iseler
bu gibi hallerde ilginç bir durum ortaya çıkar: kişiler işlerini yapmış olurlar, fakat bu işlerden oluşan sürece ait sonuçlar ya “zamanında” ve/ya “tam” elde edilemezler. Bu tür süreçlere “parçalanmış” denilebilir.
-
May 25 2012 Trilyon dolarlık kaynaklar..Eyvah!
Medyada ve özellikle de internet’te son zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı da kesindir.
Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.
Ülkemizin bütün önemli konularında son söz sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra, mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz, bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi olması işten bile değildir.
Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını, benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım. Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya dışından gelmiş birileri yapabilirdi.
Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.
- Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının (görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının %40’larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr).
- Bir “rezerve sahip olmak” ile onun “içerdiği değere sahip olmak” arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki farktan daha keskindir. “İçerdiği değere sahip olmak“, o kaynağın fiyatını belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
- Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o teknolojilere biz sahip değiliz.
- Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle vakidir.
- Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan “kayaç gözenekleri içindeki katı petrol” varlığı açısından da zenginiz. Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde oturuyoruz.
- İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
- Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtaldıkça bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay anlaşılabilir.
- Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs’ye sahip olurlarsa olsunlar “yığınlar” mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur, kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz konusu olamaz.
- Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret, yığındakilerin onları “hayalci” olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur. Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini yeter saymak gerekir.
- Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her gün yeniden anlamaya ve böylece “büyük resmi”i görmeye çalışmaktır. Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
- Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
- Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte, potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
- Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları bu yolda kullanma kavgası veriyor.
- Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç “kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz” politikası binerse, bu potansiyelden aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak’ın başına gelen ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey yoktur.
- Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and liabilities) konsolide biçimde bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış “mümkün olabilir”. Neo ancak böyle başarılı olabilir!
22 Aralık 2003
-
May 25 2012 Bilim yandaşlarına açık mektup..
İçinde boğulduğumuz sorunlarla başa çıkabilme yolunun bilim olduğuna inanmış bilim yandaşı dostlarım,
Size bu mektubu, bilimi toplum yaşamında bir yol gösterici kılma yolundaki çabalarınıza katkıda bulunabilme amacıyla yazıyorum.
Toplumumuzu oluşturan bireylerin zihinsel kabiliyetleri ve bilgi-beceri düzeyleri kuşkusuz geniş bir alana dağılmıştır. Dolayısıyla da “bilimi gerçek bir yol gösterici kılmak” amacı, dağınık bir yeterlikler uzayında pek kolay gerçekleştirilebilir görünmüyor.
Bu güçlüğün, az sayıda “temel yol gösterici ilke“nin belirlenip, bunların da çeşitli toplum kesimlerinin yeterlik düzeyleri ve ilgi alanlarına göre yaygınlaştırılmasıyla önemli ölçüde aşılabileceğini -daha doğrusu eğer aşılabilecekse ancak bu yolla mümkün olabileceğini- düşünüyorum.
Nitekim, yüksek düzeyli sembolizasyonlar kümesi olan dinlerin yaygınlaştırılmasında da benzer bir yöntem -örneğin on emir- kullanılmaktadır.
Bilim bağlamında bu “az sayıda temel yol gösterici ilke“nin neler olabileceği konusu bilim dünyasının işidir. Ama bu ilkelerin kullanıcılarının neredeyse tamamı bilim dünyası dışındadır. Bu nedenle de ilkelerin, bu ihtiyaç sahiplerinin gereksinimlerine dikkat edilerek formüle edilmesi doğru bir yaklaşım gibi görünüyor.
Bu basit düşüncenin ışığı altında, küçük bir çalışma grubunca formüle edilmiş bir “temel yol gösterici ilkeler” önerisini sizin dikkatinize getirmeyi düşündüm.
Sizlerden ricam -eğer bu yaklaşımı benimser iseniz-, bu ilkelerin ya da daha geliştirilmiş biçimlerinin toplum kesimlerine yaygınlaştırılması, daha da doğru bir deyimle “yaşam pratikleri içine sokulması” yolunda imkânlarınızı harekete geçirmenizdir.
Bunu yap(a)madığımız takdirde, çok çok küçük bir bilim insanları grubu ile, toplumun çok büyük bir kesimi arasında -aynen şimdi olduğu gibi- hiçbir anlamlı ilişki kalmayacak, geniş kesimlerdeki insanlar akıl dışılık araçlarıyla yaşamlarını kolaylaştırmaya, sürdürmeye devam edeceklerdir. Büyücü ve benzer meslek sahipleri bu anlamda sorunun kaynaklarını göstermesi açısından yararlı bir işlev yapmaktadırlar. Bilimin yaşam kolaylaştırıcı pratiklerinden nasibini alamayan sıradan insanlar büyücülere yöneliyor. Bugüne kadarki pratiğin özeti de zaten bu olmuştur.
Bilim özgün (yerel) sorunların açıklanması ve çözülmesiyle ilgilenmedikçe ve de o sorunlara muhatap durumdaki kesimleri ilgilendiremedikçe, yayın sıralamasında birinci sıraya çıksa da bu ancak, bu toplumun kaynaklarıyla başka toplumların özgün sorunlarına katkı yapılıyor demek olacaktır. Bilim insanlarının bu yalın gerçeği görebilmesi gerekiyor.
Sözünü ettiğim küçük çalışma grubunun, geliştirilmek amacıyla önerdiği “temel yol gösterici ilkeler”i dikkatinize sunarım. Saygılarımla.
(“Eğer insanlarımızın bilim hakkında ~10 şey bilmesi “iyi” olsaydı bunlar neler olurdu?” sorusuna verilen yanıtların derlemesi.. 08.07.2009)
A. Kendini bilmek
(1)Kendi beden ve ruh bütününün yapısı ve ihtiyaçlarının bilinci.
(Beden ve ruh bütünü ile o bütüne verilmiş olan ömrün kullanım aracı olan zamanın, evrenin bir modeli olduğunun; bütün zenginlikleri içinde barındırdığının; beden, ruh ve zaman iyi kullanılabildiği takdirde bir maddi ve manevi zenginlik sağlama aracı olduğunun bilincinde olmak.)
(2)Tüm varlıkların ortak özelliğinin yüksek öğrenebilme yeteneği olduğu bilinci.
(İnsan –eğer öğrenmek isterse- çevresindeki en olmaz şeyleri dahi bu amacı yolunda kullanabilir.)
B. Görecelik
Tek, değişmez ve nihai bir doğru ya da gerçeğin bulunmadığı; her şeyin -doğruluk/yanlışlık, iyilik/kötülük, güzellik/çirkinlik- kabul edilen referanslara göre değişebileceği bilinci.
(Bu anlamda değişmeyeceği söylenebilecek tek doğru, olsa olsa, bilimin tahminleri ve hatta kendi yöntemlerinin ve yapısının zamanla değişebileceğidir. Olmaz olmaz. Her şey mümkündür.
İnsanın algılayan ve anlam veren bir yaratık olduğu ve bu anlam vermede herkesin kullandığı ‘zemin’in doğal olarak farklı olduğu ve bu nedenle insanların farklı düşünce ve duygular içinde olmasının kaçınılmaz olduğu bilinci. )
C. Eko-sistem zinciri
(1)Herşey, enerjinin bir şekle bürünmüş halidir. Nerede bir enerji varsa orada bir yaşam formu oluşur.
(Bütün bu formlar, birbirini kullanan bir zincir oluşturur. Bu ekolojik zincirden bir bakla dahi çıkarılsa zincir kopar; doğacak ardışık sonuçlar baklayı koparanı da yok eder. Kısacası, doğa kendine uymayanı eler.)
(2)Entropy yasası.
Her şey düzensizliği artıracak şekilde gelişir. “Az çoktur (less is more)”, düzensizliği daha yavaş artırmanın çaresidir.
(Bireysel yaşamdan, aile ve toplum yaşamına kadar uzanan geniş alandaki refah ve buna bağlı mutlulukların bir öğesi “az çoktur” ilkesi olabilir.
Kişinin kendisi ve çevresinin –her türlü çevrenin- çıkarlarını, entropy’i en az artıracak şekilde uzlaştırmasının en iyi yolu ise –kendine, başkasına ve hiçbir şeye- “zarar vermeme” ilkesidir.
(3)Lavoisier yasası.
(Yoktan var etmek Tanrıya mahsustur )
D. Değişim
(1) Sistemler, değişimlere karşı dengelerini korumak eğilimindedir
Canlı ya da cansız, bireysel ya da toplumsal tüm sistemler içinde bulundukları durumu değiştirebilecek etkilere karşı koyarlar.
(2)Küçük değişimlerin etkileri çok büyük olabilir ya da “kelebek etkisi (butterfly effect)”
E. Sorun çözme
(1) Nedensiz sonuç olmaz
Her sonucun en az bir nedeni, o nedenlerin de en az birer nedenleri ve ilh. olabilir. Başlangıçta sonuç olan, bir süre sonra neden haline gelebilir ve böylece neden ile sonuç dönüşümlü olarak birbirlerini besleyebilirler. Sosyal olaylar genellikle böyle gelişirler ve neyin neden, neyin sonuç olduğu tartışmalı hale gelebilir.
(2) Doğru sorular cevaplar için anahtardır.
Sorunlar, onlar hakkında doğru sorular sorarak çözülebilir. Doğru sorular ise ancak dili iyi kullanarak tasarımlanabilir.
(3) Sorunlar da maddeler gibi elementlerden oluşur. Bunun kimyasını bilmeksizin sorunlar çözülemez.
Onlara ancak onlara yol açan nedenler ortadan kaldırılabilir; sorunlar çözülmedikçe, diğer sorunlarla birleşme yoluyla yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler; belirli koşullar altında geçerli olabilen çözümler, değişik koşullar altında çözüm olmayabilir, hatta yeni sorunlar yaratabilirler)
(4) Yalnızca bir tane desteklenmemiş varsayımla dahi kanıtlanamayacak hiçbir şey yoktur.
(Peşpeşe dizili birkaç varsayımla ise akla gelebilecek tüm senaryolar mümkün hale gelir)
(5) Liebig’in minimum yasası
(Bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler.)
(6) Zihinsel duruluk
Bedensel temizlik kadar önemlidir, hattâ daha da önemlidir. Bilgiçlik uğruna belleği, birbiriyle bağlantısı zayıf ya da yapay ve de sorgulama dışı bırakılması koşullandırılan bilgilerle yüklemek, bu büyük hediyeye karşı işlenebilecek bir suç ve günahtır.
F. Birlikte yaşama
(1) Aslolan özgürlüktür; müdahale (kısıtlama) ancak aklın yol göstericiliğinde ve toplumsal uzlaşı ile belirlenir.
(2) Her bilinç düzeyindeki canlının yaşam hakları, daha bilinçli canlıların sorumluluğunu oluşturur.
-
May 25 2012 Ücret kargaşası nasıl önlenebilir?
Şikayetleri gruplayalım..
Ücret şikayetlerini, özellikle de kamu kesimindekileri birkaç grupta toplamak mümkündür:
- Yaşamak istediği hayat standartı için geliri yeterli olmayanların şikayetleri (hemen herkes),
- Kendini mukayese ettiği kişiler / kesimler dolayısıyla gelirinden şikayet edenler -ki bunlar da ikiye ayrılır-:
(a) Ücretini hak etmemekle birlikte, başka hak etmeyenlerin de varlığına dayanarak şikayet edenler
(b) Ücretinin karşılığından fazlasını verdiği, objektif ölçülere göre sabit olup da şikayet edenler
Bu üç grup içinde ilk ikisinin şikayetlerini karşılamak oldukça kolaydır. Toplum olarak zenginleştikçe, düşlediğimiz yaşam düzeyine yaklaşacağımız tabiidir.
Bu ise, daha çok ürettikçe olabilecek bir iştir. Daha çok üretebilmenin koşulları da bellidir. Bu koşulların bağırmakla gerçekleşmesi imkansızdır.
Dolayısıyla bu bağlamda sızıldanmanın fazla bir anlamı yoktur.
İkinci grup için ise bu kadar dahi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. Yalnızca, “kötü örnek örnek alınamaz” demek yeterlidir.
Böylece şikayetlerin %66.6’sını karşılamış olmakta, geriye sadece %33.3’lük gibi bir azınlığın (!) şikayetleri kalmaktadır. Ancak ne var ki bu azınlık, sesine çok kulak verilmesi gereken bir azınlık olup genellikle sesi pek çıkmayan, kamu kesiminin ürettiği her ne yararlı iş varsa onları üreten bir azınlıktır.
Bir azınlığın ücret sorunu gibi görünen sorun aslında, Türkiye’mizin birçok farklı görünümlü sorununun kıyafet değiştirmiş bir bileşkesidir.
Ürettiğinin karşılığını almak..
“Ürettiğinin -toplumun zenginlik sınırları içinde- karşılığını alamamak” şeklinde formüle edilebilecek bu sorunun çözülebilmesi için, soruna nelerin yol açtığına bakılmalıdır. Aksi halde sorun, “filan genel müdürün haksevmezliği” veya “baba’nın çalışanlara sahip çıkmayışı” gibi gerçekle ilişiği bulunmayan biçimlere bürünebilir ve bürünmüştür bile.
Bu nedenlerin hangisinin öbüründen daha önemli olduğu konusu biraz karışıktır. Dolayısıyla, bu sebepleri -hiç olmazsa başlangıçta- eşit önemde saymak daha doğrudur. Kanımızca, yukarıdaki şekilde formüle edilen soruna ait gerçekler şunlardır:
(a) Ücret tanımındaki karışıklık
Üzerinde bu denli yoğun şikayet bulunan “ücret”in tanımı konusunda, ülkemizde inanılması güç bir karışıklık vardır.
Bir kısım vatandaşımız ücretin, devletin kendilerine ödemesi gereken ve yaptıkları ya da yapmadıkları işlerle ilgisi olmayan zorunlu bir ödeme olduğuna inanmaktadırlar.
Bir diğer kısım ise ücreti, yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenen TL cinsinden bir bedel olduğunu, bunun dışındaki ödentilerin (adına yanlış olarak sosyal hak denilmektedir) ise ücret sayılamayacağını düşünmektedirler.
Bir başka grup insanımız ise ücretin, örgütlerinin gücü ile orantılı olarak alınabilecek bir karşılık olduğunu savunurken, çok ufak bir azınlık da ücretin, işgücü piyasasına arz ettikleri akli ve/ya bedeni emeğin, arz-talep dengesi içindeki karşılığı olduğunun bilincindedir.
Ancak her ne olursa olsun ücretin tanımı konusunda sağlıklı bir fikir birlikteliği yoktur. İnanmayanlar, rastgele 10 kişiye ücretin tanımını sorup, alacakları cevaplardan şaşkalabilirler.
(b)Ücret verenler için de karışık tanım
(a) şıkkında belirtilen kavram kargaşası yalnız ücret alanlar için değil, ücret verenler için de geçerlidir.
Buna inanmayanlar da 1475 sayılı iş yasasındaki “ücret” tanımına bakabilirler.
(c)Ücret düzeyi ve ücret yapısı
Ücret sorunları ile ilgilenenlerin ne kadarının “ücret düzeyi” ve “ücret yapısı” kavramları gibi iki anahtar kavram hakkında doğru bilgi sahibi olduğu da şüphe götürür.
Bu da ikinci bir eksiklik olup inanmayanlar bunu da test edebilirler*.
(d) Gelir yetmezliği: Kök sorun
Şikayetlerin büyük bir bölümü, adına “Gelir Yetmezliği” denilebilecek olan ve enflasyondan tüketim ahlakı yetmezliğine, beceri yetersizliğinden hızlı nüfus artışına kadar yayılan geniş bir sorunlar yelpazesinden kaynaklanmaktadır.
Ortalama gelir düzeyi düşük, harcama konusundaki motivasyon yüksek oldukça bu sıkıntılar azalmayacak, aksine artacaktır.
(e)Enflasyon= Kemirgen
Enflasyon, ücretleri kemiren -ve büyük parçalar koparan- bir etkendir.
Enflasyon, toplumun az üretip, ondan daha çok tüketmesinden kaynaklanmaktadır.
Hal böyle iken, birçok sektörde “en az enflasyon oranında zam yapmak”, genel kabul gören bir uygulama haline gelmiştir.
Bu ise, bazı kesimlerin enflasyondan korunurken (kısmen, tamamen ya da fazlasıyla), bazı kesimlerin ise bu yükü olduğundan daha ağır olarak taşımalarına yol açmaktadır.
Enflasyonun kendisi haksızlıktır. Ama bu haksızlığın haksız biçimde dağılımı, haksızlığı ortadan kaldırmamakta aksine daha da büyütmektedir.
(f)Kalabalık kamu kadroları
Kamu kadrolarının gereğinden fazla kalabalık olması, bu kesimde çalışanların ücretlerini düşüren en önemli etkendir.
Kalabalık kamu kadrolarının başlıca sebepleri ise, adına İş Yaratma teknolojisi denilebilecek metodların uygulanması için çalışmak yerine, işsizliğe karşı kolay bir önlem (!) olarak kamuya ek personel almak ve ikinci olarak da özel girişimcilerin yapmaları gereken işleri (ayakkabı, bez, tuz ve süt üretiminden temizlik ve taşıma hizmetlerine kadar) kamunun yapmaya “kalkışması” dır.
“Doğru sistem kuramamak” gibi başka nedenler varsa da ilk iki sebep zaten yeterlidir.
(g)Yoz siyaset anlayışı
Mevcut siyaset anlayışımız ve buna dayalı örgütlenme (ki hepsine birden yanlış siyaset anlayışı denilebilir), ücretlerin, teknik bir hesaplama işi olmaktan çıkıp, “birilerinin birilerine haksız çıkar sağlama yarışı” na dönüşmesine yol açmıştır.
Örneğin sözleşmeli personel uygulamasının dejenere edilerek, kollanmak istenilen personele bol keseden dağıtılması, işini dürüstçe yapan insanların dolaylı olarak cezalandırılmasına yol açmıştır.
(h)Müktesep hak
Her ne şekilde olursa olsun bir defa alınan ücretin derhal müktesep hak haline gelmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmiştir.
(i) Gereksiz korumacılık
Belirli sektörlerdeki gereksiz korumacılık, o sektörlerdeki ücretlerin olması gerekenin üstüne çıkmasına ve onun da başka sektörler için “belirleyici” olmasına yol açmıştır.
(j) Zam için manivela
Belirli sektörler, işçi ücretlerini bir manivela olarak kullanmakta ve ürettikleri malların fiyatlarına bu yolla aşırı zam yapmaktadırlar.
Ürün maliyeti içindeki işçilik payı örneğin %10 olan bir malı üreten özel sektör kuruluşu, işçisine toplu sözleşmede %150 zam yapmakta, ondan sonra da bunu bahane ederek ürün fiyatına yüksek oranda zam yapabilmektedir.
Piyasa ücret yapısını bozan bu uygulama son derece yaygındır.
(k) Yapıyı bozan ekler
Tazminat, ek ödeme, yan ödeme vs gibi adlar altında ödenen ve güya belirli bir kesimin diğerlerine göre mağduriyetini önleyeceği sanılan acayiplikler tek sonuç vermektedir: Genel ücret yapısının daha da bozulması!
(l)”e şit işe eşit ücret” nedir ne değildir?
Hemen herkesin ağzında (özellikle de en çok çiğneyenlerin ağzında) slogan olmuş “eşit işe eşit ücret” in ne demek olduğunda büyük bir kavram kargaşası vardır.
Bir kesim (çoğunluk), “eşit iş” derken, gerçekten birbirinin aynı olan işleri anlarken, çok küçük bir azınlık ise “iş değerlemesi yöntemi uygulanarak bulunan ağırlık puanlarının eşit olduğu işler” i anlayabilmektedir.
(m) Söke söke almak!?
“Söke söke alırız” inancı, ücret yapısı deformasyonunun önemli bir nedenidir.
Toplu pazarlıklarda ücret zammını gerçekten “söke söke” alanların cebinden, enflasyonun “usulca” geriye aldığı zamlar, daha az “sökme” (her ne demekse) gücüne gücüne sahip olanları mağdur etmektedir.
Toplu pazarlığın bir ilkesi serbest pazarlık ise, onun ayrılmaz ikizi de serbest rekabet olmalıdır. Çoğu tekel durumunda olan kamu kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerdeki tekelcilik, bu “sökme” işini, tek taraflı bir eylem haline getirmektedir.
Bu genel gerçeklerin dışında, “genel ücret yapısı” ndaki sorunlar şu özel nedenlerden de beslenmektedir:
(n) İlke eksikleri
657 sayılı Devlet Personel Yasası, toplumumuzun uygulayamadığı bazı ilkelerinden dolayı, kamu personeli ücretlerini bir haksızlıklar manzumesine dönüştürmüştür.
Adına, “Başarı Değerlemesi” (Merit Rating) denilen ve ölçülmesi güç işlere (çoğu kamu hizmetleri böyledir) uygulanan metodun, kamu yöneticilerinin çoğunluğunca bilinmeyişi veya uygulanmayışı ya da uygulanamayışı ve bunun yerine bambaşka ölçülerin kullanılması, kamu personeli ücret yapısını önemli ölçüde bozan etkenlerden birisidir.
(o) Kurtuluş ünvanda görülünce..
657 sayılı yasanın öngördüğü ücret modelinde ücretin, ancak “yüksek ünvan” ile mümkün olabilmesi, zorlamayla birçok anlamsız ünvanın ve dolayısıyla da ücret bileşeninin doğmasına neden olmuştur.
(p) Beceri kazandırma sistemi
Kamu personelinin yapmakla yükümlü oldukları işlere uygun nitelikler edinmelerini sağlayabilecek bir “Beceri Kazandırma Sistemi”nin yokluğu, ücretlerin nitelik ve liyakata değil, amirine yaranma, iktidar partilerine yakın olma (veya görünme) gibi unsurlarca etkilenmesine ve sonuçta da ücret yapısının bozulmasına yol açmıştır.
(q) Sözleşmeli statü
Başlangıçta, ancak çok az sayıdaki üst düzey görevlisine “teminindeki güçlük” ücretini verebilmek amacıyla çıkarılan sözleşmeli personel uygulamasının kısa sürede dejenere edilip yaygınlaştırılması, müdüründen çok maaş alan sekreter ve şoförleri yaratmıştır.
(r) Sendikalı ve sendikasız yanyana..
Aynı kuruluş içinde, benzer görevleri yapan kişilerin bir bölümünün sendikalı bir bölümünün sendikasız oluşu önemli bir çelişkidir.
Tanım itibariyle serbest pazarlık, serbest rekabete açık işler için uygulanabilir. Rekabeti olmayan işlerde (örneğin köy hizmetleri, sağlık hizmetleri ya da belediyelerin temizlik işlerinde), bir kısım personelin serbest pazarlık imkanına sahip olmasının, sonuçta farklı ücret alan “eşit işler(!)” yaratması kaçınılmazdır.
Bunun sebebi de bu tür hizmetlerin, “hizmet satınalma” yoluyla değil “kamu görevlisi” eliyle yapılmasıdır.
Bu tablonun çıkış yolu var mıdır?
Tabii ki vardır: Bunlardan en kolayı, tüm kamu görevlilerinin ücretlerini mesela 20 milyon TL’den başlatmaktır. Böyle bir çözüm aslında işsizlik meselesine de büyük katkıda bulunacaktır. Her kamu görevlisi asgari bir kişi tutup işini (yapılacak bir iş varsa) ona yaptıracak, kendisi de bilgi ve becerisini kullanabileceği daha yararlı hizmetler üretecektir.
Böyle bir çözümün uygulandığı ilk pazartesi günü işe gelen olursa bu çözüm pekala yürütülebilir.
Ancak bu çözümün uygulanmasında bazı pratik güçlükler vardır. Örneğin T.C. bütçesinin 900 trilyon kadar olması gereği filan gibi!
Başka çözüm var mıdır?
Pek hoş görünmese ve kısa sürede şikayetleri dindiremese de çözüm, yukarıda başlıcaları sayılan yanlışları ortadan kaldıracak bir “paket”in uygulanmasıdır.
Yapılmaması gereken ise birçok şey olabilir. Ama bunlar içinde bir tanesinden özenle kaçınmak gerekir: O da sistemin orasına burasına yama yapmaktır. Yani, en fazla bağıran kesime yeni bir ad altında (tazminat vs gibi) bir ödeme yapmak, daha sonra en fazla bağıran kesime aynı hakkı tanımak ve bu yolla vakit geçirip, sorunu daha da büyüterek ileriye taşımak!
Tabii bir başka (ve belki de en etkili) çözüm de, işlerin güçlüğü ile ücretlerini tam ters orantılı hale getirmeye devam etmek ve sonuçta herkesin birer trilyonluk maaşlarıyla ekmek alamayacak hale gelmesini görmek ve ancak ondan sonra yukarıdaki “paket” çözümü uygulamaya mecbur kalmaktır.
Yeni bir ücret sistemi..
Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.
Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir.
Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:
– Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?
– İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?
– Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?
– Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?
– Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?
– “Yalnız talep” e göre belirlenen sistem midir?
– “Yalnız arz” a göre oluşan sistem midir?
– Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?
Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.
Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.
Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler” in etkisinde kalmaya devam edecektir.
Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları” içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.
Bu “duyarlık alanı” , bizim insan niteliği dokumuz ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.
İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem” dir ve o da çok güç dejenere edilebilir.
Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.
O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir.
Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.
Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi” dir.
Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:
(1). Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.
(2). “Ünvan” ile “ücret” arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.
Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.
Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme” eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.
Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.
İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.
Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.
Vazgeçilmez bir ön koşul: İş yaratmak!
O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.
İkinci ön koşul: İki ilkenin benimsenmesi
Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş” olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:
İlke 1– Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.
Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.
İlke 2– Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.
Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.
Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.
Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.
Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları” ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.
21 Eylül 2001
-
May 25 2012 Kimler nelerden korkuyor?
1. Çocuklar;
1.1. anne, baba ya da öğretmen dayağından,
1.2. ailesi olanlar kaybetmekten, olmayanlar sokağın tehlikelerinden,
2. Gençler;
2.1. bir okula girememekten,
2.2. girenler bitirememekten,
2.3. bitirenler iş bulamamaktan,
2.4. iş bulanlar kaybetmekten,
2.5. askerde Güneydoğu’ya gitmekten veya çatışmalarda sakat kalmak ya da ölmekten,
3. Ana babalar,
3.1. gençlerin korktuklarından,
4. Kamu personeli;
4.1. özelleştirme nedeniyle işsiz kalmaktan,
4.2. işini tam yapabilmesi için sahip olması gereken eğitime sahip olmamaktan,
4.3. işini tam yapanlar partizanlığa kurban gitmekten,
4.4. mafyanın tekerine çomak sokmaktan,
5. Kamu yöneticisi;
5.1. siyasal nedenlerle itilip kakılmaktan,
6. Savcı ve hakim;
6.1. siyasal baskıdan,
6.2. yansız kararlarına karşı güvenlikte olamamaktan,
6.3. mafyadan,
7. İşsizler;
7.1. iş bulamamaktan,
8. İşi olanlar;
8.1. kaybetmekten,
9. Geçici işçiler;
9.1. kadroya geçememekten,
10. Sokaktaki insan;
10.1. devlet dairesine bir işi düşüp hırpalanmaktan,
10.2. medyanın, şiddeti övmesi ve cinsellik sömürüsü yapması nedeniyle değer ölçülerinin aşınmasından,
10.3. suçu kanıtlanmadan suçlu muamelesi görmekten,
10.4. ruh sağlığı bozuk insan sayısının çokluğundan,
10.5. yargıda hakkının teslim edilmeyeceğinden,
10.6. kent teröründen,
10.7. rastgele dahi olsa içine dahil olacağı bir anlaşmazlıkta hakkını koruyamayacağından,
10.8. mevcut yasaların yansız uygulanmayacağından,
10.9. tüketici olarak kandırılmaktan,
10.10. üretici olarak peşin hükümle ahlaksız olarak damgalanmaktan,
10.11. medyanın yargısız infazlarına hedef olmaktan,
10.12. askeri darbelerden,
10.13. hastalanıp hastaneye alınmamaktan, alınırsa ehliyetsiz ellerde kalıp ölmekten, alınır ve iyileşirse bu defa da rehin alınıp çıkamamaktan,
10.14. yaşlanınca ortada kalmaktan,
10.15. polisten,
11. Polisler;
11.1. terörden,
11.2. yapması istenen tehlikeli görev için eğitilmemiş olmaktan,
11.3. amirlerinden,
11.4. polisten,
12. Milletvekili;
12.1. doğruları söylediğinde parti lideri ve arkadaşlarının tepkisinden,
12.2. doğruları yaptığında, seçmeninin beklentisine cevap vermemiş olmaktan,
13. Bakanlar;
13.1. milletvekillerinden,
14. Başbakan;
14.1. bakanların itaatsizliğinden,
14.2. cumhurbaşkanından
15. Cumhurbaşkanı;
15.1. askeri darbelerden,
16. Askerler;
16.1. sivillerin işleri çıkmaza sürükleyip kendilerinden darbe beklemelerinden,
16.2. işleri düzeltmek için darbe yapıp daha da berbat etmekten,
16.3. sonra da hem başarısız hem de darbeci olarak aşağılanmaktan,
17. Girişimci;
17.1. bürokrasiden, rüşvet istenmesinden, şikayetlerini dinletememekten,
17.2. fırsat eşitsizliğinden,
17.3. devletin her gün kural değiştirip onu güç durumda bırakacağından,
17.4. sermayesini enflasyona karşı koruyamamaktan,
17.5. rekabet gücünün düşüklüğünden ve bu nedenle de Gümrük Birliği’nden,
17.6. gümrüklere işinin düşebileceğinden,
17.7. borçlarını ödeyememekten,
17.8. yeni borç bulamayacağından,
17.9. işçi sendikasının üretimini baltalayacağından,
18. İşçi sendikası;
18.1. patronun, işçi haklarını çiğneyeceğinden
19. Para sahibi;
19.1. enflasyondan,
20. Kiracı;
20.1. kirayı ödeyememekten ya da atılmaktan,
21. Mal sahibi;
21.1. kirasını alamamaktan ya da gerektiğinde kiracısını çıkaramamaktan,
22. Kadınlar;
22.1.koca dayağından,
23. Erkekler;
23.1. ailelerini geçindirememekten,
24. Kadın ve erkekler;
24.1. ihanete uğramaktan,
24.2. terkedilip ortada kalmaktan,
24.3. çocuklarını iyi yetiştirememekten,
25. Aydın;
25.1. düşüncesini ifade etmekten,
26. Devlet;
26.1. aydının düşüncesini ifade edip düzeni sarsacağından,
27. Öğrenciler;
27.1. basmakalıp bilgileri yeterince ezberleyememekten,
27.2. elemeyi hedef almış sınavlardan,
28. Öğretmenler;
28.1. basmakalıp bilgileri iyice ezberletememekten,
28.2. maaşlarının ay sonuna kadar yetmemesinden,
29. Aleviler sünnilerden,
30. Kürtler Türk milliyetçiliğinden,
31. Türkler Kürt milliyetçiliğinden,
32. Milliyetçiler evrensellik akımlarından,
33. Evrenselliği savunanlar milliyetçilikten,
34. Laikler şeriatçılardan,
35. Dindarlar yobaz sayılmaktan,
36. Laikler dinsiz yerine koyulmaktan,
37. Devlet, mozayiğimizi oluşturan tüm etnik ve dini kimliklerden,
38. ve bunların tümü bizatihi korkularından korkmaktadırlar.
Bunlar, toplumumuzu oluşturan kimi kesimlerin bir bölüm korkularıdır. Aransa daha niceleri bulunabilir. Ama yukarıdaki liste, bu kadarıyla dahi, toplumumuzun nasıl bir “korku iklimi” içinde yaşadığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Bu tür yoğun korkular içinde yaşayan insanların tüm davranışlarına, bu korkuları telafi etmek üzere akli ya da akıl dışı önlemlerin yansıyacağını tahmin etmek güç değildir. Örneğin, toplumumuzun süratle silahlanması, fiziki korkularına karşı bir telafi eğilimi değil midir?
Buradan önemli bir yargıya varmak mümkündür: devlet, korkmama iklimi yaratmalı ve korumalı, bunun dışında hiçbir işe karışmamalıdır!
Çıkarsanacak ikinci sonuç ise devletin başlıca işlevine ilişkindir: Türkiye’de tüm siyasi ve diğer sivil toplum çalışmaları, “korkmama iklimi”nin oluşumuna katkıda bulunacak şekilde misyonlarını yeniden tanımlamalıdır. Hatta denilebilir ki, sadece bu misyon çerçevesinde bir siyasal harekete ihtiyaç vardır. İster mevcutlardan birisi bunu benimsesin, isterse yeniden kurulsun!
Pazartesi, 12 Şubat 1996
-
May 25 2012 Demokrasi, kalite, erozyon ve pilav lezzeti..
Bir bilmece..
Birbiriyle ilişki kurulması güç dört kavram bulunması istenilse, acaba başlıktaki dörtlüden daha iyisi bulunabilir mi?
Amerikan bilmecelerinin yanıtlarında olduğu gibi, “hepsi dondurulamaz”, “hiçbiri fakirleri ilgilendirmez” gibisinden laf cambazlıkları bir yana bırakılırsa, ilişkisizlik testi açısından her halde bu dörtlü epey iyidir.
İlişki bulma yolunda daha fazla kurcalama yapmadan önce, pilavın lezzeti ile o lezzeti oluşturan girdiler arasındaki bağlantıya bir göz atmakta yarar vardır.
Bu satırların yazarınca 1994 yılında yazılmış bir yazıdan kimi alıntılar..
«Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır. Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.
Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.
İnsan hakları (onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları) veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.
Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi“dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.
“Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.
Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.
Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.
Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.
Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir. Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.
Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.
“Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir??…»
Talip olan ödemeli..
Aralarında bağlantı yokmuş gibi görünen bu dört kavram arasındaki bağlaç, “soyut lezzet isteyen, onun somut girdilerini sağlamalıdır” biçiminde özetlenebilecek bir yargıdır.
Aydınlarımızın önemli bir bölümünün, her sorunun çözümü olarak “bütün kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasi”yi -yani lezzeti- önermeleri, doğru bir önermenin yanlış kullanımına en iyi örneklerden birisidir.
Pilav lezzeti ve demokrasi arasındaki bu bağlantı, son yılların gözde kavramlarından “kalite” ve “erozyon” için de geçerlidir.
Kalite ya da erozyon -ile mücadele-, elde edilmek istenilen “lezzet”lerdir. Ama bu üst-kavramları oluşturan alt-kavramlar, yani onları oluşturan somut girdiler ön plana getirilip onlar üzerinde çalışılmadığı sürece, bu üst-kavramların adlarından sürekli söz edilir, ama kendilerine ulaşılamaz. Aynen pirinçsiz pilavın lezzetine ulaşılamayacağı gibi.
Kalite, kalitesizliğe yol açan yüzlerce nedeninin tek tek ortadan kaldırılması demektir. Bir mal ya da hizmet ürününün tasarımından müşteriye sunum sonrası hizmetlere varıncaya kadar her aşamasında, “müşteri isteklerine uygunluk” demek olan kaliteyi zedeleyebilecek onlarca öğe vardır. Bu öğelerin her biri, insanlarımızın alışkanlık dokuları içine işlemiş, onların doğal davranış tercihleri haline gelmiştir. Öyle ki, hiç kimse, davranışlarını kalitesizliğe yol açması için değil, aksine doğru-iyi-güzel değerler yolunda yaşarken yaptığına inanmaktadır.
Karısına iki gün boyunca işkence yapan sadist bir adamın kız kardeşi ağabeyini, “iyi yapmış, az da yapmış, ben olsam daha beterini yapardım” diye savunurken kendi doğruları yönünde davranmaktadır.
Bu basit açıklama dahi, her sorunu için kestirme -ve uydurma- bir yol arayan insanlar için kalitenin ne denli erişilemez olduğunu göstermeye yeter.
Denilebilir ki, kalite, bir toplumun değer ölçülerinin mal ve hizmet biçiminde kristalleşmiş halidir.
Kaliteyi övmenin etkisi..
Peki, kalitesizliğe yol açan bu değerler değişmedikçe, boyuna kaliteyi övmenin nasıl bir etkisi olur?
Ortaçağ Avrupası’nda henüz su ile temizlenme adeti yokken, çeşitli esanslar yoluyla pis kokuların giderilmesi nasıl bir etki bırakıyor idiyse, kaliteye yol açan değerlere sahip olmayan insanlara kalite propagandası yapmak benzer etki yaratacaktır. Ama iş, kalite esansı -örneğin TSE’nin ISO 9000 belgeleri- sürünmüş kalitesizlik olgusunun daha ilerisine varır.
Kalitesizlik özleri değişmeden kalite propagandası yapıla yapıla bir süre sonra kalitesizlik kalite olarak anlaşılmaya başlanır. Nitekim bugün durum bu değil midir? Uyduruk malı için ne yapıp edip bir kalite sertifikası edinen kuruluşlar, kaliteyi geliştirebilecek bir şey yapmadan kaliteye kavuşabilmektedirler ve de bu devlet eliyle yapılmaktadır. Kurtlar sofrası haline gelen global rekabet ortamında, bir toplumun rekabet gücünü kırmak isteyen güçler melun bir yöntem arasalar acaba bundan daha etkin bir yol bulabilirler mi?
“Ulusal kalite kampanyası“, “kalite bizim canımız feda olsun kanımız“, “siz de kaliteyi seçin” gibisinden sloganlar eğer böyle bir bilinçli tasarımın eseri değilse acaba neyin ürünüdür?
Kalite “lezzet”tir; ona erişmek isteyenler, adıyla uğraşmayı bırakıp somut girdilerine -değer sistemi gibi- bakmalıdırlar. Erozyon ile kalite arasındaki paralellik açıktır. Erozyon, tek nedenden kaynaklanmayan -aynen kalitesizlik gibi- bir olgudur. Hatta doğrudan doğruya, “erozyon bir kalitesizlik türüdür” denilebilir.
Çok sayıda ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan -herşey dolaylı olarak ilişkilidir- nedenin birleşerek ürettiği sorunlara, ifade kolaylığı bakımından kısa bir ad vermek doğrudur. Trafik terörü, ayrılıkçı terör, irtica, erozyon gibi adlandırmalar bu işlevi görmektedir. Ama diğer yandan da sorunun -adı kadar- kısa ve yalın olduğu, eğer o ada karşı bir savaş açılırsa sorunun altedilebileceği gibi bir kanı da yaratmaktadırlar.
Erozyon da bu yalınlaştırma eğiliminin sonunda savaş ilan edilen bir sorun haline gelmiştir. Aynen trafik ya da enflasyon canavarı olarak sıkıştırılmış-adlandırılmış -somutlaştırılmış ve böylece mücadele edilebilir bir düşman haline getirilmiş sorunlarda olduğu gibi. Halbuki bu sorunlar da birer “lezzet”tirler -lezzetin mutlaka güzel olması gerekmez- ve tek başlarına “yok”turlar.
Evet, ülkemizde trafik, enflasyon, erozyon, kalitesizlik, insan hakları ihlali, demokrasi eksiği gibi sorunlar “yok”tur. Bunları “var” ilan edip mücadele etmek -eğer bilinçli bir tasarımın eseri değillerse-, yalnızca sorunların bu koruma altında serpilip irileşmelerine ve sorun kimyası (https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/) uyarınca yeni sorunlar üremesine yol açmaktadır.
Şimdi bir saptama..
Özellikle son yıllarda iletişim açısından altın bir çağ yaşıyoruz. Ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçekte de yayın yapan çok sayıda radyo ve TV istasyonumuz, sayıları yüzlerle ölçülebilecek dergilerimiz, büyük bir hızla yayılan internet kullanımımız, panellerimiz, sempozyumlarımız ve benzer kitlesel iletişim etkinliklerimiz var. Buralarda, en yakası açılmadık konular bile tartışılıyor. Bir anlamda bir iletişim sarhoşluğu yaşıyoruz.
Bütün bu iletişim yoğunluğunun büyük bir bölümünü “sorunlar” kaplıyor. Bu da doğaldır.
Ama ilginç olan nokta, sorunların -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- daima “sorun adları”ndan ibaret olması, o “lezzet”leri oluşturan somut girdiler ile çıktılar arasındaki ilişkiden tek kelimeyle dahi söz edilmemesi.
Bunda bir tuhaflık var. Bu eğilim normal olamaz. Normal dağılım kuralı uyarınca, işin bu yönünü gündeme getiren bir radyo, bir TV, bir yazar nasıl olamaz. Hayır bu bir kabustur. Ve mutlaka uyanılacaktır. Uyanılmalıdır.
Aralık 2003
-
May 25 2012 İçerik tasarımı..
İçerik (müfredat) tasarımı, eğitimcilerin önemli bir konusudur. Özellikle Talim Terbiye Kurulu ve benzeri merkezi organlarda bu alanda harcanan çaba büyüktür. Bu çabaların çekirdeğini, “öğrencilere neleri öğretmeliyiz?” sorusu oluşturur.
Yıllar boyunda oluşmuş eğitim geleneklerimiz uyarınca, kişilerin hemen her konudaki gereksinimlerinin başkalarınca belirlenmesi, hattâ mümkünse giderilmesi bir toplumsal kültür normu haline gelmiştir.
Ezbersiz Eğitim Yol Haritası adlı kitapta (bkz. https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/yayinlar/) içerik tasarımlarının ilkeleriyle ilgili geniş açıklama yer almakta ise de, bir kısım eğitimci, bu ilkeleri “durumlara uyarlamaya çalışmak” yerine, merkezi ve toptan olarak “nelerin öğretilmesi gerektiğini” sık sık sormaktadırlar. Bu nedenle, adı geçen kitaptan yararlanarak yapılan şu toparlama işe yarayabilir:
1) Eğitim için 3 soru:
a. Nereye ulaşmak için (vizyon)? Bireyin, içinde bulunabileceği çevreler -fiziki, doğal, toplumsal vd- açısından insanlık ailesinin gelişimine katkıda bulunmak ve bu çevrelere kendi uyumunu sağlayıp korumak için.
b. Hangi temel niyeti (misyonu) daima gözeterek? Kişinin, imkânlarını, kısıtlarını ve bu çerçevedeki ihtiyaçlarını belirleyip giderebilmesine yardımcı olunması.
c. Hangi yolla? Tüm doğruları sorgulayabilecek bir zihinsel duruluk ve esneklik kazanarak.
2) İçerik tasarımının temel yaklaşımı, “eğitsel ihtiyaçların kişilerin kendilerince belirlenmesi” olmalı, başkaları öğreniciler yerine ihtiyaç öngörmemelidir.
3) Öğrenicilerin -özellikle küçükler- kendi ihtiyaçlarını belirlemelerine yol açan en önemli dürtü meraklarıdır. Merakı yok edilmiş veya bastırılmış bir çocuğun nasıl eğitilebileceği, eğitsel değil hekimlik bir durumdur. Gerçekten de bu gibi çocukların -sayıları çok da olsa- uzman doktorlar nezaretinde tedavileri gerekebilir! Bu iş okullarda değil hastanelerde yapılmalıdır.
4) Her öğrenicinin ilgi alanları arasında ortaklıklar ve farklılıklar vardır. Bunlar bilinmeksizin senaryo tasarımları yapılamaz.
5) Senaryolar gerçek yaşam kesitleridir ve bir yalıtıma gitmeden içinde çeşitli öğrenme alanlarını bulunduracak biçimleriyle muhafaza edilmelidirler. (Yani bir “ders”in diğerlerinden yalıtılarak öğrenilmesi ancak çok ileri merak ve öğrenme dürtüsü oluştuğunda, o da öğrenici arzu ederse mümkündür)
6) Aynı fiziksel hacmi , aynı öğrenme senaryolarını ve aynı öğrenme kaynaklarını kullansalar da öğrenme bireysel bir süreçtir. Dolayısıyla, öğrenme süreci yerine “öğrenme süreçleri” denilebilir.
Her öğrenme sürecinden her öğrenici kendi eğitsel ihtiyaçlarını çıkarsayabilir. Bu mekanizmanın iyi işlemesi, öğrenen ve öğrenme ortaklarının -bazen öğretmen, bazen proje grubu üyeleri, bazen de öğrenme çemberi üyeleri- “kişiye rağmen öğretme” girişimlerinde bulunmamasına bağlıdır.
Bu, bıçak sırtı gibidir. Kişiler kendi eğitsel gereksinimlerinin başkaları için de geçerli olduklarını sandıklarında “öğretme” eğilimi içine girerler. Bu durumda öğrenme durur, onun yerine itaat vs gibi bir başka süreç başlar. Öğrenme sürecinin başarısı, sürecin kontrolunun kimin elinde bulunduğuna sıkı sıkıya bağlıdır.
7) Bir öğrenme senaryosu, yere, zamana ve koşullara bağlı olarak mümkün olabilecek “herhangi” bir durum olabilir. Küçük çocukların oyunlarına dikkat edilirse, onların rastgele durum ve araçları nasıl büyük bir ustalıkla öğrenme amacıyla kullandıkları görülebilir. “Oyun” denilen yüksek verimli öğrenme süreçlerini küçüksememeyi öğrenmiş erişkinler bunun farkındadırlar ve çocukların oyunlarına engel olmaz, aksine özendirirler.
Dolayısıyla, aynı bir öğrenme ihtiyacının Ankara Mamak ve Ağrı Diyadin’de giderilmesi sırasında tamamen benzemez durum ve araçlar kullanılabilir. Öğreniciler -merakları kaybolmamış veya bastırılmamış ve de çevrelerinde onlara bir şeyler öğretmek için uğraşan birileri yok ise-, hangi durumdan neleri nasıl öğreneceklerini doğal öğrenme dürtüleriyle bulurlar.
(Dünyaya her gelen çocuğun yaklaşık 5 milyon yıllık bir birikimle geldiği, bilmediklerinin sadece basit ayrıntılar olduğu dikkate alınır ise, onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak bir yana onlardan her şeyin öğrenilebileceğini -aynen hayvanlardan öğrenilebileceği gibi- kolayca “öğrenilebilir”).
8) Eğitim, öğrenici-aile-öğrenme kaynakları merkezi (bazen okul) -toplum dörtlüsünün kolektif bir çabasıdır. Bunlardan herhangi birisine devredilmiş bir eğitim sorumluluğu sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
9) Durumları ve çevrelerini öğrenme ihtiyaçları yönünde harekete geçirebilmeleri -Senaryo Temelli Eğitim- için öğrenicilerin ihtiyaçları olan modüller aşağı yukarı şunlardır:
a. Saklı içerik (https://tinaztitiz.com/3818/sakli-icerik-2/) konusunda farkındalığı yüksek rol modelleri,
b. Dünyaya gelen her kişinin ~5 milyon yıllık bir öğrenme deneyimi ile birlikte geldiğini, dünyaya gelebilenlerin ve buradan daha ileri gidebileceklerin ancak ve yalnız “her durumdan öğrenecek bir şeyler çıkarabilen” varlıklar -yalnız insanlar değil- olduğunun farkında öğrenme ortakları,
c. Öğrenicileri -özellikle küçük yaşlardakileri- “eğip bükülecek“, “doldurulacak boş sayfa“, “bilgisayar disketi gibi boş” gibi yanlış benzetmelerle betimlemeyen erişkinler,
d. Okul ortamı başta olmak üzere tüm öğrenme ortamlarının en önemli işlevinin, öğrenicilerin özgüvenilerini ve başkalarının onurlarına saygılarını korumak olduğu; kendi ve/ya başkalarının onurlarına saygısını kaybetmiş kişilerin eğitilmelerinin hiçbir önemi olmadığı bilinci,
e. Herşeyin birbiri ile ilişkili olduğunun kavranmasını zorlaştırabilecek ya da imkânsızlaştıracak girişimlerden -ayrı dersler gibi-, bütün ve parçalar arasında kolayca seyahat edebilecek bilinç düzeyine gelene kadar kaçınılması,
f. Öğrenicilerin çevrelerinin, olabildiğince zengin -dikkat pahalı değil- öğrenme kaynaklarıyla desteklenmesi ve/ya öğrenme kaynaklarına ve öğrenme durumlarına erişmelerinin kolaylaştırılması (bir orman yangını, bir su baskını, bir yaralının tedavisi, bir yörenin özelliklerinin keşfi ve benzeri durumlar),
g. “Bunun adı şudur” yaklaşımının eğitim sayılmaması (bkz. Farzedin ki Hindiyiz, Sh. 160),
h. Kişilerin meraklarını donduracak ya da öldürecek girişimlerin “taammüden cinayete teşebbüs” (genç okurlar için: bilerek cinayet girişimi) sayılması,
i. Öğrenme kaynaklarının ve öğrenme durumlarının içerebilecekleri potansiyel tehlikelerin farkında olan erişkinlerin, bunları henüz deneyimlemiş olanları -ki küçük olmaları gerekmez, büyükler için de deneyimsizlik söz konusu olabilir- koruyup uyaracakları önlemlerin ayınması, öğrenme ortamlarının güvenliğinin sağlanması,
j. “Bilmemenin ayıp sayılması“, “bilmese de bilir görünmenin gerekliliği” gibi alışkanlıkların zararının farkında öğrenme ortakları,
k. Koşullanmama hakkının yaşam hakkı kadar önemli olduğunun bilincinde olan öğrenme ortakları (https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/),
l. Yardımlaşmalı öğrenme, bilgi ve deneyim paylaşma konularında cesaretlendirme,
m. Nesnel ölçme yerine öznel değerlendirme yaklaşımına dayalı sınav,
n. Öğrenme ortamlarında, tek düzeliğe, farksızlığa yol açabilecek uygulamalardan kaçınılması (ders zili, tek tip kıyafet vb)
o. Doğru, iyi ve güzel örnekler içeren öğrenme ortamları ile karşılaştırmaya özen gösterilmesi,
p. Tek doğruların olmadığının bilincinde öğrenme ortakları,
Bu modüler özelliklere dikkat edildiği takdirde, öğrenicilerin içinde bulunabilecekleri yer, zaman ve durumları -ki bunlara senaryo denilmelidir- kendi öğrenme ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçireceklerinden -milyonlarca yıldır geçirdiklerinin- endişe edilmemelidir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulması olasıdır: “Neler”in yapılıp yapılmayacağı ortaya konuldu; peki bu ilkelere uyularak içerikler “nasıl” tasarımlanacak?
Unutulmamalıdır ki ezber (yürektenlik, sorgulanamazlık), “ne”leri kullanarak “nasıl”ları yanıtlayamayanların reçeteleridir ve bu reçetelerden bugüne kadar kimse şifa bulmamıştır.
Ha bir soru daha var: böyle yetişecek kişilere tahammül edebilecek miyiz?
Bu bizim sorunumuzdur ve nasıl çözeceğimizi “öğrenmeliyiz”.
21 Aralık 2003
-
May 25 2012 Kural kirliliği..
Mevzuat nehrinde kuralsızlıktan boğulmak..
Neye dayanırsa dayansın kurallar daima şu temel varlık nedeninin ürünleridir: Birşeylerin birlikte yaşama zorunluğu!
Şirketlerin toplumlarla birlikte yaşayabilmeleri için ticaret kanunları, eşlerin birlikte yaşayabilmeleri için medeni kanunlar, insanların hayvanlarla birlikte yaşayabilmeleri için hayvanları koruma yasaları ilh. sadece birkaç örnektir.
Ama bu yasaların hiçbiri tek başına amacını gerçekleştiremez. Yasalarla konulan kuralların en zayıf yanı “belirsizlik altında işe yaramayışları”dır.
Yasal kurallar “kesintili mantık” (discrete logic) uyarınca işlerler. Bir kuralın yasa ile düzenlenebilmesi için, kuralın konusunun sınırları, o sınırlar içindeki durumlar, o durumlar karşısında ne(ler) yapılacağının sınırları belirli olmalı, onların herkes tarafından aynı şekilde ayırdedilebilmesine imkân tanıyacak şekilde nirengi noktaları bulunmalıdır. İşte bu nirengiler, sürekliliğin kesintiye uğradığı noktalardır ve bu tür kurallar bu yüzden kesintili mantık uyarınca işleyebilirler.
Halbuki toplum yaşamı “bulanık [1] mantık” (fuzzy logic) uyarınca işler. Bu mantık sisteminde –saçaklı mantık da deniliyor- siyah ile beyazın arasında sonsuz sayıda gri ton vardır, kesinti yaratabilecek bir sıçrama yoktur.
Yasal kurallara göre yalnızca doğru ve yanlışlar varken, bulanık mantığa göre bunlar arasında “belki doğru”, “biraz doğru” gibi bulanık doğru ve yanlışlar da vardır.
Herhangi bir alandaki birlikte yaşam için, kesintili ve bulanık mantık esaslı kurallar birlikte tanımlanmış ve de böylece kabul görüp uygulanır olmalıdırlar.
Birlikte yaşama kurallarının yaklaşık dağılımı
Alan
Yaklaşık payı
Gelenek kuralları %30
Yasal kurallar %10
Zorunluktan doğan kurallar %5
Etik kurallar %15
Dini kurallar %20
Herşeye karşın kontrol dışında kalan alan %20
Yukarıda, kesintili ve bulanık mantık kurallarının birlikte kullanımlarına ve ayrıca da bunların toplam içindeki ideal sembolik ağırlıklarına işaret edilmektedir. Her ne kadar her bir dilimin içinde hem kesintili (discrete) ve hem de bulanık (fuzzy) mantık kuralları varsa da, yasal kuralların ağırlıklı olarak kesintili, diğer hepsinin ise ağırlıklı olarak bulanık mantık esaslı olduğuna dikkat edilmelidir.
Beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumu birlikte yaşatan kuralların büyük çoğunluğu bulanık mantık esaslıdır. Çünkü olayların da çoğunluğu bu tür mantık uyarınca oluşmaktadır.
Sayılar kadar, onlarla ilgili mantık işlemlerinde de tarihte ilginç gelişmeler olmuştur. Geleneksel kesintili mantık sistemine göre –ki daima iki durumdan birisi geçerli olmak zorundadır- daha karmaşık yedili bir mantık sistemini eski Hindistanda Jain’ler kullanmıştır. Şöyle;
- Olabilir
- Olmayabilir
- Olabilir, fakat değildir
- Belirsiz olabilir
- Olabilir fakat belirsizdir
- Olmayabilir fakat belirsizdir
- Olabilir ve olmayabilir ve aynı zamanda belirsizdir..
Bulanık mantık sisteminin sonsuz sürekliliğine göre yine de kesintili sayılabilecek bu yedili mantık sisteminin dahi gerçek yaşam durumlarını ne denli daha iyi temsil edebildiğine dikkat edilmelidir.
Modern –denilen- yaşamın temposu içinde birbirini dinlemeye vakti ve tahammülü bulunmayan, ayrıca da zihni doğmalarla doldurulup gerçeklerin tek ve mutlak olduğuna koşullandırılmış insanın, bırakalım yedili mantığı, ikili kesintili mantığı bile uygulayabilme sabrını göstermesine şaşmak gerekir.
Bir tuzak: Kesintili mantık kuralı ile düzenleme spirali!
Birlikte yaşamın söz konusu olduğu yerlerde kural koyanlar açısından en kolay kurallar kesintili mantık esaslı olanlardır.
Kesintili mantığın –görünüşteki- kolay çözüm üretme özelliği, kural koyucuların fazla düşünmeden kural üretmelerine yol açar. Her nerede bir sorun görünüyorsa, o görüntüyü yok edecek keskin bir kural konularak “iş bitirilmiş” olur.
Birbirini anlamanın yerini almış olan ben merkezlilik, her türlü belirsizliği “ben” hesabına yontmak isteyeceği için, bu tür kesin tanımlamalar hemen herkesçe de benimsenir.
Fakat trajedi hemen başlar. Kesin tanımlamalardaki sınırlar niçin oradan geçmektedir? Farklılıklar var olduğuna göre onları dikkate almayan keskinliklerin yol açacağı haksızlıklar nasıl giderilecektir? Ve bunlar gibi onlarca itiraz –ki çoğu da yerindedir- üremeye başlar.
Bu itirazlar toplumsal baskılar oluşturmaya başlayınca kesintili mantık yandaşı yöneticiler çareyi yine kesintili mantık sisteminin kesin sınırlı kurallarında bulur ve ek kurallar koyarlar. Konulan ek kurallar yakınmaların bir bölümünü giderir. Bir bölüm haksızlık ise aynen kaldığı gibi, evvelce bulunmayan yeni haksızlıklar da ortaya çıkar.
Bu sürecin kritik elemanı, kimin sesinin çok çıktığıdır. Hangi baskı grubu haksız olduğunu daha yüksek perdeden dile getirebilirse kural koyucu o kesim için ek kural üretir. Her ek kural, sesi az çıkan gruptan alınıp diğerine verilen bir pasta dilimi gibidir.
Toplum, bu süreci keşfetmiş ve olabildiğince atomize olarak kendisine ek kurallar üretilmesini talebetmeye ve bunun için de baskı grubu olarak sesini duyurmaya çalışmaktadır.
Graicunas formülü [2] burada da geçerli!
Her ek kural, daha evvel konulmuş olan kurallarla çelişmemek zorundadır. Ama belirli bir karmaşıklık düzeyinden sonra da bu pek mümkün değldir. Yönetim biliminde kullanılan “kontrol sahası prensibi”, kurallar için de geçerlidir. Her konulacak kural ile daha evvel konulmuş kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı, Grainucas’ın ünlü formülüne göre hesaplanabilir. Örneğin, birbiriyle ilişkide olacak kuralların toplam sayısı 100 civarında olsa, bu kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı 6.1031 mertebesinde olacaktır. Bu nedenle de kurallar yığını bir süre sonra içinden çıkılmaz hale gelir. İşte bu, “kural kirlenmesi” denilen olgudur.
İnsanlarımızın çoğu, kendilerini rahatsız eden iklim keskinleştikçe daha çok kesintili mantık kuralı arzu eder hale geliyor. Her eğrilik için bir yasa çıkarılması –ki öyle bir durum gerçek bir felâket olurdu- mümkün olabilse, ülke nüfusunun %90’ının bu kuralları yorumlayan, uygulayan, denetleyen, yargılayan ve benzeri işlerle uğraşması gerekirdi.
Türkiye, kural kirlenmesi sürecinin çıkmazına sürüklenmiştir. Kamu, özel ya da gönüllü hangi kuruluşa giderseniz gidiniz, kesintili mantığın sonsuz spirali içine birdenbire girersiniz.
Bir gönüllü kuruluşun toplantısına katılanlara, daha kapının girişinde, “toplantıya katıldığımı imzamla teyit ederim” anlamında bir form imzalatılır. Bu acayipliğin bir adım sonrası, imzanın sahte olup olmadığının noterden onaylatılması, noterin sahte olup olmadığının da bir başka organca teyididir.
Vergisini yatırmak için vergi dairesine giden vatandaşın o masadan bu masaya koşturulması, devlet veya üniversite hastanelerinin bahçelerinde hastaların bekletilmesi, yaralı olarak acil servise getirilen hastanın sigorta kâğıdının sorgulanması ve benzeri olaylar yeni yasa, tüzük, yönetmeliklerle çözülemez.
Bunların altında yasalar değil, her şeyin, kesintili mantığın keskin hükümleriyle halledilebileceği yanlış inancı yatmaktadır.
Trafikteki ölümlü kazaların neredeyse tamamını önleyebilecek 3-5 adet bulanık mantık kuralına uymaya yine bu mantık uyarınca “söz” verenlerin aralarında oluşturacakları bir ağ yine bir bulanık mantık ürünü olacaktır. Yasalarla bir türlü önlenemeyen, ancak istatistiklerle oynanarak –kazadan sonra hastanede ölenler hariç tutularak- azaltılmış gibi görünen ölümlü kazalar ancak bu türlü önlenebilir.
Yasalar ya da gece yarısı evden alınıp götürmelerin yarattığı terör ile önlenmeye çalışılan rüşvet, keskin hükümlü yeni yasalarla değil, “rüşvet vermeme” riskini üstlenebilen gerçek girişimcilerin oluşturacağı ağın, yine bulanık mantık uyarınca vereceği “söz”ler yoluyla önlenebilir.
Bu örneklerin sayısı artırılabilir. Ama anlaşılması gereken, ister etik, ister gelenek isterse dini kural kılığında olsun bulanık mantık kurallarının olağanüstü etkisidir.
Kesinliğin çıkmazına saplanmış, her kesin kuralın işlemeyeceği sınırları keşfedip o bölgeleri istismar etmekte uzmanlaşmış bir toplumun etik başta olmak üzere bulanık mantığın süreklilik gerçekliğine dönmesi zordur, ama bir başka yol da yok gibidir.
14 Temmuz 2002
[1] “Bulanık” yerine “gevşek” sözcüğünün kullanılması da mümkün ve muhtemelen daha da iyi olabilir. Fuzzy sözcüğü, düşük Almanca (Low German) fussig (gevşek, elyaflı, süngersi) sözcüğünden gelmektedir. (Origins, Eric Partridge, Greenwich House, 1983)
[2] V.A. Graicunas, bir Fransız yönetim danışmanı olup 1933 yılında ortaya attığı bir formülle “Yönetimde Kontrol Sahası Prensibi” (span of control) adı verilen bir yaklaşımı tanımlamıştır. Buna göre, bir üstün yönetebileceği azami ast sayısı, bu durumda ortaya çıkması olası ilişkilerin azami sayısı tarafından belirlenir. Bu ilişki sayısı ise n.(2n-1 +n-1) formülü ile hesaplanır. Buna göre 7 astın yönetimi halinde ilişki sayısı 490; 8 ast halinde 1080, 9 ast halinde ise 2376dır. Bu nedenle özellikle ordularda bir 1:7 civarında bir üst-ast oranı genel kabul görmüştür. (Bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Span_of_control)