• Sosyal İcatlar Enstitüsü, ağlayan bakan ve ezber!

    Sosyal İcatlar Enstitüsü..

    İngiltere’deki devlet okullarında dört yıldan bu yana çalışmalar düzenleyen, özellikle çocukların yaratıcı sorun çözme becerilerini artırmayı amaçlamış bir kurumdur.

    Adresi; 20 Heber Road, London NW2 6AA,

    telefonu; 081-208 2853,

    faksı; 081 452 6434 ve

    İnternet erişim adresi;

    <<newciv.org/worldtrans/ISI.html>>dir[1].

    Okullarda yürütülen proje basittir. 7-18 yaş arasındaki öğrencilere, okullları ya da çevrelerindeki bir sorunu çözmeleri için geliştirebilecekleri bir proje için £25 (yaklaşık TL3,330,000) para yardımı yapılır. Projenin, haftada iki saat hesabıyla bir yarı-yılda tamamlanması istenir.

     Örneğin..

    Londra’daki Essendine İlkokulu’nun 7 ila 8 (yazı ile yedi ve sekiz) yaşlarındaki 23 öğrencisi, çevrelerindeki sorunları listeler ve içinden hangisini seçeceklerine karar vermek için de “beyin fırtınası” yöntemini kullanırlar. Yapılan bu çalışmada, karar verdikleri sorun, özellikle okul çevresinde dolaştırılan ev köpeklerinin pislikleri olmuş.

    “Köpek pisliğinden iğreniyorum” yazan resimli pankartları, motosikletli kuryelerin sırtlarına yapıştıran çocuklar, basın bildirisi ve belediye başkanını ziyaret yollarıyla konuya dikkat çekip bu sorunu çözmüşler.

    Bakan ağladı..

    Geçtiğimiz günlerde, Marmaris ormanlarını yakıp bitiren yangın nedeniyle, orman bakanı ve eski Muğla valisinin ağladıkları, bir gazete haberidir ve doğruluğu gazeteye aittir.

    Bilinen tarihi onbeşbin yıl olan Anadolu’ya gelmiş daha beceriksiz bir nesil var mıdır bilinmez, ama bilinen, bu yangının, Anadolu tarihinin en büyük yangını olduğudur.

    Milletvekili, bakanı ve 200,000 mevcutlu orman bakanlığı teşkilatı ile, yangın karşısında çaresiz kalıp ağlayan bir başka jenerasyon bulunamaz.

    Geçtiğimiz yıl Çanakkale ormanlarını yok eden yangında, orman bölge müdürü bizzat yangın söndürmeye çalışırken alevlerin arasında kalmış ve hayatını kaybetmişti. Bu ölüm o zaman “şehadet” başlığı ile verilmişti. Ama madalyonun öbür yüzü, yangını söndürmek değil, söndürme çalışmalarını koordine etmesi gereken bir görevlinin, o işini bırakıp -ya da yapamayıp- bizzat yangın söndürmeye kalkarak vicdanını rahatlatmaya çalıştığını gösteriyordu.

    Marmaris yangınınında da, orman bakanı, elinde bir çalı parçasıyla alevlere vuruyor ve belki bu yolla ya çevresindekileri motive etmeye çalışıyor ya da gerçekten yangın söndürmeye çalışıyordu.

    Bu olayın beceriksizlik boyutu nettir..

    Kadrosu, 200,000 kişiden daha az olmayan orman bakanlığı içinde tek bir kişi yokmudur ki, Avrupa’daki sefaretlerimiz aracılığıyla, o ülkelerdeki orman yangını söndürme organizasyonlarıyla temasa geçsin ve ücretini ödemek kaydıyla buralardan hizmet satın almayı düşünebilsin. Ve bunu ortada yangın yokken yapmayı akıl edebilsin.

    Komşumuz Rusya’da bile bu tür havadan söndürme teşkilatının bulunduğunu gazete muhabirleri dahi bilirken, bir tek uyanık insan yokmudur ki bu yangının çalı vurmakla sönmeyeceğini bilsin. Yaratıcılıktan bu denli yoksun bir başka toplum olabilir mi? Ya da yoksun olanların bu denli güç sahibi olabileceği bir başka yer düşünülebilir mi?

    Bu olayın beceriksizlik boyutunun altında bir boyut daha vardır. Her nerede yaratıcılık gerekse, orada bu acı gerçek boyutuyla karşılaşırız: Kendine belletilenlerin dışında bir şey bilmesi, bir şey düşünmesi söz konusu olmayan “ezber nesilleri”, bu tür basit yaratıcılıkları dahi düşünemezler ve bakan yaptıkları kimseler çalı vurarak yangın söndürmeye çalışırlar ve sönmeyince de oturup ağlarlar.

     İlkokul çocuklarına fikir üretme eğitimi..

    İlkokul çocuklarının beyin fırtınası tekniğini öğrenerek yetiştirildiği bir dünyada, sorun çözme kabiliyeti bu denli düşük bir nesle sahip olduğumuz için gerçekten ağlamalıyız.

    Dünyanın artık bu çeşit toplumlara tahammül etmediğini, bir yolunu bulup onlardan kurtulmaya çalıştığını hissederek de ağlamalıyız.

    Çevrelerindeki sorunlara, yaratılıştan sahip oldukları yaratıcılığın üzerine birazcık akıl katarak yaklaşan Essendine ilkokulu çocuklarını saygıyla selamlıyorum.

    Sonuç..

    Uzun uzun ünvanları ve çok bilmiş tavırlarıyla, ancak okulda ezberlediklerini tekrarlayabilen, yaratılıştan sahip olduğu yaratıcılığı ezberle öldüren, çalıyla yangın söndürmeye kalkıp sonra da ağlayanları ise: selamlamıyorum!

    Perşembe, 08 Ağustos 1996

     


    [1] Artık bu adres geçerli değildir.

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Buişte bir yanlışlık var (mı?)

    Önce birkaç seçme haber!

    TV muhabiri seçim nabzı tutuyor:

    –   Teyzeciğim, hangi partiye oy vereceksin?

    –   A evladım onu ben bilmem beyim bilir, o nereye derse oraya veririm!

    Gazete haberi:

    Üniversiteli iki genç, gayrımeşru çocuk sahibi oldu. Aileleri (en az 20 kişi) evlenmelerine izin verdiler ve gençler tam evlenecekken oğlan vazgeçti. Ailelere de “biz çocuğu sokağa bıraktık, sorun yok” deyince olay kapandı ve kız bir başkasıyla evlenmeye karar verince çift çocuğu barbeküde yakarak küllerini Kırklareli’de değişik yerlere septiler (anlaşılmasın diye). Kız bir başkasıyla evlendikten sonra bir ihbar üzerine olay ortaya çıkınca kız ve oğlan tutuklandılar.

    Bir başka medya haberi:

    Güneydoğu illerinden bağımsız aday olmak isteyenlerin isimlerinin birleşik oy pusulasına alt alta yazılmasına karar verilince adayların hamileri itiraz ettiler: “iktidar, okuma-yazma bilmezliğimizi istismar ediyor!” Ve sonra çareyi buldular: kime oy verilecekse, tam oraya gelecek şekilde iplere düğüm atılacak ve düğümün geldiği yere mühür basılacak!

    Bir başka gazete haberi:

    4000 üyeli Metina aşireti törenle bir siyasi partiye katıldı ve yapılan törende konuşan aşiret lideri: “ülkemizin kurtuluş reçetesi olduğu için tercihimizi bu yönde kullandık” dedi!

    Yine bir gazete haberi:

    Muğla üniversitesi profesörlerinden filanca, aynı üniversitedeki bir doçentin kafasına sandalye ile vurarak yaraladığını söyleyerek savcılığa başvurdu. Doçent ise “kafasına sandalye ile vurmadım ve küfür etmedim” dedi.

    Bir diğeri:

    Bodrumda çıkan yangında 500 hektarlık alan kül oldu. İstifini bozmayan Türkbükü sosyetesi ise söndürmeye yardım çağrılarına aldırmayıp eğlenceye devam etti.

    Ve bir diğeri:

    Los Angeles kenti, Türkiye’ye müracaat ederek ticaret odası seçimleri için dosya hazırlama know-how’ı talep etti. İsrail de, ticaret odalarımızın nasıl örgütlendiğine ilişkin know-how istiyor.

    Buyrun sonuçları siz çıkarın!

    Çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının bireysel olarak ve/ya örgütlenerek kendilerini ifade edip bir denge oluşturdukları rejime demokrasi deniliyor öyle mi!

    Pazar, Temmuz 8, 2007

  • Küreselleşmeye yandaş mı olalım karşıt mı?

    Yandaş ve karşıtlar..

    Hemen her konuda olduğu gibi globalleşme konusunda da toplumumuz ikiye ayrıldı: yandaşlar ve karşıtlar.

    Eminim ki, ortaya atılabilecek ve yandaş veya karşıt olmaya uygun herhangi bir konuda, herhangi bir çaba harcamadan insanımız hemen saf tutmaya hazırdır.

    Küreselleşme konusu da bu kuralın dışında kalamayacağı için ikiye ayrıldık. Ancak işin matematik yönü açısından ilginç bir durum var.

    Kombinezonlar..

    Küreselleşme ortaya çıkmadan önce toplumumuz (n) konuda ayrışmış ise, şimdi bir de küreselleşme geldi diye toplumumuzdaki kamp sayısı (n+1) olmayacak, bunun yerine n.(n+1)/2 + 1 kadar olacaktır.

    Örneğin Galatasaraylılar, Fenerbahçeliler, laikler, laikçiler, dinciler, dindardar, Kürtler ve Kürtçüler olarak 8 gruba ayrılmışken, bir de küreselleşme gelince grup sayısı 9 olmayacak; Galatasaraylı, laik, dindar ve küreselleşme karşıtı gibi yeni gruplar nedeniyle 37’ye çıkacaktır.

    Bu örnek durumu basitleştirmek için verildiğinden, gerçek kamp sayısı olan yaklaşık 250, küreselleşme nedeniyle 31,250 dolaylarına ulaşabilecektir.

    Kuşkusuz bu rakamlar, bölünmenin iki kutuptan birisine iltihak biçiminde gerçekleştiği -basitleştirici- varsayıma dayalıdır. Bir de iki uç arasındaki ılımlılar da katılırsa sayının nüfusumuzu birkaç defa aşacağı kesindir.

    Zihinsel netleşme gerekyorsa..

    Bu durum karşısında, zihinsel netleşmeye bir katkısı olabilir düşüncesiyle aşağıdaki noktaları tesbit etmenin yararlı olacağını düşünüyorum:

    • Küreselleşme tek başına iyi ya da kötü olamaz. Küreselleşmenin bir toplum için yararlı mı zararlı mı olacağı o toplumun karakteristiklerine bağlıdır. Dolayısıyla koşulsuz bir yandaşlık ya da karşıtlık olamayacağı gibi “daima veya asla” yandaşlık veya karşıtlık da olamaz.
    • Küreselleşme yararlıdır. Eğer, karşılıklılık (mütekabiliyet) hem tanımsal hem pratik olarak mevcutsa sermaye, mal ve işgücünün serbest dolaşımına akışkanlık sağlayacağı, yapay duvarları yıkacağı için küresel adaletin ve küresel demokrasinin inşaına katkı sağlar.
    • Küreselleşme zararlıdır. Eğer, başlangıç koşullarının farklılığı nedeniyle karşılıklılık sadece tanımsal olarak mevcut, pratikte ise uygulanamaz durumdaysa, başlangıç koşulları zayıf durumda olanın daha çok ütülmesine, avantajlı başlayanın da giderek şişmanlamasına ve bu fâsit daire (fesat üreten daire) yoluyla küresel sefaletin büyümesine yol açar.
    • Bankalarımızı yabancılara satalım mı satmayalım mı ya da yabancılar Türkiye’de mülk edinsin mi edinmesin mi? Bunlar ve benzerlerinin yanıtı bu basit ilkede saklıdır. Eğer siz de gidip bir diğer ülkede -aynı ölçekte- banka ya da o değerde bir değer üreteci satın alabiliyorsanız, merkez bankanız hariç hepsini satmanızda ya da tüm konutlarınızı yabancılara satıp onlardan kiraladıklarınızda oturup onların ülkelerinde yeni konutlar edinmenizde büyük yararlar vardır.
    • Küreselleşmeye koşulsuz yandaşlık ya da karşıtlık zararlıdır. Çünkü sağlanabilecek olası yararlardan mahrum kalınabileceği gibi, getirebileceği yıkımlardan da korunmak -koşulsuzluk yüzünden- mümkün olamayabilir.

    Sonuç..

    Küreselleşmenin koşulsuz yandaşı ve karşıtları, küreselleşmenin olası zararlarından daha tehlikelidir. Bilerek (bir çıkar karşılığında) ya da bilmeyerek (hesap bilmezlik, ahmaklık vbg nedenlerle) bu tavır içinde olan kişilerin yaratabilecekleri zarar küreselleşme konusuyla sınırlı değildir. Trafikte, tatilde, ev komşuluğunda, ticarette, ibadette, siyasette ve bilumum ortak yaşam alanlarında aynı derecede üretkendirler. Ve tehlikelidirler.

    Cuma, Haziran 29, 2007

  • Yine İşsizlik!

    Bir iddia

    “İnsanlar iş olmadığı için değil, aranılan niteliklere sahip olmadıkları için işsizdirler”.

    Doğru mu bu?

    Bu sava karşı hemen ileri sürülebilecek tez şudur: Öyle olsaydı bu kadar diplomalı işsiz olmazdı; onlar da mı aranan niteliklere sahip değiller?

    Cevap: Diplomanın -nasıl oluyor ise- aranılan nitelikleri kazandırdığı gibi bir “inanç” var. Halbuki böyle bir bağlantı yok. Gerek devlet gerek vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu -bilinen nedenlerle- diploma veriyor, fakat işgücü piyasalarının gereksindiği nitelikleri kazandıramıyorlar. Kazandıranların mezunları ise son sınıflarda -yurt içi ve dışından- kapışılıyor.

    Diplomanın nitelikli insan yetiştirdiği şehir efsanesini unutup gerçeklerle yüzleşmeliyiz.

    İkinci bir sav ise şu olabilir: İşverenler tam ne istediklerini bildiklerine ve eğitim yaşamı ile de içli-dışlı olduklarına göre nasıl olup da bu nitelik karşılaşmazlığı (mismatching) oluyor?

    Cevap: İşverenlerce yapılan mülakatlara dikkat ediniz. Mülakat tekniği adı altında zırva satanlar, en son okuduğu kitabı, kızdığı zaman ne yaptığını, ev hayvanı besleyip beslemediğini, bıçağı sol el ile tutup tumadığını ve daha ıvır zıvır şeyler sorarak aldıkları paranın karşılığını verdikleri inancını satarlar.

    Gerçekte ise sorgulanması gereken, kişinin, öngörülen iş için genel formasyonunun uygunluğu varsayımıyla, süreç içinde işin gereklerini ne denli kendi başına öğrenebilecek olduğudur.

    Nitekim, insan kaynakları departmanlarının baş derdi durumundaki konu, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine 15-20 yıl boyunca koşullandırılmış kişilerin, işlerinin gereklerini öğrenmek için dışarıdan eğitim verilmesini istemeleri, bu gerçekleşmediği sürece de işverenin görevini yapmadığını düşünmeleridir.

    Halbuki, çalışanın bir numaralı sorumluluğu işinin gereklerine göre “öğrenmek”; işverenin bir numaralı sorumluluğu ise kişilerin öğrenmeleri için “uygun ortamları hazırlamak”tan ibarettir.

    İşte, işgücü piyasasının gerektidiği niteliklerin bir türlü tanımlanamayışının nedeni budur. Tanımlanması gereken, işe alınacak kişilerin “öğrenebilirlikleri”dir.

    Bu nasıl olacak?

    Halbuki tüm eğitim yaşamı boyunca, ileride ihtiyacı olacaklar kendisine “öğretilen” ve bu saklı içerik (hidden curriculum) yoluyla “öğrenemeyeceği öğretilen” kişiler ve bunları çalıştıran kişiler, bu ihtiyacı nasıl hissedebilirler?

    İşte o abuk-sabuk mülakat işkencelerinin nedeni bu aymazlıktır.

    Asgari ahlaki nitelikleri ve yapacağı işe göre genel formasyonu uygun olan bir kişide aranabilecek tek nitelik, öğrenebilirliğini ne ölçüde kaybettiği, bunu ne sürede geri kazanabileceği ve bu konuda ne kadar istekli olduğudur.

    Pazartesi, Haziran 18, 2007

  • İşsizlik ve parti programları

    22 Temmuz seçimlerine doğru siyasi partiler çeşitli konularda politikalarını açıklarken en dikkat çekici konulardan birisi “işsizlik” konusundaki yaklaşımlarıdır.

    Siyasal yelpazenin neresinde olursa olsun partilerin bu konudaki yaklaşımları ortak bir araca dayanıyor: Genelde yatırımlar, özelde ise kamu yatırımları.

    Sözü uzatmadan hemen belirteyim ki bu araç güvenilebilecek bir araç değildir. Aşağıdaki grafik bunu açıkça göstermektedir. Ayrıca da grafiğin ait olduğu yıllara göre yatırım-istihdam bağlantısı, otomasyon, robotics vb nedenlerle daha da zayıflamıştır.

    Bugün için işsizlik olgusunun en önemli parametresi, ekonominin rekabet gücü’dür.

    Türkiye’nin rekabet gücüne etki yapan çeşitli faktörler (döviz fiyatı, katma değer üretimi, yaratıcılık, yönetim kalitesi, teknolojik alt-yapı, insangücü nitelik düzeyi gibi) olumsuza gittikçe işsizlik üretimi de artacaktır.

    Aynı bir malın ithal maliyeti üretim maliyetine göre azaldıkça, doğal olarak artacak olan ithalat tam olarak işsizlik ithali demektir.

    Gelişmiş ülkelerin serbest pazar ekonomisini bu denli kuvvetle savunurken söylemedikleri gerçek, eşit “gibi” görünen ama gerçekte eşit olmayan koşullar altında rekabet yarışında daima kendilerinin önde olacaklarıdır.

    Türkiye’nin rekabet gücünün (RG) yükselmesi ise yatırımlarla değil RG faktörlerinin iyileştirilmesiyle ilgili bir konudur. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=752 )

    Bu faktörlerin kısa sürede yükseltilmesi mümkün görünmüyor; daha da ötesi Çin, Hindistan gibi ülkeler nedeniyle göreceli olarak bir RG azalması söz konusudur.

    Bu ise işsizliğin de buna paralel olarak artacağı anlamına gelir.

    Bu durumda çıkar yol nedir?

    RG faktörleri içinde nisbeten kısa süre içinde kontrol edilebilir ve ardışık sonuçları itibariyle etkileri yüksek olan birisi, “insangücü kaynağının niteliği”dir.

    Bir yandan orta-uzun vadeli önlemlerle RG faktörlerinin iyileştirilmesine ve Türkiye’nin üretim yapısının katma değer ağırlıklı hale getirilmesine çalışılırken, bir yandan da insangücü niteliğinin süratle ve okul sistemi dışındaki önlemlerle desteklenmiş olarak yükseltilmesine çalışılmalıdır.

    İdeolojisi ne olursa olsun siyasi partilerin işsizlikle mücadele politikalarının bu yönü ortak olmalıdır.

    Peki bu nasıl olacak?

    Birikmiş işsiz stokunun ve bu stok üzerine sürekli eklenen işsizlerin, mevcut “öğretmeye dayalı” eğitim yöntemleriyle işgücü piyasasının gereksindiği niteliklere kavuşturulması imkansıza yakın güçlüktedir. Zaten günümüz eğitim sisteminin başlıca çıkmazı da bu, yani kişinin kendi öğrenme enerjisini harekete geçirmeksizin ona öğretmeye çalışmasıdır.

    Örgün eğitimde öğrenciler bu imkansız amaçla başa çıkabilmenin yöntemini bulmuşlar, öğretilmek istenilenleri “ezberleyerek” öğrenmiş gibi yapmakta, sonra da hemen unutarak doğal öğrenebilirliklerini korumaktadırlar.

    Öğrenmeye dayalı yaklaşımda ise herhangi bir zorlamaya ihtiyaç yoktur. Canlıların tüm doğal işlevleri (sindirim, üreme, boşalma, uyuma vb) gibi öğrenme de kendiliğinden ve de zevk alarak gerçekleşmektedir. Bunun için gerek ve yeter koşul, kişinin, ihtiyacı idrak etmesidir.

    Artık öğrenme yoldaşı (learning partner) adı verilen kişiler ise iki işlev görmektedirler:

    (1)   Kişiyi, ihtiyacın idraki konusunda iknaya çalışma,

    (2)   Kişiyi, doğuştan gelen yüksek bir öğrenebilirliğe sahip olduğu konusunda ikna etme.

    Türkiye’de BEYAZ NOKTA® GELİŞİM VAKFI (http://www.beyaznokta.org.tr/) tarafından 1994’ten bu yana sürdürülen “öğrenme” çalışmaları 2003 yılından itibaren kurumsallaştırılmış ve KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu http://www.kigep.org.tr/kigep/), daha sonra Ömer (Öğrenme Merkezi) ve son olarak da ÖğrEv® (Öğrenme Evi http://www.beyaznokta.org.tr/Common.aspx?Menu=2&Page=GuncelEtkinlik3.aspx) adlarıyla uygulanmaya başlanmıştır .

    Halen biri Ankara’da (Mümin Erkunt ÖğrEv®), diğeri ise İzmir’de (Melahat Yılmayan ÖğrEv®) adında iki Öğrenme Evi bulunmakta olup, 25 ilde de en az birer tane açılmasına çalışılmaktadır.

    Öğrenme 21.yy’ın yeni paradigmasıdır.

    Siyasi partilerimiz, eğitim ve istihdam politikalarının omurgalarını geleneksel “öğretme-benimsetme-koşullandırma” paradigması yerine, “ihtiyaçlarını öğrenme” yaklaşımını seçerlerse sadece bu iki sorunu değil, aynı zamanda tek doğruların benimsetilmesi tehlikelerinden de korunulmuş olacaktır.

    Pazartesi, Haziran 18, 2007

  • Dostluğa sığmayan senaryo!

    Ayıp ettin abi!

    Washington D.C.’de Hudson Institute, bir dizi varsayıma dayalı bir senaryo uyarınca bir analiz yapmış.

    Varsayımlar üst düzey bir devlet görevlisine suikast, ardından 50 kişilik bir katliam ve ardından Türk silahlı kuvvetlerinin 50,000 kişilik bir güçle Kuzel Irak’a girmesi şeklinde. Bunun üzerine neler olabileceğinin tahminlenmesi ise bu çalışmanın amacı imiş.

    “Çirkin” olay!

    Bu haber üzerine Türkiye’de fikri sorulan hemen herkes, bu “çirkin” olayın geleneksel Türk-Amerikan dostluğuna sığmadığı, inşallah böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceği, bu deli saçmalarının nasıl olup da akıllara gelebildiği ve benzeri yorumlarda bulundu.

    Bu olay bence de çok vahimdir, çünkü:

    • Akla gelebilecek ve kim için iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın her türlü kötü olayın varsayıldığı senaryoların tasarımlanması, bu senaryoların, rastlantıların etkilerini en aza indirecek şekilde binlerce defa tekrarlanarak simüle edilmesi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=365), bunlara dayalı olarak da önlem tasarımı, Yöneylem Araştırması disiplininin yani bilimin uluslararası ilişkilere uygulanmasından başka bir şey değildir.
    • Senaryolara konu olabilecek (bizim için) kötü olaylara karşı caydırıcı önlemlerden birisi kuşkusuz Tanrıya sığınmak olabilir. Bunun yolu da “inşallah” teslimiyetiyle dile getirilebilir.
    • Bir diğer etkili önlem ise bu tür çalışmaları yapanları kınamaktır.
    • Bununla beraber, Tanrının bu konudaki sorumluluğu biz kullarına bıraktığını düşünenler için alınması gereken önlemler bağlamında:
      • ne gibi kötü olaylar olabileceğini “düşünmek”,
      • bunların olasılıklarını “sorgulamak”,
      • vukubulduğu takdirde neler yapılabileceğini “düşünmek”,
      • bunlar için “hazırlık yapmak”,
      • zaman ilerleyip koşullar değiştikçe senaryoları ve bunların benzetim algoritmalarını “güncellemek”

    gibi bazı “küçük” ayrıntıları unutmamak gerekir.

    • Yalnız dış politikada değil tüm kararlarda “eğer ….ise ne olur?” analizleri yapmayan, bunları “kem düşünceler” olarak gören zihniyet, en ağır fiili faturaları ödemeye müstahaktır, bunda da yanlış bir yan yoktur.
    • ABD ya da Kongo’luların bu tür analizler yapmasından daha doğal bir şey yoktur. Vahim olan, bu analizleri bizim yapmayışımız, bunları inşallah yoluyla defetmeye çalışmamızdır.

    Pazar, Haziran 17, 2007

     

     

  • Deprem ve modeller

    Açıklamak model demektir

    Her bilim -ve uğraşı- dalı, kendi alanındaki olayları açıklayabilmek için modeller kurar ve zaman içinde bunları test ederek geliştirir.

    Her model bir dizi varsayım ile, bunlar arasındaki mantıksal bağlantılardan oluşur. Varsayımların sayıları ne denli az, mantık bağlantıları ne kadar sağlam ve nihayet, zaman içinde gerçekleşen olaylara göre yapılan “varsayım düzeltmeleri” ne kadar sık ve doğru ise, kurulan model de o kadar başarılıdır.

    Ekonomistler, kurdukları modellerin, piyasalardaki çeşitli dalgalanma ve sıçramaları açıklayabildiklerini savunur ve modellerine dayalı olarak bazı öngörülerde bulunurlar. Bu öngörülerin isabet derecesi modelin değerini artırır. Herhangi bir ekonomik olay meydana gelir ve mevcut model bunu açıklamakta yetersiz kalırsa, model varsayımlarına ve mantık bağlantılarına geri dönülür, gerekirse model tamamen yenilenir.

    Deprem de model gerektirir

    Benzer biçimde, yer bilimcilerin modelleri de yer kabuğunun yapısına, hareket biçimlerine ve diğer parametrelere ilişkin varsayımları ve mantık bağlantılarını bir araya getirir. Böylece oluşan model, depremlerin yerlerini, zaman aralıklarını ve tahribatını tahminler.

    Bilim alanlarının dışındaki alanlarda da modeller söz konusudur. “Kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik edilmemesi” de örneğin bir abuk modeldir. Sürekli hamile kalıp sık sık da hırpalanan bir kadının itaatkar bir eş olacağı gibi bir varsayıma dayalıdır. Bu modele bel bağlamış olanların ise, modelin varsayım ve bağlantılarını test etmek gibi bir kaygıları ne yazık ki bulunmamaktadır.

    Modelin tek amacı

    Bu ve benzer modellerin hepsi, dikkat edilirse tek amaca yöneliktir: olayların gelişimini kontrol altında tutarak, arzu edilen sonuçları elde edebilmek için bir “geleceği bilme” mekanizması yaratmak!

    Falcı ile bilim insanı farkı

    Bu işi kısmen bilim adamları kısmen de falcılar üstlenmişlerdir. Falcıların bilim insanlarından farkı, varsayımlarını ve onlara dayalı modellerini kimseye açıklamamaları, kerametlerinin kaynağı olarak kendilerini göstermeleridir. Bilim adamları ise -gerçekleri-, her türlü yargısının dayandığı varsayımı açıkça ortaya koyar ve bunları tartışırlar. Buna göre, “bu böyledir, çünkü ben söylüyorum” diyen kişilerin akademik ünvan edinmiş birer falcı olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

    17  Ağustos falı

    17 Ağustos depremi sonrasında, “ben dememiş miydim!” diyen birçok kişi ortaya çıktı. Bilgiler, tahminler, varsayımlar, doğru ve eğri mantık bağlantıları birbirine karıştı.

    Bütün beyanların ortaklığı, “olacakları ben evvelden bilmiştim, ama kimse beni dinlemedi” noktasında toplanıyor. Bunların bazılarının doğru, bazılarının kısmen doğru, bazılarının ise yanlış olduğu kolayca tahmin edilebilir.

    İnsanların, şu anda en çok gereksindikleri şey, hangi bilginin ne denli güvenilir olduğunu bilmeleridir. Bu, falcılıkla bilim adamlığını ayıracak noktadır.

    Modeli olmayanlar lütfen sussun!

    Kendi alanında bir modele sahip olmayanların -özellikle bu ara- susmaları; bir modeli bulunanların ise, modellerinin varsayım ve mantık bağlantılarını ortaya koymaları beklenir.

    Bunun dışında, çeşitli bireysel sorunlarını dışa vurmak isteyenlerin bilim alanlarını kullanmamaları, “ben söylemiştim” tavrından vazgeçmeleri çok iyi olur.

    Kendine, topluma, mesleğine ya da bir ilgi alanına katkıda bulunmak isteyen herkese düşen görev ise, varsayımlarını bir model haline getirmeleri ve bunları yazarak başkalarıyla paylaşmalarıdır.

    25 Mayıs 2012

  • Hız arttıkça iş azalır!

    Murphy kuralları

    Murphy kuralları diye bilinenlerin çoğu, Edward A. Murphy Jr. tarafından ortaya atılan yaklaşık on tane ve hepsi de askerlikle ilgili kuralın sonradan çeşitli alanlara genişletilmesinden ibarettir. Örneğin, “işler, yapılması için mevcut zamanı dolduracak şekilde genişler” bu “türetilmiş kurallar“dan birisidir.

    İş yaşamı, yüzlerce kuralın kolayca üretilmesine imkan verecek kadar verimli (!) bir alan olduğu için hemen herkes birkaç Murphy kuralı tanımlayabilir.

    Bilgisayar da mı yoktu?

    İş yaşamında uzun yıllar geçirenler, eskilerde ofis donanımlarının bugüne oranla son derece basit olduğunu, bilgisayar bir yana fotokopi makinesi hatta elektrikli hesap makinesinin bile lüks olduğunu bilirler.

    E o zaman işler nasıl yapılıyordu? Cevap şaşırtıcı olabilir ama şöyledir: bugün bu donanımlara harcadığımız emek ve paranın çoğu, bizzat o donanımların yarattığı doğrudan ve/ya dolaylı sorunları çözmek için kullanılıyor; geri kalan da insanları daha hızlı yaşatmak için!

    Bu kadar işin yanında bir de…”

    İş yaşamının hızı arttıkça, aynen fizikteki volan etkisi‘ne benzer şekilde, oluşan yaşam düzlemlerinin dışına çık(a)mama etkisi ortaya çıkıyor. Öyle ki, daha rasyonel çalışmayı mümkün kılabilecek öneriler için dahi, oluşan “eylemsizlik” nedeniyle zaman bulunamıyor.

    Yıkıcı rekabet bunu azdırıyor!

    Rekabetin çoğunlukla, “birbirini yoketmek” anlamına geldiği günümüzde bir çılgınlık yaşanıyor. Pazara çıkma süresini kısaltabilmek için içine düşünülen akıl almaz “telaş” -tuhaf görünebilir ama- “hızlı” olabilmeyi engelliyor.

    Frederick Taylor’un ünlü, “işleri, en aptal olanlar tarafından kolayca yapılabilecek kadar parçalayın” ilkesi bugün tek farkla tekrar gündeme gelmiş görünüyor. O da, işlerin çoğunun -Taylor zamanının aksine-insanlar değil makineler tarafından yapılması ve insanlardan temel beklentinin de makinelerin çalışmasını yavaşlatabilecek davranışlardan -düşünmek gibi- uzak durmaları oluşudur.

    E.Deming’in yıkıcı rekabetin olumsuzluklarını net olarak ortaya koyduğu yaklaşımlara kimsenin aldırdığı yok.

    Kullanılmayan zaman!

    Rutinin dışında bir şeyler yapmak için zaman olmadığından yakınanlar, bir an için durup neler yaptıklarına, zamanlarını nasıl kullandıklarına bakarlarsa inanamayacakları kadar çok zamanları olduğunu farkedeceklerdir. Yeter ki her yaptıklarının, yapılması gereken başka bir şeyleri yapmamanın pahasına olduğunu farketsinler [1] ve [2].

    15 Haziran 2007

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=501

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=547

  • Bir söyleşi: Kamu Yönetiminde Kalite

    Ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilme de kamu yönetiminin oynadığı rol nedir? Türkiye’de bu durumun pek de parlak olmadığı aşikar. Sizce kamu yönetimi neden çerçevesini kıramıyor?

    Bir an için, kamu yönetimlerinin tüm birimlerinde görevli üst, orta ve alt yöneticileri ve hatta bununla da yetinmeyip tüm kadroları, zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki açılardan 6 sigma kalitesinde insanlarla değiştirdiğimizi varsayalım. Bunun olup olamayacağı değil, yapılabilirse ardından neler olabileceğini tahminlemeye çalışalım.

    İlk olacak olanlardan birisi muhtemelen, bu insanların kendi birim ya da kurumlarıyla ilgili mevzuatı gözden geçirip, kamunun genel çıkarları açısından doğru olmayan kuralları kaldırmaya çalışmalarıdır.

    Çünkü Kural Kirlenmesi (regulation pollution) [1] kamu yönetimlerini çıkmaza sokan önemli etmenlerin başında gelmektedir.

    Ancak ilk büyük gürültü buradan çıkacak ve her kaldırılmak istenilen kuralın ardındaki haksız çıkar grupları, bu işe girişenler aleyhinde bir karalama kampanyası başlatacaklardır.

    6 sigma kamu kadroları bir yandan da yeni kurallar ihdas etmek için siyasi kadrolardan destek isteyeceklerdir. Halbuki haksız çıkar grupları siyaset içinde de örgütlenmiş olacakları için burada da sorunlar çıkacaktır.

    Özet olarak, bu kaliteli kamu yönetimi kadroları bir süre sonra toplumun önemli bölümünce dışlanır hale gelecektir. Çünkü toplumun büyük bir bölümü şu ya da bu yolla bu tür haksız çıkar grupları ile -doğrudan veya dolaylı olarak- etkileşim içindedir. Üstelik bu yeni bir uygulama olmayıp asgari 600 yıllık bir geçmişi vardır.

    Bu kısa akıl yürütmeden hemen çıkarılabilecek bir sonuç, sorunun bütünden yalıtılıp yalnızca kamu yönetiminin kalitesini artırarak çözülemeyeceğidir.

    Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi ise, halkı içine almayan, halkın zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki dokusu’nu dikkate almayan bir yaklaşım demokrasi olamaz. Adına “Nitelik Dokusu” [2] diyebileceğimiz kalite düzeyi halkı da kapsar şekilde anlaşılmadıkça ve halk da kendini “emredilenleri yapan kullar” olarak görmeye devam ettiği sürece, bütünün parçaları üzerinde yapılabilecek reformların bir yararı olamamaktadır.

    Dolayısıyla kırılamayan çerçeve sadece kamu yönetimine özgü olmayıp, toplum bütününün nitelik dokusu yetmezliğinin giderilemeyişidir.

    Çözüm ise sorunun bu şekilde tanımlanmasıyla görünür biçime gelmektedir. Her ne yapılacak ise bütünü (yani halkı) içine alan biçimde tasarımlanmalıdır.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu konuda önerdiği projeler vardır ve 1994’den bu yana çeşitli kanallar kullanılarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu projelerle tanımlanan çözüm araçlarının sayısı çokça ise de bunlardan ikisinin son derece etkili olduğunu söyleyebilirim: bunlardan birisi Seçkin Tavır Ağları adı verilen yaklaşımdır ve kısaca şudur:

    Toplum bütününün -yani 70 milyon bireyin-, nitelik dokusu’nun 4 öğesinin (zihinsel yetkinlik, bilişsel yetkinlik, ruhsal sağlık ve ahlaki yetkinlik), normal dağılım uyarınca dağıldığı kabul edilebilir.

    Yani içinde, zihinsel yetkinlik açısından “süper” olanlar ile, “çok geri” olanlar ve bu ikisi arasında da çeşitli tonlarda griler bulunacaktır.

    Benzer şekilde, eğitilmişlik açısından ya da ruhsal sağlık açısından da iki uç ve arasında griler vardır.

    Ahlaki açıdan da “ahlak abidesi” ve “ahlaksızlık abidesi” arasında gri ahlaklı olarlar bulunacaktır.

    Ayrıca bunların ikili, üçlü, dörtlü kombinezonları da söz konusu olabilecektir. Örneğin, zihinsel ve bilişsel yetkinliği (süper), ruhsal sağlığı yerinde fakat ahlaksız kişiler olabileceği gibi; yüksek ahlaklı, sağlıklı, yüksek eğitimli ama aptal insanlar da bulunabilecektir [3].

    Buna göre, toplumu oluşturan çeşitli kesimler (sanatçılar, zenaatkarlar, tüccarlar, sanayiciler, öğretmenler, akademisyenler, bürokratlar ve bunların daha alt kategorileri) içinde, normal dağılımın seçkin nitelik denilebilecek taraflarında yer alanları bir araya getiren ağ’ların oluşturulması ve bunun kamu yönetimlerince desteklense de bizzat o kesimlerin kendilerince yapılması, Seçkin Tavır Ağı denilen çözüm aracını oluşturmaktadır.

    BNGV®, SÖZ adı verilen kampanya ile, sürücüler için böyle bir Seçkin Tavır Ağı oluşturmaya çalışıyor. Böylece 5 temel trafik kuralına zaten uymayı -herhangi bir yasal zorlama olmasa dahi- bir yaşam biçimi olarak benimsemiş sürücüler, araçlarının camlarına birer yapışan (sticker) koymaktadır. Üzerinde görünür biçimde SÖZ yazan bu yapışanları araçlarında taşıyan sürücüler, birbirlerini tanımasalar dahi benzer etik güvence ağına ait olduklarını bilmektedirler.

    Toplumda, doğru duruş sergileyen insanların başlıca ihtiyaçları yalnız olmadıklarını bilmektir. Seçkin Tavır Ağları bunu sağlamaktadır.

    Bu çözüm aracının yalnızca trafikte değil, örneğin (kopya yapmayan öğrenciler), (ezber yaptırmayan öğretmenler), (karısını dövmeyen erkekler), (rüşvet almayan bürokratlar), (rüşvet vermeyen sanayiciler), (imkanlarını seçim bölgesine aktarmayan bakanlar) gibi çeşitli toplum kesimlerinin uygulamaları halinde toplumun nitelik dokusu tedrici olarak düzelmeye başlayacak, bir diğer deyişle bu seçkin tavır ağları toplumun geri kalan kesimleri için birer rol modeli olmaya başlayacaktır.

    Bu yaratıcı çözüm aracı bir yanda, her yıl trafikte, bir savaşta kaybedilen kadar insanını telef eden Türkiye’de SÖZ kampanyasını destekleyen bir otomotiv ya da taşımacılık kuruluşu yoktur. İşte sorun da bu noktadadır. Varlığını kendini ve birbirini övmeye bağlamış kesimler bu kampanyaya ilgi göstermese de vakıf kendi kaynaklarıyla 4 yıldır yaygınlaştırma yapmaktadır.

    BNGV’nin, toplumun bütününü saran çözüm araçlarından bir diğeri, Öğrenme Evleri® adı verilen kavramdır [4].

    Tüm bireylerin en yüksek yetkinliğinin öğrenebilirlikleri olduğunun görülmesi ve bu konuda 2003’ten bu yana yapılan deneysel çalışmaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine küçük illerde birer tane, büyük illerde birden fazla ÖğrEv® kurulması planlanmıştır.

    Kısaca açıklamak gerekirse, ÖğrEv’lerde uygulanan seminerler yoluyla bireylerin donmuş bulunan öğrenebilme yetenekleri harekete geçirilebilmekte ve kendi belirledikleri amaçları gerçekleştirme yolunda birer plan hazırlayıp uygulamaktadırlar.

    Bu proje kapsamında şu ana kadar 2 ÖğrEv® açılmıştır. Birisi Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi, diğeri ise İzmir Melahat yılmayan Öğrenme Evi’dir.

    25 ilde daha açılması planlanan ÖğrEv’ler için sponsorlar aranmaktadır.

    Kavramları yeniden tanımlamak çözüme katkı sağlar mı?

    Kavramların yeniden tanımlanması değil ama kavramların tanımlanması ve bu yolla toplumda bir ortak kavram tabanı oluşturulması büyük yarar sağlayabilecek bir girişimdir. Tanımlanmış kavramların yeniden tanımlanarak arzu edilen kavramları içerecek hale dönüştürülmesi ise bu birinciden tamamen farklı bir eğilimdirve kuşkusuz doğru değildir.

    Toplumumuzun çok sayıdaki “hayalet sorunu”nu doğuran az sayıdaki “kök sorun”dan birisi de “toplumumuzun bir ortak kavram tabanı oluşturamamış oluşu”dur [5].

    Siz bir süreden beri Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı olarak farklı bir proje üzerinde çalışıyorsunuz. Toplumun sorun çözme kültüründe farklı bir yaklaşımı uygulamaya sokmak için farklı illerde çeşitli toplantılar düzenliyorsunuz? Burada amaç toplumun sorun çözme pratiğinde pek de yeri olmayan “soru sorma kültürüne” olumlu bir katkıda bulunmak ve doğru sorulara dayalı cevaplar üretmek….

    Konuyu biraz açarsak, ne tür bir geri dönüşüm bekliyorsunuz? Bugüne kadar düzenlenen toplantılarda neler oldu? Nihai hedef ne? Tüm bunları yaşamda kalite bağlamında değerlendirirsek özetle neler söyleyebilirsiniz?

    1994 yılından bu yana, toplumumuzun sorun çözme kapasitesi bağlamında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında net olarak belirlediğimiz bir nokta, sorun çözme süreçlerinin “sorunu tanımlama“, “sorun için alternatif çözümler geliştirme” ve nihayet “sorunların paydaşları arasında bir uzlaşı sağlayarak alternatiflerden birisi üzerinde karar kılma” aşamalarından oluşan sorun çözme sürecinin ilk ve en önemli adımı olan “tanımlama” aşamasının yeterince önemsenmediğidir.

    Sorunları çözmekle yükümlü kişiler ve kurumlar enerjilerinin büyük bölümünü iyi tanımlanmamış sorunları çözme yolunda harcamakta ve her paydaşın tanımladığı sorun farklı olduğu -ama aynı bir adla adlandırıldığı- için de çözümler üzerinde bir türlü uzlaşılamadığıdır.

    Sorun tanımlamadaki bu yetersizliğin başlıca nedeninin soru sorma becerisi yetmezliği olduğu sonucuna varılmış, hatta doğru sorulmuş soruların, çözümlerin önemli bir bölümünü içinde barındırdığı görülmüştür [6].

    İşte bu noktadan hareketle, önce İstanbul ve Ankara’da başlamak daha sonra İzmir ve diğer illere yaygınlaştırılmak üzere BEYAZ NOKTA® SORULARI (BNS) adında aylık birer toplantı düzenlenmesi fikri projelendirilmiştir. Akşam üstleri 19.00-21.00 saatleri arasında 2 saat süreceği ve böylece katılımın kolaylaştırıldığı bu toplantılarda Türkiye gündeminin çözüm bekleyen soruları ele alınacak ve o sorunları en iyi ifade edebilecek az sayıda soru’nun üretilmesine çalışılacaktır.

    Bu ana kadar ilki Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi’nde, diğeri İstanbul Bizim Tepe lokalinde iki BNS toplantısı yapıldı.

    İlk toplantıda seçilen sorun “Türkiye’nin eğitim Sorunları ya da Eğitim Çıkmazı” başlığını taşıyordu.

    Toplam 15 katılımcının (eğitim sorunlarıyla ilgili paydaşlar) 2 saatlik çalışması sonunda, bu sorunu en iyi ifade edebilecek 5 soru olarak şunlar belirlendi:

    (1)   Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?

    (2)   Eğitimin amacı ne?

    (3)   “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?

    (4)   Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?

    (5)   Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?

    Görüleceği gibi, “eğitim sorunları” şeklinde son derece yuvarlak olarak tanımlanagelmiş sorun bu defa daha iyi tanımlı hale getirilmiştir.

    Amaç, bir yandan önemli sorunların daha iyi tanımlanması yoluyla onların çözülebilirliklerini artırmak; bir yandan da yeni sorun çözme pratiklerini tedavüle (dolaşıma) sokmaktır.

    İkinci toplantıda ise üzerinde soru üretilmesi istenilen sorun, “ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilmek ve bu bağlamda BNGV’nın işlevlerini etkili yapabilmesi” şeklinde tanımlanmış ve yine 5 soru üretilmesi istenmişti.

    Bu soruna karşı üretilen 5 soru ise şunlardır:

    (1)   Temel kavramlar konusunda anlaşabilmemiz için bir ortak kavramlar tabanı nasıl geliştirilebilir?

     

    (2)   Benimseticilik ve koşullandırma yoluyla doğruların tek ve tartışılmaz olduğu, bu doğruların da bize kendi dışımızdan öğretilmesi geleneği sonunda, kendi doğrularını toplumun geri kalan kısmına dayatmaya çalışan kesimler (etnik, dini, ideolojik vd) ortaya çıkmaz mı? O halde, Her bir bireyimizi kendi başına öğrenebilen ve bu yolla sorunlarını daha iyi çözebilen hale nasıl getirebiliriz?

     

    (3)   Siyasetin, düzgün insanları uzaklaştırıcılığının nedeni, menfaat arayıcılara hayır diyemeyen liderler ile liderlere hayır diyemeyen vesayet bağımlısı-menfaat arayıcısı kişiler ve bütün bunları öğretilme-benimsetilme yoluyla onaylayan halk değil midir?

     

    (4)   “İyilerin dayanışması ağları (İDA)” yoluyla yüksek ahlakın egemenliğini sağlamak niçin bir sorun çözme aracı olarak düşünülmez? Her alanda ağlar kurmanın demokrasinin ta kendisi olduğunu idrak ediyor muyuz? Buna göre BNGV, en önemli projelerinden birisi olan İDA yolunda hangi STK’lar ile ve hangi konularda ağlar kurmalı?

     

    (5)   Doğruların tek ve tartışılmaz olmadığı, sürekli olarak gerçekleri aramak peşinde sorgulamak demek olan bilimi toplum yaşamına niçin egemen kılamadık ve nasıl egemen kılarız? M.Kemal’in “en hakiki mürşit ilimdir?.” sözünün ne anlama geldiği niçin hiç tartışılmaz? Sorun Çözme Kabiliyeti bir toplumun bağışıklık sistemi ise bilim de bunun en etkili aracı değil midir?

    Yine 2 saatlik bir süre içinde tamamlanan ve basın, iş dünyası, STK gibi kesimlerden 15 paydaşın katıldığı bu toplantıda üretilen soruların ne denli yol açıcı olduğu görülmektedir.

    Bu bir sorun tanımlama -dolayısıyla da çözme- teknolojisidir. BNGV bu yaklaşımları yaygınlaştırmak ve yurdun her köşesinde bolca yapılan -genellikle sonuçsuz- toplantıların işlevselliğini artırmak amacını taşımaktadır. Toplumun yaşam kalitesi de bununla, yani sorunlarını çözebilme kabiliyetiyle bağlantılı değil midir?

    M.Tınaz Titiz

    3 Haziran 2007

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=665

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=392

    [3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=945

    [4] http://tinyurl.com/353ekss

    [5] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=90

    [6] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=661

  • Paketlenmiş sorunlar

    Bir gelenek…

    Sorun çözme süreçlerinin en önemli aşaması olan “sorun tanımlama” geleneğimize göre, çeşitli “memnuniyetsizlikler” paketlenir ve bir de kısa adla etiketlenerek iyice ufaltılır ve böylece bir anlamda çözülmüş varsayılır.

    İşsizlik sorunu, Güneydoğu sorunu, kürt sorunu, enflasyon sorunu, rekabet gücü sorunu, tinerci sorunu ve benzerleri hep böyle paketlenmiş sorun‘lardır.

    Paket sorunların çözümlerinde uzlaşılamaz

    Bu tür paketlenmiş bir sorun için birisinin önerebileceği bir çözüm -buna da paket çözüm denilebilir- üzerinde genellikle uzlaşı sağlanamaz. Çünkü paketin içinde bir değil birçok sorun ve birçok çözüm bulunmaktadır. Bu çözümlerin hepsi üzerinde uzlaşı sağlamak doğal olarak güçtür.

    Paket sorunlar kutuplaşma yaratır.

    Paket sorunlara önerilen paket çözümler kutuplaşmaların kaynağıdırlar. Paket ne kadar büyük ise kutuplaşma da o denli keskin olmaktadır.

    Bu noktada bir yaklaşım beliriyor!

    İşte bu noktada bu karmaşayı azaltabilecek bir yaklaşım ortaya çıkıyor: “paketi açıp içindeki sorunları ortaya koymak ve sonrasında da o daha yalın sorunları çözmeye çalışmak“.

    Ancak çoğu zaman, açılan paket içinden ortaya çıkan sorunlar da yalın değil paketlenmiş olabilirler. Yani küçük paketler bir araya gelerek daha büyük paketleri oluşturabilirler. Hatta bu paketler matruşka bebekler gibi birkaç aşamalı şekilde paketlenmiş olabilirler.

    Ancak şu bir gerçektir ki, bu tür “daha küçük paketler” içindeki sorunlar -dolayısıyla da çözümleri arasındaki aykırılıklar- büyük pakete göre daha azdır.

    Sorunlar birleşmek eğilimindedir!

    Sorunlar çözülmeyip, zaman içinde aralarında bileşikler yaparak daha büyük paketler haline geldikçe[1], paket açma yoluyla sorun çözme süreçleri de kademeli olmak, peşpeşe paket açılmak zorundadır. Yani, büyük paketler halinde ifade edilen sorunların paketleri açıldıkça ortaya çıkan daha küçük paketler de yine açılmaya muhtaç olmaktadır.

    Çünkü, küçülmüş de olsalar o halleriyle çözümleri üzerinde uzlaşı sağlanma olasılığı hala azdır. Bu nedenle paket açma sürecine, yalın sorunlara varılıncaya kadar devam edilmelidir. Böylece, birkaç aşamalı paket açmadan sonra daha kolay anlaşılabilir sorun tanımlarına varılmış olabilecektir.

    Paket açma, “soru” formatında olursa daha iyidir.

    Bu paket açma işleminde, ortaya dökülmek istenen yalın sorunlar birer “sorun” değil de “soru” formatında ifade edilebilirse, soruların cevaplanmaları -yani sorunların çözülmeleri- daha kolay olacaktır.

    Bunun için, ortaya konulan paketi en iyi ifade edebilecek çok sayıda soru adayının bir beyin fırtınasıyla üretilmesi istenir. Üretilen adaylar süzülerek az sayıda soruya indirilince, paket soruna göre “daha anlaşılabilir” sorunlara varılmış olur. Bu sorunların çözülmeleri göreceli olarak daha kolaydır.

    Eğer süzülüp azaltılan sorulara karşılık gelen sorunlar hala içlerinde paketler taşıyorlarsa, paket açma sürecine devam edilir ve yalın sorunlara karşı gelebilecek sorulara varılmaya çalışılır.

    Sonuç

    Çok sayıda sorunu altında ezilmekte bulunan toplumumuz ve kurumları, sorun çözme araçları dağarcığına bu sorun çözme aracını eklemeli, birleşe birleşe anlaşılmaz hale gelen sorunlarına bir de böyle yaklaşmayı denemelidir.

    28 Nisan 2007, Cumartesi