-
Nis 29 2013 Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu-Nisan 2013
Türk Eğitim Derneği, Eğitim Politikası Forumu
“Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerine..”
M.Tınaz Titiz – Nisan 11, 2013 – Ankara
Saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler,
Eğitim ve siyaset ilişkisi üzerinde aslında iki soru sorup cevap adaylarımı paylaşmak istiyorum. Bu iki soru, eğitimi niçin yaptığımız ve politikanın –ya da hangi tür politikanın- eğitimi yozlaştırdığı üzerinedir.
Ama önce, eğitim ve siyaset ilişkilerinin anlaşılmasını güçleştirerek zihinsel karmaşaya yol açan öğelerin temizlenmesi gerekir. Bunun için de birkaç başlık üzerindeki düşüncelerimi ortaya koyup, böylece o konularda zihnimi düzene soktuktan sonra sorularımı cevaplamaya çalışacağım.
1) “Kışlaya, okula ve camiye politika girmemelidir!”
Burada kastedildiği varsayılan politika, bu kavrama yüklenegelen iki anlamdan ikincisi olsa gerekir. Eflatun tarafından tanımlanan birinci anlam “insanları mutlu etme sanatı” iken, zaman içinde ikinci bir anlam daha kazanmıştır. Bu da “insanları mutlu edecek, ama çeşitli neden ve/ya amaçlarla, yerine getiril(e)meyecek vaatlerde bulunmak” şeklinde özetlenebilir.
Sürekli olarak uzun ifadeler kullanmamak için birinci tür politikaya Pg (gerçek anlamında) ve ikinci türe ise Pyoz (yoz veya yanıltıcı anlamında) diyelim.
Bu tanımlara göre, Pgerçek –kışla, okul ve cami de dahil– her yere girmeli, hatta Pgerçek’in girmediği hiç bir yer olmamalıdır. Pyoz ise sadece kışla, okul ve cami değil hiç bir yere girmemeli; hatta mümkünse hiç var olmamalıdır.
Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek birkaç sonuç olabilir:
a) Nedensel düşünme’nin şablonu “eğer …. ise ….dir” şeklindedir. Söz konusu genelleme bu kurala göre ifade edilmiş olsaydı, “eğer politika kavramı Pyoz şeklinde anlaşılır ise hiç bir yere, özellikle de kışla, okul ve camiye girmemeli dir” şeklinde olur ve de doğru olurdu. Politikanın bu inceliğe dikkat edilmeden karalanması, insanları mutlu etme yolundaki güçlü bir aracı bozmuş, ayrıca da politikaya girmek isteyen nitelikli insanları caydırır olmuştur.
Bu örnek, hemen her konudaki yargıları koşulsuz olan toplumumuzda rasyonel düşünme’nin yaygınlaşamamış olmasının örneklerinden birisidir. Toplumumuzun sorun çözme kabiliyeti açısından bunun ne denli talihsizlik olduğu açıktır.
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (www.beyaznokta.org.tr) bu yoldaki bir çalışması, yaşamlarımıza yön veren –hemen hepsi yararlı- çeşitli yargı kalıplarının, hangi koşullar altında geçerli olduklarını sorgulayabilecek “doğru soru”lar üretmekte güçlük çekildiğini göstermiştir.
Doğru düşünmenin iki temel bileşeni olan nedensel düşünme ve kritik düşünme’nin, toplu yaşamın vazgeçilmez iki öğesi olduğu bilinciyle, eldeki mevcut tüm araçlar harekete geçirilerek sorgulama, sorun çözmede etkili bir araç olarak toplumun dağarcığına girebilmeli.
Bu temel düşünsel becerileri benimsememiş bir toplumun, önüne çıkacak sorunlar hakkında sorular sorması ve onları cevaplayabilecek yaratıcılığı göstermesini beklemek mümkün müdür?
b) Bir yandan da eğer, rasyonel düşünme ilkelerine uyulmuş olsa idi, topluma, politika kavramının bir de Pgerçek anlamı olduğu mesajı da iletilmiş olacak; politika bugünkü aşağılanmış (Pyoz’dan ibaret) anlamına indirgenmeyecekti.
c) Bir de soru ortaya çıkmaktadır: Politika yozlaşıp her yere Pyoz olarak nüfuz ederken bundan okul kurumu da nasibini aldığına göre, ne(ler) yapılmalıdır ki hem okul kendini koruyabilsin, hem de Pyoz’un yerini Pgerçek alabilsin?
Eğer bu soru cevaplanamazsa, siyaset-eğitim ilişkileri üzerindeki görüşlerin pratik bir önemi olamaz.
Bu soru’nun yanıtı hem kolay hem güçtür. Kolaydır, çünkü benzer sorunlarla –en azından potansiyel düzeyde- karşılaşıp onların gerçekleşmesini minimize edebilmiş toplumların sıkça uyguladıkları yöntemler bizde de uygulanabilir. Bu yöntemlerin başında, “Örnek Tavırlı” kişilerin aralarında oluşturabilecekleri ağlar (bkz. http://bit.ly/Utya2L) geliyor.
Politikanın Pgerçek anlamını yaşama geçirmiş olanların imzalayıp topluma ilan edebilecekleri bir bildirge (bkz. http://bit.ly/Utyi2m) küçük fakat etkili bir arınma sürecini tetikleyebilir; daha doğrusu tetiklemesi için elden gelen yapılmalıdır.
Ama aynı zamanda güçtür de. Siyaseti kolay çıkar sağlama aracı olarak benimsemiş kişilerin çokluğu bir yana, “bal tutan parmak yalar” kuralına inanmış kitleler karşısında, bu tür girişimlerin şans bulabilmesi, sıradan yollarla gerçekleşemez.
Bu iki ters eğilimin bileşik etkisi altında, özlenen arınmanın gerçekleşmesi için kitleleri bu ideal yolunda harekete geçirebilecek bir toplum hareketine ihtiyaç vardır.
Eğitim – siyaset ilişkilerini gözden geçirirken değinilen bu başlıkların yalnız bu konuda değil, tüm sorunlarımız açısından geçerli olduğuna işaret edilmelidir.
2) Koşullanmama: Bir numaralı insan hakkı!
a) Py’nin işgal ettiği alanı boşaltıp, –orta veya uzun vadeli de olsa- Pgerçek ile doldurabilecek bir süreci başlatabilmek için, Pyoz’un etkili araçları farkedilip etkisizleştirilebilmelidir.
b) Bu araç, “benimsetme” olup, okul versiyonunun adı ise “öğretme”dir. Benimsetme kavramının temelinde, “mutlak doğru” inancı yatıyor.
Bir şeyin değişmez (mutlak) doğru olduğuna inanıldığında, başkalarının da bu doğruyu –zorlayarak dahi olsa- benimsemesinin istenilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Koşullandırma, benimsetme’nin yollarından başlıcasıdır. “Eğer … ise … dir” yaklaşımı yaygın bir kültür olabilseydi, benimsetme bu denli yaygın ve yıkıcı olmayabilirdi (bkz. http://bit.ly/10QO3MN).
c) Koşullandırma, insan türünün çeşitli sorunlar karşısında türünün devamını sağlama amaçlı milyon yıllık evrimi sonunda kazanmış olduğu olağanüstü öğrenebilme yeteneğini hiçe saymak, onunla mücadeleye girmek anlamına gelen yanlış bir girişimdir. Bu abes girişim yerine, genetiğimize yerleşmiş bulunan yüksek öğrenebilirlik yeteneğine güvenmek zorundayız.
d) Yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir ulus ve devlet inşa ederken kaçınılmaz sayılabilecek ideolojik eğitimi, günümüzde de sürdürmeyi haklı gösterebilecek bir neden olamaz.
3) “Düşünme” hep kutsanagelmiştir.
a) Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme genelde birbiri yerine kullanılabiliyor. Halbuki;
i) Rasyonel düşünme, neden-sonuç bağlantılarını kesintisiz ve yanlışlanabilir adımlar halinde düşünmek,
ii) Kritik [1] düşünme ise, bir sonuca yol açan çeşitli nedenleri ağırlıklandırılarak düşünmek
olup, bileşenleri ancak “birlikte” kullanıldıklarında “doğru” olarak nitelenebilir düşünme ortaya çıkıyor.
b) Bu birliktelik sağlanmadığında, herhangi bir sonuca yol açan ve kritik düşünme bileşenine göre az önemli olan -kişinin duyguları doğrultusunda- herhangi bir nedenin, sonucu belirleyen esas neden olduğu savunulabilir ki bu durumda nedensel düşünce tamamen işlevini kaybetmektedir.
c) Rasyonel ve kritik düşünme bileşenlerin tanımlarının dahi önemsenmemiş oluşu, sorun çözme kabiliyetinin önemli bir gereği olan doğru düşünebilme aracından yoksun kalındığını gösteriyor.
4) Bu irdelemeler yoluyla bir ölçüde netleştirildiği düşünülebilecek platform üzerinde iki soru sorulup cevaplanmasına çalışılabilir:
Soru 1. Eğitim; iyi de niçin?
a) Küçük ölçekte ticaret yapacak bir firmanın dahi misyon ve vizyonunun olması –ülkemiz istisna edilirse(!)- bir gereklilik iken, büyük kitlelerin yaşamlarını derinden etkileyen eğitim gibi bir sürecin:
– niçin yapılacağı (misyon),
– nereye varmak için yapılacağı (vizyon) ve
– hangi ilkelere sadık kalınarak yapılacağı (değerler)
noktalarındaki ilkelerin ortaya konulması –ve sürekli sorgulanarak pekiştirilmesi- kaçınılamaz bir zorunluk değil midir?
b) Gerek misyon, gerekse vizyon –Türkçeye çevrilmeyişlerinden de görüleceği üzere- önemli diğer kavramlar gibi tanımsızdır (bkz. http://bit.ly/TKJwXJ).
c) Bir hatırlatma olması için:
– Misyon: En temelde ne yapılmak istendiği (örn. Bedensel engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak..)
– Vizyon: Misyon şeklinde tanımlanan derindeki amacı gerçekleştirmek üzere girişilebilecek çeşitli eylemlerin her birisinin varmak istediği hedef (örnek; bu misyona yönelik 4 ayrı eylem örneği ve bu eylemlerin vizyonları):
Eylem 1. Bedensel Engelliler (BE) Vakfı kurmak.
Vizyon: Tüm engellileri üye yapıp, kapsayıcı bir dayanışma ağı oluşturmak.
Eylem 2. Uluslararası BE olimpiyatına katılmak üzere bir organizasyon yapmak.
Vizyon: En az 3 altın madalya kazanmak.
Eylem 3. BE’in parlamentoda temsili ve haklarını savunmak.
Vizyon: 5 yıl içinde, her seçimde 2 BE’nin yerel ve merkezi meclise girmesi.
Eylem 4. BE için araç-gereç üretimi yapacak bir ticari firma kurmak.
Vizyon: Her BE’nin firma ortağı olmasını ve ortaklık payını, yapacağı inovasyonların bedeliyle ödemesini sağlamak.
Görüldüğü gibi misyon tek, o misyona hizmet edebilecek eylemlerin vizyonları ise çok sayıda olabilir.
– Değer(ler): Vizyon(lar)’a erişme yolunda daima sadık kalınacak değer yargıları (örn. “daima ortak akla güvenmek”, “tüm organların birbirleri yerine kullanılabilirliği”, “engelden yakınma, acındırma yok”.
d) Bu tanımların ışığı altında, “eğitim için misyon, vizyon ve değerler neler olmalıdır?” konusundaki önerilerim (kuşkusuz başka öneriler de olabilir):
– Misyon: Kişinin –her bakımdan- ayakları üzerinde durabilmesi.
– Vizyon
Eylem 1. Bedensel, zihinsel, ruhsal ve ahlaki açılardan sınırlarını, tam olarak öğrenip, o sınırların özendirebileceği yönlerden birisi doğrultusunda ilerleyerek “kendini gerçekleştirmek”.
Vizyon 1: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)
Eylem 2. İçinde bulunduğu toplum ve insanlık ailesine net katkı sağlamak.
Vizyon 2: (Kendi ilgilerine göre bir hedefe kendisi karar vermeli)
– Değerler: (Kişi bu süreçte kendi değerlerini kendisi oluşturabilmelidir. Bu onun en doğal özgürlük alanı sayılmalı, müdahale edilmemeli, değer benimsetilmeye, öğretilmeye, empoze edilmeye çalışılmamalıdır. Bu ilke aynı zamanda, merak ve yaratıcılığına herhangi bir yolla –sorgulanamazlık, koşullandırma gibi- müdahalede bulunulmamasını da kapsamaktadır).
e) Bu çerçeveye oturacak bir eğitim sisteminin desteklenmesi, yaygınlaştırılması, çeşitli müdahalelere karşı korunması Pg anlamında politikanın vazgeçilmez ödevlerinden birisi olmalıdır.
Soru 2. Pg anlamındaki politika bu misyon ve vizyonun neresine oturuyor; Py niçin / nasıl kirlenme yaratıyor?
a) Politikanın kirlenmesi tek nedenle açıklanabilecek bir sorun değildir. Siyaset sisteminin kirlenmesine yol açan ve birbirini besleyerek yerleşen kirlenme olgusu Alternatif Siyaset Anlayışı adlı yayında irdelenmiştir (bkz. http://bit.ly/10XWp5p). Burada ise, kirlenme olgusunun eğitim sistemiyle etkileşimi üzerinde durulacak ve bir dizi neden arasında en önemli görülen birisi ele alınacaktır. Bu, tüm canlıların ve özelde de insan türünün olağanüstü öğrenme yeteneğinin gözardı edilmesi gerçeğidir.
b) Kimi sistemler “kendi kendini taşıyabilme” özelliğine sahiptir. Bu özelliği –iyi niyetlerle- güçlendirmek amacıyla yapılan müdahaleler çoğunlukla bu yeteneğin bozulmasına yol açıyor. İşte birkaç örnek:
i) Yumurtadan çıkmaya çalışan civcive “yardım”,
ii) Kendini taşıyacak şekilde tasarlanan uzay kafes kirişe destek koyarak “yardım”,
iii) “Zarar verme” (bkz. http://bit.ly/153ed3E) ahlak ilkesini, “zarar verme ve yarar sağla” şeklinde yorumlayarak yapılan “yardım”.
Her üç örnekte de “yardım” edilen nesneler ya ölür ya yıkılır ya da zarar görürler. Bu nedenle, yapılacak yardımların, genetik miraslardaki öğrenilmişlikleri bozabileceklerine dikkat edilmelidir.
c) Canlılar’ın, milyon yılda geliştirdikleri “yaşadıklarından öğrenebilme” yetileri de kendi kendini taşıyabilme özelliğine sahiptir ve bilinçsiz yardımlar halinde zarar görür.
Örneğin yüzme böyledir. Tüm canlılar gibi insan da milyon yıllık geçmişi boyunca yüzmeyi öğrenip DNA’sında saklar; ama daha sonraları, öğrenilmiş çaresizlik yoluyla –ki o da bir öğrenmedir- bu yeteneğini geçici olarak kaybeder ve tekrar yüzme öğrenmeye çalışır.
d) Eğitim adını verdiğimiz benimsetme / öğretme süreci, bu milyon yıllık deneyime dayalı ve halen de süren muhteşem öğrenme süreciyle bir çeşit “mücadele”dir. Söz konusu “mücadele”, aile-okul-toplum üçlüsünün kolektif çabalarıyla yapılıyor (bkz. http://bit.ly/VMHkAg).
e) Py türü politikanın ihtiyaç duyduğu insan malzemesi, mutlak doğru olarak kabul ettiği kendi ideolojisini benimsetme yoluyla yaymaya eğilimli olmak zorundadır. Çünkü kendi varlığının güvencesi, kendine benzer insanlarla çevrili olmaktır.
Eğitim sistemimizin başlangıçtan beri ana renginin “ideolojik benimsetme” olmasının nedeni, Py türü politikanın amaçları için okul sisteminin en uygun ortam olmasıdır.
Kuşkusuz, okul sisteminin yetiştirdiği tüm insanlar ideolojik benimsetici eğilimli değildir; ama, sistemi sorgulama yoluyla değiştirebilecek nedensel ve kritik düşünme yetileri de kritik kütleyi oluşturabilecek düzeyde değildir.
f) Buna karşı ne yapılabilir; hatta daha doğru olarak yapılabilir mi ve de yapılmalı mı?
Biyolojik yaşam gibi sosyal yaşam da –biz beğenelim ya da beğenmeyelim- kendine bir yol buluyor. Biz hem o kadar beklemek, hem de önümüze gelecek o çözümleri kabul etmek istemeyebiliriz. Bu durumda ayrıntılı bir planın işe yaramayacağı bellidir. Çünkü kimse bu denli karmaşık bir süreci, her adımını kontrol edip yönetemez.
Bu gerçeğin idraki bir başlangıç noktası olabilir. Bir bulamaç’a benzetilebilecek kaotik yapılı sistemin içine atılarak, onu tedricen dönüştürebilecek bir nano-tool düşünülebilir. Bu dönüştürücü, insanlık tarihinde en güçlü etkiyi yapabilmiş olan “kuşku” kavramı olabilir.
Bildiklerimizin, inandıklarımızın, hatta elimizle dokunup gözümüzle gördüklerimizin dahi, ancak koşullu –ve kuşkulu- doğrular olabileceğinin idrakini üretebilecek bir dönüştürücü.
İşe yarar mı? Bilmiyorum, kuşkuluyum!
Teşekkür ederim.
Nisan 11, 2013
[1] Critical º krisis (Gr.) º iyiyi kötüyü ayırmak, kalburdan geçirmek, ayırt etmek.
-
Nis 07 2013 Depocu – 22
Akıl karışıklığının –nedenleri farklı olsa da- yaygın olduğu bugünlerde, çok somut ve de hemen her duruma uygulanabilir bir konuyu ele alıp, biraz olsun zihinsel duruluğun sükunetini deneyimlemek istiyorum.
Yazının başlığı, “catch-22” (https://www.wikiwand.com/tr/Catch-22_(roman)) olarak bilinen ünlü söylemi hatırlatmak amacını taşıyor. Bir sorun’un çözümünün, sorun’un varlığına bağlı olduğu durumlar için kullanılan bir deyim. Zihinsel duruluk sağlamak bir yana, mevcut olanı da –varsa- tamamen yoketmeye yol açabilecek bir zihin törpüsü de denebilir.
Neyse bunları bir yana bırakalım. Üzerinde durmak istediğim, herhangi bir sanayi kolunda üretim yapanların en büyük sorunu olan depoculuk ile ilgili. Hele, rekabetin bu denli sert olduğu günümüzde, tüm depo yöneticilerinin bir nolu sorunu bu.
Ne üretilirse üretilsin, ya üreten ya da ona yan sanayi olarak iş yapanların mutlaka depoları vardır ve bunlar, üretim girdilerinin ihtiyaç olduğu anda elleri altında bulumasını sağlar. Tüm depoların amacı budur. Ama burada, birbirine zıt iki istek aynı anda yerine gelmek zorundadır: Bir girdiye ihtiyaç olduğunda stokta bulunsun ve fakat stokların maliyeti de minimum olsun.
Her girdiyi tıka basa stoklasan stok maliyeti katlanılamaz olur; hiç stok bulundurmasan bu defa da üretim duracağı için yine katlanılamaz maliyetler doğar.
Bu tür açmazlar, yaşamımızın her karesini doldurur: Asgari ücretle çalışanın eşi bir yandan ailesini iyi beslemek zorunda iken, bir yandan da bu parayı yetirmek zorundadır. Yargıç vereceği çezanın azami caydırıcılık sağlamasını isterken bir yandan da bizzat ceza alacak kişinin haklarını korumak zorundadır. Taksi şoförü yolcusunu olabildiğince çabuk götürüp yeni yolcu almak için tekrar sıraya girmek zorunda iken, bir yandan da yolcusunun konforunu gözetmek için yavaş gitmelidir. Ve daha yüzlerce örneğin hepsinde benzer ikilemler.
Bu tür durumlar için “optimizasyon” (eniyileme) adı verilen yöntem kullanılıp, birbirine ters etki yapan öğeler arasında “olabilecek en iyi” çözüm bulunmaya çalışılır. Fakat bunun için bir anahtar kavrama ihtiyaç var: Çözümün anahtarı “kötü duruma rıza gösterebilme oranı” denilebilecek bir kavramdır.
Depocunun sorunu bağlamında bu kavram “stok tükenmesine razı olma oranı”dır. Böyle bir oran belirlendiğinde, ortadaki sorun, optimizasyon teknikleri yoluyla çözülebilir; benzer durumdaki tüm sorunlar da bu yolla çözülebilir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Kötü duruma rıza gösterebilme oranı (kısaca Rıza Oranı ya da daha kısa RO diyelim) %0’dan büyük ve %100’den küçük olmalıdır. %100’lük bir RO, “stok biterse bitsin farketmez” demektir ki bu, ya o girdi olmasa da olur ya da yerine kullanlabilecek başka bir girdi var demektir. Bu makul olmadığına göre %100’den küçük bir oran belirtilmelidir.
Ayrıca belirtmeye gerek olmayan bir özellik, RO’nun %100’den uzaklaştıkça o girdinin kritik girdi olma olasılığının arttığıdır.
RO’nun bir de öbür ucu var. Örneğin bir nükleer santralda, yakıt çubuklarının erimesine yol açılmaması için en kritik girdi soğutma suyu olduğuna göre, suyun kesilmesine rıza gösterme oranı “neredeyse sıfır”dır.
Su kesintisine karşı önlem olarak santrallar genellikle büyük su kaynakları yanına inşa edilirler, ama bu defa da suyun çubuklara erişimini sağlayacak borular, vanalar, pompalar, elektrik motorları vb onlarca kritik elemanın “bulunmayışlarına ne kadar rıza gösterilebileceği” sorusu gündeme gelir ki, bunlar için de RO “neredeyse sıfır”dır.
Bu “neredeyse sıfır” düzeyindeki güveni sağlamak ayrı bir mühendislik dalının (güvenilirlik mühendisliği) konusu olup, daha çok yedek, daha özenli üretim, daha çabuk onarma teknikleri, daha iyi insan kaynağı gibi önlemler demektir.
Şimdi dilimin altındaki ilk baklayı çıkarayım: Bir yönetici gelse ve “ben sıfır RO istiyorum” (yani asla soğutma suyu kesilmeyecek) dese ne olacaktır?
Bu durumda iki çare vardır: (1) Sistemdeki her şeyin onlarca –ve birbirinden bağımsız- yedeği olacak, onların da yedekleri ilh yedekleri olacaktır. (2) Birisi çıkıp bu ceberrut veya ahmak insana “böyle istek olmaz; gerçekleştirilebilir ve sıfırdan büyük bir RO belirtmelisin” der.
Birinci çözümün niçin olamayacağı bellidir. Çünkü belli bir noktadan sonra –ki o noktayı zaten güvenilirlik mühendisliği söyler- artan yedekleme, başa çıkılamayacak bir karmaşıklık yaratır ve bu defa da yedeksizlik nedeniyle değil ama karmaşıklığı yönetememek nedeniyle daha beter sorunlar doğabilir.
İkinci olasılıkta ise yönetici yine de israr etse ve mesela “kardeşim sen china syndrome [1] diye bir şey duymadın mı; insanların ölümü senin umurunda değil mi?” diye püskürse, yedeklemenin yedeklemesinin yedeklemesi nerede durdurulacaktır?
Görülüyor ki her iki durumda da, doğabilecek çekirdek erimesi olgusuna rıza göstermek gereken bir yer vardır, olmak zorundadır. “Neredeyse sıfır” bunu anlatmaktadır ve ne olursa olsun sıfır olamayacağına işaret etmektedir. O noktanın neresi olduğu, buna etki yapabilecek ve de sonuçtan etkilenebilecek durumdaki kişilerin sayılarına, akıl-fikir düzeylerine, fikirlerinin alınıp alınmadığına, bilimi yaşamlarına ne denli rehber kılabildiklerine vb faktörlere bağlıdır.
Sonuçta akıl galip gelirse, belirli bir RO üzerinde karar kılınır ve ancak ondan sonrası Tanrı’ya bırakılır. Bu, karar kılınan RO’ya karşılık gelen bir olasılıkla “meşum olasılığın gerçekleşmesi ve belli sayıda insanın zarar görmesine rıza gösterilmesi” demektir.
Akıl yerine akılsızlık –ve ahlaksızlıkla birleşik çeşitli türevleri- galebe çalarsa, çekirdek belki erimeyecek, ama meşum olasılığa karşılık gelenden daha çok insan, bu defa söz konusu türevlerin dolaylı sonuçları nedeniyle daha derin düzeyde zararlar görecektir.
Sonuç olarak bilinmesi gereken şudur: Her kaza-beladan korunmanın bir maliyeti (RO) vardır ve o maliyet kesinlikle sıfır değildir. Stok tükenmesine hiç uğramamak, trafik kazalarında hiç insan kaybetmemek, topraklarını sıfır kayıpla koruyabilmek, sıkıntı çekmeden refaha erişebilmek, yargıçların kendilerine sağlanan ayrıcalıkları hiç kötüye kullanmamaları ve daha yüzlerce bedava yemek, herkesin arzu edeceği nimetlerdir.
Ama, o amaçların doğal maliyetleri sayılması gereken kayıplara rıza gösterilmezse, o nimetlere erişilemez. Bunlara ancak, o süreçleri bu bilinçle yönetebilen toplumlar sahip olabilirler.
Pazar, Nisan 7, 2013 (Rev. Ekim 7, 2021)
[1] Bir nükleer reaktörün çubuklarının erimesiyle başlayan zincirleme olaylar sonunda, reaktör koruyucu yapısının da eriyip toprağı eriterek Çin’e kadar dünyayı deleceği varsayımı.
-
Oca 14 2013 İhracat Stratejisi Üzerine
Tınaz Titiz Dr.Necati Saygılı*
Son söyleneceği baştan söylemek gerekirse: İhracat amaç değil araçtır. Amaç, toplumun (değer) ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
Bir şeyin (değer)i, ona sahip olmaktan doğan tüm hak ve çıkarların toplamı olarak tanımlanabilir. Katma değer ise, bir mal veya hizmet ürününü oluşturan girdiler –emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama gibi- içinde, pazarda nadir bulunan bir veya birkaç özelliğin bulunması nedeniyle, alıcıların –benzerlerine göre- daha yüksek fiyat ödemeye razı olmalarıdır.
İnsanoğlu hangi uygarlık düzeyinde yaşarsa yaşasın, ihtiyaç ve isteklerinin karşılanması sorunu ile yaşam boyu uğraşmak zorundadır. Bu, yaşamın her anında değer üretmek ve değişmek (takas, mübadele) demektir.
Bu yolda kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya razı olan kişi, karşısındakilerden göreceli zeka, kurnazlık veya zorbalık üstünlüğüyle bu “değer değişimi” (mübadele) işleminde avantaj sağlamak ister. Yani, ihtiyacının (değer)inden daha az , yani daha az zaman + çaba + para + vd harcamaya çalışır.
Takas işlemine esneklik kazandırmak amacıyla oluşmuş pazar sisteminde kullanılan para, her ülke için standardize edilmiş (değer) olup, herhangi bir 1 birim para, o birimdeki paranın ne kadar emek, üzüm ya da “şey” almaya yeter olduğunun ölçüsüdür. Çeşitli ülkelerin 1’er birim paraları arasındaki eşdeğerlik ise:
(a) Değer üretme kabiliyetlerine ve
(b) Ürettikleri değerleri avantajla takas edebilme kabiliyetlerine
bağlıdır.
Değer üretebilme kabiliyeti, bir ülke toplumunun zekası, bilgisi, kültürü, yönetim kabiliyeti, kaynakları gibi faktörlere bağlı iken, üretilen bu değerleri takas edebilme kabiliyeti, bu faktörlere ilave olarak kurnazlık, zorbalık gibi ahlak ve/ya hukuk dışı faktörlerin de varlığına bağlıdır. Buna göre, yüksek değerli mal ve hizmet üretiyor olabilmek, ihtiyacı olan değerleri mutlaka avantajla takas edebilmesi anlamına gelmeyebilir.
Bu nedenle, her toplumun, ürettiği değerlere kendince belirlediği değer ölçme birimine göre koyacağı “fiyat”lar pek bir anlam ifade etmez; (b)de anılan kabiliyeti yüksek olanın dikte edeceği bir değer ölçme birimine göre oluşacak fiyatlar geçerli olduğu gibi, satanın döviz ihtiyacı ya da satın alanın konjonktürel macburyetleri etkili olur.
Gerek değer üretme, gerekse değer takas etmedeki başarı, bu süreçlerde ortaya çıkan sorunları çözebilme kabiliyetine, teknik deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır.
İthal etmek zorunda olduğumuz –örneğin- petrolün bedelini ödemek için genelde şu yollardan birisi kullanılır:
– Üreterek kazandığımız (değer)lerden bir miktarını vererek satın alacağımız döviz ile ya da
– (Değer)i söz konusu bedele eşdeğer olduğu, ithal edence kabul edilebilecek bir mal veya hizmet karşılığında, yani ihracat yoluyla.
Alan ve satanın, her iki durumda da bu işlemlerden tek beklentisi vardır: Verdiği (değer)den daha fazlasını almak; en kötü durumda başabaş olmak. Bunun için akıl, kurnazlık ve sopa gibi etkili araçlar kullanılır.
Herkesin bildiği bu ansiklopedik bilgilerin tekrarlanmasındaki amaç kimseye bir şeyler öğretmek gibi absürd bir amaç olmayıp, en derinde yerleşmiş olduğu için çoğu zaman gözden kaçmaya en yakın olabilen bilgilerin üzerine üfleyip tozları uçurmaktır.
Türkiye’nin sorunu ihracat değil, yüksek katma değerli üretim ve ürettiği değerleri avantajla takas edebilmektir .
Mal ve hizmet ithal ederek Türkiye’ye (değer) kazandırabilecek potansiyeldeki ülkelerin çoğu, fındık, aluminyum tencere, torna tezgahı ya da otomobil üretemedikleri için Türkiye’den ithalat yapmıyorlar. Türkiye, o mal / hizmetlerin o ülkelerdeki (değer)lerden – daha ucuz işçilik, daha az çevre duyarlılığı, sübvansiyonlar vbg görünmez girdilerle kazandığı rekabet gücü nedeniyle – daha düşük (değer)– yani döviz geliri karşılığında – ihraç ediyor da onun için.. Burada özellikle “fiyat” kavramı yerine (değer) kavramı kullanılmasının nedeni, “fiyat”ın aslında emek, malzeme, donanım, know-how, yönetim, pazarlama öğelerinden oluşan değer’in bozulmuş bir gölgesi olması nedeniyledir.
Böylece, Türkiye’den dışarı bir (değer) transferi oluyor. Halbuki bizim (değer) açığımız olduğu için transferin ters yönde olmasına ihtiyacımız var. Bir bakıma ihracat yapıp (değer) kazanmak amaçlanırken, ürünle birlikte (değer)de ihraç etmiş oluyoruz.
Ama, mesela yüksek teknolojili silah (İsrail), domates tohumu (Hollanda) ya da banker (Belçika) ihraç eden bir ülke, gereğinden daha düşük bir bedel ödeyerek (değer) ithal etmiş oluyor. Ne ilginç bir matematik değil mi!
Çünkü bu bir katma değer üretimi ve takası savaşıdır..
Türkiye iki tür ülkeye ihracat yapabiliyor:
(1) İhtyacı olan (değer)leri üretemeyen ülkelere –ki bu, o ülkeler için ithalat bir zorunluktur-. Türkiye bu ülkelere ihracat yaparken az da olsa asılnda (değer) ithal etmiş olur.
(2) İhtiyacı olan (değer)leri üretebilen, ama o mal ve hizmetin üretim maliyetleri ile -yani söz konusu üretim için harcayacağı kaynaklar ile- üretebileceği alternatif değerler daha yüksek olduğu için, değer takas kabiliyeti daha düşük ülkelerden –daha düşük değerler karşılığında- ithal edip, böylece hem mal ve hizmet hem de (değer) ithalini becerebilen ülkeler.
Zengin ve gelişmiş ülkelere Türkiye’nin ihracatı, ihraç edilen (değer)ler onların maliyetlerinden (değer) düşükse gerçekleşebiliyor.
Bu nedenle de, nominal değeri yüksek olan TL, Türkiye’nin net değer kaybı anlamına geliyor.
Görülüyor ki, ikinci sırada sayılan ülkelerle bir (değer) transferi savaşı yaşanıyor.
Kim ürettiği ürünün maliyetini (-değer) azaltıp, satış fiyatını (+değer) artırabiliyor ve yine de hedef ülke maliyetlerinin altında kalabiliyorsa, Türkiye’ye bir (değer) katıyor.
Böylece oluşan katma değer, düşük (değer) harcayıp yüksek (değer) üretebilmek anlamına geliyor.
Bu ise, üretimin her türlü girdisinin maliyetini (-değer) artıran sorunları çözebildikçe katma değer’in artması demektir. Yani Katma Değer = Sorunlarını Çözebilme Kabiliyeti’ demektir.
Katma Değeri düşük ihracat bir ölümcül sarmaldır..
Bu açıklamalara göre salt ihracat artışı bir hedef olamaz. Düşük katma değerli ihracat, bir ülkenin çeşitli türde (değer)lerini, daha düşük (değer)ler karşılığında takas etmek demektir. Bu sürekli olduğu takdirde ise ölümcül sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Boraks ihraç ederken, o ülkelerin madeni işleyerek ürettikleri yüksek fiyatlı mamul –deterjanlarda kullanılan- Perborat’ı ithal etmek gibi..
Katma Değer’i kimler üretmeli?
Genel ve o derecede basit kural, Katma Değer (KD) üretim sorumluluğunun her zaman, her yerde, herkesçe ve her bağlamda olduğudur. Örneğin:
- İletişimde KD (değer iletişimi),
- Bilgi KD: Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management (6M) girdilerini birbirine bağlayan çekirdek element “bilgi”dir. Bu 7nci element küçük olduğu takdirde diğer 6 element bir önem taşımıyor.
- Güvenlik görevlisi ve KD: Korumakla yükümlü olduğu yere hırsız / uğursuz uğramaması, uğrarsa zarar verememesini en iyi yapabilecek beceri ve bilgiye sahip olunması.
- Yönetim Kurulu Başkanı ve KD: Yönettiği kurumun kaynaklarını en az maliyet ve en çok etkililikte yönetebilme bilgi ve becerisine sahip olunması.
İlk adımlar neler olabilir?
Bu hedefe giden yolun birinci adımı, insan nitelik dokumuzu geliştirmek, o ise –bir bölümü anlaşılabilir nedenlerle- uzun yıllardır sürdürdüğümüz “ideolojik eğitim”den “yaşam için eğitim”e geçişi mümkün kılabilecek öğrenme devrimi yoluyla olabilir. Daha da somut başlangıç noktası arayanlar içinse bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com.
Paralel bir adım ise, KD üretiminden sorumlu olmayan hiç bir yurttaş olmamasıdır. Bir başka deyişle KD üretimi belirli bir sınıfın değil, tüm yurttaşların –kendilerinin ve gelecek nesillerinin- varlıklarını sürdürebilmeleri için zorunlu işlevleridir. Japon ulusu, benzer bir atılımı Kalite Çemberi ve KAISEN kavramlarıyla gerçekleştirmiştir.
Bu iki adımı sarmalayan ise bu konudaki vizyon olacaktır.
Değer üretimi -ihracatı da kapsar- için vizyon önerileri..
Tüm nüfusu sarmalayan böylesi bir vizyon, bir kişi ya da kurumun işi olamaz. Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği kuşkusuz güç ama mümkün bir iştir. Ama ilk adım, bundan daha önemli çok az işimizin olduğunun takdiridir. Birkaç örnek şunlar olabilir:
- “Cumhuriyet’in kuruluşunun 100ncü yılında, toplumsal rekabet gücü’nün bir ölçüsü olan Rekabet Gücü Endeksi ve İnsani Gelişme Endeksleri’nde ilk 10 sıra içinde yer almak.”
- Ya da da daha sembolik bir deyişle “100. yıl’a kadar, kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştiren eğitim sistemini yürürlüğü koyarak sorunlarının çözümü için kurtarıcıya ihtiyaç duymayan bir sorun çözme kabiliyeti düzeyine sahip bir toplumsal yapıya erişmek”.
- Türkiye’nin her ithal ettiği mal ve hizmeti, -gelişmiş ülkelerin yapabildii gibi- kendsine değer kazandıran bir sürece dönüştürmek.
- Bu bağlamda çeşitli ifadeler geliştirilebilir; ama işin özü, “rakiplerimizle yarışabilecek düzeyde katma değer üretebilecek bir sorun çözebilirliğe erişmek”tir.
Değer Takas Kabiliyeti artırılabilir mi, nasıl?
Günümüzün –ve görünür gelecekteki- dünyanın tüm toplumları, peşinde oldukları refah ve mutluluklarını artırma amacına erişmek için –farklı düzeylerde farkına varmış olsalar da-, değer üretimine yönelmiş görünüyorlar.
Sorun sadece bununla sınırlı olarak anlaşıldığı takdirde, bu defa da başka bir tehdit ortaya çıkmakta. Bu, üretilen değerlerin avantajla takas edilebilmesi için gereken, Koz Yönetimi beceri düzeyinin düşük olabilmesidir. Bu durumda üretilen değerler, onu üreten toplumlar için birer tasallut vesilesine dönüşmektedir. Petrol gibi doğal bir değer kaynağı, ona sahip olan ülkelerin –çoğunun- başına böylece dert olabilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu Güneydoğu’daki katı petrol ve bor rezervlerinin benzer birer tehdite dönüşmesinin altında yatan kök neden, sözü edilen bu Koz Yönetimi becerisi yetersizliğidir.
Buna göre, sorun çerçevesi hem değer üretimi ve hem de üretilen değerleri avantajla takas edebilmek için koz yönetimi becerimizin yetersizliği olarak tanımlanmalı ve yetersizliğe yol açan kök nedenler üzerine eğilinmelidir. Hemen işaret edilmesi gereken nokta, koz yönetimi becerisi yetersizliği, onu da içeren daha büyük bir kümenin, yani Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğinin bir parçasıdır. (Bkz. Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler, http://www.pegem.net).
12 Şubat 2013
(*) Bu yazı, 14 Ocak 2013 tarihinde yazılan yazı üzerinde, Sn. Necati Saygılı’nın katkılarıyla geliştirilerek revize edilmiştir.
-
Oca 12 2013 Ortak Akıl için yap ve yapmalar..
Dikkat çukur var, adımlarınıza dikkat!
Son yılların en çok kullanılan deyimlerinden Ortak Akıl, her sık kullanılan terim gibi, “anlam derinliğini kaybetme” riski taşıyor. Kavramları tanımlamadan kullanma yaygın alışkanlığı bu riskin önemli bir nedeni.
Bir akıl, bir diğer kişinin aklı ile nasıl ortaklaştırılabilir?
İki kişi arasındaki bu ortaklaştırma sürecinin işleyişi tam açıklığa kavuşursa, çok sayıda kişi arasındaki akıl ortaklaşım süreci de gerçekleşebilir.
Bu amaçla bir dizi yap ve yapma üretilebilir. Şöyle:
- Ortak Akıl (OA) kişilerin tek tek fikirlerini ifade etmeleri değildir.
- OA’ın eğer sadece tek vazgeçilmez koşulu varsa o da “yargıların askıya alınması” (deferred judgement) yoluyla, “etkileşim” (interaction) için uygun bir ortam yaratılmasıdır.
- Buna göre, bir grup insan (örn. bir yönetim kurulu, bir gönüllü grubu, banka soymayı planlayan çete ya da egzersiz için beyin fırtınası yapmak isteyen bir grup), tek tek fikirlerini söyleseler bir etkinlikte bulunmuş olurlar; fakat bu bir OA oluşturmaz.
- OA çalışmalarına katılacakların “değer iletişimi” kavramını iyice özümsemiş olmaları , ifade ettikleri her bir sözcüğe, “etkileşim içinde olduğu kişilerin işlerine yarayacak” bir değer yüklemeleri gerekir.
- “Değer” yüklenmemiş sözcükler, sosyalleşme sağlayabilir, sevgi-saygı bağlarını güçlendirebilir, boşanmaları azaltıp kilo vermeye yarayabilir, rekâketi önleyebilir ve daha onlarca yarar sağlayabilir, ama OA üretimine hiç katkısı olmaz; ayrıca OA üretmek üzere bir araya gelenlerin zamanlarını öldürür.
- OA üretme süreci, mutlaka doğru soru usullerine göre sorulmuş bir veya birkaç soru çevresinde şekillendirilmeli ve yönetilmelidir. Bu süreçte:
- Yaşam hikayesini anlatmak isteyen olabilir,
- Kimseye dökemediği veya herkese döktüğü dertlerini bir de OA toplantısına dökmek isteyen olabilir,
- Sempati ve antipatilerini dile getirmek isteyen olabilir,
- Bilgi düzeyini göstermek isteyen olabilir ve
- Sürece katkıda bulunmak isteyenler de araya karışmış olabilir.
Sürecin yaratıcılığını ve verimini olumsuz etkileyebilecek bu tür girişimlere fırsat verilmemelidir.
- OA bir soft teknolojidir. Tüm teknolojilerde olduğu gibi, koşullarının dışına çıkıldığında istenilen çıktıları üretemez.
- Bilgisayarlar için söylenmiş bir söz, (bilgisayar = ortak akıl) dönüşümü yapılarak aynen kullanılabilir: “Zamanı verimsiz kullanmanın çeşitli yolları bulunabilir; bilgisayar kullanmak şart değildir!”
12 Ocak 2013
-
Oca 10 2013 B Demokrasi P..
Sadece benim mi aklım karışık, başka karışık olan da var mı bilmiyorum, ama eğer gördüklerim doğruysa, bütün bildiklerimi unutup her şeyi yeni baştan öğrenmeye başlamam gerekiyor. Alvin Toefler de zaten öyle demiyor mu? “Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma yazma bilmeyen değil, öğrenmeyen, öğrendiklerini unutamayan ve tekrar öğrenemeyenler olacaktır”.
Adlarının içindeki standart (parti, hareket vs) sözcükleri ile ses uyumunu tamamlamak için konulan (emek, halk vs gibi) dolgu sözcükleri bir kenara bırakıldığında, geriye kalan tek vurucu sözcük olan “demokrasi”yi ısrarla koruyan DTH, HADEP, DEHAP, DEP, BDP vd örgütlenmelerin nasıl bir demokrasi muradettiklerini anlamaya çalışırken aklım karışıyor.
Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, 30 yılı aşkın süredir onbinlerce insanın ölümüne neden olacaksın, tüm Avrupa ülkelerinde örgütlenip ilişkiler kurup hareketine destek sağlayacaksın, içine sızacağı belli olan cümle alem servislere yataklık edeceksin, öleceksin, öldüreceksin ve sonunda parlamentoya giren milletvekillerinin en kıdemlisi çıkıp, “ben bilmem eşim bilir” gibisinden komik bir üslupla “tek yetkili İmralı’dadır; o ne derse doğru odur” diyeceksin.
Eğer gerçek bu ise –ki geri kalan koşullar vs kısmını bir kenara bırakıyorum-, böyle demokrasi tanımına sahip olan kişilerle ne konuşulabilir, neyin müzakeresi yapılabilir!
İmralı’daki önderlerinin ne düşündüğünü öğrenmek için randevu verilmesini bekleyen bu zavallı insanların demokrasi anlayışına güvenip de oy veren Kürt vatandaşlarımıza bundan büyük hakaret olur mu?
Bütün bu olup bitenlerin temelindeki “her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey mubahtır ve Kürtler bu oyun için biçilmiş kaftandır ” gerçeğini göremeyen insanımızın –varsa- en azından bu acayip demokrasi anlayışından uyanması gerekmez mi?
Dünyanın gelip geçmiş en azılı diktatörlerinin bile iyi kötü birer danıştığı kurumsal bir yapı varken, bu nasıl bir demokrasidir ki, her şey onun iki dudağı arasındadır? Bu insanlara güvenip de müzakere etmeye kalkılsa, ertesi gün “önderimiz razı olmadı” deseler ne olacaktır?
Rahmetli olmuş bir işadamının bir çalışanı hakkındaki sözünü hatırlıyorum: “……dediğin kişinin çok akıllı olması gerekmez, ama bu herif çok salak!”. Parti kurup bir araya gelenlerin de çok akıllı olmaları gerekmez ama bu kadar cahil olmaları da kabul edilebilir mi?
Anayasa çalışmaları ne aşamadadır bilemem, ama yurttaş olarak bir dileğim var: TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” yazısının altına ve yurttaki tüm binaların giriş kapılarına şu yazılmalı: “Her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey –ama herşey- mubahtır”.
10 Ocak 2013
-
Ara 31 2012 Yerleşik Kalıpların Sorgulanması
Yaşamlarımızın her karesine yön veren “kalıplar”..
Önce bir soru..
İnsanlar ve içinde yer aldıkları çeşitli kurumların:
(a) Düşüncelerinin çeşitli “kalıp”lardan oluştuğu,
(b) Çevrelerini bu kalıpların optiğinde değerlendirdikleri,
(c) O kalıpların değişmez tek doğrular olmayıp sorgulanabilecekleri,
(d) Bu durumda yepyeni bakış açılarının ortaya çıkabileceği;
Bunun ise:
Sorunların daha iyi anlaşılıp çözmekte yarar sağlayabileceği,
Çevreyle daha iyi empati kurulabileceği ve
Bütün bunların daha fazla mutluluk getirebileceği
acaba nasıl gösterilebilir?Bu gösterilse n’olacak?
Çok basit, ama çok da önemli. Bu yolla, toplumumuzda pek yaygın olan “tek doğrulu” düşünme biçiminin, “sorgulamaya dayalı” düşünme biçimine (critical thinking, eleştirel düşünme) evrilebileceği, bu düşünme biçiminin yaygınlaşması halinde söz konusu evrim sürecinin daha makul bir süre içinde gerçekleşebileceği ümit edilebilir.
Bu ise ancak, aynı anda birçok kişi ve kurumun bu yolda çaba harcamasıyla gerçekleşebilir.
Şu yolla olabilir mi?
Kalıpların soyut bir bağlam içinde ele alınması, onların “niçin” sorgulanmaları gerektiğini ve de “nasıl” sorgulanabileceklerini güçleştirebilir. Bunun yerine, kalıplar somut bağlamlar içinde ele alınsa acaba sorgulanmalarına daha uygun bir ortam yaratılabilir mi?
Aşağıda, çeşitli somut bağlam örnekleri ve her bir bağlam içinde birkaç yerleşik kalıp örneği verilmiştir. Öncelikle istenilen, bu tür kalıpların çeşitlendirilmesidir.
Böylelikle, çeşitli sorunların nedenleri içinde kalıpların yeri vurgulanmış olacak ve bir sonraki adımda, hangi koşullar içinde geçerli oldukları ve o koşullar dışında neler olabileceği sorgulanabilecektir. İşte bazı somut bağlamlar ve kalıp örnekleri!
Somut Sorun Alanları Yerleşik Kalıplar (birkaç örnek)
Namus nedeniyle işlenen suçlar Kadının namusu erkekten daha önemlidir.Kadının namusu cinsellik kökenlidir. Namus – anlamı konusunda uzlaşmazlık olsa da- uğrunda ölmeye değer. Ezbere dayalı dersler Sorgulama ve yaratıcılık her derse uygulanamaz.Somut yaşam bütünlükleri türlerine göre bölünerek (ayrı öğretmenlerce öğretilebilen) ayrı dersler haline getirilir. Ezber daha çok sosyal bilgilerde ve din eğitiminde olur; fen derslerinde olmaz. Ünlü özel okullarda ezber yoktur. Okul kıyafetlerinde tek tip Serbest kıyafet başıbozukluk getirir. Tek tip kıyafet otoriter rejimlere özgüdür. İşsizlik İşsizlik yatırımlarla önlenir.Devletin görevi iş yaratmak, iş sahaları açmaktır. Kadına şiddet Cezalar artarsa şiddet azalır. Kadına şiddetin sorumlusu erkeklerdir. Cinsellik temelli suçlar Kadınlar tahrik etmese erkekler saldırmaz.Cinsel kavramların uluorta söylenmeleri ayıptır. Cinsel bekaret (bkz. Zihinsel Bekaret http://bit.ly/UfuyJ9) bir kızın namusudur. Cari açık Enerji ithalatı cari açığın başlıca nedenidir. İhracat 2023’te $500 milyar ihracat hedefi Kadın-erkek eşitsizliği Kadına pozitif ayrımcılıkla eşitlik sağlanmalıdır.Kadın, erkeğe eşit olamaz; iki kadının şahitliği ancak bir erkeğinkine denktir. Siyasette üslup sorunları Siyasiler düzgün dil kullanırlarsa halk da onları örnek alır. Geçim zorluğu Geçim zorluklarının nedeni yetersiz gelirdir. Geçim zorluğunun nedeni hesabını bilmemektir. Hızlı nüfus artışı Bir toplumun varlığını sürdürebilmesi için çoğalması gerekir. Yüksek nüfus artış hızı, bir toplumun çöküş nedenidir. Kültürel yozlaşma Yozlaşma, milli-manevi değerlerden uzaklaşıp Batı’yı taklitten kaynaklanıyor. Yozlaşma, Batı’lı değerlerden uzaklaşıp bizi geri bırakan değerlere geri dönüşten kaynaklanıyor. (Diğer) (Hemen her alanın kendine özgü ve çoğu zaman karşıtllı biçimde kalıpları bulunuyor)
Siz de arzu ederseniz, aşağıdaki boş forma yazabilirsiniz.
Büyük olasılıkla bugünkü, ama en azından gelecekteki kuşaklara önemli etkileri olabilecek bu alandaki katkılarınızı bekleriz.
Pazartesi, Aralık 31, 2012
-
Ara 19 2012 Okullarda hırsızlık mı öğretiliyor?
Toplumumuzda en yaygın eğrilik türü nedir? Hiç kuşku edilmesin hırsızlıktır. Hırsızlık, “kendine ait olmayan bir şeyin, sahibinin rızası olmadan alınması” biçiminde tanımlanabilir. Bu olguya ikinci bir boyut eklenir ve bu tanımda kullanılan “alma” eyleminin nasıl olduğunu tanımlarsa, hırsızlık türleri epey zenginleşmiş olur. Örneğin alma eylemi, gerçekleşmeyecek bir vaat yoluyla yerine getirilebilir (genç kızların evlenme vaadiyle kandırılması), zor kullanarak yapılabilir (gasp), dikkatsizlikten (yankesicilik) veya akılsızlıktan yararlanarak (Titan) gerçekleştirilebilir.
Bu liste uzatılarak, laf uzatmanın, sorulan bir soruya başka bir yanıt vermenin, trafikte önündekinin yolunu kesmenin, üst katta gürültü yaparak istirahat özgürlüğünü almanın, sınıfta gürültü yaparak başkalarının öğrenme özgürlüklerini almanın, hepsinin aynı tanıma girdiği görülebilir.
Hırsızlık olgusuna eklenebilecek üçüncü boyut ise, verdiği zararın kalıcılığıdır. Nasılsınız? gibi sıradan bir soruya verilebilecek uzun bir yanıt kuşkusuz ki bu tanım uyarınca zaman hırsızlığıdır. Ama bu hırsızlığın verdiği zarar ile, evi soyulan bir kişinin uğradığı zarar da aynı değildir. Böyle bir sınıflama, hırsızlığı bilimsel olarak daha doğru bir yerlere oturtmaktadır.
Bu üç boyut açısından değerlendirildiğinde, acaba tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en büyük olan hırsızlık türü hangisidir?
Okullarda yaygın biçimde var olan “kopya çekmek”, hırsızlık türleri içinde tanıma en çok uyan ve kalıcı zararı en fazla olanıdır. Kendine ait olmayan bir bilginin, sahibinin rızasıyla ya da rızası olmadan, kendi hakkı olmayan bir notun “alınması” amacıyla kullanılması, hırsızlığın tanımına tam olarak -hem de katmerli olarak- uymaktadır.
Ama esas felaket burada değildir. Öğretmenlerin çok büyük çoğunluğunun kopya çekmeye karşı uyguladıkları önlem(!), bu tür hırsızlığın okul dışına çıkmasına ve ömür boyu sürecek bir kalıcı davranışın yerleştirilmesine yol açmaktadır. Okulun bir amacının da kalıcı davranışlar edindirmek olduğu hatırlanırsa, bu başarının(!) eğri bir davranışı kazandırmak yerine doğru bir davranış kazandırmakta niçin gösterilemediğinin acı acı düşünülmesi gerektiği ortaya çıkacaktır.
Kopyaya engel olmak için öğretmenlerin %99’unun kullandığı yöntem, sınavlarda “gözetim yapılması” dır.
“Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!” demek yerine;
“Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz. Çünkü sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!” mesajını çocukların gözlerinin içine baka baka veririz.
Tüm sınavlarda ve %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenlerimize, okul idarelerine, velilere ve nihayet öğrencilere çağrım, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeleri, ama iyice düşünmeleri ve bu yanlıştan dönmeleridir.
5 Kasım 2001
19Aralık 2012 itibariyle ekleme: “E peki ne yapabiliriz?” diye soran olursa Gözetimsiz Sınav (Onur Sistemi) yazısına göz atmaları önerilir (https://tinaztitiz.com/3646/gozetimli-sinav/).
-
Ara 02 2012 Üniformalar demokrasi ile bağdaşır mı?
Önce bir soru: Tek-tip giyim kuşam nedir?
Soru’nun iki ucundan birisi, giyimi oluşturan tüm parçaların (rozet dahil) tam olarak aynı olması, diğer ucu ise bu parçalardan en küçüğünün –gözlük, yüzük, rozet, kravat iğnesi gibi- aynı olmasıdır.
Böyle bir tanım olmasa da, galiba tek-tip’i belirleyen şey, -kullananlar ya da algılayanlarca- “yüklenen simgesel anlam” ile ilgilidir. Örneğin, gizli bir örgüt, üyelerinin birbirlerini tanımaları için ilk bakışta göze çarpacak irilik ve/ya çarpıcılıkta bir şeyi değil, diğer öğeler arasında gözden kaçabilecek bir öğeyi simge olarak seçer. Hatta, bunun bir nesne olması yerine, beden diliyle ifade edilen özgün bir işaret daha da güvenlidir. Sol elinin işaret ve orta parmağını çaprazlayıp kalbinin üstünü kaşır gibi yaparken diğerinin gözüne bakmak gibi bir tanıma/tanınma simgesi –eğer çok küçük bir olasılık denk gelmezse- yüklenen simgesel anlam açısından tek-tip sayılabilir.
Gizli olmayan gevşek örgütlenmeler için “Atatürk rozeti”, -belirli biçimde bağlanıp adlandırılan- “türban”, “gümüş yüzük”, “kafa tokuşturarak selamlaşma”, “metalci selamı” ve daha onlarca simgesel anlam yüklenmiş tanıma/tanınma işareti, tek-tip tanımına uyuyor.
Bu örneklerin tam aksine, -kızlı erkekli- gençlerin büyük çoğunluğunun giydiği ve üniforma teriminin tanımına tam uyan blucin pantalonlar, bütün göze çarpıcılığına karşın yüklenen simgesel bir anlam –henüz- taşımadığı için tek-tip sayılamaz.
Tek-tip niçin kullanılır?
Başlıca iki neden grubu akla geliyor. Birisi “zorunluk”, diğeri ise “grup aidiyetinin ilanı”. Zorunluk kategorisine tüm iş kıyafetleri giriyor. Arıcıların kıyafetleri tek-tip, ama tamamen arılara karşı korunma amacı taşıyor. Robocop polis kıyafeti de kızgın vatandaşların saldırılarına karşı tasarımlanmış. Benzer durumdaki mesleki giyim kuşamların amacı aynı.
Bir gruba ait olduğunu ilan ederek:
– “Biz ….yiz, bilinmek ve desteklenmek istiyoruz”
– “Benim dünya görüşüm şudur, biline”
– “Grubum önemlidir, ben de önemliyim”
– “Beni tek başıma görüp de yanılmayın, arkamda bizimkiler var”
– “Benim dünya görüşümü kabul etmeyen …..dır”
gibi mesajlardan birini yayanlardan özellikle de sonuncusu, en sık rastlananlardan.
Tek-tip ve demokrasi..
Polis, belediye zabıtası, asker, avukat, hakim, hemşire, hakem, imam, akademik kisve sahipleri, orkestra elemanları, belirli işleri yapanların giymeleri “gerekli” veya “yararlı” giyim-kuşam, “özgürlükler” –dolayısıyla da demokrasi- ile bağdaşır mı bağdaşmaz mı?
Bu, bir nefeste yanıtlanması güç soruya bir başka aracı soru yardımıyla cevap verilebilir.
Bu sayılanların giyinip kuşandıkları tek-tip’ler niçin gerekli veya zorunludur?
Olası nedenler olarak şunlar akla gelebilir:
– Özgür olamayacaklarını, demokrasiye layık sayılmadıklarını ilan etmek için,
– Bugün ne giysem endişesini yok etmek için,
– Tek-tip giydirilen insanlara “siz hepiniz aynısınız, kendinizi bir halt sanmayın” aşağılayıcı mesajını her daim kafalarına kakmak için,
– Kurumsal örgünün, emir-komuta sistemine bağlı olduğu yerlerde kimin emir verip kimin alacağını açık ve kolayca belirtebilmek için,
– Bir çeşit görev tanımı olarak algılanmasını ve ayrıca görev ve yetkilerinin sorgulanmasını önlemek için,
– Bir kuruma ait olanlarla olmayanların kolayca ayrılabilmesini sağlamak için,
– Yaşlarının ve görevlerinin gereği olarak çok hareket etmek ve kirlenilmek gibi koşullarda giysilerini korumak için.
Sonuç..
(1) Tek-tip, tüm giysi ve aksesuarlardan oluşmaz; belirli anlam yüklenen giysi ve aksesuarlar da tek-tip etkisi yapar.
(2) Serbest kıyafet kolayca bir sorun üreteci haline getirilebilir. Mayo (veya benzeri) ya da çarşaf (veya benzeri) birer örnektir.
(3) Okul formaları birkaç yaratıcı önlemle tek düzelik görüntüsü dışına çıkarılabilir.
(4) Bundan 15 yıl kadar önce, İzmir’de bir okulda yapılan ortak akıl çalışmasına[1] yöneltilen sorulardan birisi de “nasıl bir okul kıyafeti?” idi. 3 saatlik çalışma sonunda –çoğunluğu öğrencilerden oluşan- gurup şu ifadelerde uzlaşmıştı:
Görüntü
- Kılık, kıyafet, takı, makyaj ve/ya tavır ve davranış yoluyla cinsellik ön plana çıkarılmamalıdır. Bunun değerlendirmesini olabildiğince yansız olarak yapmak, çocuk ve gençlerin bulunduğu bir ortamda nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğini değerlendirmek, bunu bir kanıtlama zorunluğuna dönüştürmemek herkesin vazgeçilmez ödevidir.
- Kılık, kıyafet, saç, vb. açıdan bir diğer ilke, bakımlı olması ve okulun dışarıdaki imajını olumsuz etkilememesidir.
- Erkek öğrenciler için gri pantalon, beyaz veya çizgili mavi gömlek, kravat, lacivert kazak, okul armalı beyaz veya lacivert polo yaka penye, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert sweat-shirt, okul armalı lacivert ceket veya kazak ve okul armalı monttan oluşan seçenekler içinden istediği bir bileşimi seçer. Bahar ve yaz döneminde kravat takılmayabilir.
- Kız öğrenciler için ; lacivert -kırmızı ekose etek, beyaz veya çizgili mavi gömlek, gömlek içine beyaz, lacivert, kırmızı veya mavi balıkçı kazak, yelek, okul armalı beyaz veya lacivert polo yakalı penye, okul armalı mont, okul armalı lacivert, kırmızı veya beyaz sweat-shirt veya kazak, dize kadar lacivert, gri, kırmızı veya beyaz veya ten rengi külotlu çorap; bahar ve yaz aylarında diz altında çorap, içinden istediği bir bileşimi seçebilir.
- Kız ve erkek öğrenciler takı takamazlar.
- Öğrenciler makyaj yapmaz, tırnakları kısa, boyasız ve bakımlı olur.
- Hizmetli personel, okul idaresinin belirlediği iş önlüğü veya elbiselerini giyerler.
(5) Kırmızı pelerine aslında boğalar değil inekler kızar. Boğalar, inek yerine konuldukları için kırmızıya saldırırlar.
2 Aralık 2012
[1] Çalışmaya katılan 40 kişi şunlardı: çeşitli sınıflardan (ilk okul dahil) öğrenciler, birkaç öğretmen, idareci, güvenlik görevlisi, aşçı, memur, veli, güvenlik görevlisi, temizlikçi, gazeteci (dışardan davet).
-
Ara 01 2012 Pasteur’ün son sözleri..
Louis Pasteur ve Claude Bernard arasında, hastalıkların nedeni hakkındaki anlaşmazlığın, Pasteur’ün ölüm döşeğindeki son sözlerine yansıdığını iddia eden yazarlar, şöyle bir sözle yaşamının bittiğini söylerler: “Bernard haklı; mikroplar hiç bir şey, ortam ise her şeydir”[1].
Yaşamı boyunca hastalıklara ne(ler)in yol açtığını araştıran bu bilge kişi, son nefesinde –ömrü boyunca savunduğu- “hastalıkların nedeni mikroplardır” görüşünü niçin değiştirmiş olabilir?
Pasteur’ün bunları son nefesinde söyleyip söylemediği tam bilinmiyor; en azından biyografisinde[2] tam bu sözlerin olmadığı, ama yaşamı boyunca benzer bir görüşü ısrarla savunduğu ve sonradan değiştirdiği belirtiliyor. Bunun nedeni ne olabilir?
Büyük ihtimalle bu değişim ölümünden önce bir kuşkuyla başlamıştır. “Acaba mikropların dışında bir etmen olabilir mi?” kuşkusu, son zamanlarında iyice netleşmiş ve giderek dünyevi baskılardan kurtulup ölüme yaklaştıkça gerçek, tüm yalınlığı ile görünmüş olmalıdır.
İnsanın yargılarından tam kurtulması –ki ölüm anından daha uygun bir zaman olmaz- şeklinde tanımlanabilecek bir “saf akıl derinliği” ile Pasteur, mikropların olsa olsa birer aracı olabileceğini anlamıştır.
Mikropların –ki daima var olduklarına göre- durup durup da belirli bir durumda hastalık yaratmalarının nedeni, “ortam” denilen “bir dizi uygun koşul”dur. İster kendi kendine oluşmuş, ister dış müdahalelerle oluşturulmuş olsunlar, hazır bekleyen –ama uygun ortam bulamamış- mikroplara operasyon emrini işte bu “uygun koşullar” vermektedir.
Bu olgu sadece hekimlere hastalıkların oluşumu ile bir bakış açısı getirmez, aynı zamanda toplum yaşamında da önemli bir rol oynar.
Bu gerçeği bilenler, amaçlarını –her ne ise- gerçekleştirebilmek için her şeyi tek tek yapmak zorunda olmadıklarının, uygun koşulları hazırlayabildikleri takdirde arzu ettikleri sonuçları üretebilecek çok sayıda etkenin harekete geçeceğinin farkındadırlar.
Bir toplum içinde bulunabilen ve görüşlerinin doğruluğunu sorgulamayan –her görüşteki- fanatik kesimler, bu gibi “hazırlanmış ortamlar”dırlar; ve bir işaret fişeği gibi yorumlayabilecekleri durumlarda harekete geçip, işaret fişeğini atanların tahayyül dahi edemeyecekleri tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Yakın tarihimizdeki Kubilay olayı, 6-7 Eylül olayları, Madımak katliamı ve benzerleri sadece birkaç örnektir.
Sorgulamayan insanların çoğunlukta oldukları toplumlar hiçbir zaman güvende olamazlar. Bu insanların bir tehdit oluşturmaları için tümünün birden aynı doğrulara sahip olması da gerekmez. İçlerindeki her sorgulamasız görüş grubu potansiyel birer patlayıcı gibidir.
Böylesi bir sorgulamasızlık kültürüne sahip bir toplum, hangi anayasayı yaparsa yapsın, hangi önlemleri alırsa alsın, sorgulamasız kesimler nedeniyle tehdit altındadır.
Sorgulanamazlığın en bağdaşmadığı rejim ise demokrasidir.
Stephan Hawking, kendisiyle röportaj yapan muhabirin “sizce mutluluk nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı veriyordu: “Mutluluk anlamaktır”.
Bu olguyu anlamak için daha çok çaba harcanmasını beklemek fazla iyimserlik midir?
1 Aralık 2012
-
Kas 29 2012 Sorunlarımız ve Dil Kullanımı
Bir TV haberi..
Konuyu daha kolay irdeleyebilmek için önce bir haber.. 16 Ocak 2001 05.33’de Marmara Denizi’nde meydana gelen deprem ile ilgili NTV haberi:
«Bu sabah 5.33 civarında, Marmara Denizinde Kartal açıklarında 4.2 şiddetinde bir deprem olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Profesör Doktor Ahmet Mete Işıkara’dan alınan bilgiye göre, halkımızın herhangi bir galeyana kapılmasına gerek olmayıp dikkatli olması önerilmektedir….»
Bu haberle eşzamanlı olarak bazı diğer radyo ve TV’ler de benzer cümlelerle aynı haberi geçtiler. Dolayısıyla, verilen örnek yalnız bir istasyonla ilgili olmayıp geneldir.
Haberdeki, “5.33 civarında”, “depremin şiddeti” ve “galeyana gerek olmaması” ifadelerinin doğrularının, “5.33te ya da 5.30 civarında”, “depremin büyüklüğü” ve “telaş edilmemesi” olduğu ise bu yazının amaçları açısından ikincil önemdedir.
20 milyon civarında insanın yaşadığı Marmara bölgesinde meydana gelen ve geçmişi nedeniyle bütün bu insanları –ve yakınlarını- birinci derecede ilgilendiren bu önemli olayda merak edilen iki konu, (1) depremin merkez üssü, (2) öncü deprem özellikleri gösterip göstermediği idi. Yukarıya alınan haberdeki laf kalabalığı –rasathanenin bağlı bulunduğu yerler, haber kaynağının tam akademik ünvanlanları ve göbek adı dahil tüm adları, telaşa mahal olmadığı, dikkatli olunması gerektiği– içinde bunlardan sadece ilkine cevap verilmekte, buna karşılık kimseyi ilgilendirmeyen, hatta ayrıntı bile sayılamayacak bilgiler –o da şiddet gibi yanlış olarak- doldurulmaktadır.
Bu, rastgele seçilmiş bir haber olmakla birlikte, yayıncılık anlayışı, dili, ciddiyeti gibi açılardan ülkemiz düzeyinin çizgi üstü kuruluşlarından birisi aracılığıyla verildiği için, değinilecek problem açısından genelleştirilebilir niteliktedir.
Bu giriş kullanılarak değinilmek istenilen konu, “dilimizin bir ifade aracı olarak kullanılamayışı ve bu nedenle de bir sorun çözme aracı olmak bir yana, sorun üretimine yol açtığı”dır.
Her araç işlevlerini, belirli maddeleri değişime uğratarak yapar. Dil de bir ifade ve dolayısıyla sorun çözme aracıdır ve değişime uğrattığı şey de “bilgi”dir.
Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk bile, dil aracını –biraz komik biçimde de olsa- kullanarak örneğin “baba attâ ditti” derken, “babanın bir süre önce orada olduğu” bilgisini değişikliğe uğratmakta, bir bilgi katma değeri üretmektedir.
Bebenin dili ne denli etkili kullandığı, söylediklerinin hiçbirisinin gereksiz olmayıp 3 sözcükle en yüksek katma değeri üretebildiği; buna karşılık örnekteki deprem haberinin ise bilgi katma değeri açısından ne denli zayıf olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Özellikle de dilimizi sonradan öğrenmiş yabancıların –kuşkusuz her yabancı toplum için değil- Türkçeyi ne denli etkili kullanabildiklerine dikkat edilirse, becerinin bizim bebeklerimize ait olmadığı, söz konusu beceriksizliğin erişkinlerimizin bir sorunu olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
İlk soru: Bu önemli midir, ya da ne kadar?
Bu noktada sorulması gereken soru, erişkinlerimizin –ve doğal olarak bebekliğini koruyamayan çocuk ve gençlerimizin- bilgi katma değeri üretmedeki bu yetersizliklerinin ne denli önemsenmesi gerektiğidir. Acaba bu bir belâgat eksiği olarak mı kalır, yoksa mal ve hizmet ürünlerimizin rekabet güçlerini azaltacak, hattâ toplumumuzun varlığını sürdürmedeki şansını azaltmaya kadar gidebilecek ölümcül bir tehdide mi dönüşür?
Bu sorunun yanıtı, bugünün acımasız rekabet düzeninde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmaz koşulunda gizlidir: Bu koşul, bir toplumun –ve tabii ki bireylerinin- ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içindeki bilgi katma değerinin, yarıştığı toplumlara göre makûl düzeyde –mümkünse daha yüksek- olmasıdır. Bu yarışımı acımasız yapan ise, dünyanın herhangi bir yerindeki bir topluluğun, hiç kimseden izin almadan, hiç kimseye haber vermeden daha yüksek bilgi katma değeri üretebilmesi olasılığıdır. Bu durumda, belirli bir refah düzeyini sürdürmekte olan bir toplum ne olduğunu bile anlamadan onu kaybetmekte, işsizliğe, açlığa mahkûm olabilmektedir.
1900’lerin başından bu yana, ürünlerin içine gömülü bulunan insan, malzeme, makine, para, yönetim ve pazarlama[1] öğeleri daima “bilgi çekirdeği” denilebilecek bir ana öğenin çevresine dizimişliklerini korumuşlardır. Ama bir farkla: bilgi çekirdeği giderek büyümüş, diğer 6 öğe göreceli önemlerini giderek kaybetmiştir.
Günümüzün rekabet gücü ise artık bilgi çekirdeği ne denli büyük mal veya hizmet üretildiği ile değil, bu çekirdeğe ne ölçüde katma değer eklenebildiği ile ölçülmektedir. İşte bu nedenle, son derece yüksek teknoloji ürünlerini üreten –Çin gibi- ülkeler bilgi çekirdeğine katma değer ekleyemezken[2], örneğin tarım ürünü üreten bir toplum ise –İsrail gibi- tarım ürünlerine daha büyük bilgi katma değeri ekleyebildiği için daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilmektedir. Büyütmek için: http://bit.ly/Wxk2gI
Benzer örnek Türkiye için de verilebilir. F-16 uçakları gibi son derece gelişkin teknoloji ürünlerini bilgi katma değeri eklemeden üreten Türkiye ile, çok daha basit mal (ve hizmetlere[3]) sürekli olarak bilgi katma değeri ekleyebilen Singapur’un rekabet güçleri mukayese edilebilecek gibi değildir[4].
Bu kısa irdelemeden görülebileceği gibi artık günümüzün kritik sorunu, her ne üretiliyorsa onun içine ne ölçüde bilgi katılabildiğidir. Bilgi katma değeri üretemeyenler işlerin yükünü, kirliliğini, riskini taşımakta; katma değer üretebilenler ise net yararlar elde etmektedir.
Bu basit yargı, bilgiye erişme, bilgi üretme, bilgi işleme, bilgi depoloma gibi açılardan son derece önemli bir stratejik yol göstericiyi ortaya koymaktadır: Artık herhangi bir bilginin üretimi değil, rakiplerinizin ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içine gömdükleri bilginin üzerine eklenebilecek bilgilerin üretilmesi, işlenmesi, depolonması, dağıtılması önem taşımaktadır.
Birer ansiklopedi gibi içine bilgi doldurulmuş, belirli testleri bir makine hızında yanıtlayabilen çocuk ve gençler bu anlamda bir değer taşımamakta, bu tür insanların yetiştirilmesi için harcanan bütçeler ne denli artırılırsa artırılsın toplumların rekabet güçlerine, dolayısıyla da refah düzeylerine etki yapamamaktadırlar. Türkiye’de milli eğitime ayrılan bütçe paylarının düşüklüğünün, eğitimdeki geri kalmışlığın başlıca nedeni olarak sürekli gösterilmesinin doğru bir tanı olmadığı görülmektedir.
Bu noktada ikinci soru gündeme gelmektedir.
Bilgi Katma Değeri nasıl üretilir?
Bilgi üretimi ile bilgi katma değeri üretimi ilk anda eşdeğer süreçler gibi görünebilir. Bilgi herhangi bir alanda herhangi bir hızda üretilebilir, dağıtılabilir, işlenebilir.
Herhangi bir durumdaki olasılıkları yarıya inderen bilgi, 1-bit’lik olarak ölçülendirilir.
Bu tanıma göre, filanca mankenin aşk yaşamı, üzerinde bilgi üretilebilecek bir alandır. Birileriyle çıkma kombinasyonları neredeyse sonsuz sayıda olan bir hatunun örneğin fişmanca işadamı ile basılması, enformatik açısından tam bir bilgidir. Böylece üretilen bilgi medya aracılığı ile yayılır ve kamuoyu bu bilgileri işler. Üretilen, yayılan ve işlenen bu bilgilere katma değer yapabilmek için söz konusu kişinin ortaya çıkmamış bir ilişkisi ya da bilinen ilişkilerinin ortaya çıkmamış bir yönü hakkında üretim yapılmalıdır. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi bilgi üretmek nisbeten kolay, bilgi katma değeri üretebilmek ise daha güçtür.
Fakat ne varki, bu durumda ne üretilen bilgi, ne de katma değeri toplumun refahını artırabilecek bir rekabet gücü artışına yol açamaz.
Rekabet gücünde bir artışa, ancak rakiplerimizin üretip mal ve hizmet ürünleri içine yerleştirdikleri bilgilerde bir katma değer üretimi yapabilmemiz yol açabilir. Bir başka deyimle, hangi bilginin üretileceğine kendimiz değil, belki de hiç tanımadığımız rakipler karar vermekte, çıtayı onlar –ve de acımasızca- yukarılara yerleştirmektedirler.
Şimdi soru tekrar sorulmalıdır: Ürettikleri mal ve hizmet ürünleri yoluyla bizim refah düzeyimizi belirleyen –hatta kontrol edebilen- rakiplerimizin üretmekte oldukları bilgi ve/ya bilgi katma değerlerine yeni katma değerler nasıl ekleyebiliriz?
Bunun basit bir formülü yoktur. Ancak bir dizi koşul yerine getirilirse katma değer üretimi mümkün olabilir şöyle ki;
(1) “Bilgi” ve “bilgi katma değeri” kavramları hakkında zihinsel netliğe kavuşmak,
(2) Herhangi bir mal/hizmet ürünü üretmeye yaramayan, çocuk ve gençleri ayaklı ansiklopediler haline getirmeyi amaçlamış bilgi edindirme’nin yararsızlığını –ve zararlarını- farketmek,
(3) Mevcut bir ürüne katma değer ekleyebilme yolunun, o ürünün tasarımına, üretimine, bakım ve onarımına ya da kullanımına ilişkin tüm koşullandırıcı etkilerden kurtulmak olduğunun farkına varmak ve bunu sağlamak için ise;
- “Zihinsel zincirler” denilebilecek ve tam özgür düşünebilmeyi engelleyen etkilerin farkına varmak, varılmasına yardımcı olmak,
- Hiçbir doğrunun mutlak olamayacağını, tüm doğruların göreceli olduğunu farketmek,
- Bu zihinsel özgürlüğü kısıtlama sonucu doğurabilecek her etkileyişin insan zihnine karşı işlenebilecek en önemli günah olduğunun bilincine varmak, vardırmak,
(4) İnsanın doğuştan var olan ve sonradan aile-okul-toplum üçlüsünce zayıflatılan –çoğu zaman da yokedilen- merakın, Tanrının en büyük nimeti olduğunu, merak sahibi bir insanın en güçlü yaşam destek aracına sahip olduğunun farkına varmak, özellikle çocukların merakını uyanık tutmak,
(5) “Ben zaten……” katil cümlesinden uzak durmak.
Bunlar bilgi katma değeri üretmenin ön–koşullarıdır.
Şimdi son soru sorulabilir: Merakı uyarılmış, zihinsel zincirlerinin farkına varıp onlardan kurtulma çabası gösteren, mutlak doğrulardan ve “ben zaten”lerden kurtulmuş bir kişi, hangi araçla bilgi katma değeri üretebilir?
Bu araç (dil)dir, ya da (dilin kullanımı).
Dilin bir katma değer üretimi “değer iletişimi[5]” adı verilen bir kavramla ilgilidir.
Değer İletişimi!
Ağızdan ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir. Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.
İşte, erişkinlerimizin dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.
Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.
Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.
Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya çalışılarak üretilebilir.
Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.
Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.
Salı, 16 Ocak 2001
[1] 6M = Man, Material, Machine, Money, Management, Marketing
[2] Fason olarak üretilebilen ürünler ve böylece elde edilebilen sınırlı gelir kastediliyor.
[3] Singapur Hava Yolları’nın defalarca “yılın en iyi hava yolu” seçilmesi bir rastlantı değildir.
[4] IMD, World Competitiveness Yearbook, 1998, verilerine göre rekabet gücü açısından Singapur 1nci, Türkiye 40ncı sıradadır.
[5] Value communication