• Öğrenme Nasıl Engellenir?

    İnsanoğlunun –ve diğer canlıların- çeşitli yetenekleri arasında en hayranlık verici olanı hangisidir?” denilse başkalarını bilemem ama ben “öğrenme yeteneğidir” derim. Sanırım evrim de bunu “daha iyi öğrenebilenlerin hayatta kalıp türünün varlığını sürdürebilmesi” yoluyla yapmıyor mu?

    Ama o da ne? İnsanoğlu –belki de sadece insanoğlu- bu benzersiz yeteneğini bloke ediyor ve kendini sadece çevresindeki insanlardan değil, bir parçası olduğu evrenden de koparıp, kendine hayran biçimde yalnız yaşama yolunu “seçiyor”.

    “Seçiyor”, evet bu bir tercih; fıtratının filan bir gereği değil, hatta varoluşuna aykırı.

    Bunu niye ve nasıl yapıyor?

    Niçin yaptığı konusunda emin olmamakla birlikte, sosyalleşmiş bir hayvan olarak, içinde bulunduğu topluluklarda hem daha yüksek beğeni kazanmak hem de daha az tehdide maruz kalarak, daha çok yiyecek, eş vs. bulmak ve böylece de öğrenerek yaşam şansını artırmak yerine, miş gibi yaparak varlığını sürdürmek için olabilir.

    Nasıl yaptığı ise daha belirli. İnsan topluluklarının bugünkü normlarına göre, yiyecek, eş vs.ye erişmek için daha iyi avlanmak yerine daha bilgili olmak, çevrenin beğenisini bu yolla kazanarak keskin aş ve eş rekabetinde öne geçmek geçerli.

    Ancak öğrenme yoluyla bilgili olmak, öğrenmiş gibi yapmaktan çok daha zahmetli. Milyon yıllık evrimi sırasında büyümüş beyni, bu konuda kendisine yardımcı ve miş gibinin gerektirdiği “inandırıcı taklidi” gayet iyi yapıyor; daima temasta olduklarına karşı değilse de en azından yeni karşılaştığı rakiplerine karşı.

    Bu arada bir sorun doğuyor: Bilincinin en alt katmanlarında, miş gibinin uzun vadede işe yaramazlığının bilinci var ve bu kandırmacadan rahatsız. Süreç buna da geçici bir çare bulmuş ve bu sürekli rahatsızlığı “miş gibi’yi içselleştirip, inanca dönüştürme” yoluyla susturmuş.

    Buraya kadar –geçici de olsa- bir sorun yok sayılır. Rakipleri uzak tutacak bir yol bulunmuştur. Kuşkusuz rakipler de benzer teknikler geliştirdiklerine göre, mesele gelip kimin daha çok kendini inandırdığına ve böylece miş gibi taklidini kimin daha iyi yaptığına geliyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi burada zeka keskinliği işe karışıyor ve daha zeki olanlar, kendilerini öyle inandırıyorlar ki, çevresindeki çoğu kimse de bu aldatmanın farkına varamıyor. Kuşkusuz bu arada, gerçekten birçok öğrendikleri de var ve bu miş gibi olmayan öğrendikleri, kişinin kendini inandırmasında daha da bir kolaylık sağlıyor. Öğrenme’nin bir alternatifi böylece ortaya çıkmış oluyor.

    Hesapta olmayan yalnızlık!

    Eğer bir şey eğreti ise er geç bir yerlerde sorun yaratır. Nitekim bu “öğrenme yerine miş gibi öğrenme” de, bambaşka ve daha baş edilemez bir sorun olarak ortaya çıkıyor: Bir parçası olduğu ve muhtemelen bilincin alt-katmanları yoluyla sürekli alış-veriş halinde olduğu evren ile arasına koyduğu bu tercihli blokaj, kişiyi hem çevresinden hem de evrenden koparıp bir yalnızlığın içine itiyor.

    Bu olgunun farkına varıp, blokajı zaman zaman da kaldırmayı başarabilenler, kendini çevreleyen “her şeyden” ve de “her an” öğrenmeye başlıyor; sonra tekrar kendini inandırdığı yalnızlığına dönüyor.

    Neredeyse bir kural gibi!

    Her bildiğimiz, biliyoruz zannettiğimiz, bildiğimizi iddia ettiğimiz, biliyormuş gibi yaptıklarımız ya da bildiğimize inandıklarımız, o alandaki öğrenmeyi bloke eder. Ve bu süreç bir süre sonra ayrılmaz bir kişilik özelliğimiz haline gelir.

    Aksine, bunlardan kurtulmayı başarabildiğimiz her alandaki bilgilerle inanılmaz biçimde karşılaşmaya yani öğrenmeye başlarız.

    Bir süreçten diğerine geçmek ise tamamen bir tercih meselesidir. Her değişim gibi bu değişim için de bir motto işe yarayabilir. Mesela “bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum” gibi.

    Niels Bohr bunu şöyle ifade etmiş: “İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil, bir soru olarak anlaşılmalıdır. ”

    28 Kasım 2014

     

  • Dostlardan birkaç küçük rica..

    Değerli dostlarım,

    Sözü uzatmadan ricalarımı sıralayayım:

    1. Şu 4 adreste 4 adet bildirge (manifesto) var. Her biri bir alandaki toplumsal sorunla ilgili. İçinde herhangi bir siyasi, dini, etnik vb ideolojiyle ilgili bir şey yok. Sizlerden ricam -eğer imzalamamış iseniz- ve aklınıza da yatıyorsa imzalamanız. Eminim ki geniş ve muhtemelen sizinle benzer değerlerin çoğunu paylaşan bir çevreniz vardır. Onların da imzalamalarını sağlayabilir ve hatta bunun bir saadet zinciri gibi çoğalmasını sağlayabilir misiniz? Adresler şunlar:
      1. Seçilmişler için etik güvence (tıklayınız)
      2. Reklamverenlere çağrı (tıklayınız)
      3. Eğitimin ezbere değil öğrenmeye dayandırılması için bildirge (tıklayınız)
      4. ve bir de önemsiz bir konu: Rüşvet alıp vermeyeceğimiz için güvence (tıklayınız)
    2. İkinci ricam, sorgulama ile ilgili. Hemen hangi toplumsal sorunumuzun altındaki kök-nedenlere baksanız orada  “sorgulamayan insan” malzemesini bulacaksınız:
      1. %99’u Müslüman olarak tanımlanan ülkemizde, İslâmın temel ilkelerini merak edip sorgulayan insan sayısını,
      2. Yatıp kalkıp eğitimden söz eden insanımızın “eğitimden en temelde beklediğimiz nedir?” sorusunu soran insan sayısını,
      3. Her sorunu demokrasi eksiğine bağlayan okur-yazar kesim içinden, demokrasinin ön-koşullarını ve bu ön-koşullar yerine gelmezse neler olabileceğini merak eden insan sayısını,
      4. Emperyalizmi başlıca düşman olarak tanımladıktan sonra, çözülemez bir sorunu bulmuş olmanın huzuru içinde, “emperyalizmin niçin sömürmek için bizi ve biz gibileri hedef seçtiğini” merak eden insan sayısını ve onlarcasını düşünebilirsiniz.

    Buna göre, gerek yapılmış sorgulamaları görmek, gerekse size uygun gelen bir veya birkaç konuda sorgulama yapmak üzere:

      • Beyaz Nokta sitesindeki örneklere göz atıp,  boş formu kullanarak siz de birkaç katkıda bulunur musunuz? (tıklayınız)
      • Bu sitedeki sorgulama konusundaki yazıya göz atıp, boş formu kullanarak siz de birkaç katkıda bulunur musunuz? (tıklayınız)

    Ricalarım bunlardan ibaret. Şimdiden teşekkür ederim 🙂

    19 Kasım 2014

  • Aksi halde demokrasi olmaz!

    Bir TV söyleşisi (benzetmesi):

    •  “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz
    • Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz
    • “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
    • “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
    • “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
    •  …… olmaz
    •   …… olmaz ve
    •   …… katiyetle olmaz.

    Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.

    Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.

    Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?

    Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?

    Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?

    “Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?maslow

    İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?

    Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.

    Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.

    Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.

    Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.

    Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.

    Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).

    Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.

    Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.

    13 Kasım 2014 Perşembe

     

     

     

  • Alkışlanabilir ama imkansız!

    ‘70li yılların başlarında Türkiye’de henüz siyah-beyaz televizyon yeni yaygınlaşıyor; çoğu yer kapsama alanı dışında. İnsanlar TRT’nin sınırlı süre yayınlarını izleyebilmek için türlü hokkabazlıklarla yüksek antenler kuruyor; ucundan-kıyısından karlı da olsa bir şeyler izlemeye çalışıyorlar.

    O tarihlerde Zonguldak’ta, deniz kenarına çok yakın bir evde oturuyoruz. Karşı kıyı görünmese de, Romanya, Bulgaristan, SSCB (o zamanki adıyla) karşımızda. Arada TV yayınlarını engelleyecek bir şey olmadığı için, o ülkelerin TV yayınları bize kadar erişebiliyor. Sözlerinin çoğunu (bazı filmler İngilizce olsa da) anlamasak da resmine bakabiliyoruz.

    Günün birinde, Romanya TV’sinde bir söyleşiye denk geldik: Walt-Disney’in bir uzmanı ile söyleşide şu soruyu soruyor: “Filmlerinizdeki komik sahneler o kadar çok ki bunları nasıl ürettiğinizi merak ediyorum; komikliğin bir kuralı filan var mı?”

    Uzmanın cevabı sadece komik filmler için değil, birçok alanda yol gösterici nitelikte: “Eğer, alkışı hak edecek derecede müthiş, ama gerçekleşmesi imkansız (plausible impossible) bir beceri tasarlayabilirseniz bu mutlaka komik olacaktır?”

    Devam ederek bir örnekle de açıkladı: “Mesela, filmlerimizde azgın bir köpek tarafından kovalanan kediler görürsünüz. Kedi can havliyle öyle bir hızla koşar ki, kapalı bir kapıya çarpıp öteki yana geçer ve kedinin profili uyarınca kapıda bir delik açılır; gerçekte böyle bir şey ancak kedinin hızı bir merminin hızına yaklaşırsa olur ama o da imkansızdır. İşte bu alkışlanabilir ama aynı zamanda imkansızdır ve de komiktir (http://bit.ly/1qp3d7l)”.

    Ne alâka?

    Amacım komik filmlerin niçin ya da nasıl komik olduğunu tartışmak tabii ki değil; bu açıklamaya konu olan “alkışlanabilir imkansız (plausible impossible)” kavramının, çeşitli sorunlara çözüm önermek niyetinde olanların kavram dağarcıkları için  çok işe yarar bir alet olduğunu göstermek.

    İşte bir sorun ve çözüm örneği..

    Sorun: Maden kazaları

    Soruna yol açtığı ileri sürülen başlıca birkaç neden ve çözümü:

    1. Gelişmiş ülkelerdeki güvenlik donanımı yerine kullanılan ilkel yöntemler ana nedendir. O halde tüm ocaklar bu tür teçhizatla donatılmalıdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler yetersizdir. Bu gereklilikler yerine getirilmelidir.
    3. Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile enerji üretimi dengesinde, bilgi-yoğun, yüksek katma-değerli ürünlerin payı düşük olduğu için, enerji-yoğun düşük katma-değerli ürünler üretilmekte ve ihraç edilmektedir.

    Bu dengenin, bilgi-yoğun yüksek  katma-değerliler lehine değiştirilmesi gerekmektedir. Bu durumda, işletilmesi verimli ve kârlı olmayan, ancak insan yaşamını riske ederek işletilebilen küçük ocaklar yerine daha uygun koşullu işletmelere yönelmek ve onları konsantre biçimde işletmek mümkün olabilir.

    Bu üç çözüm gerçekten de kuvvetli alkışı hak ediyor.

    Peki niçin imkansız?

    1. Her maden ocağının, gelişmiş ülkelerdeki güvenlik önlemleriyle donatılması ve bu durumda da üretilen cevherin rekabet edebilir maliyette olabilmesi için:
      1. Maden sahibinin yeterli yatırım ve işletme sermayesine sahip olması,
      2. Maden rezervinin yeterli uzunlukta bir süre için gereken miktarda olması,
      3. Madencilerin “eski” tabir ettikleri “önceden işlenip mostrası alınmış ve terkedilmiş; sonra tekrar girilip işletilmek istenen” durumda olmaması,
      4. Cevher damarlarının, emek-yoğun değil donanım-yoğun üretime uygun karakteristiklerde olması,
      5. Üretim yönetiminde rol alacak teknik elemanların yeterli eğitimi almış olmaları,
      6. Üretim ve iç-denetim elemanlarının ekmek-parası uğruna “kendisinden istenilenleri körü körüne yapmak zorunda olmayacak” bir pazarlık gücüne + bir bilince + etik alışkanlıklara sahip olmaları gerekiyor.
      7. Birbirine VE ile bağlı bu 8 koşulun her birinin %90 gibi yüksek bir oranında gerçekleşebilmesi halinde dahi, bileşik imkan ancak %45 kadardır. Daha Türkçesi %50den büyük bir olasılıkla kazasız bir üretim sadece bu birinci açıdan imkansızdır.
    2. Sıkı denetim ve denetim sonuçlarına göre önlemler alınması yalnızca maden işletmeciliği için değil, demokratik sistem içinde akla gelebilecek tüm süreçler için bir olmazsa-olmaz’dır.

    Ama bunun için de:

    1. İç ve dış denetimleri yapacak kişi ve kurumların (en ünlü global ölçekli olanların dahi), kendilerinden istenileni değil, gerçekleri raporlayabilecek güçte olmaları,
    2. Alınacak önlemler için (1a)da ileri sürülen koşulun gerçekleşebilmesi,
    3. Alınacak önlemleri uygulayacak her kademedeki personelin (yönetim kurulu başkanlarından, ocaktaki çancı’lara kadar hepsinin) değer ölçülerinin virütik değerlerden (El Yüz ve Zihin Temizliği) arınmış olması gerekiyor.
    4. Bu durumda birbirine VE ile bağlı bu 3 koşulun her birinin yine %90 oranında gerçekleşmesi halinde, ancak %70 dolayında bir bileşik imkan dahilinde denetim mümkündür.
    1. Toplumumuzun, bireyleri ve kurumlarıyla ürettikleri mal ve hizmet ürünlerinin bileşimindeki yüksek katma-değerli ürünlerin payının %5’ler düzeyinden hiç olmazsa %20’lere çıkarılabilmesi hedeflendiğine göre (http://bit.ly/1x3C94Q), daha uzunca bir süre %95’ler düzeyinde emek-yoğun iş kollarında çalışacağız demektir.

    Bu ise enerji-yoğun üretim demektir. Enerji ihtiyacı ya iç üretim ya da ithalat yoluyla karşılanacağına; ithalat yapabilmek için ihracat gerektiğine; düşük-katma değerli ihracat konusunda dünya yüzünde çok büyük rekabet olduğuna göre, Türkiye’deki madenlerin işletilmesi yönünde mevcut baskının azalması söz konusu değildir. Uzun sözün kısası, sıralanan “alkışı hak eden ama imkansız” 3 önlemin sonuncusu da bu yüzden “imkansız”dır.

    İyi de ölelim mi yani?

    Bu soru’nun yanıtı –bütün sorularda olduğu gibi- tercihlerimize ve o tercihlerin gereklerini yerine getirmedeki iştahımıza bağlıdır.

    Eğer:

    • Evet ölelim!

    Yukarda çizilen resmin sadece madencilik alanına özgü olduğu sanılıp, “iyi öyleyse bizde madencilik yapmayıp bilgisayar sanayiinde bir iş bakalım” gibi bir çözümün mümkün olduğu sanılmasın.

    Eğer öyle bir sanıya kapılmadan, bugün yaptıklarını yapmaya devam ederse: Ancak yığma inşaat yapabilmeye uygun bir “ortalama” nitelik dokusuna (http://bit.ly/1pl6AkR) sahip insanımız 30 katlı AVM-rezidans inşaatlarından aşağı düşmeye, eğer düşmeden tamamlayabilirse bu defa da tutuşacak cephesi nedeniyle içinde ölmeye, oradan da yırtabilirse 20 kişilik minibüsüne tıkıştırılan 80 kişiyle birlikte devrilip ölmeye, eğer çok şanslı ve o kazadan da yaralı kurtulursa, tedavi için kaldırıldığı hastanede “bişi olmaz yav” zihinsel virüsü nedeniyle evinde ölmeye mahkumdur.

    • Ne münasebet ölmeyelim!

    Kuşkusuz bu, doğru ve insancıl olan tercihtir. Bunun için yapılması gereken ise “sorgulamak” (https://tinaztitiz.com/yerlesik-kaliplarin-sorgulanmasi-2/) ve “gereklerini yapmak”tan ibarettir.

    Örnek alınan bir sorun yoluyla anlatılmak istenen, çok parlak (alkışı hak eden), ama olabilirlikleri dikkate alınmayan çözümleri dile getirenlerin daha dikkatle dinlenilmesine,  aksi halde bu çözümlerin(!) o sorunların sonunda doğabilecek tehlikelere süratle yaklaştırdığına dikkat çekmektir.

    “Yurdumuz parçalanmaktadır, tüm toplum silkinip aklını başına almalıdır”, “çevre sorunları giderek Türkiye’yi çölleştirmektedir, herkes bunun bilincinde olmalıdır”, “su sıkıntısı nedeniyle herkes suyu tasarruflu kullanmalıdır”, “trafik yaşamdır, hız sınırlarına uyulmalıdır” ve daha onlarca önemli konudaki çözüm önerilerine lütfen bir de bu açıdan bakınız. Alkışlanabilir imkansız’ların sayısı komik olsa da acıdır.

    Kolay gelsin.

    5 Kasım 2014 Çarşamba

  • Akıllı telefonlar aptal insan üretmek için de kullanılabilir..

    Bir gazete haberi (http://bit.ly/1ujcLYo), “kalemli silgili öğrencilik devrinin bittiğini, öğrencilerin ceplerinden çıkaracakları akıllı telefonlarla en zorlu matematik sorularını saniyeler içinde çözebileceklerini” müjdeliyor.

    Ben bunun, vergiler nedeniyle azalan telefon satışlarına yeni bir ivme vermek amacıyla yayımlanmış bir reklam-haber olduğunu sanmıyorum. Geçmişte bu yoldaki gelişmeleri (https://tinaztitiz.com/?p=3769) yakından izleyen bir kişi olarak, milletimize hizmet aşkıyla yanıp tutuşan kesime dahil bir gazete elemanının, yeni bir hizmeti duyurma çabası olarak değerlendiriyorum.

    Bu konuya niçin bu denli ilgi duyduğumu ise merak edebilenler olabileceği düşüncesiyle bir açıklama da yapmak istiyorum: Herkesin bir hobisi olabildiği gibi bende de neredeyse takıntı derecesinde bir merak var: Ne zaman boş vaktim olsa, adına gelişmiş denilen toplumların, daha az gelişmiş olanları, daldaki karganın tilkinin dolduruşuna gelip de peynirini kaptırması misali kandırmak için ne gibi icatlar çıkardığını izlerim.

    Daha az akıllı, pardon daha az gelişmiş toplumları sömürmenin en güvenli yolunun, o toplumun insanlarının akıl-fikir düzeyini azaltmaktan, ama bunu da tam aksi izlenim yaratıp kendi kendisiyle giderek daha çok gurur duymalarını sağlayacak bir şekilde yapmaktan geçtiğini keşfettiklerinden uzun süredir şüpheleniyor ama bir türlü kesin kanıtlara erişemiyordum.

    Bu akıllı telefon denilen aletin tam da bu amaca hizmet için birebir olduğunu işte bu gazete haberiyle öğrenmiş oldum. Haberi üreten gazeteciye, onun ekonomi sayfasında yazılmasına onay veren ekonomi editörüne ve sırasıyla tüm yetkililerine bu vesileyle en derinden teşekkür ederim.

    Şimdi bu haberi okuyan, bozguncu karakterde en azından birkaç matematik öğretmeninin (yani hocasının) çıkıp, “böyle rezalet olmaz; matematik soruları, karmaşık gerçek yaşam sorunlarını anlamak için birer modeldir; bu problemler yoluyla insanlar rasyonel ve kritik düşünme becerisi edinirler; sonra da önlerine çıkan bireysel, kurumsal ya da toplumsal ölçekli sorunları doğru anlayıp, doğru vizyonlar geliştirirler; bu soruların cevaplarını otomatik olarak bir makineden almayı adet edinirseniz, mesela Suriye sorununu, mesela Ermeni iddiaları konusunu da akıllı telefonun cevaplandırmasını beklersiniz. Böylelikle, sadece önüne konulan doğru cevapları sorgulama (https://bit.ly/VXCVbt) becerisi kazanmamış, her alanda sömürülebilecek kıvamda salaklar yetiştirmiş olursunuz” diyeceklerdir.

    Siz lütfen bunlara aldırış etmeyin ve lütfen akıllı telefonlarınızın gösterdiği yoldan ayrılmayın; pek yakında doğru cevapların ne olduğunu bizzat yaşayarak göreceksiniz.

    2 Kasım 2014 Pazar

  • Stand-alone zihinler!

    Bu teknik deyimi bir zorunluktan seçtim, çünkü henüz TDK ya da bir başka kişi/kurum Türkçe karşılık önermedi. “Tüm işlevlerini kendi içinde barındıran” anlamında kullanılıyor.

    Farkı örneklemek için..

    Daha çok bilgisayarlar için kullanılan bu deyim şöyle açıklanabilir: Programlanabilir bir makine olan bilgisayarların hangi işlevleri yerine getireceği, program tarafından belirleniyor. Bilgisayara farklı bir program yüklendiğinde (ya da evvelce yüklenenler içinden seçildiğinde) bu defa da yeni program tarafından öngörülen işlevler yerine getiriliyor.

    Bilgisayarların ilk zamanlarında bir diğer makine tipi de “stand-alone” denilen tiplerdi. Bunlar, üretimleri sırasında sadece belirli bir işlevi yerine getirmek üzere tasarımlanır ve donanımları da buna göre yapılırdı.

    Programlanabilir makineler stand-alone makinelere göre çok esnek (her işe göre programlanabilir) iken, stand-alone makineler ise tasarımı sırasında öngörülen tek işlevi çok daha süratli yapabilirdi; ama ihtiyaç ne olursa olsun daima aynı algoritmayı uygulayıp, sadece kendi programlandığını yapmak kaydıyla. Günümüzde her iki makine tipi de yerine göre kullanılıyor.

    Bu vesileyle stand-alone için “kendi başına” karşılığını önereyim, belki tutar.

    Bu uzunca girişten amacım bilgisayarlarla ilgili malûmatfüruşluk değil, bir gözlemimi nasıl açıklarım ve bu yolla biraz daha anlayışımı derinleştirebilirim çabası içindeyken, birdenbire stand-alone deyiminin o gözleme cuk oturduğunu keşfetmemdir. İşte amacım, bu bulguyu sizlerle paylaşmaktan ibarettir.

    Gözlem şu: Kendi alanında son derece birikimli ve deneymli, toplum sorunlarına, kendini feda edecek derecede duyarlı zeki insanlarımız var. Kuşkusuz sayıları –doğal olarak- az, ama zaten dünyada da böyle.

    Sorun stoku bu denli kabarık toplumumuzda, bu nadir kaynağın her bir kişisinin her bir dakikasından yararlanmak zorunluğu var.

    Ama o da ne, bir bölümü stand-alone zihin yapısına sahip!

    Bu denli değerli bir kaynağın sadece kendi alışık olduğu yaklaşım biçiminı –giderek daha şiddetli biçimde- tekrarlaması, o kaynağı kullanılamaz duruma düşürüyor.

    Şunu hep birlikte kabul etmeliyiz ki:

    • Çağdaş gelişmiş toplumların hangi görünür özellikleri nedeniyle geliştiklerini tekrarlayarak ve/ya
    • Atatürk’ün tüm yaşamı boyunca sadık kaldığı akılcılığı ve onun araçlarını bir kenara bırakıp, sürekli olarak O’nun propagandasını yaparak ve/ya
    • İslâm dininin temel ilkelerini merak edip öğrenip, yaşamına rehber etmek yerine sürekli olarak İslâmiyet propagandası yaparak ve/ya
    • Sürekli olarak yanlış olarak nitelediklerini ve onlar sürdüğü takdirde yok olacağımızı tekrarlayarak ve
    • Olması gerekenlerin hangi süreç adımları boyunca “yapılabilir” olduğu üzerinde durmaksızın “şimdi ve burada” gerçekleştirmek üzere önlemler önererek

    Işe yarar bir dönüşüm sağlanamaz.

    Stand-alone yaklaşım rahatlık verir, konfor alanımızı zorlamaz; edindiğimiz çevreyi, o çevredeki şöhretimizi riske sokmaz; bildiklerimizi, yaklaşımlarımızı terketmeyi, yenilerini aramayı gerektirmez; kendimizle duyduğumuz gururu sorgulamayı gerektirmez; ama hiç bir işe yaramaz da.

    Ne olur, nelerin “yapılabilir” olduğunu göz önüne alarak “kendi başına” (stand-alone) türü işleyişi bir yana bırakıp, bir de yeni gözlerle bakmayı, neyin niçin olduğunu anlamayı –ama ben zaten anladım demeden anlamayı- deneyelim.

    22 Eylül 2014

  • Gerçek İslam diye diye!

    İslam adına ve hepimizin gözleri önünde sergilenen, gerek söz konusu video (http://bit.ly/10rMSIw), gerekse benzer çok sayıda yayına konu olan  yanlışlar “gerçek İslam bu değil” reddiyesi ile durdurulamaz.

    Her akıl-fikir düzeyindeki kişinin, 14 asır önceki bir öğretiyi kendince yorumlayıp kendi arzuladığı yolda yorumlaması devam ettiği sürece, her eylem “İslam adına” etiketlenebilir ve bu etiketlere uymayanlar “gerçek İslam” dışı sayılabilir (bkz. IŞİD).

    Bu eylemler kafa kesme ve din yoluyla oy toplama arasındaki geniş alandaki herhangi bir eylem olabilir. Gözü olan milyonlarca insan bu alandaki sayısız örneği hergün görmektedir. Bu örneklere karşı “gerçek İslam bu değil” sözünün herhangi bir değeri olabilir mi?

    Bu kaos ancak, İslam öğretisinin ayrıntılarının dışına çıkılıp temel ilkelerinin (https://bityl.co/Qksl) ortaya konulması ve o ilkelerin bizzat uygulanmasıyla durdurulabilir.

    Aydın kesimimizin bir yanılgısı, bu kaosun dışında kalmanın bir çözüm olarak görülmesi olmuştur. Bu defa bu yanlıştan geriye dönmek, gerçek İslam’ın az sayıda tartışılmaz ilkesini ortaya koyabilecek bir çaba içine girmekle mümkün olabilir.

    Görünen o ki, bu yoldaki önerimiz (http://bit.ly/1qsS8D0) kibarca göz ardı edilmiş ve salt  propaganda yoluyla “gerçek İslam” sevdirilmeye çalışılmaktadır.

    Gerçek İslam bu değilse lütfen gerçek İslamı tanımlayan ve dünyevi yaşamın “barış” (islam) temelli olmasına yardımcı olabilecek 5-6 ilkesini söyleyiniz. Söyleyemiyorsanız lütfen merak ediniz, ama bilgiç tavırlar, kalabalık sözler, sorgulanamaz yasaklar ardına sığınmayınız.

    Paul Weston’un yakınmalarını bir saldırı olarak yorumlamak ve ırkçı olduğunu söyleyen bir kişiden nefret ederek rahatlamak mümkündür. Bir diğer seçenek ise, söylediklerinin içinde doğrular olup olmadığına bakmaktır.

    Gerek çocuklar gerekse erişkinlerin öğrenme süreçlerinde en etkili yolun, bizzat örnek görmek olduğu herkesçe kabul ediliyor. Gerçek İslam konusunda bir referans oluşturmak için kutsal kitabımızın tümü (tüm ayrıntılarıyla) ortaya konulduğu takdirde –ki bugün yapılan budur- hiç kimsenin bu dinin temellerini anlamak için çaba harcayamayacağını kabul etmek gerekir. Bu defa geriye kalan seçenek, “İslam adına” yapılan kişisel yorumlardır. Herhangi bir TV kanalını açarak bunların örnekleri kolayca görülebilir.

    İslam adına söz söyleyecek kişiler –bu kadar çok söz içinde- kuşkusuz bazı doğrular da söyleyebilirler. Ama o doğrular içinde referansı sadece kendileri olan “kendi doğruları”da yer alacaktır. Örneğin, “aydınlığın güneşten gelmediği, güneş ışınlarının dünyadaki gündüze çarpmasından (http://bit.ly/1i2tlSw) oluştuğu” zırvası, Kuran-ı Kerim alet edilerek üretilen bir yorumdur.

    Sözün özü şudur ki, İslam adına bu denli yaygın ve her biri de birer tefrik konusu olabilen ve bir kurtarıcıya sığınmak isteyen kitlelerin sarılıp sonra da birbirleriyle çatıştıkları yorumlar ortaya koymak yerine, çok az sayıda temel ilkenin bireysel ve toplumsal yaşamımıza egemen olmasını sağlamak zorundayız. Şu ana kadar böyle bir eğilim görülmedi. Demek ki yeni Weston’lar yolda.

    Cumartesi 20 Eylül 2014

  • Dostlara Açık Mektup: Kısa-vade Tuzağı!

    Değerli dostlar,

    Vaktinin bir bölümünü, toplumun çeşitli kesimlerinden kişilerle iletişim için kullanan birisi olarak bir gözlem ve ona dayalı bir düşüncemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bardakların yarısını dolu ya da boş olarak gören kesimler hakkında bir yargıda bulunmak niyetinde değilim.

    Şunu peşin olarak kabul ediyorum ki, her iki kesim içinde de, gerçekleri görmesine ya da en azından sezmesine karşın, özel niyetleri, durumları ya da algılama yetenekleri nedeniyle farklı tutumlar içinde olabilecekler olabilir. Bunun yüzdesini bilememekle birlikte ihmal edilebilir olduklarını seziyor, bu küçük yüzdenin dışındakilerin halis niyetler taşıdıklarını kabul ediyorum.

    Bu geniş toplum kesimi içinde herkes kendi dünya görüşüne göre bardağın ne kadarının dolu olduğunu tanımlayabilir. Ben –her ne kadar ise- boş olan bölümünün dolabilmesi için çaba harcayanlar açısından, kendimin de benimseyip uyguladığım yaklaşımımı açıklamak istiyorum.

    Bardağı doldurma iyi niyeti taşıyan bu geniş kesimin ne denli farklı niteliklerde olduğuna ayrıca işaret etmek gereksizdir. Bilgi, deneyim, yetenek, koşullanmışlık, yapışmışlık, sürüklenmişlik gibi çok sayıda öğe, iyi niyetli kişilerin yaklaşımlarını birbirinden ayırabilirse de, yine de belirli “yaklaşım öbekleri”nin ortaya çıkması beklenir.

    Gözlemim, bu öbeklerden birisinin, “hemen harekete geçilerek bir şeyler yapılması yaklaşımını benimseyenler”, bir diğerinin ise “yapılacak olanların sonuçlarının hemen görülmesini benimseyenler” olduğudur. Bunlardan birincisi, eğer harekete geçilecek yön doğru seçilmişse takdiri hak eder. Aksi halde, bardağı doldurmak yerine içindekinin de boşalmasına yol açılabilir. Esas üzerinde durulması gereken ise diğer öbektir, yani, “hemen sonuç görmek isteyenler”.

    Değerli dostlar,

    Birikimli, zeki, niçin var olduğunu sürekli sorgulayan, daha doğruya, iyiye, güzele eğilimli insanlarımızın, “şimdi ve burada” olarak özetlenebilecek kısa vadenin çekiciliğine direnemediklerini, bu yüzden de ancak daha uzun vadede gerçekleşebilecek, ama gerçekten işe yarar yaklaşımları göz ardı ettiklerini düşünüyorum. Kalıtsal yazgımız, geride kendimizden birşeyleri bırakmayı emrediyor, bu anlaşılabilir. Ama bu emrin, daima hatırlanması gereken ön koşulları “gerçekleştirilebilirlik”, “işe yararlık” değil midir?

    Gerçekleştirebilirlik belki –alışkanlıklarımız nedeniyle- “şimdi ve burada”yı çağrıştırıyor; ama yenmek istediğimiz sorunların nasıl ortaya çıktıklarını biraz irdeleyince, “şimdi ve burada” ortaya çıktığı izlenimi veren sorunların büyük çoğunluğunun “geçmişte ve orada” oluştuğunu görebiliriz. Peki bu, ortadaki soruna şimdi ve burada müdahale edilmesini niçin yanlış kılsın?

    Sınırsız bir sorun çözme gücümüz olsaydı..

    O takdirde tabii ki gözümüze çarpan her sorunu, ne zaman, hangi nedenlerle ve nerede ortaya çıktığına aldırmaksızın müdahale eder, zaman içindeki tüm nedenleri ortadan kaldırır ve tamamen çözerdik. Halbuki gücümüz sınırlıdır ve çoğu kişi (ve kurum) bunu göz ardı eder, göz önündeki sorunun şimdi ve burada ortaya çıktığı kanısına kapılır. Belki bir bölümü de –nedensel düşünme geleneği olmayışından-, bir sonuca zaman içinde yol açmış nedenlerin izini sürebileceği bir yönteme de sahip değildir.

    Sınırlı gücümüz ve yöntem eksiğimizin yanısıra bir neden daha vardır ki, onu aşmak ikisinden de daha zorlayıcıdır: Sorunları şimdi ve burada çözmek gücü insanlara o denli çekici gelir ki, o gücü elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler ve “şimdi ve burada” sınırında muazzam bir yığılma olur. Siyasal mücadelelerin yoğuştuğu çizgi, o gücü verecek seçmenlerin şimdi ve burada çözülebilir sandıkları sorunların yer aldığı çizgidir.

    Özetle, sorunları şimdi ve burada çözmek iyi olurdu, ama şu nedenlerle bu mümkün olamıyor:
    • Şimdi ve burada ortaya çıkan bir sorun, zaman içinde büyüye büyüye gelişmiş olur, bir yolla en son semptomlar ortadan kalksa dahi, onu yaratmış nedenler geride aynen durduğu için kısa süre içinde sorun daha başedilmez biçimde ortaya çıkar.
    • Sorunları çözme gücünün esas sahibi (milli irade) genelde şimdi ve burada boyutunda yaşadığı için, geçmişte ve orada ile ilgili tez sahiplerine yetki vermek istemez.
    • Çekiciliği nedeniyle şimdi ve burada çizgisinde büyük bir güç mücadelesi vardır ve o çizgidekilerin arasına girerek güç elde etmek ve gücün esas sahibinin arzusu dışında bir yöntemle sorun çözmek imkansız değilse de imkansıza yakındır.
    • Ama bütün bunlara karşı, şimdi ve burada çizgisinin gerisindeki sakin alanda çalışmak iyidir ama onun da başarı şansı konusunda belirsizlikler vardır.

    Eğer birikimlerimizi ve enerjilerimizi, bu sorunların kaynaklarına değil de izlenimlerine (görüntülerine) yöneltirsek, aslında hiç öyle niyetlenmesek de o sorunların derinleşmesine katkıda bulunmuş oluyoruz. Bu garip görünüşlü olgunun pek somut örneklerden birisi, rasyonel ve kritik düşünme[1] alışkanlığının toplum nitelik dokumuz içine yeterince yerleşmemişliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan radikal eğilimlerin yaygınlığı’dır.

    Bu deyimle yalnız terör örgütlerine katılanları değil, kendi görüşünden başkaca görüşü reddeden, o mutlak doğrusunu başkalarına benimsetmeye çalışan kişileri de kast ediyorum. Bu yaygınlık ilk bakışta dindar kesimlere özgü sanılabilse de, kendini laik / seküler olarak niteleyen kesimlerde de aynen geçerlidir. Bilimden yana bir söylem içinde, ama kararlarını rasyonel / kritik düşünme yerine, dînî / lâ dînî dogmalara[2] göre vermek bir süper-oksimoron örneği değil midir?

    Değerli dostlar,

    Bugün sizi rahatsız eden her ne var ise, kök(ler)i dünlerdedir ve o “görüntüler”e savaş açarak, sürekli olarak tehlike uyarıları yaparak ancak o değerli enerjilerinizi, birikimlerinizi, daha da önemlisi mücadele motivasyonunuzu kaybederseniz. Eğer, sizi rahatsız eden –her neler ise- kök nedenlerin farkında, ama bunlarla mücadele gücünüzün / imkanlarınızın olmadığını düşündüğünüz için, görüntülerle boğuşmayı yeğliyor iseniz, âkîl Nasreddin’e[3] atfedilen “karanlıkta kaybettiği yüzüğünü, aydınlık olduğu için sokak lambasının altında aramak” fıkrası akla geliyor.

    Bütün bunlardan sonra, “şimdi ve burada” yerine önerimin ne olduğunu, hatta bu yolla “bir şeyler yapanların” (http://wp.me/p2t6mi-Vg) da vazgeçip el el üstüne oturmalarını mı önerdiğimi sorabilirsiniz.

    Hayır, kesinlikle bunu önermiyorum!

    Ve “şimdi ve burada” antipatimin yanlış anlaşılabileceğini anlıyor ve düzeltiyorum: Evet, “şimdi ve burada” harekete geçilmeli, ama “şimdi görünen ve burada görünen”lere yönelik olarak değil, “geçmişte ve orada” yapılmış olanlara karşı “şimdi ve burada” harekete geçilmesini öneriyorum.

    Çok mu karışık oldu?

    Geçmişte ve orada” deyimiyle yapılmış ve halen de devam etmekte bulunanlara karşı “şimdi ve burada” yapılması gereken nedir? Önce değiştiremeyeceklerimize bakalım: Türkiye coğrafyasını, enerji kaynaklarını, her şeyin enerji olduğu gerçeğini, tüm toplumların Maslow’un ihtiyaçlar piramiti uyarınca enerji peşinde olduğunu, bunların bir kaçınılmaz sonucu olarak da tarih boyunca olduğu gibi bundan böyle de tasallut altında olacağımız gerçeklerini değiştiremeyiz.

    Hergün emperyalizme, onun temsilcilerine –kendi emperyal geçmişimizi unutup- lanet okuyarak bu gerçekleri değiştiremeyiz. Tek değiştirebileceğimiz parametre, toplumumuzdaki nedensel ve eleştirel düşünme’nin yerini almış bulunan dini veya din dışı dogmalara dayalı düşünme biçimini değiştirmektir. Bizim aydınlanmamız da –olacaksa- böyle gerçekleşebilr.

    Bu yapılabilir mi, yapılırsa yeter mi?

    Bu iki soruya da evet-hayır biçiminde kesin cevaplar vermek güçtür. Ama bu, bu yolda harekete geçmeyi engelleyebilecek bir belirsizlik de değildir. Ayrıca, eğer insanlık karanlık çağlardan çıkıp aydınlanmayı gerçekleştirebilmişse, bu toplumun da bunu yapabilmesi mümkün olabilmelidir.

    Yapılabilirliğin karşısındaki başlıca iki engelden birisi “olası gerçekleşmenin alabileceği çok uzun süre”, diğeri ise “toplum çoğunluğunun, dogmatik düşünce biçiminde ısrarı” olabilir. Akılcılıktan yana olan dostlarım, Uzun süre meselesini aşabilmeliyiz. Tüm yapılması gerekenleri yaşam süremiz içinde gerçekleştirmek gibi kibirli bir tutum içinde olamayacağımıza göre, doğruları gerçekleştirmek üzere çaba harcayacakları konusunda gelecek nesillerimize güvenmek zorundayız.

    Eğer bu belirsizlik bir motivasyon kaybına yol açıyorsa zaten yakındığımız sonuçlara müstahakız demektir. Çoğunluğun dogmatizmde ısrarı ya da çeşitli hesaplarla karşıt veya tarafsız kalma meselesine gelince: Kuşkusuz, bırakınız çoğunluğu, toplumu oluşturan herhangi büyüklükteki bir kesime dahi Jacoben bir tarzda kendi doğrularımızı benimsetmek eğiliminde olamayız; günümüz dünyasında buna yer olamaz.

    Eğer –tüm canlı türlerinde olduğu gibi- toplumu oluşturan bireylerin de, doğuştan gelen sağduyuları yoluyla doğruya-iyiye-güzele yatkınlıkları varsa, genlerinde taşıdıkları yaratıcılıkları kaybetmiş ve dogmalara teslim omuş olmaları beklenemez. Eğer bunun aksine, çağlar boyu süren dogmatik düşünme geleneği, kalıtsal mirasımızın getirdiği sağduyuyu bastırdı ise, o takdirde sadece bu karabasandan kurtulmak isteyenlerin aydınlığa çıkabilecekleri bir yolculuk olacaktır.

    Buna razı olabilenlerin sayısını bilemeyiz, ama eğer iki kişi varsa bu yeterli bir sayıdır. Bütün bunlara evet de, hangi uzun vadeli amaçlar, önünde sonunda bize bir aydınlanma yaşatabilir? Bu denli hızlı değişen dünya ve Türkiye koşullarında karmaşık hedef reçeteleri yerine, hangisi benimsense kalıcı olumlu etkiler yaratabilecek birkaç uzun erimli amaç ortaya koyulabilir.

    Sorgulama becerisi[4] ile nedensel ve eleştirel düşünme becerileri benim benimsediklerimdir. Sizler, geleceğin Türkiye’sinin kişileri, kurumları ve toplumunun, yüksek bir sorun çözme kabiliyetine erişebilmesi için hangi bileşenleri önemli görüyorsanız, şimdi ve burada tuzağına düşmemek ve benimsediğiniz amaçların hangi sonuçları yaratacağını gerçekçi olarak değerlendirmek kaydıyla, imkanlarınıza uyan bir amacı benimseyebilirsiniz.

    Saygılarımla

    19 Eylül 2014 Cuma

    [1] Rasyonel (nedensel) düşünme, bir sonuca yol açan nedenlerin hiç kopukluğa yer vermeyecek şekilde ortaya konulması; (eleştirel) düşünme ise, söz konusu sonuuca yol açtığı belirlenen çok sayıda nedenin, sonuç üzerindeki etki paylarının elenmesi (krisis (Gr) = elekten geçirmek) anlamında kullanılmıştır. Doğru düşünme ise bu iki bileşenin (nedensel ve eleştirel) birlikte kullanımıyla ortaya çıkabiliyor.

    [2] Atatürk’ün “en gerçek yol gösterici bilimdir..” ilkesini hiç hatırlamayıp, sonra da O’nun adını bir dogma haline getirip sıradanlaştırmak, rasyonel / kritik düşünme ile bağdaşabilir mi?

    [3] Yabancıların, bizim komik karakter olarak nitelediğimiz Nasrettin Hoca’ya Wise Nasreddin demeleri nedeniyle..

    [4] Sorgulama becerisi, (eğer ……ise …. dir) yargı kalıplarının tanımladığı alanların dışında kalan geniş alanların görülmesini ( https://bit.ly/1bI5Cm6  adresine tıklayıp indirilecek ppt sunuma bkz) sağlayacak sorular sormak olarak adlandırılıyor.

     

  • Hindi Olsak N’olur? – 2

    1990 yılında ortaya atılan bir kampanya fikri zaman zaman tekrar gündeme geliyor. Türkiye-turkey-hindi çağrışımından utanç duymamızı, bu nedenle de ülkemiz adının her dilde farklı farklı yazılmak yerine aynen bizim yazdığımız ve okuduğumuz biçimde kullanımının tüm ülkelere tebliğ edilmesi isteniliyor. Buradaki önemsiz bir varsayım, tüm ulusların bu talimatımıza uyacağı, tüm haritaları, basılı belgeleri, kitapları değiştirmek üzere harekete geçecekleridir. Bunu yapmadıkları veya ayak sürüyerek yapmaya kalkıştıklarında neler yapabileceğimizi evvelce test ettikleri için kuşkusuz böyle bir olasılık yoktur. Hatırlatmak amacıyla 24 yıl önceki yazımı tekrar ilginize sunuyorum. 27 Ağustos 2014 Çarşamba

    Farzedin ki Hindiyiz!

    Türkiye’nin hindi olmadığının kanıtlanması kampanyasının giderek daha fazla konuşulmaya başlaması üzerine bu konudaki düşüncelerimi siz okuyucularıma iletmeyi düşündüm.

    Son söyleneceği baştan söyleyeyim: Bu iş gerçekten komiktir ve sonunda olsa olsa Türkiyenin hindiliğinin tescili gibi can sıkıcı bir noktaya varır. Yanılmıyorsam kırallık dönemi Fransa’sında bir hatip parlamentoda konuşurken ipin ucunu kaçırıp “bu parlamentonun yarısı ahlaksızdır” gibi bir laf eder. Ertesi gün, aldığı ağır tepkiler nedeniyle kürsüye çıkıp özür dilemek zorunda kalır ve “özür dilerim, sözlerimi geri alıyorum, parlamentonun yarısı ahlaksız değildir” şeklinde düzeltir(!).

    Eğer söz konusu kampanya için yeterince para harcanır ve kampanya yaygın olarak yürütülebilirse, Dünyada İngilizceyi ana dili olarak konuşmayan ve Turkey-hindi çağrışımına konu olmayan yaklaşık 3 milyar insanın daha aklına, hindiliğimiz konusunda az da olsa bir şüphe yerleşeceğinden eminim, bu bir.

    Diğer yandan, hayvanlara karşı olan tutumumuzun -ki kedileri yakıp, ayıların burunlarına halka geçirip işkence etmemiz ve bunu da “bakın oyun oynuyorlar” diye satmaya kalkışmamızla tescillidir-, hindilik çağrışımından gocunmamızla yakın bir ilişkisi vardır. Uzun zamandan beri, rastladığım yabancılara dillerinde “hayvan herif“in tam olarak nasıl söylendiğini sorarım. Bugüne kadar bilenine rastlamadım. Ama merakla soru soran çok oldu. Hiçbiri, iki farklı yaratık cinsinin adlarını niçin birleştirdiğimizi, bununla hayvanın mı yoksa insanın mı aşağılanmak istendiğini anlayamadı ve genellikle vardıkları yargı: “Siz hayvanları tanımıyor ve sevmiyorsunuz. Aslında, birbirinizi de sevmeyişinizin altındaki kaynak sebep, bu canlı sevgisizliğidir” oldu. Bir zoologdan aldığım bilgiye göre hindiler tüylerini birkaç sebeple kabartırlarmış: Birincisi, üşüdüklerinde tüyleri arasında ki hava boşluklarını artırarak ısı dengesini kurmak, ikincisi ise bir tehdit karşısında daha büyük görünerek düşmanını caydırmak imiş. Aslında bu ikincisi tüm canlılarda (insanlar dahil) vardır. Filmlerde silah çekmeye hazırlanan kovboyların kollarını kabartmalarının bir nedeni silaha davranırken kollarının bedenlerine sürtmemesi , ama daha önemlisi irice görünüp karşısındakinin gözünü korkutmaya çalışmak içindir. Dolayısıyla, hindiye benzetilmekten bu kadar korkmamızın altında hayvanlara karşı sevgisizliğimiz yatmaktadır. Bu da iki.

    Üçüncüsü, eğer gülümsenecek bir yanımız varsa bu, ad değiştirmekle yok olmaz. Saçsızlıktan şikayet eden birisi (benim gibi) soyadını Gürsaç olarak değiştirse esas o zaman alay konusu olabilir. Kağıt ve su ile yapılması gereken temizliğini eliyle yapıp ondan sonra da yabancıları pislikle suçlamak, evrensel hale gelmiş dilleri öğrenmek yerine bunları okullardan mecburi ders olmaktan çıkarıp başkalarına Türkçe öğretmeye kalkmak, mevcut nüfusuna refah yaratmaya çalışmak yerine çoğalmaya ve başka ülkelerdeki Türklerle birleşmeye kalkışmak gibi huylarımızdan vazgeçmeden ülkemizin adını mesela ÇAĞDAŞ olarak değiştirsek bir faydası olabilir mi?

    Ya da, kedi-köpek itlaf ekiplerine öldürme yerine işin doğrusunu öğretmeden, okul çocuklarının öğretmenlerince ihbar edilip tutuklatılmalarından vazgeçmeden adımızı HUMANIA olarak değiştirmemiz, bize kızanların fikirlerini değiştirebilir mi? “

    Türkiye Hindi Değildir” kampanyası için mesai sarfedenlerden bir ricam var; Lütfen bizi daha fazla alay konusu yapmayınız. Eğer gerçekten saygınlığımıza katkıda bulunmak istiyorsanız, çağdaş ülkelerdeki insanların bize niçin kızdıklarını, niçin kabarma taklidi yapmaya çalıştığımızı iddia ettiklerini anlamaya ve sonra da bu yanlış huylarımızı değiştirmeye çalışınız. Hoşça kalınız. 1990-Ankara