• A.B.D. Niçin Güçlü?

    1983 yılında A.B.D. başkanı Ronald Reagan’ın isteğiyle Eğitimde Mükemmeliyet Ulusal Komisyonu’nca bir rapor hazırlandı. Adı “Risk Altındaki Ulus” (http://bit.ly/1NDYmOB).

    Raporun giriş bölümünde şöyle bir cümle var: “Eğer bugün sahip olduğumuz eğitim sistemini A.B.D.’ye dost olmayan bir güç empoze etmiş olsaydı, bu bir savaş nedeni (causus beli) sayılabilirdi

    Bundan 15 yıl sonra 1998 yılında Hoover Institution tarafından yazılan bir rapor ise şu adı taşıyordu: “Hala Risk Altındaki Ulus” (http://hvr.co/1NlKe81).

    Eğitim konusunda kendisine bu denli ağır eleştiriler yöneltebilen bir toplum, 2012 yılında yayımlanan Bir Zamanlar Amerika adlı kitapta (http://bit.ly/1iOvN47) gerilemesinin nedenlerini şöyle açıklıyor:

    Ağır tempolu gerilememizin dört ana nedeni var. İlki, başta kendimizin ama özellikle siyasi liderlerimizin Soğuk Savaş’tan sonra hangi Dünyada yaşadığımızı ve başarılı olmak için nelerin yapılması gerektiğini sorgulamayı bırakmış olması. Amerikan siyasetinde gözlemeye, odaklanmaya, karar verip eyleme geçmeye dair hemen hemen hiçbir hareket göremiyoruz.

    İkincisi, son yirmi yılda en büyük problemimiz olan eğitim, bütçe açıkları, borçlar, iklim değişikliği ve enerji alanlarında başarısız olmamızdır.

    Üçüncüsü, büyük ülke olma formülümüze yatırım yapmayı bırakmış olmamızdır.

    Ve dördüncüsü ise, siyasetimizin tıkanmış olmasıdır. Değerler sistemimizin erozyona uğramış olması nedeniyle problem çözme yeteneğimiz yitirilmiş durumdadır.≫

    Türkiye’de bir sivil toplum kuruluşu, Beyaz Nokta® Gelişim Hareketi (www.beyaznokta.org.tr), 1994 yılından bu yana, Sorun Çözme Yeteneği’nin, toplumun üzerinde en önemle durulması gereken sorunu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Öyle ki, tek tek üzerinde durup boğuştuğumuz sorunlarımızın tümünü üreten, ama o sorunların birleşmesinden oluşmayan bir kaynak.

    Bu kavramı önemseyip üzerinde durmayı engelleyen özel bir gene doğuştan sahip değil –ya da zaman içinde oluşturmadık- ise, acaba bu aymazlığın özel bir nedeni mi vardır?

    Acaba ne yapıyoruz da –ya da yapmıyoruz-, böylece ancak sorunları tek tek, o da genellikle yakınma modunda ele alıyoruz?

    Bir ağacın köklerinin topraktan emdiği besin elementlerinin en uçtaki yapraklara iletilmesi gibi, tüm sorun alanlarına (yani yapraklara) kadar gidebilecek sosyal besin elementleri nelerdir?

    Hemen her sorun alanı ile ilgili bir çok kurum var iken, niçin bu besin elementleri ile ilgilenen çok az kimse vardır?

    Yukarda değindiğim STK 21 yıldır “sorgulanamazlık” (ezber) ile uğraşa uğraşa ancak eğitimcilerin dillerine (ama sadece dillerine) bir deyimi yerleştirdi: Soran, sorgulayan öğrenci”..

    Peki acaba çoğu okulun, çoğu öğretmeni niçin “doğru soru nasıl sorulur?”, “sorgulama ne demektir, nasıl yapılır?” gibi iki temel soruyu sormayı akıl etmez?

    Her yere doldurduğumuz din kültürü öğretmenleri ve onları yetiştirenler, öğrettiklerini sandıkları dinin imân ilkesinin sorgulamaya dayalı olduğundan, (http://wp.me/p2t6mi-1UE) sorgulanmayan imaânın değersiz sayıldığından niçin bihaberdirler?

    Onları yetiştiren anlı – şanlı hocaları niçin bunları sorabilen öğretmenler yetiştiremezler?

    Niçin hiçbir siyasi partinin vaat dolu programlarında böyle vaatler yoktur?

    Niçin her tarafından güç akan kurum yöneticilerimiz, kurumlarının Sorun Çözme Yeteneğini geliştirmek gibi bir hedefi stratejik planlarına koymazlar?

    Bunlara verilecek yanıtların hep “biz zaten….” İle başlayacak içi boş övünmeler olması bizim kaderimiz midir?

    Seçimlerde o parti değil de bu parti kazansa bu kader değişecek mi?

    Din dersi öğretmenleri sorgulamanın İslam’ın temel ilkelerinden birisi olduğunu; ağzından “kul hakkı” deyimini düşürmeyen siyasi parti lideri bu deyimin gerçek anlamını[1] farkedecek mi?

    Bu soruların yanıtları kendi içindedir. Hatta tüm doğru soruların yanıtları kendi içindedir. Yeter ki sormaktan vazgeçmeyelim, korkmayalım.

    A.B.D. güçlü ülke ise bunları sorabildiği için güçlüdür, biz ise soramadığımız için güçsüz.

    9 Kasım 2015

     

    [1]El-Müfredat, Ragıb Isfahani: Kul (abd) sözcüğü tüm varlıklar için kullanılmakta olduğu belirtiliyor. (Prof. Dr. M.Saim Yeprem notundan ve http://bit.ly/1pqhhio kaynağından alınmıştır).

Bu durumda İslam’ın “Kul Hakkı” kavramı; sadece insanları (veya canlıları) değil, canlı ve cansız tüm varlıkları kapsamaktadır.

    Kul kavramının “her şey” olarak tanımlanması İbn-ül Arabi tarafından (http://bit.ly/1pqhhio) kaynağında daha ayrıntılı açıklanmaktadır.

Böylece insan yalnızca insanların haklarını değil, tüm varlıkların haklarını korumak gibi daha anlamlı bir görevle yükümlenmektedir

  • Kök-türev ilişkisi ıska geçilse n’olur? -II

    Aşağıda, M.S. 1992’de 🙂 yazılmış bir yazı var. Önce bir göz atıp sonra meramımı anlatmak istiyorum:

    Bir hastalık: Sayma !

    “Sayın başkan, sayın bakan, sayın milletvekilleri, sayın il başkanımız, sayın ilçe başkanlarımız, değerli il müdürümüz, değerli ilçe tarım komisyonu ve zirai aletlerin bakım, onarım ve yenileme daire başkan yardımcımız, konuşmamın başında hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

    Toplantının Dünya’mıza, memleketimize, ilimize, ilçemize halkımıza, milletimiz ve yurttaşlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunuyor ve arz ediyorum.”

    A.B.D.’de yapılan ve milletvekillerimizin de katıldıkları bir toplantıda konuşmacı, yalnız bakan ve diplomatları selamlayınca toplantıyı terk eden milletvekilleri olmuş.

    Bu bir gazete haberiydi. Bu olayın nedeni ilk bakışta zannedilebileceği gibi basit bir protokol hatası olmayıp daha geniş bir hastalık familyasının, “Sayma Hastalığı”nın basit bir sonucudur.

    Yabancıların toplantılarda -genellikle- katılanlara, “bayanlar, baylar” şeklinde hitap etmesinin nedeni, onlara cinsiyetlerini hatırlatmak değil, bu türlü acayipliklere düşmeyi önlemek içindir.

    Sayma Hastalığı’nın sebep(ler)i nelerdir? Acaba, bir grup içine dahil öğelerden herhangi birisini unutma endişesi midir? Yoksa her öğenin adını söyleyerek onların gönlünü alma arzusu mudur? Yoksa, ne söyleneceği konusunda fazla bir fikri bulunmamak ve mevcut süreyi bu şekilde doldurmak arzusu mudur?

    Belki de bunların hepsinin payı vardır. Sebebi ne olursa olsun Sayma Hastalığı, her hastalıkta olduğu gibi çeşitli olumsuzluklar üreten bir illettir. Bu olumsuzluklardan en basiti, yukarıda örneği verilen alınganlığa neden olmaktır. Ama daha ciddi sonuçları da vardır.

    Birisi, insanların vakitlerini israf ederek onları yavaş (ama sistemli) biçimde öldürmektir. Bir diğeri, sayılmamış olanların sebep olabilecekleri sorunlara yol açmaktır. Örneğin, “sinemada fındık, fıstık yenilmesi yasaktır” denildiğinde, kabuklu ceviz yemeğe kalkan birisinin çıkaracağı sinir bozucu gürültüye izin verip, kabuğu soyulmuş fıstık veya fındık yemenin yasaklanmış olmasıdır.

    Hatta, sayma hastalığının daha önemli sonuçlar yaratabilmesi de mümkündür. Buna kanunlarımızda sık sık rastlanır. Serbest ya da yasak olduğu belirtilecek bir şeyin grup adını bulup ifade etmek yerine onlardan akla gelenleri saymak ve bu arada doğal olarak bazılarını saymamış olmak, çoğumuzun başına garip işler açmıştır.

    Bu hastalık nasıl tedavi edilebilir bilemem ama herhalde yollarından birisi, konuşmalarıyla topluma örnek olması gerekenlerin saymadan konuşmayı öğrenmeleridir.

    1 Haziran 1992

    Bu sayma-dökme konusunu o tarihlerde daha çok vakit israfı açısından ele aldığımı düşünüyorum. Aradan geçen 12 yıl içinde, hastalığın, israftan daha önemli bir sonucunun da olduğunu gözledim ki o da, bir konunun özünün anlaşılmasına engel olmasıdır.

    Temmuz 2004

    Şimdi, 2004ten bu yana bir 13 yıl daha geçti, toplam 25 yıl içinde bu sayma-dökme alışkanlığında bir değişiklik olmadı; ama bu alışkanlığın başlangıçta pek köküne bakmadığımı, sadece bunun bir sorun olduğunu belirtince dikkate alınabileceği gibi bir naifliğe düşmüş olduğumu fark ettim.

    Fark ettim ve bu hastalığa “dilsizlik” gibi bir de ad taktım (bunun bir genelleme olmadığını, dili bir virtüöz gibi kullanan çok sayıda insanımızın olduğunu belirtmeye sanırım gerek yoktur).

    Dilsizlik, özellikle eğitimli kesimde rastlanan ve zihinsel karışıklık nedeniyle ortaya çıkan; yani aslında dil ile değil düşünce ile ilgili bir olgu. Buna göre “dilsizlik kafa karışıklığının bir sonucudur” denilebilir.

    Dilsizlik kendini başlıca şu iki yolla ortaya koyabiliyor:

    • Çok ve aralıksız konuşmak ve sık sık “yani” bağlacıyla aynı cümleleri farklı –zaman zaman aynı- biçimde tekrarlamak (cümle aralarında boşluk bırakılırsa, bir başkasının araya gireceği korkusu),
    • Dinlememek (muhtemelen, tüm zihinsel kurgunun büyük ölçüde kendi düşüncelerinden oluşması; başkalarını dinleyerek kurguyu yenileme alışkanlığı olmayışı).

    Zihinsel karışıklık yadırganmaması gereken bir olgu. Bilmediklerimiz -ki bildiklerimize göre sonsuz sayılabilir-, bildiklerimizin aralarını doldurarak olayları açıklamaya normal olarak yetmez. Bu durumda beklenen, bu boşlukların sorular, merak ifadeleri vb. yol açıcılarla doldurulmaya çalışılıp, dinleyenlerin de bu boşluklar konusunda olası tamamlayıcılar dile getirmesini ummaktır.

    Normal olmayan ise, kuşkusuzluğun ve onun türevleri olan meraksızlık ve kendini beğenmişlikle birleşip yukardaki başlıca iki eğilimin ortaya konulmasıdır.

    Sokaktaki insan açısından bu eğilimin zararı kendi yakın çevresi ile sınırlıdır. Yaygın iletişim yollarını kullanan, kendi çapında da olsa kanaat önderi konumundakiler için ise durum bu denli zararsız değildir. Kendisine rol model olarak medyada sürekli izlemek “zorunda kaldığımız” kuşkusuz bilmişleri seçen milyonlarca insan, onların düşünme biçimlerini kopyalayıp, sonra da inanç haline getirdikleri görüşleri uğruna çağlayandan yukarı tırmanmaya çalışıyor.

    Söylediğimiz her cümleden önce –hadi bilemedin sonra- “bu ifademden ne kadar eminim?” sorusunu hızla içinden geçirse, zaman içinde oluşacak sükunet içinde çok daha değerli düşünceler dinleyebiliriz.

    2 Kasım 2015

     

     

  • Dinde sorgulama olmaz (mı?)

    Her yazının –saklı da olsa en az bir- muhatabı vardır. “Ben yazılarımı özneye değil kavramsal bağlamlara yazarım” diyenler ya araştırmacı bilim insanı ya da yalancıdır.

    Bu yazının muhatabı da, din konuları açıldığında, dinde sorgulama olmaz, inançlar sorgulanır mı? ya da ne kadar bozukluk varsa din kaynaklıdır deyip kestirmeden kapatan; kapatmakla da kalmayıp, üstüne üstlük, sen böylesi boş işlere kafa yoracağına daha elle tutulur şeylere bak şeklinde nasihatte bulunan birkaç tanıdığımdır.

    Daha ilerlemeden hemen çıkarılabilecek sağlam bir sonuç, bu ve benzeri yaklaşım sahiplerinin din alanını, sorgulamayanların alanı haline getirmeye katkıda bulunduklarıdır. Sorgulama aklın alanı olduğuna göre, sorgulamaya kapalı bir din anlayışının her türlü akıl dışılıkla nasıl eşanlamlı hale gelmiş olduğu böylece anlaşılabilir hale geliyor.

    Tüm varlıkları kavrayan evrenin oluşum ve işleyişini sürekli anlamaya çalışıp, onunla uyum halinde yaşamak” gibi bir amaç dinler için anlamlı ise, gerek kişinin zihninde oluşturacağı evren tasavvuru, gerekse o tasavvura uyum adına düzenleyeceği yaşamın nasıl akıl dışılıklarla dolu olacağı kolayca anlaşılabilir. Dahası, bu akıldışı yaşam sahiplerinin bir toplum olarak bir arada yaşayabilmesindeki sorunlar da cabası..

    Din’in neresi sorgulanmamalı?

    Kaynağı ister destan ister vahiy olsun, hemen her dinin söylemleri birkaç kategoride[1] toplanabilir.

    • Bunlardan birisi o dinin ortaya çıkışındaki olayların ve o dine inanan ve inanmayanların mücadelesinin öyküsü’dür. Öykünün –dolayısıyla da öğreti bütününün- inandırıcılığı açısından öykü içinde yer yer mucizeler de yer alabilir. (Hz. Musa’nın denizi yarması, Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesi, Hz. Ömer’in İran’daki orduya sesini duyurması gibi).

    Çok daha yakın tarihteki olayları sorgulama konusunda veri bulanıklığı ortada iken, en yenisi 14 asır evvele ait öykülerin sorgulanması pratik olarak güçtür.

    Ayrıca, bu kategoridekilerin sorgulanması halinde, dinin amacına hizmet etmeyecek anlaşmazlık ve ardından da bölünmelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Nitekim mezheplerin ortaya çıkışında bu tür yararsız sorgulamaların payı büyüktür.

    • Yaratıcının büyüklüğünün tasviri yoluyla öğretiye inanışı kolaylaştırmak amacıyla O’nun sıfatları, şükran ve yakarışlar da bir kategori olarak düşünülebilir.

    Özetle, bu iki kategorinin sorgulanması kuşkusuz mümkün, ama dinin amacı açısından yararsızdır.

    • Üçüncü kategori, dinin “kurucu ilkeleri” (maksimler) denilebilecek ifadelerdir. İster açık ister sembolik ifade edilmiş olsun, aslında bir dini öğretinin temeli bunlardır. Tevrat’ın On Emri, Hristiyanlığın –çeşitli- maksimleri[2], İslam’ın evrensel ilkeleri[3] gibi.

    Bunların sorgulanması ise mümkün, yararlı, hatta İslamiyet açısından “imanın şartı sayılacak kadar” gereklidir. İmanın, taklidi iman ve tahkiki iman olarak ikiye ayrılıp, makbul olanın ikincisi sayılması bunu gösteriyor.

    Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.”[4]

    Dinin sorgulanamaz olduğu, çünkü dinin esasının iman, imanın da “herkesin kalbi olarak özgün yorumları” olduğu iddia edilerek din alanının akıl dışılığa terkedilmesinin somut sonuçlarını hem yerel hem küresel ölçekte yaşıyoruz, daha da yaşayacağız.

    Şimdi, bir dini inanca sahip olanlara ve de olmayanlara sormak gerekmez mi ki, inanç ya da inançsızlığın akıl ile sorgulanarak temellendirilmesi yerine, tamamen hurafe ya da akla geliverenleri doğru sanarak sarılıp çevrenize benimsetmeye çalıştıklarınız birer yanılgı değil mi?

    Dindar nesil yetiştirmek uğruna, genç beyinleri sorgulama dışı –üstelik de anlamadığı bir dilden- (ezber) kalıpları[5] ile koşullandırmanın[6] cezasını kim sorup kimlere verecek?

    1 Kasım 2015

     

    [1]Bu kategoriler birbirinin içine geçmiş biçimde yer alabilir. Bunlar ayrılıp her kategori ayrı incelendiğinde, o dinin kurucu ilkelerinin anlaşılmasına yol açılmış olur.

    [2] Bkz. http://holycrossoca.org/newslet/0907.html

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/11/dini_ahlakin_temel_ilkeleri_Rev9.0.pdf 

    [4] Bkz. https://goo.gl/wyu1Yq

    [5] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com

    [6] Bkz. http://bit.ly/1PdtLqQ, https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

  • “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”

    Önce biraz önbilgi:

    Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.

    (Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir

    Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.

    Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!

    Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].

    Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.

    Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.

    Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.

    Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.

    Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.

    Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.

    Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.

    Buna göre milyon dolarlık soru!

    Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,

    Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?

    Kırılabilir, kırılmalı!

    Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:

    Olası neden 1.         Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.

    Çözüm önerisi 1    Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.

    Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.

    Olası neden 2.         Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.

    Çözüm önerisi 2    Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.

    Olası neden 3.         Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).

    Çözüm önerisi 3    Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.

    En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.

    Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.

    Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.

    Olası neden 4.         Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.

    Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.

    Çözüm önerisi 4    Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.

    Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.

    26 Ekim 2015

    [1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm

    [2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.

    Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.

    Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.

    [3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.

    [4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.

    [5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251

  • EVET-HAYIR DEMOKRASİSİ ARTIK YETMİYOR

    Düşünce tarihimizin bütünü, evet-hayır mantığı’na (binary logic) dayalı olarak gelişti. Teknolojide alınan yola bakıldığında, o gelişmenin bütünüyle evet-hayır mantığının ürünleri olduğu görülecektir. Özellikle de son 25 yılın bilgisayar alanına getirdiği gelişmeler tamamen bu mantık sisteminin muhteşem eserleridir.

    Bu yüzden de hemen her değeri, her sistemi sorgulayan insanlar, bu mantık sistemini sorgulamadı. Ama acaba aynı şey, insan davranışları ve toplum yaşamı için de söylenebilir mi? İnsanlığın bugün karşıkarşıya bulunduğu ‘kaos’un oluşumunda acaba bu kutuplaştırıcı mantık sisteminin rolü ne olmuştur?

    1980 öncesinde ülkemiz insanlarının sağcı ve solcu olarak iki-ye ayrılma “zorunluğu”, Cumhuriyet mi yoksa Tercüman mı okuduğu, bıyıklarının pos mu, pala mı olduğu hep bu ikili mantık sisteminin ürünleri değil miydi? Bir insanın, bir kısım değerleri sağ (denilen) ve bir kısmını da sol (denilen) Dünya görüşünden alması, iki gazeteyi de okuması ve mesela bıyıksız olması acaba mümkün değil midir?

    Bugün bunları geride bıraktık. Ama ikili mantık sistemi aynı gücüyle yerinde oturup düşüncelere yön veriyor. Artık kimse kimseye sağcı mı solcu mu olduğunu sormuyor ama bu defa da Türk mü Kürt mü olduğunu merak ediyor. Ve kimse de hem Türk hem de Kürt olabilmenin mümkün olup olmadığını tartışmıyor.

    Teknolojide çok kullanışlı olan, hatta toplum yaşamı pek karmaşık değilken o alanda da pekala geçerli olan evet-hayır mantığı artık toplum yaşamında hatta artık teknolojide ve özellikle de evet-hayır mantığının en çok kullanıldığı bilgisayar alanında da yetmemektedir. Bu yetmezlik nedeniyle, yeni nesil bilgisayarların tasarımında ikili mantık yerine Fuzzy Logic denilen ve 0 ile 1 arasında başka değerlerin de bulunabileceğini kabul eden yeni bir mantık sistemi kullanılmaya başlanmıştır.

    Teknik alanda dahi yetersizliği ortaya çıkan bu mantık sistemine dayalı olan demokrasi anlayışı da artık Demokrasinin başlıca aletlerinden biri olan “seçim”, ikili mantığın en çarpık ürünlerinden birisidir. Bir seçmen A, B, C gibi ü. adaydan birini seçmek zorunda bırakıldığında, oy vereceği adayın dışında kalan iki adayı -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-, “yaramaz” safına koymaktadır.

    Halbuki, bu üç adayın hepsi de yarayışsız, üçü de yarayışlı olabileceği gibi, herbirinin bazı özellikleri “tercih edilebilir” durumda olabilir. Zaten genellikle karşılaşılan durum da bu olmasına karşın sırf mantık sisteminin gereği olması nedeniyle doğru olan yerine, bu acayip tercih yapılmak zorunda kalınmaktadır.

    Nitekim, sistemin bu eksikliğini gidermek için “koalisyon” denilen araç geliştirilmiş, seçmenlerin katılmadığı, muhtemelen olurlarının da bulunmayabileceği bir süreç parçası sisteme dahil edilmiştir. Bütün bunlar ikili mantık sisteminin eksikleridir.

    Her nekadar demokrasimizin iyi işlemeyişinin nedeni yalnızca, sistemin esas aldığı mantık sisteminin yetersizliği değilse de, restorasyonu kaçınılmaz olan demokrasimizin geçireceği onarım sürecinde bu temel yetmezliğin de dikkate alınması zorunludur. Hiç olmazsa böylece önemli bir konuda Dünyaya bir örnek vermiş de olabiliriz.

    İkili mantık sisteminin yıkılması, benimle beraber misin- bana karşı mısın? mantığına dayalı tüm kurumların yeniden yapılanmasına, belki de bazılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açacaktır.

    Bir senet etrafında -ki bu bir dernek tüzüğü ya da bir parti programı olabilir- bir araya gelmeye mecbur kalan insanlar, birbirine zıt görüntüler verseler dahi artık aynı anda birden fazla sayıda kümenin üyesi olabilmektedir.

    Bu eğilimin doğal bir sonucu “çok az sayıda kişiden oluşan kümeler” dir. Bunlar birer “uyum ve güven grubu” olacaklar, birbirleriyle birçok konuda -herhangi zorlayıcı bir senet olmadan- anlaştıkları için, kurumlardaki geleneksel zorlayıcı ve yapay (ve de işlemeyen) denetim, yetki devri (delegasyon) ögeleri ortadan kalkacaktır.

    Bugünkü siyasi sistemimizi ve özellikle de siyasi partilerimizi bu anlayışla yeniden yapılandırmaya mecburuz. Bu, belirli özellikler çevresinde uyum ve güven oluşturmuş, küçük ve çok sayıda siyasi partinin parlamentoyu oluşturması, bunların da aralarında uzlaşacakları konular yönünde icraat yapacak hükümetleri görevlendirmesi demektir.

    İkili mantık sistemi yerine geçecek olan Fuzzy mantığı ‘na göre, seçimlerde birden fazla partinin seçilmesi mümkün olabilecek, daha doğrusu partilere birer not verilecektir. Böyle bir değerlendirmenin sonuçları muhakkak ki geleneksel evet-hayır mantıklı seçime göre farklı sonuçlar, yani farklı parlamento yapıları verecektir. Bunun ise, insanların tercihlerini çok daha doğru olarak yansıtacağı bellidir.

    Bugün için spekülasyon gibi görünen bu konu yakın bir gelecekte -bir biçimde- yaygın olarak Dünyada tartışılmaya başlanacaktır*. Niçin önce Türkiye’de tartışmaya başlamayalım? Temiz Siyaset platformunun oluşumuna en büyük katkı bu olacaktır.

    Aralık-1993

    Rev. Eylül 2016

    (*) Nitekim şimdilerde gündemde olan Likit Demokrasi kavramı tam olarak budur.

  • Değer İletişimi

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin -genelde- dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001 (Rev. Ekim 2015)

  • “Fraktal” Çözüm Elementleri! (Rev 3)

    Hemen her toplumu, hatta topluluğu oluşturan “sıradan çoğunluk” ve “nadir azınlık”lar yaşamın her evresinde önemlidir, ama özellikle kriz dönemlerinde daha da kritik roller oynamaya adaydır. Yaşam enerjisinin ve zamanının neredeyse tamamını kendisi ve ailesinin yaşamlarını sürdürebilmek için koşturan, gerektiğinde yasal ve ahlaki kuralları zorlamak zorunda kalan sıradan çoğunluk… Ve, yaşam sürdürme zorunluklarını aşabilmiş, yaşam enerjisinin ve zamanının en azından bir bölümünü, üyesi olduğu toplumunun refah ve mutluluğuna katkıda bulunmak üzere harcayabilecek “durumdaki” nadir azınlık.

    Bu kesimin çoğunluğunun baskın karakteristiği, sahip olduğu para ve unvan gibi konfor araçlarını artırmaya çalışıp, bunlar yoluyla mutluluk öğeleri tüketmeye çalışmaktır. Sorgulanmış bir vizyona sahip olmamak, sürekli yakınmak, suçlamak, diğer özellikleridir. Bu ikinci kısmın içinden ayrışan küçük bir üçüncü kesim daha var: Kendilerine hareket özgürlüğü sağlayan sosyo-ekonomik durumlarını, toplumun refah ve mutluluğu yolunda kullananlar. Toplumsal kriz zamanları için kritik kaynak durumunda olacak olanlar bu kişilerdir.

    Bugün toplumumuz çok yönlü denilebilecek bir kriz içindedir. Uzun süredir işlenen inanan – inanmayan, Alevi – Sünni, Türk – Kürt ayrıştırması, bunları besleyen ekonomik sorunlarla yeni bileşikler üretiyor. Bu gibi kriz ekosistemleri, içinde yukardaki üç kesimden de kişileri barındırarak çeşitli oluşumlar üretiyorlar. Bu olumlu bir adım ise de, şu birkaç soru cevaplan(a)madığı takdirde olumlu sonuç vermek bir yana, üçüncü gruptaki kişilerin –başta zaman olmak üzere- kıt kaynaklarını tüketmek gibi bir tehlikesi vardır. Ayrıca da, üçüncü grup dışındaki geniş toplum kesimlerinin olası desteklerinin ve ümitlerinin tükenmesi gibi de bir riski mevcuttur. Bu durumda sorulması gereken birkaç soru şunlardır:

    1. “Ne” yapılmak isteniliyor? (girişimin vizyonu)
    2. O yapılmak istenilen “niçin” yapılmak isteniliyor? (girişimin misyonu)
    3. Yapılmak istenilen, ne pahasına yapılmak isteniliyor? (girişimin öz-değerleri) VE
    4. Yapılmak istenilenin, hangi “Fraktal Çözüm Elementleri[1]” kullanılarak gerçekleştirilmesi öngörülüyor?

    Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları bir defada, bütünüyle ve de şimdi çözmenin (hatta anlamanın) neredeyse imkansız olduğu düşünüldüğünde, bu dört soruya cevap aramadan sorunlarımıza çözümler arayanları bekleyen tuzaklar kolayca görülebilir.

    İlk üç soru, cevapları sinirlendirici derecede kolay görünüşlüdür. Ama eğer her anlama gelebilen (joker gibi) ifadeler kullanılmazsa cevaplamak oldukça güçtür. Örneğin, “ülkeyi sarmış bulunan irrasyonel akıl yürütme salgını”, çözülmek istenilen bir sorun olarak ele alınır ve birinci soru olan (“Ne” yapmak isteniliyor?) sorusu sorulursa şöyle cevaplar alınacağı neredeyse garantidir: “ülkemizi karanlıktan kurtarmak”, “X veya Y partisini iktidara getirmek ya da indirmek”, “Yüzümüzü tekrar Batı’ya çevirmek” vb. Halbuki bu yanıtların hiçbiri işe yarar değildir; tanımsız kavramlara dayalıdır ya da kök-sorun olmayan sorunların çözümlerine yöneliktir; her cevap seçeneği joker gibidir, her yere uyar.

    Sorulan “Ne yapılmak isteniliyor?” sorusuna karşı verilebilecek iyi bir yanıt örneğin şöyle olabilirdi: Nedensel (rasyonel) ve eleştirel (kritik) düşünme türlerinin, başta devlet yönetimi olmak üzere, kamu, özel ve gönüllü kuruluşların kararlarına egemen kılınması.

    İkinci ve üçüncü sorular “Niçin yapılmak isteniliyor?” ve “Ne pahasına yapılmak isteniliyor?” soruları da benzer biçimde iyi düşünülerek, kolay yanıtlardan kaçınılarak yanıtlanmalıdır.

    Üzerinde durulmak istenilen esas soru olan “Hangi Fraktal Çözüm Elementleri (FÇE) kullanılarak çözüm öngörülüyor?”a gelince.. FÇE’nin bir sorun çözme yaklaşımı olarak öne sürülmesinin nedeni, yazının başlangıcında değinilen üç toplum kesiminden sonuncusunun –ki onlara toplum yararına adanmışlar da denilebilir- bir ortak özelliğidir.

    O özellik, yapabilecekleri katkının sınırlı oluşu, basit oluşu ve en önemlisi de çözülmek istenilen kompleks sorunun tekrarlı yapı taşlarından oluşudur. Bu üstün özelliğine karşı FÇE’nin iki de dezavantajı mevcuttur:

    (1) Kompleks yapının, bu küçük yapı taşlarından örülmesi halinde geçecek zaman süresinin, toplumun sabrederek katkılarını sürdürmesine yeterli olamama ihtimali,

    (2) Çözülmek istenen sorun’un kendi kendini büyütme hızının, Fraktal Çözüm Elementleri’nin birleşerek tüm sorunu küçültmeye başlaması hızından daha büyük olup, durumun giderek daha kötüleşmesi.

    Bunlardan birincisine karşı koymak nispeten kolaydır. Eğer, çözüm peşinde olanlar FÇE’nin doğasını anlamışlarsa, geçecek sürenin uzun olacağını peşinen kabul etmişler demektir.

    İkinci olası sorun daha güçtür. Bu tür süreçlerin nihai aşamalarına doğru “kaba kuvvet egemenliği” arttıkça, toplum kurumlarının düzenleyici etkileri giderek etkisizleşmeye başlar. Bu bir negatif sarmaldır. Hukuk hak’ka değil güçlüye hizmet etmeye başladığı anda, genel olarak hukuka ve onun yaptırım aracı olan adalet sistemine güvenmeye devam eden sıradan çoğunluk sessiz kalırken, diğer kesim yol alır ve bu bir çığ etkisi oluşturur.

    Bu olasılık ister istemez tek çözüm yolu dayatır: Zamanın her bir saniyesini etkili kullanarak bu negatif sarmal içine girmemeye özen göstermek ve aynı zamanda, çeşitli FÇE arasından en etkili, en çabuk yaygınlaşabilenleri seçmek. Bu ise, üçüncü kategori olarak nitelenenlerin, aralarındaki iletişimi , dolayısıyla da dayanışmayı –o ana kadar hiç yapmadıkları ölçüde- etkilileştirmeleridir.

    Çeşitli FÇE örnekleri..

    1)      Eğer … ise … dir:

    Çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri yerleştirilmesini kalıcı bir beceri haline getirebilmek. Yazıp söylediklerinin ve de dinleyip okuduklarının mutlak doğrular olduğuna inanan insanlar yerine, her yargının mutlaka ön koşulları olacağını bilinci verilmesi.

    2)      “Zilsiz Okul”:

    Bağımsız düşünebilen ve hareket edebilen kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) ya da misyonlarından başlıcası olmalıdır. O halde ders başlangıç ve bitişlerini haber vermede kullanılan “zil” ise, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına yol açmaktadır.

    Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.

    3)      Gözetimsiz sınavlar (Onur sistemi):

    Sınavda kopya almak ve vermek hırsızlıktır ve sizler bu hırsızlığı yapmayacak düzeyde onur sahibi çocuklarsınız. Yarınlarda sizlere bu ülkenin birçok imkanını hiçbir gözetim olmaksızın, yalnızca onurlarınıza güvenerek teslim edeceğiz. Bu nedenle şimdi sizi sorularınızla baş başa bırakıyorum. Sizlere güveniyorum ve bu güvenimi kötüye kullanmayacağınıza inanıyorum. Hepinize şimdiden teşekkür ediyorum, hepinizi böyle bir hırsızlığa tenezzül etmediğiniz için kutluyorum ve hepinize başarılar diliyorum!”

    demek yerine;

    Sizler güvenilmez çocuklarsınız, aynı zamanda da uzun vadeli çıkarlarınızı düşünemeyecek kadar da akılsızsınız. Sizleri kendi başınıza bıraksak hepiniz ya kopya alır ya da verirsiniz; çünkü̈ sizler potansiyel hırsızlarsınız. Ama ben buna izin vermeyeceğim. Şimdilik hırsızlık yapmanıza izin yok, ama ileride gözetim olmadığında, onurunuza teslim edilecek imkanları çalabilirsiniz!”

    mesajı çocukların gözlerinin içine baka baka verilir.

    Tüm sınavlarda, %99 öğretmen tarafından uygulanan bir yöntemle, yaşamının etkilenmeye en açık döneminde “sen güvenilmez bir kişisin” mesajıyla beyni yıkanan çocuk ve gençlerimizin, erişkin hale geldiğinde niçin türlü eğrilikler yaptığının bu açıklamasını anlayabilen öğretmenler, okul idareleri, veliler ve nihayet öğrenciler, bilmeden yaptıklarının ne anlama geldiğini düşünmeli, ve bu yanlıştan dönmelidirler.

    4)      Yabancı dil eğitimi:

    Bir yabancı, pek kimsenin söylemediği bir gerçeği şöyle dile getirmişti: “Biz normal bir ticari, siyasi ya da diplomatik müzakerede sizin anlayacağınız kadar basit bir dille konuşuruz. Sizin dilinizde yaklaşık yüzbin, bizimkinde ise beşyüzbin sözcük ve kavram var. Dolayısıyla bizim, sizin gibi konuşmamız mümkündür. Ama siz bizim gibi konuşamazsınız, .Çünkü dilinizde olmayan kavramları kullanmanız imkansızdır. Müzakere bizim çıkarlarımızın tehlikeye düşeceği bir noktaya gelirse biz öyle bir dil kullanmaya başlarız ki siz anlayamazsınız, ama anlamadığınızı da söyleyemezsiniz. İşte bizim size karşı en büyük üstünlüğümüz dilimizdir..”

    Bir Batılı kamu görevlisi, uzun süreli görev için gittiği ülkenin dilini gayet süratle öğrenebilmektedir. Biz ise yıllarca yabancı dil eğitimi yaptırdığımız çocuklarımıza bunu öğretemiyoruz. O halde bu işte bir yanlışlık vardır. Uluslararası müzakerelerde kırık dökük yabancı diliyle hamaset yapan insanlar yerine diline hakim insanlar yetiştirmek, bugün için bir teknik sorundur ve teknik eğitim veren üniversitelerimizde böylesi bölümlerin açılması büyük imkanlar gerektirmemektedir.

    5)      Sorunları sorulara çevirerek anlaşılabilirliğini, dolayısıyla da çözülebilirliğini artırmak:

    Karmaşık sorunları çözmek güçtür; çünkü öncelikle onları anlamak güçtür. O halde sorunları çözmeye girişmeden önce onların iyi anlaşılması sağlanmalıdır. Sorunların anlaşılabilirliklerinin artırılmasının bir yolu da önce onların sorulara çevrilmesidir. O halde doğru soruların sorulma becerisinin yaygınlaştırılması, sorun çözme kabiliyetinin de artmasına yol açar. Bu beceri sadece toplumsal açıdan değil, bireysel ve kurumsal, hatta ailevi sorunların çözümlenmesi açısından da önemlidir.

    6)      Bireylerin kavram dağarcıklarının zenginleştirilmesi:

    Sorunları çözebilme yeteneğimiz, kavram dağarcığımızın zenginliği ve de onları kullanabilme becerilerimizle doğru orantılıdır. Düşünsel yapı taşları denilebilecek kavramları içselleştirmiş kişilerin sorunları daha iyi analiz edebilecekleri, onlar için yaratıcı çözümler geliştirebilecekleri doğaldır.

    7)      Öğrenmeyi öğrenme:

    Her sorun’un çözümünün eğitime, eğitimin de okul ve öğretmene bağlandığı; böylece kısıtlı okul ve öğretmen sayısı nedeniyle kısır döngüye düştüğü için bir türlü gerçekleşemeyen; üstüne üstlük eğitimin de siyasal mekanızma tarafından ideolojik amaca oturtulan eğitim, “öğrenmeyi öğrenen kişiler” tarafından gerçekleştirilebilir.

    Böylece, ihtiyaçları ve giderilme biçimleri kendi dışındaki kişilere bırakılarak birey olma özelliği reddedilen insanlar, ihtiyaçlarını kendilerini belirleyip, kendileri öğrenme yoluyla giderebilirler. Sen kendi başına öğrenemezsin koşullanmasını yıkabilecek olumlu örneklerle karşılaştırılacak kişiler, bu yolla istihdam sorunlarına da daha işe yarar çözümler üretebileceklerdir.

    8)      Yargıları askıya almak( deferred judgement):

    Bu kavram basit ama son derece yaratıcı bir buluştur denilebilir. Çünkü, dogmatik yargıların sorgulanması karşısındaki en önemli engel durumundaki sorgulanan yargıya duyulan saygı ve inancın sorgulama sürecinden zarar göreceği şeklindeki korku, dogmatik yargı bir süreliğine askıya alınarak aşılabilir; askıya alınan yargı ise, sorgulama sonunda tekrar “askıdan” indirilir.

    9)      “iyi”lerin Örgütlenmesine Destek Olunması:

    Yaşamın her alanında, o alandaki işlerini “iyi” yapan, bir de onlarla haksız rekabet ederek topluma zarar veren kişiler / kurumlar nitelik_dagilimişeklinde tanımlanabilecek iki uç kesim var. Bu uçların arasında ise, “uçlardakini olabildiğince taklit eden” iki kesm ve ortada da zaman zaman kesimlerden birisine yanaşan kalabalık bir “sıradan çoğunluk” yer alıyor.

    İş, siyaset, sanat ve akla gelebilecek tüm yaşam alanlarında “haksız rekabet” yaratan kesimlere karşı mücadelede alışılmış araç, o kesimlerin cezalarla caydırılması / yola getirilmesi biçimindeyse de bunun çok da bir dereceye kadar işe yaradığı biliniyor.

    Dağılımın tam aksi yanında ise “iyi”ler sadece var olduklarının kabulünü ve tutumlarının -gündelik dille- enayi olmadıklarının teslimini bekliyor.

    Topluma rol model olarak sunularak, gerek sıradan çoğunluk gerekse diğer kesimler yoluyla bir sosyal baskı ortamının yaratılması için yapılması gereken ise “iyilerin örgütlenmesine destek olunması”ndan ibarettir.

    İyi yapılacak bir örgütleme, çeşitli kesimler arasında viral yolla kendini çoğaltabilecek bir fraktal çözüm elementidir.

    10)      Ve en etkili FÇE!

    Bildiğimiz ya da bildiğimizi zannettiğimiz her konu, o alandaki bilgi ile aramıza aşılmaz bir duvar örer. Bu duvar tarafımızdan örüldüğü gibi yine ancak tarafımızdan yıkılabilir.

    Bildiğimiz, inandığımız her şeyin, ama her şeyin doğruluğunun koşullara bağlı olduğunu, doğruların göreceli olduğunu bilen, doğru bildikleri için ölen ve öldüren değil, gerçekler ve doğruları sürekli merak ederek yaşayan ve yaşatan insanlara ihtiyaç var. Bunun için inançlarını sorgulama ve böylece daha sağlam kavrayışlara kavuşma alışkanlığının, her yaşam alanında çoğalmasına çaba harcanmalıdır.

    21 Ekim 2015  (Rev. 3)

     

    [1] Fraktal Çözüm Elementi, tekrarlandığında kendisinden daha karmaşık (kompleks) çözümler oluşturulabilen elemanter bir çözümdür. Örneğin, “çeşitli hüküm (yargı) ifade eden cümlelerin başlarına eklenebilecek (eğer … ise) şeklindeki ön koşul ifadeleri” birer Fraktal Çözüm Elementi’dir. Yaşamlarımız içinde ne denli çok hüküm cümlesi kurduğumuza ve bunların çoğunun ön koşullarının dikkate alınmadığına ve bunun da dönerek çoğu anlaşmazlığın kaynağı olduğuna dikkat edilirse, “anlaşmazlıkların azaltılması” gibi kompleks bir soruna bu yolla yaklaşımın değeri ortaya çıkacaktır.

  • Sorun Çözen Aslında Ne Yapar?

    Herhangi bir sorun ile uğraşırken aslında ne yaparız?

    –       “Sorunu çözmeye çalışırız”

    –       “Soruna yol açan nedenleri yok etmeye çalışırız”

    –       “Sorunun bir daha tekrarlanmaması için….”

    Bunlar değil mi?

    Hayır. Bunlardan en az birisini yaparız ama, bunlar “en temelde” yaptığımız iş değildir. En temelde, söz konusu sorundan zarar gören (ya da görecek olan) “şey”in kırılganlığını (ya da kırığı) tamir ederiz.

    –       Bir hakarete maruz kaldığımızda “kırılan şey” onurumuz,

    –       Fiziki bir saldırı halinde bedenimiz (ya da bir parçası),

    –       İşimizi kaybettiğimizde gelir-gider dengemiz,

    –       Terör saldırısında ise onurumuz, canımız, malımız vb’dir.

    Bu “şey”ler ile ilgili yaptıklarımız ise farklı görünmelerine rağmen hep aynıdır: Her birinde, o şeylerin kırılganlığını onarmaya “çalışırız”.

    Ne kadar onarırız? sorusunun cevabı ise, kırılmanın yol açtığı acı, katlanabileceğimiz bir düzeye indirilene kadar; yani o “şey” tam eskisi kadar sağlam (kırıksız) olana kadar değil.

    Bunun nedeni, söz konusu onarımlar konusundaki idraklerimizin sınırlı oluşudur. Böylece, zaman içinde “kısmen onarılan” kırıklardan geriye kalan “onarıl(a)mamışlıklar” bir yaşam yükü, yaşam sevinci azalması formunda birikir.

    Bu sürecin ilginç sonuçlarından birisi de, farklı “şey”lerin onarıl(a)mamış kırıklarının oluşturduğu bileşke’nin, bu defa her bir “şey”in kırılganlığını artırması, bunun da dönerek hem yaşam sevincini durduk yerde azaltması, hem de tek tek ve bütün olarak “şey”leri onarabilme kabiliyetini azaltmasıdır.

    Ama iş bununla da bitmez: Onarım kabiliyetinin azalması, doğanın en temel yasası olan “güçlünün zayıfı yeme” güdüsünü harekete geçirir ve kırılganlığı istismar etme tehditlerini ortaya çıkarır[1].

    Gerek birey, gerek kurumlar, gerekse toplumların “şeyleri onarabilme” kabiliyetine verilebilecek bir ad Sorun Çözme Kabiliyeti’dir (SÇK).

    SÇK’nin en beklenmedik özelliği, tek tek “şey”ler için söz konusu olan SÇK’nin birleşerek oluşturduğu bileşik SÇK’nin, o tek tek SÇK’ne bağımsız birer girdi olarak katılıp onları artırıp azaltabilmesidir.

    Örneğin, çeşitli konulardaki SÇK ortalama düzeydeki bir bireyin kritik bir konudaki SÇK’nin düşük (ya da yüksek) olması, o kişinin bütünsel SÇK’ni düşürür (ya da yükseltir). Birçok açıdan nadir özelliklere sahip kişilerin, genelde düşük SÇK’ne sahip olmalarının nedeni budur.

    Bir diğer örnek olarak, teker teker sorun çözme kabiliyetleri ortalama düzeydeki bireylerden oluşan bir kurumda, üst yönetim kalitesi düşük ise, bunların bileşkesinden oluşan kurumsal SÇK, dönerek bireylerin SÇK’ni etkileyerek onların SÇK’ni daha da düşürür.

    Bunun tam aksi de mümkündür; aynı kurumda yüksek düzeyli SÇK’ne sahip bir üst yönetim nedeniyle, ortalama bireyler toplu olarak daha yüksek bir SÇK’ne sahip kurum oluşturabilirler. Birey ve kurumlar için

    Toplumları oluşturan bireylerin SÇK’nin istatistiksel dağılımı, çoğunun gündelik yaşam sorunlarıyla boğuşmaktan başkaca konulara zaman ve enerji ayıramadığını gösteriyor. Ama toplumların küçük de olsa bir bölümü bir şekilde bu sınırlamaları aşabiliyor. Toplumları yönetmeye talip olmaları gerekenler de onlar olmalıdırlar.

    Devletler, gündelik yaşam sorunlarını devlet imkanları yoluyla çözme amacındaki insanlarca yönetilemeyeceğine göre, o insanların Sorun Çözme Kabiliyeti kavramının farkında olmaları beklenir. Bu insanlar bu önemli kavramı içselleştirmiş ve SÇK’ni zayıflatan ve güçlendiren öğeleri anlamış; SÇK’ni oluşturan öğelerle o öğelerin bileşkesi arasındaki –heyecan verici- geri-besleme ilişkisini kavramış olmalıdırlar.

    Kısacası; hepimiz birer “kırık tamircisi”yiz. Kırıkları uyduruk –ve her an tekrar kırılabilecek- yöntemlerle onarmak ve böylece henüz kırılmamış “şey”leri de tehdit edebilecek zafiyetleri özendirmek yerine bu mekanizmayı “tam” anlamak zorundayız.

    Söz konusu “tam anlayış” için yararlı bir araç doğru sorular sormak olabilir. Örneğin, “ben ne yapıyorum?”, “bunu niçin yapıyorum?”, “yaptıklarım benim / kurumun / toplumun / devlet örgütünün SÇK’ni nasıl etkiliyor?” gibi sorular iyidir.

    İyidir ama bir şartla: Çevresindeki, onu evrenden izole eden görünmez cam duvarı kırarak.

    O kalın cam duvarlı hapishane ne midir? Bildiklerinin doğruluğundan emin olmak!

    Eğer tüm ceza yasaları kaldırılacak ve bir tanesi kalacak olsa, o “biliyorum” tavrı için; eğer tek ödül kalacaksa o da “anlamak istiyorum” tavrı için olmalıdır.

    26 Eylül 2015

     

    [1] İstismar tehditlerinin ne amaçla ortaya çıktığı http://bit.ly/1wUOojv adresinde açıklanmaktadır.

  • Ölüm & ölüm!

    Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.

    “Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.

    Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?

    Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?

    Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?

    Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?

    Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.

    Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”

    Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:

    1. Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
    2. Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
    3. Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
    4. Genel siyasi af
    5. Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
    6. Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi

    Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.

    Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).

    Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.

    Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.

    Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.

    Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.

    Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?

    Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.

    Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir[1].

    Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).

    Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.

    Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. http://wp.me/p2t6mi-1PH) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.

    16 Eylül 2015

     

     

     

    [1] http://bit.ly/1KmEAkd adresindeki basit örnekler bile, bu konudaki yetersizliği gösteriyor.

     

  • En ahlaklı biziz ama..

    Pazartesi 20 Temmuz 2015

    Değerli dostlarım,

    Yaklaşık 20 yıldır  Gözetimli Sınav Sistemi‘nin yol açtığı doğrudan ve dolaylı sorunları ve ona yol açan nedenleri tanıtmaya çalışıyor ve bu sınav sistemi yerine Onur Sistemi adını verdiğimiz bir yöntemi öneriyoruz.

    Sisteme -belki tahmin edilemeyebilir ama- en çok karşı çıkanlar öğretmenler ve velilerdir. Her ikisinin de gerekçesi, Onur Sistemine göre sınavı savunanların, öğrencilerin ne ölçüde “kandırıkçı” -yakıştırılan esas sıfatı söyleyemiyorum- olduklarını bilmemeleridir.

    Bir bölüm kişi de Türkiye’nin sorununun bu tür boş işler yerine doğrudan sonuca – yani insanları doğrudan mutlu ve müreffeh yapmak- giden işlerle uğraşılmasıdır(!).

    Aşağıda sizlere herhangi bir yorumda bulunmadan, bir metin sunuyorum.

    Stanford bunun için Stanford’dur.

    Selam ve saygılarımla,

    Tınaz Titiz

    ONUR YASASI[1] (The Honor Code)

    Bir öğrenci topluluğu tarafından yürütülen yedi yıllık bir kampanya sonunda, 1921 yılı ilkbaharında, bütün üniversiteyi kapsayacak bir onur yasası ilk kez Üniversitece benimsenmişti. Bu yasa, yıllar boyunca türlü değişiklikler geçirdi. En son değişiklik de 1977 yılının ilkbaharında yeraldı.

    Stanford Üniversitesi’nin –halen uygulanan- standart akademik Onur Yasası aşağıdaki gibidir:

    1. Onur Yasası, öğrencilerin bireysel ve kollektif olarak bir taahhüdüdür. Buna göre, öğrenciler

    (1)    sınavlarda arkadaşlarına yardım etmeyecekler ve arkadaşlarından yardım almayacaklardır; sınıf ödevi sırasında, raporların, ya da öğretim üyesinin vereceği nota esas olacak herhangi başka bir ödevin hazırlanmasında izin alınmadan herhangi bir yardımda bulunmayacaklar ve bu gibi bir yardım almayacaklardır;

    (2)    Onur Yasasının lâfzı ve ruhuna bağlı kalmak üzere kendilerine düşenleri etkin bir biçimde yerine getirecekleri gibi başkalarının da aynı biçimde davranmaları yönünde aktif olarak hareket edeceklerdir;

    1. Öte yandan fakülte de, öğrencilerinin onuruna güvendiği için, sınavlarda gözetmen bulundurmayacak ve yukarıda sözü edilen türlü biçimlerde yeralabilecek onursuz davranışları engellemek amacıyla olağanüstü ve mantığa aykırı önlemlere başvurmaktan imtina edecektir. Fakülte, aynı zamanda, Onur Yasasını ihlâl etmeyi özendirebilecek akademik usullere başvurmaktan da kaçınacaktır.
    2. Her ne kadar akademik şartları tespit hakkı ve yükümlülüğü fakültenin ise de, onurlu bir akademik çalışma ortamı oluşturmanın gerektireceği en uygun koşulların oluşturulmasında fakülte öğrencilerle işbirliğinde bulunacaktır.

    Onur Yasasını ihlâl edeceği düşünülen davranış biçimleri arasında aşağıdakiler bulunmaktadır:

    • Bir başkasının sınav kâgıdından kopya çekmek veya kendi kağıdından bir başkasının kopya çekmesine izin vermek,
    • İzinsiz birlikte çalışmak,
    • Birbaşkasının yapıtından aşırmalar yapmak,
    • Öğretim üyesinin bilgisi ve muvafakati dışında yeniden derecelendirilmek üzere bir test veya sınav kâğıdını revize edildikten sonra sunmak,
    • Ev sınavında (take-home exam) izinsiz yardım alıp vermek,
    • Bir başkasının yaptığı ödevi kendisininki gibi göstermek,
    • Akademik bir çalışma durumunda, makul bir kimsenin, kabul edilemeyecek gibi takdir edeceği bir yardım alıp vermek.

    Yakın geçmişte, öğrencilerin karıştığı disiplin olaylarının çoğunda karşılaşılan Onur Yasası ihlâlleri:

    Bir öğrencinin bir başkasının çalışmasını kendisininmiş gibi sunması, izinsiz yardım alması veya yardımda bulunması.

    Birinci suç için standart ceza, üniversiteden bir sömestre uzaklaştırma ve 40 saat üniversite camiası içinde hizmet etmedir. Ayrıca, çoğu üniversite üyeleri, hangi dersde ihlâlde bulunulmuşsa o dersten öğrenciyi bırakmaktadır.

    Birden çok ihlâlde (örneğin, aynı derste bir defadan daha çok kopya etme durumunda) öğrenci üç sömestre üniversiteden uzaklaştırılmakta ve kendisine üniversite camiasında 40 ya da daha çok saat hizmet etme zorunluluğu getirilmektedir.

     

    [1] Bu metin, Prof. Haldun M. Özaktaş, (90) (312) 290 16 19, (secretary) (90) (312) 266 43 07, (90) (312) 266 41 92 (fax) Bilkent University , Department of Electrical Engineering, TR-06533 Bilkent, Ankara, Turkey       haldun@ee.bilkent.edu.tr, haldun@stanfordalumni.org, www.ee.bilkent.edu.tr/~haldun tarafından iletilmiştir.