-
Ağu 22 2024 Farklı Akıl(lar)!
“Söylediğimi anladığınıza inandığınızı biliyorum, ancak duyduğunuz şeyin benim kastettiğim şey olmadığının farkında olduğunuzdan emin değilim”.
Bu sözü duymuş, muhtemelen de içinizden “evet ben de bu duyguyu yaşadım” demiş olabilirsiniz. Yetkin Akıl[1] terimini ne zaman kullansam bu sözü tekrar tekrar hatırlarım. Çünkü bu terimi her kim(ler)e söylüyorsam, zihninden süratle şu düşüncelerin geçtiğinden eminim; hattâ bunların bir bölümünün alıngan bir saklı tavırla “eh nasıl bir akılsa söyle bari” dediğini de işitmişimdir.
- Kendi aklımın neye erip neye ermediğini biliyorum.
- Aklımın ermediği şeyler tabii olabilir, ama onları da bilen uzmanlar ya da dahiler olabilir. Böyle bir iddiada bulunduğuna göre sen de kendini onlardan biri sanmış olmalısın.
- Senin böyle bir akla sahip olmadığından eminim; benden pek de farklı olmadığını biliyor, görüyorum.
- Birden fazla kişi de bir araya gelse ortaya çıkacak akıl, grubun en akıllısından daha farklı bir akıl ortaya koyamaz. Öyle bir şey olsaydı zaten birileri bunu ilân ederdi.
Bu karmaşa içinden ancak zihinsel netlik yoluyla çıkılabileceği (en azından karmaşanın azaltılabileceği) varsayımı ile, “akıl” terimini ete kemiğe büründürerek bir adım atalım. TDK Güncel Sözlük’teki akıl sözcüğünün karşılığı Kavrama Gücü’dür. Kanımızca bu tanım, özellikle de birbiriyle girift ilişkiler içinde bulunan olay ve kavramları birbirine “bağlamayı”[2] ve böylece her şeyi bir bütün halinde kavramayı çok iyi anlatmaktadır.
Yetkin Akıl (YA) denildiğinde ortaya çıkan alınganlık renginde itirazın nedeni, YA’ın başat öğesi olan “akıl”a yaşamımız boyunca kendi değerimizin bir ölçüsü anlamını yükleyişimizdir. Halbuki akıllarımız (kavrama güçlerimiz) o kadar çok daraltıcının etkisi altındadır ki, her daraltıcı, gerçekte evrensel ölçekteki bir toplu bilincin bireydeki yansıması olan akıllarımızı ancak günlük olay akışının küçük bir bölümünün, şahsımızı ilgilendiren bölümünü -o da deforme olarak- algılayabilecek kadar küçülmüştür.
Tam burada bu yapay daralmayı azaltabilecek -hattâ tamamen yok edebilecek- bir imkân ortaya çıkıyor. Bu imkân bir sihirli sorudur ve dünyayı en küçük insan topluluğundan imparatorluklara kadar her ölçeğini yaşanmaz bir cehennem haline getiren “saklı kibiri”[3] yok edebilecek şu sorudur: Nereden biliyorsun?
Bir ateist ve aksi uçtaki bir sofuyu düşününüz: Her ikisinin de inanca dayalı belirli bir bilgi tabanı vardır ve o tabanlar da sonunda tek noktadaki bir destek üstünde durmaktadır: “Bütün bunları yaratan bir yaratıcı vardır” / “yoktur kendi kendine olmuştur”. Bu ikisinin de sihirli soruya verebilecekleri sağlam bir cevapları yoktur. Eğer bu iki kişi o ana kadar yazıp çizip savunduklarının temelsiz şeyler olduğunu içtenlikli olarak -yani tut ki öyle olsun kabilinden değil- kabullenebilecek cesaret ve alçak gönüllülüğü gösterebilirler ise, ortaya çıkabilecek akıl, giderek evrensel büyük bilince yaklaşma eğiliminde olabilecektir.
Buradan hareketle, YA arayışı içinde yer alacak kişilerin ortak özelliğinin, “içtenlikli bilmiyorum, ama merak ediyorum tavrı” çevresinde oluştuğu söylenebilir. Bunun aksi ise “biliyorum, inanıyorum” tavrı olup, bu tavır merkez olmak üzere 360 katı derecelik bir uzayda, bilmiyorumculara akmaya hazır bilgilerden -kişinin kendisince inşa edilmiş- duvarlar yolu ile mahrum kaldığıdır. Büyük bilim ve sanat insanlarının hep bilmiyorumculardan çıkması tesadüf değildir. Bilim dünyasına derin izler bırakmış Niels Bohr’un “benim tüm cümlelerimi lütfen -mi? İle biten sorular olarak anlayınız” sözü, “bilmiyorum ama merak ediyorum” türü için bir tanıma işaretidir.
22 Ağustos 2024
[1] Yetkin Akıl tanımı için bkz: https://kavrammutfagi.com/kavram/yetkin-akil
[2] Arapçada ‘akıl’ sözcüğünün kökü olan ‘ikâl’; ‘somut olarak nesneleri birbirine bağlamak’ anlamına geliyor. Bu kökten çıkan bir dal olan ‘akıl’ sözcüğü ise ‘nesneler arasındaki bağlantıyı somut olarak değil de düşünsel olarak kurmak‘ anlamına gelmekte.
[3] Saklı Kibir deyimiyle anlatılmak istenenin “kendini başkalarından üstün tutma” (TDK) anlamındaki kibirden farkı, Saklı Kibir’in görünürde diğer kibirin işaretlerinden çoğunu içermemesi; temel göstergesinin ise bağlandığı evren tasavvuruna kuvvetli sadakatı ve bunun bir sonucu olarak da “dinleme yetersizliği”dir.
-
Ağu 17 2024 Aptal dost, akıllı düşman!
Dün (16 Ağustos 2024) çoğu kimse (muvafık ya da muhalif) “TBMM’ne kara leke sürülen gün” olarak niteledi. Doğrudur, ama olup biteni daha iyi anlamaya yarayabilecek daha başka nitelemeler de mümkündür. Bunlardan birisi de, “muhalefetin stratejik düşünce yetmezliği nedeniyle heba ettiği altın fırsat günü” olabilir.
Çok derin düşünmeden iki sıradan insanın bile “acaba nasıl bir tutum izlersek, bu günün amacını saptırmak isteyebilecek çeşitli melanet planlarını etkisiz kılabiliriz?” sorusunu soramayışlarını açıklamak zordur. Üstelik birleşimden birkaç saat önce, bu sorunun sorulamayacağını bilse de yine de ne olur ne olmaz diye “Anayasa mahkemesi kararı yanlıştır” beyanatı ile gelecek saatleri haber veren bir beyanata rağmen.
Azıcık bir melanet planlama aklına sahip kişi bile, toplantının çok net amacını saptırıp, insani olarak tahrik vesilesi olabilecek bir söz sarfedilmesine çanak tutmayı akıl edebilir. Buna bile ihtiyaç kalmadan gerekli ipucunu “sizin haysiyetiniz yok” sözü ile Ahmet Şık verdi ve gerisi de bu konular için saklanan eski topçu Alpay’dan geldi.
Halbuki yapılacak şey, tüm birleşim boyunca ısrarlı biçimde tartışılamayacak bir çıpadan ayrılmamaktı: Anayasa mahkemesi kararları tartışmalı doğrular, hatta yanlışlar içerebilir. Değiştirilmesi hatta AYM’nin kapatılması dahi gündeme getirilebilir (aynen ODTÜ’nün kapatılıp yerine üniversite kurulması(!) önerisi gibi). Bütün bunların -tartışmaya kapalı- basit bir ön koşulu var: AYM kararları -niteliğine bakılmaksızın- tüm kişi ve kurumları bağlar. Önce kararına uyacaksın, her ne şikayetin varsa ondan sonra yapacaksın.
Bu oturumu sabote etmek isteyenler bu gerçeğin farkındaydılar ama onlar dahi muhtemelen muhalefetten birisinin çıkıp, tartışmayı akıl planından duygu planına taşıyacağına ihtimal vermemiştir.
Bu olaydan öğrenilecek önemli sonuçlardan birisi, bugüne kadar -söz birliği etmişçesine- tüm muhalif kesimlerin, yapılagelen derin yanlışların kızgınlıklarını, bunların ifade edilmesi işe yararmış zannıyla, duygusal tepkileriyle birleştirerek ifade etmeyi sürdürmeleri; bunun gerekçesi olarak da çağdaş demokrasilerde bu tutumun işe yaradığı gerçeğini benimsemeleri olmuştur.
İlginç nokta, bu eleştirel yaklaşımların işe yaramadığını bile-göre, reel politik duruma dayalı daha işe yarar bir aklı (Yetkin Akıl[1] ya da Kolektif Akıl diyelim) üretme çabasından ısrarla kaçınılmasıdır. Bu tesadüfi olamaz ya gerçekten bir görünmez el müdahalesi ya da İkili Kalıtım Kuramı’nın[2] acıtıcı bir sonucu söz konusudur.
Geçmiş olsun,
17 Ağustos 2024
[1] https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ya-tam-olarak-nedir-ve-nicin-olmazsa-olmazdir/
-
Ağu 02 2024 Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.
Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”
Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.
Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.
Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1] ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).
İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.
Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.
Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.
Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].
Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30 dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]
Bu kopuk zincir onarılabilir mi?
Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]
A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık”[6]
Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.
2 Ağustos 2024
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812
[3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi
[4] Bkz. https://vimeo.com/712701295
[5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080
[6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”