• Demokrasinin kırılganlığı

    Çoğu üst-kurumda olduğu gibi demokrasi de toplumumuza dışarıdan, hazır elbise gibi ithal edilmiştir.

    Tüm alt-kurumlarıyla birlikte tam bir otokrasi toplumuyken, “haydi, artık demokrat olalım” denilerek, demokrasi denilen üst-kurum “ilan” edilmiş ve mevcut tüm alt-kurumların da bu ilana göre hizaya girip kendilerini yenileyecekleri zannedilmiştir.

    Ama, aradan geçen yaklaşık 50 yıl, bunun olmadığını göstermiş bulunuyor. Bugün, tüm sorunlarımızın demokrasiyi yerleştiremediğimizden doğduğu bilinmekte, fakat demokrasinin, kanunları değiştirerek yerleştirilebileceği sanılmaktadır.

    Demokrasi kırılgan (fragile) bir yönetim biçimidir. Onun somut girdilerini oluşturan yüksek nitelikli (zeka-bilgi ve beceri-ruh sağlığı ve ahlak bileşkesi) “insan dokusu”nun yanısıra, onu dejenere edebilecek etkenlerden korunmuş olmasına ihtiyaç gösterir. Bunların başında da, demokrasinin getirdiği özgürlükleri birer silah olarak kullanan küçük militan gruplar yer almaktadır.

    Kendini koruyabilecek alt-kurumlarını –ki buna iç bağışıklık sistemi denilebilir– oluşturmuş bir demokrasi, onu dejenere hatta yok etmek isteyebilecek küçük militan gruplar’a karşı dahi direnç gösterebilir ve o durumda bu küçük gruplar demokrasiyi -net sonuç olarak- güçlendiren bir rol oynayabilirler.

    Ama, bu bağışıklık kurumlarını -ki hemen hepsi insan nitelik dokusuyla ilgilidir- kuramamış bir demokrasi adayı rejimin demokratikleşmesine imkan yoktur.

    Her sorunun çözümünün salt demokraside ve daha çok demokraside görüp, onun alt-kurumlarını ısrarla göz ardı edenler, net sonuç olarak demokrasinin gelişmesine değil, bu kırılgan rejimin daha da dejenere olmasına hizmet etmektedirler. Niyetleri bu değildir ama sonuç budur.

    Pazar, 05 Şubat 1995

  • Kedi resmi çizmek ya da Kürt Sorunu..

    Bir kedi resmi iki türlü çizilebilir

    Birincisi, bir noktadan başlayıp ayrıntıları atlamadan tüm resmi çizmektir. Örneğin kedinin başından başlanır, gözleri, burnu, ağzıve bıyıkları gibi başı tamamlayıcı öğeler yerleştirilir, hattâ bir karakter verilmek isteniliyorsa gözleri renklendirilir, tüyleri kısa ya da uzun yapılır, sokak ya da ev kedisi tiplerinin belirgin karakteristikleri filan yerleştirilir. Sonra giderek diğerbölümlere geçilir, gövde, ayaklar ve kuyrukla tamamlanır. Bu arada her bölüme geldikçe o bölümün ayrıntıları resmedilir.

    Bu yöntem ressamlarca kullanılabilir. Resim sanatı ile ilişkisi olmayan, hattâ resim konusunda ortalama yeteneği bulunmayan kişiler ise bu yöntemle kedi resmi çizmeye kalktıklarında olacak olan, organları arasındaki orantıları bozuk bir hilkat garibesinin ortaya çıkmasıdır.

    Ressamların sayısının geride kalanlara göre ne kadar küçük bir azınlık olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla çoğunluk, organlar arasındaki orantıları -ayrıntılara dalarak- her an kaybedebilecek olanlardır.

    Bir de bu yol var: önce çerçeveyi çizmek!

    İşte bu kişiler için kedi resmi çizmenin güvenilir bir yolu, önce çerçeve çizgilerini çizmektir. Başı ayrıntılarına girmeden bir daire, gövdeyi bu daire ile bir noktada temas eden ve dairenin çapına göre gözü rahatsız etmeyen bir elips, ayakları elipse yani gövdeye orantılı olarak dört uzantı ve nihayet kuyruğu da elipsin bir ucuna yine orantıya dikkat ederek bir uzantı olarak çizen bir kişi daha sonra istediği ayrıntılara girebilir.

    Bu yolla mükemmel bir kedi resmi çizilebileceği garanti edilemese de bu resme bakanın “bu bir horozdur” deme olasılığı hemen hemen yoktur. Üstelik, orantıları düzgün oturtulmuş bir çerçevenin ayrıntılarla zenginleştirilmesi ve iyice bir resim ortaya çıkması da pekalâ mümkündür.

    Bu yöntem sadece kedi resmi için değil tüm resimler için geçerlidir.

    Hattâ resimler için değil tüm sorun çözme girişimleri için geçerlidir.

    Ortak halk aklı doğru adlandırmayı bulmuş!

    Halk arasında “ağaçlara bakmaktan ormanı görememek” diye adlandırılan olgu, bir resmin bütününe bakmak yerine onun parçalarının ayrıntıları ile meşgul olmak ve bu arada bütünün ne olduğunu ıska geçmektir.

    Sayın başbakanın Diyarbakır’da “Kürt sorununun varlığını kabul ediyoruz; daha evvel devletin ve hükûmetlerin hatalarını kabul ediyoruz; büyük devletler hatalarını kabul ederler” mealindeki sözleri, yukarıda resim çizmek için önerilen iki yöntemden birincisine tıpatıp uymaktadır.

    Bir baş, gözler ve bıyıklar tamam; fakat geri kalan bölümler henüz çizilmediği için ortaya çıkacak yaratığın pek sevimli olmayacağı, sevimlilik bir yana öldürücü bir canavar olup olmayacağı henüz belli değil.

    O halde işe daha garantili bir yöntemle başlamak akılcılığın gereğidir.

    Ortada bir dizi sorun olduğu bellidir. Ölen yurttaşlarımız sorunun en önemli belirtisidir. Yurdun batı kesimleri ile gelişmişlik farkının kabul edilemez düzeylerde oluşu da bir diğer belirtidir.

    Şimdi bu resmin ayrıntılarına girmeden çerçeve çizgilerini çizmeye çalışalım. Ortaya çıkanın kedi mi piyade tüfeği mi yoksa bir tümör mü olduğuna ondan sonra bakılıp ne(ler) yapılacağına, nelerin doğru nelerin hata olduğuna karar verilebilir. Görünen çizgiler şunlar:

    Türkiye’nin güney doğusunda katı petrol rezervi mevcuttur.

    MTA, TTK gibi kurumların etüdleri bunu gösteriyor. Petrol şirketlerince açılıp sonra kapatılan petrol kuyuları, o gün için ekonomik olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bugün için maliyeti daha düşük petrol rezervleri işletilirken, yarınlarda katı petrol de ekonomik olmaya başlayacaktır.

    Alternatif enerji kaynaklarının laboratuvar ölçeğinden çıkıp ticari kullanıma girmesine kadarki birkaç on yıllık süre içinde bu katı petrol rezervi stratejik önem taşıyacaktır. Birinci çerçeve çizgisi budur.

    Demokratik yapı uygun değil!

    Bu bölgenin, Gülbenkyan’nın -ki kendisi jeologdur- red-line olarak adlandırdığı (kızının ruj kalemi ile çizdiği için bu ad verilmiştir) çizgilerin içinde kaldığı yüzyıldır bilinmektedir. Bu nedenle, bölgenin çoğulcu demokratik bir ülkenin yönetimine bırakılamayacağı, körfez ülkelerine benzer bir modelin ideal olacağı(!) uzun zamandır bellidir. Bunun için bir taşeron gereklidir.

    İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli nüfusun etnik köken adlandırması dışında dil, din ya da diğer daha az belirleyici kültürel özellikler açısından birleştirici bir bütünlük taşımadığı bilinmektedir.

    Bu nüfus temel alınarak tanımlanabilecek bir siyasi yapılanma (bağımsız ulus devlet, federasyon, konfederasyon ya da gevşek konfederasyon gibi) bitmek bilmez iç çekişmelere gebe olarak doğacaktır (Irak’ta olduğu gibi). Bu ise yapıyı oluşturacak parçalar üzerine tasarımlanabilecek manipülasyonlarla yapıyı yönlendirme -ve enerji rezervlerini kontrol- imkânı demektir.

    İkinci çerçeve çizgisi de budur.

    Kontrol tek eldedir

    Sıvı ya da katı, kaliteli ya da az kaliteli petrol ya da doğal gaz rezervlerinin kontrolu -kaynağı kimde olursa olsun- petrolün bulunuşundan bu yana ağırlıklı olarak A.B.D. elindedir. A.B.D. dışında hiçbir ülke bu kontrolu eline geçirememiş, geçirmek isteyenlerin başlarına çeşitli kazalar gelmiştir.

    Alman Anglo-Sakson çekişmesinin altında yatan da enerji kaynakları üzerinde bir kontrolu bulunmayan Almanya’nın -Hitler’in Rusya fethi girişiminden sonra- biraz olsun kontrol sahibi olma isteğidir.

    Tek görev bekçilik, gerisi düştür!

    Parça parça oluşturulmak istenen konfedere Kürdistan’ın tek gelir kaynağı olarak ümit bağladığı enerji kaynaklarının bekçiliğini yapacak, gerektiğinde çıkacak savaşlarda ölecek olanlar bu yapay devletin insanları olacak, ama enerjinin kokusundan ve tortusundan başka bir parçasına ortak olamayacaklardır.

    Üçüncü çerçeve çizgisi de budur.

    Dezavantajlı coğrafya!

    Türkiye’de Kürt kökenli insanlarımızın yaşadıkları yerler ekonomik kalkınma -dolayısıyla da sosyal gelişme- açısından avantajlı yöreler değildir. Uluslararası mal ve hizmet akımlarında karşılaştırmalı üstünlük sağlayabilecek faktör maliyetleri açısından dezavantajlı bu bölgelerin daha avantajlı bölgelere göre fakir kalmaması ancak bazı koşullarla mümkündür.

    Yüksek doğurganlık hızı altında giderek artan bölge nüfusunun yüksek bir yaşam düzeyine erişebilmesi ancak bir dizi faktörün bir araya gelebilmesine bağlıdır. En az yüzyıldır çeşitli araçlarla kaşınan ayrılıkçılık akımları altında bu faktörlerden başlıcası olan “iç enerjisini gelişme yolunda harcama iradesi” bir türlü oluşamamaktadır.

    Yapıcı enerjimiz nereye gidiyor?

    Tüm ihtiyaçlarının T.C.’den karşılanmasını talep etmek, karşılanamayanlar için silahlı-silahsız muhalif tavır içinde olmak bu enerjiyi tüketmektedir.

    Bu bir kısır döngü oluşturmaktadır. Günümüz kitle iletişim imkânları karşısında bu döngünün kırılması mümkün hale gelmekte ise de henüz kırılmamış, üstüne üstlük çeşitli nedenlerle kaşıma girişimleri de artmıştır. Dördüncü çerçeve çizgisi bu kısır döngüdür.

    Belirleyici çizgi: Bağışıklık sistemi zafiyeti!

    Beşinci ama belki en önemli çerçeve çizgilerinden birisi genel olarak toplumumuzun, özelde ise devlet kurumlarımızın düşük sorun çözme kabiliyetidir. Sosyal organizmamızın bağışıklık sistemi son derece güçsüzdür (sosyal AIDS).

    Dünya toplumları arasında, “koşullandırma” denilen illetten en çok zarar gören toplum biziz. İlk okullardan başlayarak üniversite sonlarına kadar tek norm haline gelmiş olan (ezberleme – ezberi geriye kusma – iyi kusmanın kanıtı olan diplomayı eline alıp ezberine uygun iş bekleme) döngüsü çoktandır okul sistemin dışına çıkmış toplumun tüm kurumlarını eline geçirmiştir.

    Kendi mutlak doğruları için insanları öldürmekten çekinmeyenlerin motivasyonu ezberdir.

    Anlaşılamaz bir aymazlık!

    Peki nasıl olur da bu illetin farkına varılamaz. Sabahtan akşama eğitim konusunda akıl veren onca insan ezbere karşı bir tavır alamaz? Körpe beyinleri mutlak doğrularla doldurmayı hedef edinenler, bunları uygulayanlar, uygulayanları yetiştirenler, bu konularda yazı yazanlar nasıl olur da ezberin dalga dalga nerelere kadar uzandığını göremezler.

    Gelişmişliğin bir numaralı ölçütü aransa (yüksek sorun çözme kabiliyetine sahip olmak) denilebilir. Karl Popper “Tüm yaşam Sorun Çözmedir” adlı kitabında uzun uzun bunu anlatmak istemiştir.

    Bu bir aymazlık mıdır, yoksa kökü daha derinde olan genetik bir miras mıdır? Etrak-ı bî idrak hakareten mi söylenmiştir yoksa acı bir tesbit midir?

    Sorun çözme araçlarının başında dil gelir.

    Bir sorunun çözülebilmesi önce onun iyi anlaşılabilmesine, iyi ifade edilebilmesine bağlıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=87). “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan sorun, sorun tanımlama kurallarına uygun tanımlanmış (tıklayıp indiriniz) değildir; dolayısıyla da herkes kendine göre tanımlamaktadır. Aynen çerçevesi çizilmeden kuyruğunun ayrıntıları çizilmeye çalışılan kedi resmi gibi. Bu durumda, bu kuyruğa takılabilecek tüm hayvanlar -yırtıcılar dahil- gündeme gelebilmektedir.

    Özet olarak, bu tasarımlanmış sorunun üstesinden gelebilmek için bir zihinsel netliğe, onun için de öncelikle bir ifade netliğine ihtiyaç vardır.

    Kedi resmini ayrıntıları ile tanımlamaya çalışırken, çerçeve çizgilerine sadık kalmaya özen gösterilmelidir.

    Ağustos 21, 2005

  • Felaket geliyorum diyor ve geliyor..

    Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?

    Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.

    Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.

    Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.

    Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.

    Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.

    Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.

    Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.

    Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.

    Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.

    Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.

    Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmakta (idi) (yararlı olduğu için hala kapatılmadı ise). TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmış.

    Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.

    Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, birkaç yıldır- inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.

    Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.

    Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.

    Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?

    5 Haziran 2000

  • Kuruluşlara Çağrı

    AB destekli bir istihdamı geliştirme projesi olan ÖMer-Öğrenme Merkezi projesi katılımcılarının istihdam şanslarını artırmak için bir girişim planladık.

    Bu girişim, kuruluşların aşağıdaki bildirimde bulunması yoluyla, ÖMer projesine katılanlara (eşitler arasında birinci olabilirsin) mesajını vermek ve bu yolla projeye katılımı özendirmektir.

    (Katılım ne kadar çok olursa daha istekli olanları seçebilmek o denli kolaylaşacaktır).

    Bu yolla kuruluşlar da kamuoyuna (eğitimden yana) oldukları net mesajını vermiş olacaklardır.

    Aşağıdaki bildirimi onayladığını bildirenler http://www.yapabilirsin.com sitesinde ilan edilecektir. Onayınıza sunulan bildirim şöyledir:

    (……….kuruluşu olarak insan kaynakları ihtiyaçlarımızın karşılanmasında, bir taahhüt sayılmamak kaydıyla eşitler arasında ÖMer katılımcılarını tercih edeceğiz.)

    Bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir savaş kazandırır.

    Haziran 2005

  • Türkiye YoksulluğuYenebilir

    Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!

    Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.

    AB Desteği

    Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.

    Proje uygulayıcısı

    Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.

    Başarısı kanıtlandı

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.

    Öğrenme Merkezi-ÖMer

    ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.

    Temel amaç ne?

    Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:

    • iş bulma”,
    • kendi işini kurma”,
    • ek gelir yaratma”,
    • tasarruf sağlama”,
    • geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak

    herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.

    Bu nasıl yapılacak?

    Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.

    Daha sonra katılımcılara;

    • karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
    • kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
    • çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu

    2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.

    Anahtar budur

    Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer  “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.

    Yalnız değiller

    Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.

    Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:

    Öğrenim
    düzeyi

    Katılım
    amacı

    Yaş

    Aile geçindirme sorumluluğu

    Dezavantajlı grup

    Toplam

    < 25

    < 40

    sorumlu

    katkı
    yapıyor

    kadın

    beden.
    engelli

    Diğer

    engelli

    diğer

    Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam

    125

    25

    25

    125

    50

    2

    0

    0

    150

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    100

    0

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    10

    10

    0

    2

    0

    0

    0

    10

    Lise
    mezunu
    Yeni istihdam

    60

    40

    50

    50

    50

    5

    0

    0

    100

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    90

    10

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    40

    40

    0

    10

    30

    0

    0

    40

    Toplam

    Yeni istihdam

    185

    65

    75

    175

    100

    7

    0

    0

    250

    Ek gelir yaratma

    20

    180

    190

    10

    180

    0

    0

    0

    200

    İstih. edilebilirlik artırma

    0

    50

    50

    0

    12

    30

    0

    0

    50

    Toplam

    500

    Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim

    Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.

    Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.

    Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.

    Her katılımcı 2  tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.

    Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.

    Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!

    Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır.  Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.

    ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!

    Lütfen duyurunuz!

    ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.

    Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.

                                                                                                                  

    Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.

    Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.



    [1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.

    [2] Seminer yöneticilerine verilen addır.

    [3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.

    [4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.

    [5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.

  • Biz aptal mıyız?

    Lütfen okuyunuz

    Cumhuriyet Bilim ve Teknik eki’nin 21 Mayıs 2005 sayısında, Orhan Bursalı’nın “Gündem” başlıklı yazısını, bilim ve teknikle herhangi bir düzeyde ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

    Yazıyı okumamış veya okuma imkânı bulamayabilecekler için, en önemli birkaç saptamasını aşağıya alıyorum:

    “…..ülkemizde siyaset-iktidar-bilim ilişkilerinde yeterli iletişimin olmaması ve sinerjinin kurulamaması, bilime “ele geçirilmesi ve yandaşlanması gereken kurum” olarak bakılabilmesi ve bu bakışın resmen hayata geçirilebilmesi, tek taraflı bir olay değil. Madalyonun öte yanında bilimin ve bilim kurumlarının güçsüzlüğü var”

    “……Güç, kaynağını eylemden, üretimden, başarıdan, katma değer yaratmaktan ve giderek tek başına varolmayı başarmaktan alır. Burada konumuz Türkiye Bilimi olduğuna göre, bu kıstaslar ışığında bakarsak, bilimimiz büyük ve etkili bir güç olamamıştır…..katma değeri, ülke ölçeğinde, siyasal ve toplumsal düzlemde, önemli ve büyük farkındalık yaratabilecek düzeyde değildir, olamamıştır.”

    “….Bilim, hep siyasetin gözüne bakmıştır: Para ver, bir şeyler yapalım!. Siyasetin tavrı da bugüne kadar ne yaptın ki para verelim biçiminde olmuştur”

    “…Siyasetçimizin, bilim politikalarının yaratıcılığı ve üreticiliği konusunda bir bakışı ve benimsemesi olamadığından, bilimi kalkınmada ve yönetim başarısında bir araç olarak kullanma zorunluğu hissettirebilecek durum ve yetenekte olamamıştır…”

    “..Tersinden bakalım: bilim üretken olsaydı, toplumda katma değeri gözle görülür düzeyde bulunsaydı, tarihi, zaferlerle, başarılarla dolu olsaydı büyük bir kurumsal güç inşa etmiş olurdu”

    “..O halde, sayısal ve niteliksiz bilimsel yayın artışlarıyla bilimin ülkemizde bir güç haline getirilebileceği inançlarının, ülkemizde bilimi daha uzun süre politikacının ayakları altında süründürülesinden kurtarılabileceğini mi sanmalıyız?”

    Yasak soru

    Bilim ve onun aracı teknoloji (BT) konusunda her gün onlarca yerde onlarca tartışma yapılıyor ve BT’nin nasıl gelişeceğinin yolları araştırılıyor; bu iyi ama hiç olmazsa bir kişinin çıkıp şu soruyu sorması gerekmez mi: Gözümüzün önünde ve gözlenebilir bir kısa süre içinde birçok ülke BT’yi gelişmelerinde somut birer araç olarak kullandılar; bunun nasıl yapılacağını Politika Belgeleri haline getirip dünyaya ilân ettiler; dolayısıyla şimdi kalkıp da bu bilinenleri tekrar tekrar birbirimize -bir icatmış gibi- tekrarlamak yerine, ezberlerimizi bir kenara bırakıp bizzat bilimin araçlarını kullanarak ülkemizdeki bu verimsiz sürecin niçin böyle olduğunu sorgulamıyoruz?

    Doğrulanmamış yargılarımız soru olamaz

    Sorgulamak ile kastettiğim, özlemlerimizi, kızgınlıklarımızı, doğrulanmamış yargılarımızı soru -ve ardından da cevap- formlarına büründürmek değildir. Tüm doğru bildiklerimizden kuşkulanmaya hazır biçimdeki bir sorgulamayı kastediyorum (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181). Aksi halde, “böyle böyle yaparsanız şöyle şöyle olur” gibisinden ucuz kalıplarla vakit öldürürüz.

    Bu yazı üzerinde düşünelim, tekrar düşünelim

    Orhan Bursalı’nın bu yazısı üzerinde düşünmeli, “biz zaten” ile başlayabilecek cevapları, o cevapların sahipleriyle -oyalanmaları için- bir kenara bırakabilmeliyiz. Çözüm, bu acayip sarmalın nedenlerini korkmadan sorglamaya bağlıdır.

    İnsanlar eşit değildir, acaba biz de..

    İnsanların -ve onlardan oluşan kavimlerin- eşit olmadıklarını biliyoruz. Eşitlik sadece insan hakları açısından söz konusudur. Uzun ve kısa boylular, kadın ve erkekler, şişmanlar ve zayıflar somut anlamda eşit değillerdir. Peki acaba bizleri bu denli akıl -ve onun artikülasyon aracı olan bilim- dışı bir sürecin içine itmiş ve orada tutan neden(ler) nelerdir?

    Yoksa biz aptal mıyız?

    Akraba evlilikleri mi, beslenme mi, genetik veya kültürel kod mu, negatif sosyolojik döngüler mi, Liebig yasası uyarınca (https://bit.ly/3ujNEso) önemsiz sayılabilecek bir şeyler mi, dış etkenler mi yoksa hepsi birlikte bir dizge içinde mi? Ya da doğrudan: “Biz aptal mıyız?”

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=647 adresinde bulabileceğiniz bir yazıma bu bağlamda tekrar rücu ediyor, boş vakit bulabilenlerinizin cevaplamasını rica ediyorum.

    Cumartesi, 21 Mayıs 2005

  • Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?

    Önce birkaç rakam

    Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.

    Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.

    Biraz da teknik ayrıntı

    Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:

    Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..

    Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..

    Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir

    Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.

    Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:

    ·       Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi

    ·       Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi

    ·       Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği

    ·       Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi

    ·       Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu

    ·       Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği

    ·       Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon

    ·       İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği

    Niçin sonuncu değiliz?

    Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?

    Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:

    Ahlâki ve/ya yasal olanlar

    Tahm.

    ağırlık

    Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar

    Tahm.

    ağırlık

    AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim

    1

    Kaçak işçilik

    10

    Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim

    5

    Kaçak elektrik kullanımı

    2

    Bireysel risk almaya yatkınlık

    3

    Kaçak su kullanımı

    1

    Global oyuncu kesimler

    3

    Kaçak mazot kullanımı

    10

    Toplam

    12

    Vergi kaçırma

    35

    Patent ve telif hakkı ihlali

    5

    Çevre kirletme

    25

    Toplam

    88

    Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)

    Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.

    Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.

    Bu tablo niye böyle?

    Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.

    Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.

    Öyleyse öyledir

    Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.

    Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da

    Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!

    Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım

    Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.

    O da yetmez

    Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.

    Çare yok mu?

    Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.

    Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.

    Cuma, Mayıs 20, 2005

    (*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.

  • Bilgi ve deneyimleri paylaşmak isteyenlere çağrı..

     

    MENTORLUK NEDİR?

    “Mitolojide Homer’in yazdığına göre, Odysseus, Truva Savaşı’na giderken oğlu Telemachus’u güvendiği dostu Mentor’a emanet eder. Kendisinden oğlunun her türlü eğitiminden ve gelişiminden sorumlu olmasını ister.”

    İsmini bu şekilde mitolojiden alan mentorluk, eğitim, öğrenim ve gelişimi amaçlayan bir yardımlaşma ve paylaşma ilişkisidir. Bu ilişkide mentor, zamanını, bilgisini ve çabasını kendisinden daha az deneyimli bir kişinin (mentee) verimliliğini ve başarısını artırması için gereken bilgi ve becerileri kazanması amacıyla harcar. Mentee de aktif olarak mentorunun yardımı ile gelişimini yönlendirir. (Kaynak : Human Resources Dergisi -Şubat97)

    Siz de bir veya daha çok kişiye mentorluk yapabilirsiniz. Mitolojide olduğu gibi tam zaman ayırmanız yerine, bugünün koşullarında çok daha kısa süreli ve daha az yoğun çabayla bir kişinin başarmasına katkıda bulunabilirsiniz.

     

    “İş” ve onun bir türevi olan “gelir“, geçerli bir meslekî bilgi-beceri aracılığı ile kazanılabilir. “Geçerli”bilgi-beceri, o an için piyasada ‘talep edilen’ bilgi-beceridir. Bir başka yer ve zamanda çok aranılan ve yüksek gelir ya da prestij sağlayabilen bir meslekî bilgi-beceri dalı/türü, o an ve o yer için işe yaramayabilir.

    Ancak bir de, dalı/türü ne olursa olsun, her meslekî bilgi-becerinin icrasında geçerli ve gerekli olan, daha temel “özbilgi-özbeceri”ler, “bilinç ve/veya refleks” boyutuna ulaşmış tercih ve alışkanlıklar vardır. Bunlar, okul’dan ziyade, hayat pratiklerinde ve uygulama süreçlerinde öğrenilir ve pekişirler.

    Yaşam ve iş ahlâkının gerektirdiği nitelikler; ruhsal-duyusal-duygusal ve bilişsel özellikler; yaratıcı düşünme -zaman ve insiyatif kullanma-değişme ve yenilenme vb. yetenek ve/veya beceriler, bu türden özbilgilerdir.

    Siz, geçerli bir meslekî bilgi-beceriyle iş ve gelir sağlayabilmiş, ve edindiği özbilgi-özbeceri birikimlerini aktarmayı bilen bir kişi iseniz;

    • Yüzbinlerce gencimiz, sizin sahip olduğunuz bilgi-beceri ve deneyim birikimine sahip olamadıkları için şu anda işsizdir. Bu birikiminizi gençlerimizden bir -veya birkaçı- ile paylaşmak, onları yararlandırmak ister misiniz[1]?
    • Mentorluğu ne yolla ve ne yoğunlukta yapacağınız bütünüyle sizin seçiminize bağlıdır. Telefonla haftada birkaç dakika ayırabileceğiniz gibi, yüzyüze ve daha uzun süreli yol göstericilik de yapabilirsiniz.
    • Kişisel “Yaşam Alanları”nı geliştirmek ve/ya gelirlerini artırmak isteyen gençler için birikimlerinizin hangi yönünün önem taşıdığının takdiri yine size bağlı.
    • Eğer bu düşünce sizi heyecanlandırıyor ise ekli formu doldurarak bize gönderir misiniz?

    Teşekkür ederim.

    MENTORLUK BİLGİ FORMU

    (Rev. 10.1- 26.04.05)

     

    AAdı Soyadı

    Tel + Faks No (lütfen alan kodunu uunutmayınız)

    Posta adresi (lütfen alan kodunu uunutmayınız)

    e-posta adresi

    Mentorluk desteğinizle ilgili
    sınırlamalarınızı -varsa- lütfen belirtiniz..

    MMentorluk yapabileceğiniz ya da yapmak istemeyebileceğiniz zamanlar :

    BBunlar içinden tercih edebileceğiniz iletişim kanallarını işaretler misiniz?: Tel ( ) Fax ( ) e-posta ( ) Yyüzyüze ( )

    BBunların dışında başka koşullarınız varsa lütfen belirtiniz

    Mentorluk Sistemi Hakkında Kısa Açıklamalar..

    Mentor: Belirli bir konuda ya da yaşamın genelindeki bilgi, beceri ve deneyimlerini, bunlara ihtiyaç duyanlarla paylaşmaya istekli olan kişiler.

    Mentorlar Havuzu : Birbirinden farklı bilgi, beceri ve deneyimdeki mentorların oluşturduğu havuz.

    Mentorlar Veri-Tabanı: Mentorların isim, iletişim bilgileri ile, paylaşmak istediği bilgi, beceri ve deneyimlerinin ve bunlardan yararlandırma koşullarının yer aldığı dosya.

    Yararlananlar (mentee) Çemberi :Mentor havuzundan yararlanmak isteyenlerin kendi aralarında oluşturdukları iletişim platformudur.

    MENTORLUK BAŞVURUSU NEREYE, NASIL YAPILIR?

    Mentorluk başvurusu için, yapılacak duyuru sırasında belirtilecek mail adresine, aşağıdaki “Mentorluk Bilgi Formu” doldurularak bir e-posta ekinde atmak yeterlidir.

    MENTORLARDAN YARARLANABİLECEK OLANLAR KİMLERDİR?

    Tüm katılımcılar bilgi, beceri ve deneyim yardımı almak üzere mentor havuzundan yararlanabilir. Metin içinde bunlara “yararlananlar” da denilecektir.

    “YARARLANANLAR” MENTORLARA NASIL ULAŞABİLİRLER?

    “Yararlananlar” “mentorlar”a başlangıçta, http://www.yapabilirsin.com* adresindeki portal kanalıyla erişirler. Bu adresteki mentorlar veri-tabanına kayıtlı mentorlar içinden, “yararlanan” tarafından gereken seçim yapılır. Ama nihai ilişkiye ve iletişim kanalına mentor karar verir.

    MENTORLUK SİSTEMİNDEN ETKİN BİÇİMDE YARARLANMANIN KOŞULLARI NELERDİR?

    Yararlananlar ile mentor, hangi konularda nasıl yardımlaşacaklarını aralarında yapacakları görüşmelerle belirleyeceklerdir. Her mentor, mentorluk yapacağı kişilere hangi koşullar altında yardımcı olabileceğini -zaman, süre, yer, konu vd açılardan- kendisi belirler. “Yararlanan” bunlara uymak zorundadır.

    Karşılıklı yükümlülükler..

    Yararlananlar ile mentorlar arasında gönüllülük esasına dayalı bir yardımlaşma sisteminin işleyişinde taraflardan beklenen yükümlülükler şunlardır:

    1.   Yararlananların yükümlülükleri:

    a.       Ne istediğinin tam olarak farkına varmış olmak,

    b.       Mentorun, yardım edebilmesi için öngördüğü koşulları özenle yerine getirmek ve özellikle de mentorun zaman planına kendini uydurmak.

    2.    Mentorlar’ın yükümlülükleri:

    a.        Bilmediği konuda tavsiyelerde bulunarak yanlış yola sevketmemek,

    b.       Yardımda bulunduğu her konuda, yardım alanın daha ileride ihtiyacı olduğunda başvurabileceği alternatif kaynaklar hakkında bilgilendirmek,

    DİKKAT! Şu 3 sitede, gönüllü rehberlik sistemi ile ilgili bilgiler bulabilirsiniz: http://www.mentoring.org/index.adp, http://www.delawarementoring.org/, http://www.ruf.rice.edu/~leading/summer.htm

    (*) Bu site 2007 itibariyle aktif değildir.

  • Düğmeler ülkesi..

    Ülke adlarının anlamları

    Thailand (Özgür Ülke), Netherland (Çukur Ülke), Iceland (Buz Ülkesi), Greenland (Yeşil Ülke) ve Türkiye: (Düğmeler Ülkesi)

    Türkiye ne zaman sıkışsa birilerinin düğmeye bastığı ileri sürülür.

    Bu yazı bu iddianın kısmen doğru olduğunu, ama tam doğru olmadığını savunmaktadır.

    İlişkilerde temel ilke: Koz!

    Artan dünya nüfusu, kıtalan kaynaklar, vahşileşen rekabet karşısında günümüzde uluslararası ilişkilere egemen olan temel ilke, “doğrudan ve/ya dolaylı kozların yönetimi; daha da Türkçesi koz üstünlüğünü elde etmek“tir. Bir ülkenin bir diğerine karşı “koz”u, birincinin herhangi bir üstünlüğü ve/ya diğerinin herhangi bir zafiyetidir.

    Doğrudan koz, bir ülkenin topyekün ya da bir kesimiyle (ticari, politik, askeri, sektörel, kurumsal vd) , bir diğer ülkenin mütekabil yanına karşı isteklerini yaptırabilme imkanlarıdır. Bu bir tarafın üstünlüğü ya da diğer kesimin zafiyeti biçiminde olabilir. Nitekim geleneksel mücadele (power strugle) ‘doğrudan koz’ anlayışına dayalıdır.

    Dolaylı koz ise, bir ülkenin bir diğerine karşı bir veya daha çok ülke üzerinden isteklerini yaptırabilme yeteneği olarak anlaşılmalıdır. Bunun için ise, aralarında doğrudan koz bağlantısı bulunan ülkeler, birbiri peşisıra dizilerek kesintisiz bir zincir oluşturabilmelidirler.

    Bu durumda zincirin başındaki ülke diğer ucundakine karşı bir koz üstünlüğü elde etmiş demektir ki bu da dolaylı koz adı verilebilecek kavramdır. Bu kozların aynı türden (aynı bir üstünlük ya da zafiyet türü) olması gerekmez.

    Yoğun ilişki -ki dostluk, düşmanlık, ittifak ilişkileri olabilir- içindeki ülkelerin birbirlerine karşı sahip oldukları doğrudan kozlar -normal olarak- bilinir. Ancak, ‘koz AR-GE’ si denilebilecek bir yöntemi geliştirmiş olan ülkeler, diğerinden daima bir adım önde bulunacaktır.

    Bu karşılıklı bilinirlik bir doğal denge oluşturur ve her iki taraf için yaşam çevresini oluşturur, bozulmadığı sürece de ‘barışık ülkeler’ olarak kalırlar (kalmak zorundadırlar).

    Ama ülkelerden birisi, diğerinin ilişkide bulunduğu ülkelerle olan koz dengeleri hakkında bilgi sahibi ise durum değişir. Bu defa bu ülke, karşı tarafa yalnız doğrudan kozlarla değil, diğer ülkelere karşı sahip olabileceği dolaylı kozlar üzerinden de üstünlük sağlayabilir. Hatta bu yeni koz aritmetiğini iyi anlamışsa, sahip olmadığı kozları dahi üretmeye girişebilir.

    İhtiyaç halinde koz üretimi..

    Canlı bir örnek Fransa’nın, zaten sahip olduğu seçimlik bir yetkiyi, zorunlu hale getirmesidir. Bugüne kadar cumhurbaşkanının referanduma başvurma yetkisi, bu defa da bir anayasa hükmü olarak zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye’nin AB üyeliğini önlemek için başvurulan bu yöntem, mevcut olmayan bir kozun üretimine iyi bir örnektir.

    Türkiye, dolaylı koz konseptine yabancıdır. İlişkide bulunduğu ülkelerle koz ilişkileri doğrudan kozlarla sınırlıdır ve onlar da Türkiye açısından daha ileri götürülemez durumdadır. Yeni koz üretme konusunda ise diğer alanlardaki icatçılığı kadar yaratıcıdır.

    Koz yerine düğme!

    Dolaylı koz konsepti henüz gündeminde değildir. İlişkide bulunduğu ülkeler ise bu konuda bir uzmandır ve Türkiye’nin çok sayıda noktası ‘düğmeler’ ile donatılmıştır.

    Hangi düğmeye basılırsa o taraftan canı yanmaktadır.

    Bu nedenle ‘birilerinin düğmeye basması’ deyimi yerine, ilişkide bulunduğumuz tüm ülkelerin tüm kesimlerinin (ticaret, diplomasi, siyaset, askeri) istedikleri anda gereken düğmelere basabilmesi söz konusudur.

    Türkiye bir ‘düğmeler ülkesi’dir. İlişkilerimizi ‘koz’ ve ‘dolaylı kozların yönetimi’ kavramlarına oturt(a)madığımız, bunu anlamamakta direndiğimiz ya da ayak sürüdüğümüz sürece, her yanımızdaki düğmelere basıldıkça oynatılacağız.

    Ama biz oynamak istediğimiz şekilde değil, başkalarının işine nasıl geliyorsa öyle!

    Nisan 9, 2005

     

     

  • Çıkarma Gemisi..

    Heybeliada’da neredeyse bir mahalleninyanmasına yol açan yangından sonra bir yayın kanalı belediye başkanı ile görüşüyor:

    –        Sn. Başkan, bu ve bundan evvelki yangınlarda hep itfaiyenin yetersizliği ve geç gelişinden şikayet ediliyor. Ne diyeceksiniz?

    –        İlk olarak şu var. Bu evlerin çoğu tahta, yani odundan; ahşap deniliyor. Birincisi, evler tahta olduğu için çabuk yanıyor.

    –        İkincisi; mevcut itfai takımı böyle büyük yangınlarda yetersiz kalıyor. Bu defa Anadolu yakasından yardım istiyoruz, onlar da ancak geliyorlar. Bizim çıkarma gemimiz olsa daha çabuk gelebilirler; dolayısıyla çözüm çıkarma gemisi almaktır.

    Özet olarak aktarılan bu görüşmede küçük bazı farklılıklar olabilir ama anlam aynen böyledir. Yani;

    –        Evler tahta(!)dır, tahta yanar,

    –        İtfai ekibimiz iyidir ama yangın büyüktür,

    –        Yardımsız olmaz, yardım ise çıkarma gemisiz olmaz,

    –        Ve sonuç: ne kadar çıkarma gemisi o kadar çabuk sönen yangın.

    Bu görüşme mümkünse hiç değiştirilmeden, band çözümlemesi olarak basılmalı, çoğaltılmalı ve ilköğretim okullarından üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarında okutulmalı ve okutulması -mümkünse- bu bir devlet politikası haline getirilmelidir.

    Bu görüşmenin kayıtlarının ardına şu aşağıdakilerin de eklenmesi gerekmeyebilir; çünkü kafası karışık olmayan normal insanlar şu birkaç maddeyi doğal izanlarıyla akıl edebilirler:

    a)     Yangın bombası veya alev makinesi kullanımı ile, LPG tankı patlaması, uzun süre için için yanıp birdenbire parlayan pamuk, hububat, tütün deposu gibi yangınlar birden çıkarlar ve çıktıkları anda ‘büyük’türler. Heybeliada’da ise yangınlar ev veya küçük iş yerlerinde çıktığı için ‘küçük’ başlar, çıkarma gemisi beklerken(!) büyür.

    b)     Küçük yangınların çıkarma gemisi olmadan söndürülmesi için ilk çağlardan bu yana geliştirilmiş yöntemler vardır.

    c)     Yangın söndürme tüpü bulundurmanın zorunlu kılınması; belirli yerlerde belediyeye ait büyük kapasiteli söndürücülerin bulundurulması,

    d)     Bu tüplerin kullanımları için sık sık (bıkmadan) eğitimler düzenlenmesi,

    e)     Halkın yangın konusunda bilinçlendirilmesi,

    f)      Adaların muhtelif yerlerine denizden su çekip basabilecek sabit ve seyyar yangın pompalarının tesis edilmesi,

    g)     Tahta ve odundan(!) yapılmış bina sakinlerinin yangın söndürme önlemleri almaya zorlanması,

    h)     Orman Genel Müdürlüğü ile anlaşma yapılarak söndürme helikopterlerinin süratli müdahale edebilecek hale getirilmesi,

    i)       Yangın riski yüksek bölgelerde (adaların hepsi), yangın gönüllülerinin özendirilmesi ve desteklenmesi (550 yıl önce İstanbulda vardı, şimdi ABD’de de var),

    j)       Bu tür yangınlarla mücadelenin aynı zamanda beklenen deprem açısından da zorunlu bir önlem olduğunun idrak edilmesi.

    k)     Adalarda mevcut itfai ekiplerinin eğitimlerinin tazelenmesi, eğitimlerinin çekirdekten yetişmiş itfai erleri yerine bu konuda taze bilgilere sahip kişi ve kurumlarca (üniversite, TÜBİTAK vbg) yapılması; kısacası bilimden yararlanılması,

    l)       Bu güne kadar adalardaki yangınların, çıkış yerleri, nedenleri, tahribat düzeyleri, müdahale gecikmeleri vb açılardan analiz edilmesi,

    m)    Adalar ile İstanbul arasındaki denizin, hava koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğinin hiç olmazsa balıkçılara sorulması ve çıkarma gemilerinin özellikle fırtınalı havalarda -ki yangın için en uygun zamanlar- erişimlerinin imkansız olabileceğinin bu yolla idrak edilmesi,

    n)     Halkın, cahil belediye başkanlarından korunması için sık sık Tanrıya yakarmaları.

    1 Nisan 2005