• “SEÇKİN TAVIR AĞLARI”

    “Normal dağılım” adı verilen istatistik dağılım tipi niçin bu denli yaygındır?

    Bu kavram, bir diğer kavramla, “doğal denge” ile açıklanabilir. Doğadaki herhangi bir şey, uzun ya da kısa, ağır ya da hafif, bol ya da nadir mutlaka bir denge içinde olmalıdır. Daha da doğrusu, insanoğlu tarafından, özellik tanımlamak amacıyla yapılan tüm betimlemeler bu zorunluğu yaratmaktadır.

    Normal olarak doğada mevcut bir şey ne kısa ne de uzun; ne bol ne de nadir; ne akıllı ne de aptaldır. Bunların hepsi, somut ve soyut dünyayı algılamayı ve bu algılar üzerinde konuşabilmeyi kolaylaştırmak için insanlar tarafından yapılmış adlandırmalardır. Aslında her şey olduğu gibidir.

    Gündelik yaşamı kolaylaştırmak amacıyla yapılan adlandırmaların -hangi dilde olursa olsun- uyduğu bir genel kural, o şeyin diğer şeylerle karşılaştırılabilmesine imkan vermesidir. Bu durumda, ister ortalarda ister uçlardaki bir şeyi tanımlayan bir kavram, ister istemez çevresinde bir dağılım oluşacak bir “ortalama”yı doğurmaktadır.

    İyi, doğru ve güzel açısından insanoğlunun genel eğilimleri de normal dağılıma uymaktadır, daha doğrusu uymaması için bir neden bulunmamaktadır.

    İşte bu, toplum yaşamındaki bir karakteristiği ortaya çıkarmaktadır: “sıradan çoğunluk ve seçkin azınlık”!

    “Çoğunluk”, normal dağılımın ortalamasının sol ve sağındaki iki standart sapmalık alana tekabül eden toplam yaklaşık %94’lük kesimdir. Geriye ise iki ayrı kesim kalmaktadır: Ortalamanın en altındaki %3’lük “musibet” kesim ile, ortalamanın en üstündeki %3’lük “seçkin” kesim! Toplum sorunları ile uğraşanlar, bu iki kesime de dikkat etmelidirler.

    Bu yargının bir yanılgıya yol açmaması bakımından bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir: burada sözü edilen “ortalama”, “üst”, “alt” gibi deyimler kişiler için değil, kişilerin tavırları için kullanılmaktadır. Herkes tarafından “aşağı” görülen bir kişinin pekala bir “seçkin” tavrı -ya da tavırları- olabileceği gibi, herkesin saygın olarak nitelediği bir kişinin de “musibet” bir tavrı -ya da tavırları- olabilir.

    Medeniyet normlarına daha yakın -ya da onları belirleyen- toplumlarda bu iki tavır grubu da özel muamele görürler. Toplum bütün kurumlarıyla musibet tavırların üzerlerine giderken, seçkin tavır sahipleri de önemli görevler üstlenirler ve bir bakıma toplumu, medeniyet normlarına doğru çekerler.

    “Çoğunlukçu”dan “çoğulcu” demokrasiye geçememiş toplumlarda ise “sıradan çoğunluk” herşeye hakimdir.

    Ülkemizdeki durum da böyledir. Hemen her kurum, sıradan çoğunluğun yarattığı uygun ortam ve %3’lük “musibet” kesimin mühendisliği altında işlemektedir. Her yıl trafikte ölen binlerce kişi, bu olgunun en somut örneğidir. Bu mekanizma yalnız trafik için değil tüm toplum kurumları için geçerlidir ve tümü birden bir “ölümcül sarmal” oluşturmaktadır. Bugüne kadar tarihte bu sarmalın yok ettiği çok toplum vardır.

    Bundan kurtulmak mümkün müdür? Hayır ve evet!

    Hayır, eğer sıradan çoğunluğun vazettiği normlara mahkum olmayı sürdürürsek.

    Evet, her konudaki elit tavır ve tutum sahipleri -ki bunların zengin, iyi eğitimli, kendini beğenmiş tavırlı kişiler olmadığına, toplumun her kesiminde bu tür tavır sahipleri bulunabileceği yukarıda da vurgulanmıştı-, adına “seçkin tavır ağları” diyebileceğimiz birbirleriyle dayanışma içinde olabilecekleri yapılanmaları kurmak zorunda oldukları idrakine ve de becerisine sahip olabilirlerse!

    Seçim bizim, sonuçlar bizim!

    Mayıs 12, 2004

  • SAYGI’YA ÇAĞRI!

    Her alandaki özgürlüklerimizi giderek daha çok kullanır hale gelmek ne denli sevindiriciyse, bunları, sorumluluklarla dengelememek de o denli endişe verici olabilmektedir.

    Gündelik yaşamdakiler daha somut olarak görünmek üzere karşı karşıya bulunduğumuz birçok sorunun temelinde, özgürlük -sorumluluk dengesinin kurulamayışı yatmaktadır.

    Saygı olarak ifade edilen kavram için şöylece bir tanım benimsense, sorunların önemli bir bölümünün aslında saygısızlık’tan başkaca birşey olmadığı, halen karşı kefesi neredeyse boş durumda olan özgürlük – sorumluluk terazisinin, boş kefesine saygı’nın ilavesiyle dengeye gelebileceği kolayca görülecektir:

    “Saygı”, kendi davranışlarımızın sosyal ve fiziki çevremiz üzerindeki etkilerinin, dönerek kendimiz üzerinde yarattığı etkilerin farkında olarak davranmaktır. Yani, aslında kendimizi korumaya yönelik bir tutumdur.

    Birbirinin yerine kullanılmakla birlikte birbirlerinden farklı olan saygı, nezaket, kibarlık, incelik gibi kavramlar içinde saygı, hepsinden daha somut, daha çok sonuç yaratabilen bir tutumdur.

    Nezaket : Nazik (aslı nazük), Farsça sıfattır. İnce, terbiyeli, saygılı anlamında kullanılmaktadır.

    Kibarlık : Arapça sıfat olan kibar’dan türetilmiştir. Kebir (büyük) sözcüğünün çoğulu olup “büyükler” “ulular” anlamına gelir. (rical-i kibar = büyük adamlar)

    İncelik : Küçük davranışların dahi sonuçlarını düşünüp ona göre davranmaktır. Bir anlamda ince saygı denilebilir.

    Eğer toplumumuzu çevreleyen saygı iklimini biraz olsun iyiye yönlendirebilirsek, yasalar yoluyla çözümleyemediğimiz kimi sorunlarımızın ortadan kalktığını görebiliriz.

    Bunun için, yerel yönetimler başta olmak üzere, işi yönetim olan her birime -apartman, site, işyeri yönetimleri de dahil-, bir önerim var: sorumluluk alanı içinde bir Saygı Kampanyası düzenlemek ve bu yolla, yukarıda tanımlandığı anlamıyla saygı’nın çeşitli türevlerinin birbirinden farklı sanılan sorunların kaynağı olduğu bilincinin yaygınlaştırılması!

    Böylesine bir kampanya hangi ilkeler üzerine oturmalıdır? Saygı gibi soyut, ölçüye-biçiye gelmeyen bir kavram hangi yollarla yerleştirilebilir?

    Bu konularda her yönetim birimi kendi çözümlerini üretmelidir. Bir okulda, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde kullanılan şu ilkeler belki birçok birimde geçerli olabilir:

    • “Kibar fakat tavizsiz” tutumlar

    Kibar olabilmek için özgüven gerekir. Özgüven ise “yaptırım gücü”ne sahip olmakla mümkündür. Dikkat edilmesi gereken nokta, yaptırım gücünün kötüye kullanılmamasıdır.

    Buna göre, öğretmenlerin yetkilerini kullanmaları halinde bunun idarece hoş görülmeyeceği endişelerini silmek gerekir.

    • “Saygısızlık korkulardan doğar”

    Çocuklarımız çeşitli korkularla yüklüdürler. Öğretmenler ve özellikle rehberlik bölümü, toplu konferanslar ve/ya bireysel yardımlar yoluyla bunları azaltmaya çalışmalıdırlar.

    • “ Yüz defa söyleme, bir defa örnek ol!”

    “Saygı”nın önemli olduğuna ilişkin söyleneceklerin hemen hiç etkisi olmamaktadır. Buna göre, hemen her fırsat kullanılarak öğretmen ve idareciler örnek davranışlar sergilemelidirler.

    Sorunlarımızın kaynağındaki yapı taşlarından birisinin saygı eksiği olduğunu, saygısızlığın türevlerinin sosyal yaşamımızın her kesiminde ve de değişik görüntülerle ortaya çıktığını düşünenlerin dikkatine sunarım.

  • Piramit’in tabanında “Temiz Akıl” olmalı!

    Yurdumuzda Susurluk ile başlayıp ses kasetleriyle hız alan bir “Temiz Eller” olgusu sürüyor. Yaşamın bin türlü sıkıntısından bunalmış insanlarımız, bu olguyu herkesten fazla dikkatle izliyor. Çünkü, sıkıntılarının kaynağının kirlilik olduğunu biliyor ya da hissediyor ve bu nedenle de kirliliklerin ortaya çıkmasını, sıkıntılarını sona erdirecek bir kurtarıcı olarak değerlendiriyorlar.

    Bu beklenti yalnız sokaktaki insanlarca değil, toplum sorunlarıyla daha temelden ilgilenen -ya da ilgilenmek “durumunda” olan- insanlarımızca da paylaşılıyor, hatta onlarca oluşturuluyor.

    Acaba bu beklenti gerçekçi midir? Yani gerçekten, böylesine bir süreç sonunda toplum temizlenir mi? Bütün toplumsal eğrilikler -ya da en azından belli başlıları- ortadan kalkar, toplumumuz bir “temiz toplum” haline dönüşebilir mi?

    Bu soruya yanıt vermek için benimsenmesi gereken ilke, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz (Tıklayınız).

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır. Artık bütün dünya için bir düşünce biçimi haline gelen -ve içinden yeni ticari isimli yaklaşımları doğuran- Toplam Kalite’nin temel araçlarından biri olan “Kök Neden” kavramı da bunu söylemektedir.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiği düşünülüp çıkarılabilir.

    Temiz Toplum ideali de -aynen melanet hiyerarşisinde olduğu gibi-, daha basit -görünüşlü- “temizlikler”in üzerine oturur. Bunlardan birisi de “Temiz Akıl”dır.

    Tüm eylem ve tutumlarımızı şekillendiren “değer ölçülerimiz” olduğuna göre, bunların içinde zamanla oluşmuş virütik değerler’in ne gibi melanetleri doğrudan ürettiğini ya da onlara yataklık ettiğini görebilmeliyiz.

    Yüzlerce “temiz” değer ölçüsünden oluşan bir değerler sistemine sahip yarı-peygamber gibi bir kişinin bu değer kümesi içine sadece bir tane virütik değer karışsa -örneğin “bana ne” gibi-, bu kişi ve gibilerden oluşan toplumun nasıl yavaş yavaş kendini öldüreceğini artık net olarak görebilmeliyiz.

    Temiz toplum, değer ölçüleri içindeki virüslerin farkına varmış ve bunlardan arınma iradesini gösterebilen toplumların erişebilecekleri bir idealdir.

    5 Şubat 1999 (Rev, 03.11.18)

     

  • PEKİİİ UYGAR MIYIZ?

    “Becerikliyiz, girişimciyiz, çalışkanız. Pekiii ya uygar mıyız?”

    Bu sözler, vergisini doğru vermeyen bir toplumun uygar sayılamayacağını ima eden ve böylece insanların “aman vergi verelim, yoksa uygar olmazmışız” diyerek utanacağını uman Maliye Bakanlığımızın caddelere koyduğu ilanlardan alınmış bir cümledir.

    Birisi eline bir kalem alıp bu ilanın boş bir yerine; “biz uygar değiliz, ya verginin niçin toplanamadığını uygar yöntemlerle analiz etmek yerine ilanla vergi toplamaya kalkan sizler uygar mısınız?” diye yazsa acaba ne olurdu?

    Bu ilan kampanyasının maliyetinin 1-2 milyardan az olmadığı ve bu kampanyayı yürüten (ve belki de öneren) reklam şirketinin de bu “iş”ten çok mutlu olduğu kesindir. Bunun yerine, biraz aklı başında bir memura “Ardışık Sorma Metodu” gibi bir yöntemi öğretip 1 hafta kadar çalıştırarak “Niçin Vergi Toplanamıyor?” sorusunu analiz ettirmek çok daha `uygar’ bir tutum olurdu.

    Kamu kurumlarının ilan ve reklam yoluyla kamuoyuna açılması yurdumuzda bir süredir görülmektedir. Yerinde kullanılabildiği takdirde “kamuoyunun bilinçlendirilmesi” son derece yararlı bir yöntemdir. Ama bunun ön koşulu, çözülmek istenilen soruna yol açan nedenlerin bütünüyle belirlenmesi, herbiri için ayrı çözüm araç(lar)ı geliştirilmesi ve nihayet bunlar içinde kamuoyu bilinci eksiğinden doğan sorunlar varsa onlar için de bilinçlendirme yollarının (ilan, reklam vs) kullanılmasıdır.

    Bunları yapmak yerine, para kazanma yolu olarak siyasilere yakın görünüp “kamu pastasından tırtıklama” yapmaktan başka becerisi olmayan uyanık bazı reklamcıların, uyduruk ilanlarına bel bağlamak “uygarca” değildir.

    12 Mart müdahalesinden sonra vergi dairelerinin üzerine bazı vecizeler yazılmıştı. “İradesiyle kendini vergilendiren halk millettir” gibi sözlerin de amacı aynıydı: Halkı utandırıp vergi almak!.. O vecizeleri, daha doğrusu o yöntemi düşünen “beyin”leri hep merak etmişimdir. Bunlar gerçekten bu kadar saf mı yoksa vergi almamayı amaçlamış birileri var da vakit mi kazanmak istiyorlar diye.. Aynı hastalık belediyelerimizde de vardır. Kendi yapmaları gerekenleri vatandaştan ilanla isteyen bir çok belediye var.

    Bu olgu, toplumumuzu yerel ve merkezi ölçekte yöneten kadroların “sorun çözebilme kaabiliyetlerinin yetersizliği” konusunda ciddi bir kanıttır.

  • “PARTİ NEFERİ” POLİTİKACI TİPİNİ ARTIK BİTİRELİM!

    Geleneksel siyaset anlayışımıza sıkı sıkıya bağlı politikacılarımızın aşka geldiklerinde söyleyip büyük takdir topladıkları bir söz var: “ben partimin bir neferiyim!”..

    Her ne kadar “bir nefer” biraz tuhaf oluyorsa da (çünkü nef-er bir er demektir) zararı yoktur, çünkü artık Türkçe’yi bozuk kullanmak modadır.

    “Partimin neferi” biraz kurcalanınca altından, bizi bu günkü siyasi çıkmaza getiren anlayış kalıpları sırıtmaktadır.

    Bireyselliğin, üçüncü bin yılın başlıca değeri olmak yolunda ilerlenirken birileri hala kendilerini bir “grup” içinde kaybettirmeye çalışmaktadır.

    İkinci olarak, hiç olmazsa “partimiz” demek varken “partim” demek, “benim doğrularım partinin doğrularıdır, ben partiyim” gibisinden bir özdeşleştirme mesajı yayıyor.

    Üçüncü olarak ise “nefer” sözcüğü ile askerlik, körükörüne itaat, düşünmeden liderin yap dediğini yapmak mesajı iletiliyor.

    Artık bu anlayışı bitirmek, “ben parti neferi değilim” diyebilen insanlarla yürümek zorundayız. Artık parti liderinden farklı düşünen politikacılara, bunu içine sindirebilmiş liderlere, daha doğrusu kadrolara ihtiyacımız vardır.

    Türkeye tek lider, tek düşünce, nefer, itaat safsatalarını aşmak zorundadır. Türkiye bunu ya yapacak ya yapamayacaktır!

    Pazar, 17 Temmuz 1994

  • ÖRGÜTLENİRSEK NE OLACAK?

    Toplumumuzun örgütlü olmadığı sık sık dile getirilir. Bu, pek yanlış değildir ama “tam” doğru da değildir.

    Örgütsüz denildiyse toplumumuz hiç de örgütsüz değildir. Çeşitli meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar vardır ve bunlar tanım itibariyle birer “sivil toplum örgütü”dürler. Ayrıca çok sayıdaki siyasi partilerimiz de aynı sınıfa girmektedirler.

    Daha yaygın örgütlenme yolunda çaba harcamak muhakkak ki gerekir. Ama bir yandan da, mevcut örgütlenmeye daha yakın plandan bakıp, bunlardan umulan faydaların sağlanıp sağlanamadığına, sağlanamıyorsa nedenlerine inilmesi iyi olur.

    Böyle yapılmadan, sadece örgütlenmiş olmak için örgütlenilirse ve faraza bu örgütlenme de umulan yararı sağlayamıyorsa, bu defa yanlışı yaygınlaştırmak gibi bir duruma düşülür ki bu, hiç örgütlenmemiş olmaktan pek farklı olmayabilir.

    Sivil toplum örgütlerimizin amaçları, çalışma biçimleri, yaygınlıkları gibi nitelikleri çok farklı olmasına karşın, istisna sayılması gereken az sayıdaki örgüt hariç olmak üzere, bir özellik açısından aralarında oldukça benzerlik vardır: örgüt imkanlarının, örgüt amaçları dışında kullanımı!

    Örgüt imkanlarının örgüt amaçları dışında kullanımı, “hırsızlık” kavramının tanımına tıpatıp uymaktadır. Belirli bir amacı gerçekleştirmek ümidiyle biraraya gelmiş bulunan kişilerin amaçlar doğrultusunda tahsis ettikleri kaynaklar ve bu kaynaklar kullanılarak yaratılan ek kaynaklar, örgüt yönetiminin emanet edildiği kişiler tarafından başka amaçlar için kullanılırsa, bu tam bir hırsızlık fiilidir.

    Ama durumu daha da vahim yapan bu değildir. Bu kötüye kullanım, örneğin meslek kuruluşlarında o meslek mensuplarının çıkarlarının savunulamamasına, kişilerin bizatihi demokrasi alet edilerek demokrasinin en büyük nimetinden mahrum edilmesine yol açmaktadır.

    Toplumumuzun tam örgütlenerek çeşitli kesimlerin dengelenmemiş güçlerini dengeleyebilmeyi bir türlü başaramayışının nedenlerinden önemli birisi de, bu suistimalleri gören kişilerin, “biz de örgütlensek nasıl olsa bir-iki uyanık yiyecektir” diye düşünmelerine yol açmaktadır.

    Halisane amaçlar öne sürülerek kurulmuş birçok dernek, vakıf ve meslek kuruluşunda maalesef durum budur. Bir avuç insan buraları ele geçirmiş, siyasal, ticari ve benzeri amaçlarına ulaşmak için buraların kaynaklarını kullanmaktadır.

    Görev, bu kuruluşların üyelerine düşmektedir. Verdikleri her kuruşun hesabını sormadıkça, bu hırsızlık sürecek ve örgütlü “gibi” görünen toplumumuz bir kabileden daha örgütlü olamayacaktır.

    Pazar, 19 Haziran 1994

  • ORGANİK MOBİL LABORATUVARLAR

    Her ne zaman gazetelerde içme suyu, deniz ya da hava kirliliği gibi bir konuda haber çıksa, hemen ertesi gün bir kısım insanlar ortaya çıkıp içme suyu, deniz ya da hava’nın kirli olmadığını alınmış numunelerin genele teşmil edilemeyeceğini kendilerinin aldığı numunelerin temiz olduğunu söylerler.

    Bu yetmezmiş gibi bir de fotoğrafcı ve kameramanlara poz verilip, ya bir bardak lağım karışmış su içilir ya denize girilir ya da ormanda gezinirken oksijen kürü yapıyormuşcasına hava solunur.

    Bununla da, “bak ben içtim, yüzdüm ya da soludum, birşey olmadı, size de olmaz denilmek istenir.

    Bu cehalet gösterilerine nereden bakılırsa bakılsın, hiçbir eğitim almamış ama biraz sağduyusu olan bir insanın dahi aklının alamayacağı saçmalıklar derhal göze çarpacaktır.

    Bu kişiler milyonlarca insana hangi yetkiyle böyle bir güvence verirler?

    Suyun, denizin ya da havanın bir an için zarar vermeyişi (ya da öyle görünmesi), orta ve uzun vade içinde de zarar vermeyeceği anlamına gelmez. Hatta tam aksine eğer bir zarar sözkonusu ise, bunun bir bardak suyu içer içmez sanki sülfirik asit içmiş gibi ani ölüm yaratması olasılığı neredeyse sıfırdır.

    Bu, “Organik Mobil Laboratuvar” denilebilecek acayip insanlar bir yana, bu traji-komik oyunun bir de seyircileri vardır. seyirci halktır, bilim adamıdır, politikacı ya da gazetecidir.

    İşte bu seyircinin, bu cahil kişilere sesini çıkarmayışı da cehalet gösterisi ve kamunun aldatılması kadar eleştirilmeye müstahaktır.

    Bu tür gösterilerde bulunan kişileri telgraf, mektup, telefon, faks ya da herhangi bir yolla ve kişisel olarak protesto etmeye çağırıyorum.

    Böylece bu sahtekar insanlar, içtikleri kanalizasyon karışığı sudan, yüzdükleri koli basilli denizden ya da soludukları havadan daha önce cezalandırılmış olacaklardır.

  • OLAYLAR DEĞİL, ONLARIN ANLAŞILMAMASI DAHA KORKUTUCUDUR!

    16 kişinin hayatını kaybettiği İstanbul Gazi Osman Paşa (GOP) olayları hakkında sokaktaki adamdan en yukarıdakilere varıncaya kadar herkes bir teşhis üzerinde birleşti: olaylar `provokasyon’dur!

    Büyük bir israrla hep bir ağızdan bu bir tanı olarak söylendiğine göre, toplum bir konuda ikna edilmek ve, “bu olaylar X değildir provokasyondur. Sakın X sanıp aldanmayın, yoksa haklı olarak sokağa dökülürsünüz” denmek isteniyor.

    Bu cümleyi anlamlı kılacak X acaba ne olmalıdır? Bir cebirsel işlem çözer gibi hareket edilirse X’in şu olması gerektiği hemen görülecektir: “Dün akşam 2015 de, ellerinde uzun namlulu otomatik piyade tüfekleriyle tavşan avından dönen bir grup vatandaş, bir alevi kahvesinin önünden geçerken tesadüfen elleri tetiklere dokunmuş ve kendiliğinden patlayan silahlar yine tesadüfen kahvede oturanları öldürmüştür. Olaya neden olan avcı vatandaşlar durumun farkına varamayıp güle oynaya olay yerinden süratle uzaklaşmışlardır!”

    Eğer bu çözüm saçma görünüyorsa, saçma olan çözüm değil, “olaylar X değil provokasyondur” tanısıdır. Bundan sonra bu tip olaylarla daha sık karşılaşacağımız için şunların bilinmesinde yarar vardır:

    1. Provokasyon, tek başına yaşayamaz!

    Provokasyon, tek başına varolabilecek bir olgu değildir. Provokasyon için uygun ortam mevcutsa Provokasyon da vardır, ortam uygunsuzsa yoktur. Mikroplar, bağışıklık sistemi zayıf bünyeler için etkili yani “var”, güçsüz bünyeler içinse etkisiz yani “yoktur”.

    1. Toplumsal AIDS!

    Toplumumuzun bağışıklık sistemi son derece zayıftır. Dolayısıyla, başka toplumlara olumsuz etki yapamayan herhangi bir neden (futbol maçı, ücret isteme yürüyüşü, cenaze töreni, cuma namazı gösterisi, ya da başka bir şey) çok kolaylıkla toplumsal bünyemizi hasta edebilmektedir.

    1. “Toplumsal bağışıklık sistemi” sorun çözme kabiliyeti demektir!

    Toplumumuz gündelik yaşamın basit sorunlarını çözebilmekte, karmaşık ve özellikle de belirli bir amaca yönelik olarak kurgulanmış (yani provokasyon) sorunları, bunların kendi aralarındaki değişik görünümlü bileşimlerini çözememektedir.

    GOP olayına hep bir ağızdan konulan “provokasyon” tanısı, işte bu zavallı çaresizliğin, güçsüzlüğün, sorun çözme kabiliyeti düşüklüğünün bir belirtisidir.

    Provokasyon tabii ki olacaktır. Bu, “havada mikrop var” demek kadar lüzumsuzdur. Çatışma bir defa ateşlendikten sonra içine başka yıkıcı, karıştırıcı unsurların karışması da önemli bir bilgiymiş gibi söylenmemesi gereken, bu tip olayların en basit karakteristiklerinden birisidir.

    1. Her çatışma binlerce tanecikten oluşur!

    İster alevilerin tepkisi ister başka bir nedenle olsun tüm çatışmalara yakından bakıldığında içinde aynen bir beton harcı manzarası görülecektir. Büyükçe taşların araları daha küçük çakıllar, onların araları kum taneleri ve nihayet bütün bunların arasındaki ince çatlakları dolduran çimento.

    Çatışmaların yapısı da aynen böyledir. Onlara yol açan “iri” nedenlerin aralarında kalan boşluklar daha “küçük” nedenlerle dolar. Bir çatışma büyüteçle incelendiğinde içinde, göç olgusundan enflasyona, buluşçuluk eksiğinden ezbere kadar tüm sorunlar görülebilecektir.

    1. GOP olaylarının yapı tanecikleri nelerdir?

    Göze çarpan en iri tanecikler, güvenlik güçlerinin beceriksizliği ile insanların, kendilerini akıldışılığa kaptırmış olmalarıdır.

    Güvenlik güçlerinin bu tür toplum olaylarına karşı neler yapması gerektiğini bilmediği gözle görülür şekilde açıktır. Bir kalabalığın büyümeden nasıl parçalara bölüneceği, elebaşıların bir tahrike meydan vermeden nasıl toplanacağı, bir polisin dahi gösterebileceği zaaf işaretlerinin tahrik olmuş topluluklar açısından ne anlam taşıdığı, göreviyle kanaatlerini ayırmayı bilmeyen polislerin ne etki yaratacakları gibi konularda hiç eğitilmedikleri, ellerinde telsizle koşuşturan amirlerin de memurlarından farksız olduğu bir gerçektir.

    Nitekim Sivas olaylarının incelenmesi de aynı hastalıkların varlığını göstermektedir. Orada da, profesyonel oldukları her hallerinden belli olan tahrikçilerin galeyana getirdikleri “histeriye tutulmuş halk”ı durdurmada ne denli beceriksizlik gösterdiklerini, verdikleri benzer zaaf işaretlerinin halkı nasıl cesaretlendirip saldırganlaştırdığını, olayların video kayıtlarını dikkatli inceleyenler göreceklerdir. Demek ki bu zafiyet münferit değil geneldir. Güvenlik güçlerimiz bu halleriyle toplum olaylarını önleyemez, hatta -iyi niyetle dahi olsa- tutumları olayların büyümesine yol açar. Bu sonuç, Sivas ya da GOP olaylarından çok daha ürkütücüdür.

    İkinci iri tane, halkımızın akıldışılığa bu denli kapılmışlığıdır. Bir futbol maçı sonrasında dahi histeri krizi benzeri davranışlar gösteren insanların zıvanadan çıkmaları için herhangi basit bir neden dahi yeterlidir.

    Bir toplumsal ruh sağlığı sorunu olan bu duruma yol açan çeşitli nedenler, bu yazının sınırlarının dışındadır*. Ama, bugün toplumu sükunete çağıran TV kanallarımızın 24 saat işlediği şiddet ve cinsellik pazarlaması unsurlarının GOP ya da benzeri olaylar içindeki rollerinin varlığını göremiyorsak bu, olaylar kadar ürkütücü değil midir?

    Toplumsal olaylar genellikle bir ölçüde akıldışılığın egemen olduğu olaylardır. Akıllı uslu bireylerden oluşan bir kalabalık dahi -hele tahrik olduysa-, toplum psikolojisinin özel davranış kalıpları içine girip akıldışılık gösterebilir. Ama bunu, çılgınlık hali ile karıştırmamak gerekir. Toplumumuzun çeşitli vesilelerle gözlediğimiz ruh hali neredeyse çılgınlığa varan bir desen sergilemektedir. Bu desenin içinde, ilk bakışta hiç beklenmeyen çok sayıda tanecik bulunmaktadır.

    Sokaktaki insanların bu yapının farkında olmalarını beklemek, gereğini aşan bir beklenti olur. Ama olayları anlamak zorunda olan insanların “bu bir provokasyondur” gibisinden malumu ilan eden tanıları çok acıdır. Olaylar değil, onları yanlış anlamak daha ürkütücüdür. Cuma, 24 Mart 1995

  • “İŞ GÜVENCESİ” YASASINA

    ALTERNATİF

    Çalıştığı işte geleceğini güvencede hissetmek, çalışma ahlakı düşük bir insanla olumsuz sonuçlar yaratır. İşyerine karşı nankör davranır, işyerini “kıl çekilecek domuz” gibi görür vs. vs..

    Bu tür çalışanların yönetiminde -ne kadar gayrı insani görünürse görünsün-, “işini kaybetmek korkusu” bir “yapay ahlak” sağlama aracı olabilmektedir.

    Ama yüksek çalışma ahlaklı kişilerde ise tam tersine, olumlu sonuçlara yol açar. İşyerini aile ocağından, iş arkadaşlarını aile bireylerinden, işyerinin çıkarlarını da ailesinin çıkarlarından ayırdetmez.

    Japonya’nın bir kısım işyerlerinde uygulanabilen “ömür boyu istihdam modeli” nin, o insanlarda bu tür olumlu tutumlara yol açtığı, elde ettikleri sonuçlardan anlaşılmaktadır.

    Bu iki uç örnek “iş güvencesi” nin, her hastalığa iyi gelen bir ilaç olmadığının bir açıklamasıdır. Yerine göre her iki modele de ihtiyaç vardır. Biri diğerinin yerine kullanılamaz.

    İş Güvencesinin ahlaki ön-şartının dışında bir başka boyutu daha vardır: Küçülüp büyüyerek rekabet dünyasının dalgalanmalarına karşı koymak zorunda olan kuruluşlarda iş güvencesi tek kelime ile imkansızdır.

    Tek pazar haline gelmekte olan Dünya’da ayakta durabilmek için küçülmek, bazen de büyümek durumunda olan bir kuruluşun önüne, bunu engelleyecek kurallar koymak, sürekli nefes alıp vermek zorunda olan bir insanın soluması için mahkeme kararı istemeye benzer. Böyle bir karar ancak adli tıptan morg raporu şeklinde alınabilir.

    Türkiye’mizin hemen her alandaki rekabet gücünün düzeyi bellidir. Zaman zaman kendi kendimize övünsek de, ürettiğimiz her mal ve hizmetin Dünya pazarlarında daha ucuz ve/ya kaliteli olduğu, buna karşı da ancak “koruma” denilen uyuşturucu ilaç ile karşı koyabildiğimiz bir gerçektir.

    Rekabet gücü düşüklüğünün sebebi büyük ölçüde çalışanlar değildir. Onların payı %20-25 civarındadır. Esas pay, sistemleri kurmak ve onları iyi işletmek durumunda olan yöneticilerindir.

    Dolayısıyla rekabet gücü, yalnız işçilik maliyetlerini düşürerek (az işçi ve/ya düşük ücret yoluyla) sağlanamaz.

    “Düşük işçi ücreti” ile “düşük işçilik maliyeti” arasındaki dağ gibi farkı anlamak zorundayız. “İşçi ücreti” yalnız çalışanla ilgiliyken “işçilik maliyeti”, çoğu, işçiyle ilgisi olmayan birçok faktöre bağlıdır.

    İşte bu yüzden de Türkiye’deki işçi ücretleri Dünya sıralamasına göre düşük, işçilik maliyetleri ise yüksektir.

    Ancak bu gerçek, hiçbir kuruluşumuzun, çalışanlarına “iş güvencesi” sağlayabileceği anlamına da gelmez.

    Bu katı gerçeği içimize sindirmek ve akılcı alternatifler bulmak zorundayız.

    Nitekim, işgücü piyasası esnekliğinin en yüksek olduğu A.B.D.’de dahi (easy hire-easy fire), buna karşı bir önlem alınmıştır. DWRP (Dislocated Workers Retaining Program) yani “İşini Kaybetmiş İşçileri Koruma Programı” adı verilen bir program, bu “nefes alıp verme”yi engellemeden çalışanları koruyabilmek için geliştirilmiş bir alternatiftir.

    T.B.M.M.’ne sunulan bir yasa teklifi ile, gerek işi olmayanların gerekse işi olup da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olanların yeni işler bulmaları ya da kendi işlerini kurmaları için bir çözüm önerilmektedir.

    Girişim Destekleme Şirketleri adı verilen bu kuruluşlar, İngiltere’de uzun süredir kullanılmaktadır.

    Sayıları 16,000 civarında olan bu şirketler, İngiltere’de yaratılan istihdamın yaklaşık %20’sini sağlamaktadırlar.

    Benzer şirketlerin Türkiye’de de başarılı olmaması için bir sebep yoktur.

    Tüm ilgililere duyurulur.

    ***

  • “MİNİMUM NİTELİK YASASI”!

    Bir aracı kullanmak için gereken niteliklerin minimum düzeyleri ile onu kullanananın nitelikleri arasındaki fark arttıkça, o aracın kullanımıyla sağlanması öngörülen yararlar azalır. Nitelik farkı belirli bir eşiğe erişince bu yararlar, başlangıçta öngörülmeyen zararlara dönüşmeye başlar”..

    Örnekler:

    • Cep telefonunun gerekli yararları sağlayabilmesi için gereken asgari niteliklerden birisi, başkalarının haklarına saygıdır. Başkalarının sessiz kalma, konsantre olma, sınırlı kapasitedeki bir şebekeden yararlanabilme ve bu gibi haklarına saygı gösterilmediğinde, cep telefonu bu defa taciz üretmeye dönüşür.

    • Motorlu araçların gerekli araçları sağlayabilmesi için gereken minimum niteliklerden birisi, fiziğin hareket ile ilgili temel kurallarının yaşama uygulanacak düzeyde bilinmesidir. Bu olmadığında motorlu araçlar birer ölüm aracına dönüşür.

    • Televizyon kanalı işletmeciliği, ticari çıkarların kamu yararı ile dengelenmesi gibi minimum bir erdemi gerektiren , bu sağlandığında toplumun haber alma, eğitim gibi haklarının sağlanmasına hizmet eden bir araçtır. Bu olmadığında, TV kanalı toplum değerlerini tahrip eden, toplumun bilgilenme özgürlüğünü çiğneyen bir araca dönüşür.

    • Demokrasi, bu rejim altında yaşamak isteyenlere, sorunların önlenmesi ve çözümü için katılım sorumluluğu yükler. Bu sorumluluk üstlenil(e)mediğinde demokrasi , her türlü manipülasyona açık, bizatihi özgürlükleri tahrip eden bir araca dönüşür.

    • Bilgisayar, onu kullananların sorunlarını bilgiyle çözmeleri halinde yaşamı kolaylaştırır. Sorunların bilgiyle değil, yalvarıp yakarma, arka arama, kural çiğneme gibi yollarla çözülme alışkanlığı halinde, bilgisayar bu alışkanlıkları kökleştirici rol oynamaya dönüşür.

    • Eğitim, asgari bir ahlak düzeyine sahip olunduğunda topluma yarar sağlar. Eğitilmiş, fakat ahlaki sorunları bulunan bir kişi bu defa bir melanet üreticisine dönüşür.

    • İnsan bedeni, onu kullanmak için gereken asgari bilgi ve ahlak düzeyine sahip olunduğunda, mükemmel bir makinedir. Buna sahip olunmadığında ise sürekli sorun üreten bir kaynağa dönüşür.

    Bir şeye sahip olmakla ondan otomatik olarak yarar sağlanamayacağı gerçeği basit ama yaşamsaldır. Gelişmeyi, sahip olunan araçların sayısını artırmak olarak gördüğümüz sürece , bırakalım gelişmeyi bu araçların üreteceği yeni sorunları başımıza almış oluruz.

    Minimum Nitelik Yasası olarak bilinen bir kanun yoktur. Ama, başlangıçta ortaya konulan hipotez, sorunlarımızın anlaşılması açısından hemen her alana uygulanabilecek esnekliktedir.