-
May 13 2017 Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi
Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.
Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.
Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.
Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.
Keşke böyle olsa!
Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.
Yine de durmaz!
Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.
Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.
Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.
Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.
İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?
Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.
Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.
Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.
Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?
Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ) dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.
Çare yok mu?
Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:
(1) Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.
Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.
Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).
Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?
Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).
Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.
Uzun sözün kısası!
- İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
- Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
- Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
- Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
- Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
- Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
- Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.
13 Mayıs 2017
[1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.
[2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri- ise tabii ki geri çevrilmelidir.
[3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.
-
Nis 25 2017 Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?
Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.
Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.
Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.
Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).
Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.
Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!
Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.
Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.
Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.
10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.
Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.
Huylu huyundan vazgeçer mi?
Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.
O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).
Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).
Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.
Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.
25 Nisan 2017
-
Ağu 17 2016 Dil sürçmesi mi kasti mi?
Televizyon tartışmalarında konu ne olursa olsun mutlaka döner bir tarafından laikliğe gelir. Fakat tartışmaların bir yerinde –tercihan başında- laikliğin tanımını hatırlatıp öylece devam etmek yerine, laikliğin –o anda konuşan açısından- yararları sayılır. Hatırladıklarım şunlar:
– Laiklik çağdaşlıktır,
– Gelişmişliktir,
– İnsan onurudur,
– Herkesin inancını özgürce yaşayabilmesidir,
– İnanç özgürlüğüdür,
– İnanmama özgürlüğüdür,
– Dinsizliktir,
– Dinsizlik değildir,
– ….
Wikipedia’ya göre ise tanımı:
“Kamu yönetimlerinde dini müdahalenin olmayışıdır; özellikle de devlet politikalarının belirlenmesinde dini etkilerin yasaklanmasıdır. Aynı zamanda dini işlere kamu yönetimlerinin karışmayışıdır”.
Düz Türkçe ile “kamusal söylem, karar ve eylemlerin dini referanslara dayandırılmaması”dır.
Son yıllarda ortaya atılan “sert laiklik – yumuşak laiklik” (ne demekse) ise, zaten sözcüğün başındaki (la) nedeniyle Arapçadan gelme (-siz, -sız) çağrışımı yoluyla (dinsiz) olarak yorumlanan kavram hakkında iyiden iyiye kafaları karıştırdı.
Halbuki kavram son derece basit; “kamu yöneticileri herhangi bir dine mensup değillermiş ya da tam aksine tüm dinlere mensuplarmış gibi, içlerinden birisini öne çıkararak konuşamazlar, karar alamazlar, eylemlerde bulunamazlar”. Bu yöneticiler (muhtar, belediye başkanı ya da cumhurbaşkanı) son derece dindar ya da aksine dinsiz olabilirler. Onların söz, karar ve eylemlerine (takıları, kokuları, kılık kıyafetleri de dahil) bakarak inançları hakkında hiçbir ipucu elde edilememeli. Böylece, herhangi bir inanç ya da inançsızlık sahibi, kamu yöneticisince ötekileştirildiğini düşünmeyecek, söz ve eylemlerinde kendini tam özgür hissedecektir.
Peki toplumun çoğunluğu aynı dini benimsemişse n’olacak?
“%99’u Müslüman olan bir toplum halinde, kamu yöneticiler de büyük olasılıkla Müslüman olacağına göre laiklik pratik bir anlam taşır mı?”
Bu soru, muhtemelen toplumumuzda laikliğin bir türlü yerleşemeyişinin ipucunu veriyor.
http://goo.gl/5lHS1B adresinde İslam’ın kendi içindeki dallarından “küçük bir bölümü” görülüyor. Grafikte görünmeyen bölüm ise, toplumumuzun parçalanma konusundaki geleneksel becerisi nedeniyle oluşmuş dallanmadır.
Bu kesimlerin kuşkusuz ki ortak inançları, ritüelleri vardır. Ama, kamu yönetimlerinin söylem, karar ve eylemleri büyük ölçüde İslam’ın iman ve ibadet ilkeleriyle ilgili olamayacağına göre, yüzlerce ayrı “inanç grubu” olduğu kesin bir gerçekliktir. Ayrıca da, her bir grubun içinde de yüzbinlerce kişi bulunduğuna ve o kişilerin inançlarında da farklılıklar olabileceğine dikkat edilmelidir.
İyi de laik olacağız diye inancımızı özgürce yaşayamayacak mıyız?
Eğer, inancınızı yaşama yollarınız, başkalarının inançlarına doğrudan veya dolaylı bir baskı oluşturmaya neden olacak ise, inancınızı yaşama alanınızı, başkalarının inançlarını yaşama yollarıyla kesişmeyecek şekilde sınırlayacaksınız. Çünkü en az sizin kadar başkaları da inançlarını özgürce yaşamak hakkına sahiptirler.
İşte tam da bu nedenlerle kamu yöneticilerinin bu inanç gruplarına eşit uzaklıktaki konumlarını sürekli korumak zorunlukları vardır.
Korumamak ne anlama gelir?
Kamu yöneticileri, bu çok sayıdaki inanç grubundan birisine dahilse ve o grubun diğerlerinden daha doğru bir inanca sahip olduğunu düşünüp, geri kalanları da:
(a) Kendileri gibi inanmaya zorlamaya ve/ya
(b) Buna razı olmayanları kamusal imkanların dışında tutmaya veya yok saymaya
kalkarlar ise bunun anlamı nedir? Cevap basittir: Güç bendedir; kendi dini yorumuma göre toplumu şekillendiririm!
Aslında laiklik, bir arada yaşamak isteyen ve bireysel inanç tercihleri dolayısıyla baskı altında kalmak istemeyen özgürlüğüne düşkün bir toplumun ilk mutabakat kurması gereken en basit ve somut bir ilkedir. Bütün diğer ilkeler bundan sonra gelir. Hemen bütün önemli kavramlarda olduğu gibi laikliği tanımlamayı önemsemeyip, herkesin kendi tanımına göre hareket etmesine meydan veren “kendini laik olarak tanımlayan kesim”, 15 Temmuz darbe girişiminin en azından vicdani sorumlularından değil midir?
17 Ağustos 2016
-
Ağu 04 2016 Nereden başlamalı?
15 Temmuz darbe girişimi konusunda medya organlarında bol miktarda analiz ve çözüm okuyor, dinliyoruz.
Hemen tamamında geçen anahtar sözcükler arasında, girişimin nedenleri bağlamında aldatılma, dış güçler, hıyanet vbg; çözüm bağlamında ise, kapatma, sistem, yapılanma, demokrasi gibi kelimeler ön sıralarda yer alıyor.
3 Ağustos tarihli bir köşe yazısında (http://goo.gl/QOE0WQ) darbe girişimine yol açan nedenler bağlamında çoklukla tekrarlanan çelişkiler dile getirilirken, çözüm bağlamında laiklik ilkesinin önemi şu cümleyle vurgulanıyor: “Laiklik Türkiye için bir ölüm kalım meselesi. Bu göz ardı edilirse, istenen tedbir alınsın, işin sonu uçurumun dibidir”.
Bu doğruya ne denilebilir? Demokrasinin önkoşulu sayılmak gereken laiklik ilkesinin göz ardı edilmesi rejimin ortadan kalkması demek değil midir?
Yoksa öyle değil mi?
Öyle olup olmadığını anlamak için başka bir örneğe bakmak lazım: Toplumumuzun fanatik bir bölümü haricinde Atatürk’ü sevmeyen var mıdır? Yok gibi görünüyor. Bunun için bir asit testi olsaydı kimin ne kadar sevdiğini (daha doğrusu saydığını) anlayabilirdik, ama yok.
Yok mu?
Aslında var. Atatürk’ün düşünsel mirasının tam ortasında “akıl yetisini kullanma aracı olan bilimin yol göstericiliği ” yer aldığına, bilim ise kuşku – merak – sorgulama üçlüsü, yani rasyonel ve kritik düşünme demek olduğuna göre, öz’ü oluşturan bu kavramı önemseme bir asit testi olamaz mı?
Okuduğunu anlama konusundaki düzeyi, uluslararası güvenilirlikteki testlerde –yani PISA- belgelenmiş[1] bulunan ve çoğu da kendini laik ve Atatürk’çü olarak tanımlayan genç nüfusumuz ve onları yetiştiren aile – okul – toplum üçlüsünün Atataürk’ün rasyonel ve kritik düşünme konusundaki mirasına saygısı anılan test yoluyla belgelenmiş değil midir? E peki hangisi doğrudur: Sözel Atatürk sevgi ve saygısı mı, yoksa yabancıların integrity = bütünlük (bizdeki karşılığı namus) dedikleri anlamda yaptıkları mı?
Bu, ağzından çıkanın anlamını düşünmemiş olmak değil mi?
Gelelim benzer biçimde laiklik konusuna: Geçtiğimiz haftalar içinde TBMM Başkanı Sn. Kahraman, anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılması gerektiği yolunda bir test söylemi ortaya attı. Nasıl bir tepki oluşacağını merak etmiş olabilir. Beklenebileceği gibi bir tepki oluştu ve ardından sözün şöylece düzeltilmesi yoluna gidildi (mealen): “Laiklik yararlı bir şeydir; her inanç sahibinin inancını dilediğince yaşayabilmesi demektir”.
İlginç olan, bu ifade üzerine kamuoyundan gelen rahatlama tepkileridir: “Hah işte böyle, tepkiler gelince düzeltmek zorunda kaldı” vs.
Laikliğe saygı (Atatürk’e saygı gibi) için asit testi de bu tepkilerdir. Yani ölesiye bağlı olduğu söylenen laiklik için, laikliğin tanımını değil, laikliğin yüzlerce yararından işine gelen birisini duyunca rahatlayan, duyduğunu anlamlandırma konusundaki bu yetersizliktir. Genellemek istemem ama, hiçbir yerde “kamusal kararların herhangi bir inanca dayandırılamayacağı; çünkü kamu denilen çoğulun içinde her inanç / inançsızlıkta kişilerin bulunacağı ve onların tercihlerine (yani egemenliklerine) saygı gösterilmesinin tartışmasızlığı” dile getirilmedi.
Ne demek istiyorsun?
Her yazı yazan karşısına sanal bir kişi alıp, yazdıklarına o sanalın vereceği tepkileri tahmin ederek devam eder. Ben de okuyanların neler diyeceklerini tahmin edebiliyorum.
Demek istediğim o ki, Atatürk ya da laiklik ya da demokrasi gibi onlarca kavram tanımlanmamıştır. Bu, lafazan ve çok geniş bir kesimin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her kavram, içinde bulunan kabın şeklini alacak şekilde sıvılaşmıştır.
Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, laikçilik, dindarlık, dincilik gibi onlarca kritik kavram, içleri boşaltılmış, isteyenin istediği şekle sokabileceği girişimleri beklemektedir. Nitekim 15 Temmuz girişiminin de kod adı “Yurtta Sulh” değil midir? Her yeri kaplayan Atatürk posterlerinin içleri boşalmış “araçlar” değil midir?
Yani tam ne demek istiyorsun?
Atatürkçü, seküler, yaşam tarzına müdahaleden korkan, ama bu konularda sadece eleştiren, bağıran, başkalarını göreve çağıran, her bireysel çabayı “iyi niyetli ama naif” bulan, ama kendisi –yukarıda açıkladığım konularda- bir çivi bile çakmaktan uzak duran ve kendini aydın olarak niteleyip, Hüseyin Cimşit dostumun ifadesiyle “ bir şeyler olsun, iyi olsun, çabuk olsun, ama benden bir şey istenmesin” beklentisi içindeki kişilere önerim, bütün bu olumsuzlukların temelindeki yapı taşlarını anlamaya ve onlar üzerinde uğraşmayı denemeleridir.
Örneğin:
- İçi boşalmış kavramları ortak akılla tanımlamak için Gezi Olayları’ndan sonra başlatılan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/hGfTqu),
- Her biri, toplumun önemli bir sorun yapıtaşını hedef alan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/qGidbd),
- 15 Temmuz girişimine yol açan nedenleri doğru tanılamak ve sonra da onları giderecek yüzlerce projeyi toplumun ortak aklını harekete geçirebilecek teknolojilere (örn. http://goo.gl/4IhpOz, http://goo.gl/7u8Kgz) bizzat katılmak için çaba harcamaları;
- Bu topraklarda parçalanmış, aşağılanmış, çöp kamyonlarıyla sarılmış; güçlendirmek için esas yapılması gerekenin kozlarını bilme ve kullanabilme araçları geliştirmeyi bir kenara atıp, en değerli assset’lerin başında gelen kültürel birikimi yok edilmiş bir TSK’nın, düşmanlarımıza en değerli hediye olacağı gerçeğinin anlaşılmasına katkıda bulunmaları
- Ve eğer bir şey yapmayacaklarsa gölge etmemeleridir.
4 Ağustos 2016
[1] Bkz. http://goo.gl/3qAKDR, PISA sinavlarinda Türkiye’nin performansi
-
Tem 17 2016 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Alınacak Bir Ders
Kimi konular doğrudan irdelenip üstünde söz söylemeye uygunsa da bazıları üzerinde bir şeyler söyleyebilmek için kimi ön tanımlamalar yapmak gerekebiliyor. Üzerinde duracağım konu 15 Temmuz darbe girişimi ile, “inisiyatif kullanma” kavramı arasındaki önemli ilişkidir. Ama önce birkaç hazırlık paragrafı.
“Strateji” kavramı, bir hedefe erişmek amacıyla, o hedefe giden yolu tıkayan öğeler arasındaki “mevcut uzlaşıların kırılması” (breaking the compromise) olarak tanımlanabilir (http://goo.gl/BxxHyr).
Ticaretten askeri kurumlara kadar çok geniş bir alanda geçerli olan bu kavram, 15 Temmuz darbe girişimi açısından büyük önem taşıyor. Sahip olduğu yetkileri birlikte çalıştığı ekiple paylaşma bağlamında hasis davranma eğiliminde olan, gerek askeri gerekse siyasi yöneticilerin -tabii ki her tür kurum yetkilisinin- burada değinilecek olgudan ders çıkarmaları naçizane önerilir.
Önerilir, çünkü yetki paylaşımı konusundaki bu hasisliğin zararsız bir insani cimrilik olmayıp, otoriter eğilimlerin bir numaralı göstergesi olduğu; ne gibi felaketlere yol açabileceği, ister demokrasinin isterse bir kurumun ticari sürdürülebilirliğinin bekası ile eş anlamlı olduğu böylece anlaşılabilir.
Önce iki soru:
- İnisiyatif körelmesi ne demek?
“Kişinin, kendine tanımlanan alan içindeki kararları, olası risklerini hesaplayarak alması ve sonuçlarına da katlanmasına inisiyatif kullanma”; bu durumda kişinin bağlı olduğu üstün, olası riskleri üstlenerek, ortaya çıkabilecek zararları, birer öğrenme fırsatı olarak görmesi ise “onurlu hata” olarak adlandırılıyor.
Onurlu hata ilkesinin benimsenmesi, kişilerin öğrenebilirliklerinin giderek daha çok kullanılmasını ve bu yolla da gelişmelerini tahrik edecektir.
İnisiyatif körelmesi ise, kişinin –herhangi nedenlerle- karar almayı caydıracak ortamlar içinde bulundurulması sonunda ortaya çıkan “önce bilinçli, giderek de kendiliğinden çekiniklik” haline denilebilir. Bu durumda kişi giderek, sadece söylenenleri –daha yetersiz bir performans trendiyle- yerine getiren bir kişilik kazanacaktır.
Meselenin daha vahim yanı, bu sürecin tersinir olmayışı, bu durumdaki bir kişiye inisiyatif kullanma yetkisi verilse dahi, kişinin gerçekten de onu kullanamayacağı bir beceriksizlik düzeyine gerileyeceği gerçeğidir.
Bu durumdaki bir kişinin kendini koruyabilmek için, ne gibi yanlış davranışlara girebileceği tahmin edilebilir.
- Hangi durumlarda inisiyatif körelmesi iyi, hatta gereklidir?
Bir işin, -hangi nedenle olursa olsun- tam olarak tarif edilenin dışında yapılması halinde geri dönülmez zararların doğması olasılığının yüksek olduğu hallerde inisiyatif kullanımı istenmeyebilir.
Örneğin, askerlik mesleğinde bazı rütbelerin durumu böyledir. Süngü takılıp hücum edilmesi ya da pimi çekildikten sonra ona kadar sayılıp bombanın atılması emri verilen kişilerin, yarı yolda geri dönmenin ya da bombayı 20ye kadar elinde tutmanın daha doğru olduğu yolunda inisiyatif kullanmaları halinde hem kendilerine hem de başkalarına zarar vereceklerdir.
- Körelme sarîdir!
Organizasyon şemasında herhangi bir pozisyon yöneticisinin inisiyatifsiz çalışmaya mecbur kalması halinde, o pozisyona rapor eden tüm pozisyonlar da inisiyatif kullanamazlar; çünkü herkes inisiyatif kullanınca eleştirileceğinden korkar hale gelir. Bu nedenle söz konusu pozisyon ne denli yukarıda ise, organizasyonun o kadar büyük bölümü körelme olgusuyla karşı karşıya demektir.
Her iş dalında her iki inisiyatif kullanma türüne de ihtiyaç olabilir. Dolayısıyla inisiyatif kullanımına izin verip vermeme değil, hangi pozisyondaki kişiye bu imkanın tanınıp tanınmayacağı önem taşır.
Tek görevi çağrı karşılamak ve bunu 20 saniye içinde yapmak olan bir çağrı merkezi operatörünün, bu işi 5 dakikaya yayarak daha mutlu bir müşteri oluşturma fikrine inisiyatif kullanma imkanı tanımak ne kadar yanlış ise, bir üst düzey yöneticinin toplantıda nereye oturacağına kendisinin karar veremeyeceğinin varsayılması da o denli inisiyatif körelticidir.
Gelelim darbe girişimi ve inisiyatif körelmesi meselesine.
CNN Türk TV kanalında, CHP milletvekili (eski asker) Dursun Çiçek’e, darbe girişimiyle ilgili olarak Ahu Özyurt son derece akıllı bir soru soruyor: “Genel Kurmay Başkanı’nın pasifize edilmesi sonrasında, serbest durumda bulunan üst düzey bir komutan –örneğin 1nci Ordu komutanı- niçin önceden belirlenmiş bir yetki paylaşımı planı uyarınca inisiyatif almamıştır?” Soru kelime kelime tam böyle değil ama anlam tam böyle.
Cevap ise çarpıcı: “Eskiden olsa kullanırlardı, ama Balyoz ve Ergenekon davaları sonunda kimse inisiyatif kullanmak istemez oldu”.
Şimdi eminim, TSK içinde inisiyatif kullanmaya ne kadar önem verildiği, bunların Harp Okullarında eğitiminin verildiği vs. yolunda –konu ile hiç mi hiç ilgisi olmayan- argümanlar ileri sürülecek. Ama mesele bilgiçlik meselesi değildir.
Yetkilerini paylaşmak istemeyen, aksine tüm yetkileri tek noktada toplamak isteyenlerin yol açtığı inisiyatif körelmesinin nelere yol açtığının görülebilmesidir.
İnisiyatif körelmesi konusunda hepimizin tekrar kendimize dönüp, bu değerli aracın tutum ve davranışlarımızdaki yerini içtenlikle sorgulamamız ilerisi için çok yararlı olur.
17 Temmuz 2016
-
May 25 2012 Bütünün Sorunları..
Bir, “kişi”den mi söz ediyoruz?
Sık sık, “toplumun sorunları”, “….sektörünün sorunları” gibi, homojen olmayan, içinde, birbirinden farklı sorun sahibi kesimler söz konusu ediliyor. Hattâ zamanla “toplum” ya da “…kesimi” sıkıştırılıp paketlenip sanki tek bir kişi imişçesine anılmaya başlıyor. Böyle bir paketleme kuşkusuz ki paket içindeki heterojen kitle hakkında fikir beyan etmeyi çok kolaylaştırıyor.
Örneğin, “toplumun özlemlerini gerçekleştirecek bir lider” ya da “tekstil sektörünün sorunlarını çözebilecek bir politika” diyoruz. Bu, Ahmet’in idealleri ya da apre tesisinde çalışan Ayşe’nin izin ihtiyacı kadar somut mudur? Hayır değildir. Toplum, maddi ve manevi özlemleri farklı, ayrıca da bu özlemleri zamana göre değişiklik gösteren milyonlarca kişiden oluşmaktadır. Üstüne üstlük, bu milyonlar kendi dışlarında oluşan sosyal ve ekonomik iklim(ler)in de etkileri altındadır. Bir ekonomik kriz, bir savaş bütün bu özlemleri derinden değiştirebilmektedir.
O halde nasıl oluyor da “toplumun özlemleri” diye bir ifade üzerine konuşulabiliyor? Buna verilebilecek bir yanıt, bu milyonlarca özlem kümesinin ortak alanı durumunda olan bir kümenin, toplumun özlemleri adı altında kastedildiği olabilir. Peki bu ortak küme acaba nedir, neleri içermektedir?
Ortak küme tanımlamak kolay gibi, ama.
Bunun yanıtı da kolay verilebilir gibi görünüyor : insanca yaşam koşulları! Peki, insanca yaşam koşulları denilen koşullar bu denli belirli midir? Yıllardır savaş koşulları altında yaşayan Afganistan ya da Kuzey Afrika’daki kimi ülkelerde insanca yaşama denilince anlaşılanlar ile Norveç, Filipinler, Kolombiya ve Tibet’teki asgari insanca yaşam koşulları birbirinden çok farklıdır. Bunların arkalarındaki birikimleri –olumlu ya da olumsuz-, iklimleri ve hepsinden önemlisi değerleri birbirlerinden çok farklıdır.
Bu ne demektir? Birbirinden farklı ortamlardaki insanlar, kurumlar ve toplumlardan söz edilemeyecek mi demektir? Hayır. Sadece, farklı özelliklere sahip bileşenler içeren kümelerden söz ederken, bu farklılıkların farkında olmak gerektiği demektir.
Bir küçük adım daha atarak, bu farkındalığın da nasıl olacağını sorgulamalıyız.
Farklı özelliklerdeki bileşenleri içeren kümeler –kurum, sektör, toplum kesimi, toplum- hakkındaki farkındalık, bileşenlerin kendi içlerindeki ve aralarındaki ilişkiler tanımlanarak sağlanabilir.
Örnek
X sektörünün –tarım, taşıma, elektronik, sanayi, reel, finans vbg- sorunları ve de çözümleri hakkında bir yargıda bulunmadan önce, o sektörü oluşturan bileşenlerin ve o bileşenlerin kendi içlerindeki ve aralarındaki ilişkiler tanımlanacaktır. Nelerin sorun sayılması ve de kim(ler)e göre sorun sayılması gerektiğine ancak ondan sonra karar verilebilir.
Bir sektörün bileşenleri, o sektörü etkileyen ve o sektörden etkilenenlerdir ve bunlara “paydaş” (stakeholder) denilmektedir. Örneğin tarım sektörünün başlıca paydaşları, çiftçiler, tohum ürecileri, tarım ürünlerinin ticaretini yapanlar, meslek örgütleri, bankalar, TBMM, yargı, yerel yönetimler, çeşitli bakanlıklar (tarım, maliye, AB’den sorumlu devlet, sanayi ve ticaret vd), başbakanlık, DPT, uluslararası tarım örgüt(ler)i, tohum firmalarının yabancı ortakları, ürünleri tüketenler –müşteriler- gibi bileşenlerdir. Ama iki paydaş daha vardır ki, hemen tüm sektörlerin paydaşlarının en başında yer alırlar: kamu ve yasal mevzuat.
Paydaşlar aslında çıkarlardır
Bileşenler konusundaki farkındalığı biraz daha derinleştirmek üzere, gerçek paydaşların, yukarıdakilerin her birinin “çıkarları” olduğuna işaret edilmelidir. “Taşımacılık firması” değil, onun sahip(ler)inin “çıkarları”, kamu değil “kamu çıkarları” ilh. gerçek paydaşlardır.
Buradaki “çıkar” kavramı ile yasal ve ahlâki çerçevedeki çıkarların kastedildiğine ayrıca işarete gerek yoktur. Yasalar ve mesleki etik dışı çıkarlar ise, paydaşların yasal ve ahlâki çıkarlarını üreten ilişkilerin açıkça tanımlanıp dengelenmediği, dengelenemeyen çıkarın birilerince edinildiği durumlarda söz konusudur. Bu yazının konusu da işte bu sağlıklı “ilişki tanımlama”nın nasıl yapılacağıdır.
Paydaş İlişkileri Matriksi -PİM
İçinde birden fazla bileşeni bulunduran bir kümenin paydaşları kadar satır ve sütunu bulunan bir matriks olup, her hücresinde satır-sütun paydaşları arasındaki ilişki tanımlanır. Bu tanımlamada satır paydaşı etkilenen, sütun paydaşı ise etkileyen olarak anlaşılmalıdır. Bir notasyon olarak böyle kabul edilmiştir.
Bir satır ve sütunun kesiştiği hücrede tanımlanan ilişki, çıkar, yaptırım, sorun, beklenti ya da akla gelebilecek bir diğer özellik olabilir. Örneğin, paydaşlar arasındaki yaptırım ilişkilerini tanımlayan bir PİM’de, sütun paydaşlarının satır paydaşları üzerindeki yaptırımları tanımlanır.
Paydaşlar arasındaki çıkar ilişkilerini tanımlayan bir PİM’in hücrelerinde, sütun paydaşının satır paydaşına sağladığı çıkar –eğer var ise- tanımlanır.
Paydaşlar arası sorunların tanımlandığı bir PİM’in hücrelerinde ise, satır paydaşı gözü ile sütun paydaşının neden olduğu sorunlar tanımlanır.
PİM ne işlere yarar?
Bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir ki, X sektörünün sorunları denildiğinde pek belirli imiş gibi görünen sorunlar aslında ancak bir matriks yardımıyla tanımlanabilir niteliktedir. Bir benzetmeyle, X sektörünün sorunları deyimi ile A kişisinin sağlık durumu deyimleri arasında pek de bir fark yoktur. İkisi de bir şeyler söylemekte, ama tedavi için fazlaca işe yaramamaktadır. Hele A kişisinde, diğer paydaşlar için önem taşıyan bir sağlık sorunu varsa bu takdirde sorunun A kişisi açısından mı yoksa diğer kişiler açısından mı olduğu dahi tartışmalı hale gelebilir. Bu durumda doğru yaklaşım, kuşkusuz, paydaşları ayırmadan bir bütün olarak bakmak olmalıdır.
Sektör ya da ülke sorunlarına böyle bakıldığında, anlaşılmaz gibi görünen kimi durumlar netleşmekte, çözümü basit gibi görünen bazı sorunlar ise karmaşık hale gelmektedir.
Bir netleşme örneği: tarım alanındaki sorunlar!
Tarım ile ilgili faaliyet konularına herhangi bir düzeyde –çiftçi, tüccar, akademisyen, örgüt vd- taraf olanların ortak yanı, tarım sisteminden şikayetçi oluşlarıdır (aslında benzer durum hemen bütün alanlar için de geçerlidir). O halde nasıl oluyor da, üzerinde bu denli fikir birliği bulunan bir sorun çözülemiyor? Sorunun çözümü, bu paydaşları memnun edebilecek bir sistem tanımlayıp uygulamaya koymak değil midir?
Tarım sorunları için tamamen varsayımsal bir Paydaş İlişkileri Matriksi bu anlaşılmaz durumu netleştirmektedir. Şöyle ki:
Tarım sorunları için varsayımsal PİM
Çiftçiler (küçük)
Çiftçiler (büyük)
Tarım Bakanlığı
Sanayi Bakanlığı
Tar.Kre. kooper.
TBMM
Tar.Mak. ithalatçısı
Tar.mak. imalatçısı
Kamu çıkarı
Çiftçiler (küçük) X
Sorun 1
Sorun 2
Sorun 3
Sorun 4
Sorun5
Sorun 6
Sorun 7
Sorun 8
Çiftçiler (büyük) X
Sorun 9
Sorun 10
Sorun11
Sorun12
Sorun 13
Sorun 14
Sorun15
Tarım Bakanlığı X
Sorun 16
Sorun17
Sorun18
Sorun 19
Sorun 20
Sorun21
Sanayi Bakanlığı X
Sorun22
Sorun23
Sorun 24
Sorun 25
Sorun26
Tarım kredi kooper. X
Sorun27
Sorun 28
Sorun 29
Sorun30
TBMM X
Sorun 31
Sorun 32
Sorun33
Tarım makine. ithalatçısı X
Sorun 34
Sorun35
Tarım makine. imalatçısı X
Sorun36
Kamuçıkarı X
Küçük çiftçi gözü ile:Bu sorunlara örnekler vermek gerekirse:
Sorun 1- Rekabet gücü yüksek olan, daha ucuz ve kaliteli ürün üretip pazarın istediği hızda sunabildiği için, küçük çiftçinin rekabet gücünü düşürücü etki yapmaktadırlar,
Sorun 2- Tarım Bak.nın politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,
Sorun 3- Sanayi Bak.nın politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,
Sorun 4- TKKoop.’nin politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,
Sorun 5- TBMM’nin çıkardığı yasalar genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,
Sorun 6- İthal makineler küçük çiftçilerin alabileceğinden çok daha pahalıdır,
Sorun 7- İmalatçılar, büyük çiftçilerin kitlesel üretimlerine göre makineler üretmekte ve alım güçlerinin katlanamayacağı fiyatlardan satmaktadırlar,
Sorun 8- Doğal kaynakları verimsiz kullandığı gerekçesiyle küçük çiftçinin sahip olduğu toprakları toplulaştırmaya çalışmakta, bu ise küçük çiftçinin zamanla yok olmasına yol açmaktadır.
Büyük çiftçi gözü ile
Sorun 9- Tarım Bak., çoğunluğu oluşturan küçük çiftçinin etkisinde kalarak verimsizliğe yol açan politikalar izlemektedir,
Sorun 10- Sanayi Bak. Tarım Bak. İle eşgüdüm sağlayamamakta, bu ise özellikle büyük çiftçinin önemli kayıplara uğramasına yol açmaktadır,
Sorun 11- TKKoop. Politik çekişmeler nedeniyle tarımın çıkarları dışına çekilmektedir,
Sorun 12- TBMM’den çıkan yasalar genellikle küçük çiftçileri kollamaktadır,
Sorun 13- İthal edilen makineler için yeterli bakım hizmeti verilmiyor, ayrıca da pahalı,
Sorun 14- İhtiyaca uygun makine üretmiyorlar, ayrıca da pahalı,
Sorun 15- Kamu çıkarı adına verimli tarım toprakları sanayiye açılıyor.
Benzer şekilde, tarımın diğer paydaşları açısından da sorunlar üretilebilir. Görülmektedir ki, her paydaş açısından memnuniyetsizlikler vardır, ama bunların çoğu üst üste gelmemektedir.
Böylece durum netleşmektedir. Çünkü, tarım sisteminden şikayetçi olan paydaşlar, birbiri ile sorunlar yaşadıklarını düşünmektedirler. Tarım sisteminden şikayetçi olmak, ortak bir özellik gibi görünmesine rağmen, yukarıdaki –tamamen rastgele ve gerçek dışı- matriksten de görüldüğü gibi, mevcut tarım sistemi yerine, üzerinde uzlaşabilecekleri bir sistem özelliği yoktur. Paydaşların taleplerindeki uzlaşmazlık sonunda bir sorunlar yumağı doğmakta, bu yumak “tarım sisteminin sorunları” olarak ifade edilmektedir. Gerçekteki sorun ise paydaşların çıkarlarını aradıkları yönlerdedir.
Bir başka örnek “enflasyon” sorunu olabilir. Aşağıda, enflasyon olgusunu etkileyen ve ondan etkilenenlerin (enflasyon paydaşları) yer aldığı PİMsorunlar görülmektedir.
Yüksek enflasyon sorunu için varsayımsal PİM
Sıradan yurttaş
Faiz geliri sahibi
Ücretli enf. endeksli
Ücretli enf. endekssiz
TL borçlu kişi
Dolar borçlu kişi
Büyük sanayici
Küçük sanayici
Sıradan yurttaş
X
Faiz geliri sahibi
(-)(*)
X
Ücretli -enf.’a endeksli
(-)
(+)
X
Ücretli–enf.’a endekssiz
(+)
(-)
(-)
X
TL borçlu kişi
(-)
(+)
(+)
(-)
X
$ borçlu kişi
(+)
(-)
(-)
(+)
(-)
X
Büyük sanayici
(-)
(+)
(+)
(-)
(+)
(-)
X
Küçük sanayici
(+)
(-)
(-)
(+)
(-)
(+)
(-)
X
(*) (-) = Zıt Yönlü Çıkarlar, (+) = Aynı Yönde Çıkarlar anlamındadır.
Yüksek enflasyon sorunu için PİM’den görüleceği gibi “yüksek enflasyon sorunu” olarak, sanki tüm paydaşların üzerinde uzlaşısı varmış gibi adlandırılagelen sorun aslında tekil değildir. Çıkarları aynı yönde olan paydaşlar dahi, enflasyonun düzeyi, enflasyon-$ kuru ilişkisi, enflasyon ile ücret endeksi ilişkisi gibi konularda birbirlerinden farklı çıkar tercihlerine sahiptirler. Çıkarları ters yönde olanlar da bir o kadar farklılıklar göstermektedir.
Bu durum karşısında “enflasyon sorununu çözmek” gibisinden bir sözün ne anlamlara geleceğini –ya da daha iyisi gelmeyeceğini- kolayca görebiliriz.
Benzer bir yaklaşım tarım sektörü için de yapılırsa, tarım sektörünün sorunları olarak adlandırılan sorunların sadece çiftçilerin –ki onların yasal ve ahlâki çıkarları da bir dağılım uyarınca farklılaşmıştır- sorunları olmayabileceği, kimi zaman kamu çıkarına, kimi zaman da bir başka paydaş çıkarına ilişkin sorunların söz konusu olabileceği söylenebilir.
Örneğin, AB’ye giriş sürecinde uluslararası tarım örgütlerinin normları ile farklılıklar, böyle farklı nitelikli bir sorun olarak ortaya çıkabilir.
Sonuçlar
- Tarım sektörünün sorunları üzerinde yapılabilecek çalışmaların sağlam bir temele oturması için bu sektör paydaşları için PİM sorunlar saptanmalıdır.
- Matriksin her hücresi içine bir de zaman boyutu eklenerek, kısa vade ve orta-uzun vade sorunları ayrılabilir. Böylece, örneğin kısa vade içinde sorun bulunmayan bir hücrede orta veya uzun vadedeki sorunların ifade edilebilmesi mümkün olur.
- Paydaşlar arasındaki sorunlar matriksin köşegenine göre simetrik olabileceği gibi farklı da olabilir. Örneğin, çiftçiler ile bankalar arasındaki sorunlar böylesine asimetriktir. Çiftçiler açısından sorun banka kredilerinin yüksek faizleri iken, bankalar açısından sorun ise firmaların kârlılıklarının düşüklüğü –dolayısıyla da geriye ödeme kabiliyetlerinin düşüklüğü- olabilir.
- Benzer bir asimetri paydaşlardan bankalar ile kamu çıkarları arasında olabilir. Şöyle ki: Bankalar –özel bankalar kastediliyor-, kamu fonlarını, kamuya –mudiler- azami nema sağlayacak şekilde plase etmesi gereken kuruluşlardır. Buna göre kamu çıkarı, bankaların ellerindeki fonları kamu çıkarının azami olduğu alanlara plase edilmesini tercih eder ve bunun dışına çıkan plasmanları birer “sorun” olarak görür.
- Bankalar açısından ise kamu çıkarı ile ilgili bir sorun görülmeyebilir. Böylece 2 yönden bakıldığında 2 farklı durum görülmektedir.
- Özetle, matriksin köşegenine göre simetrik sorunlar olabileceği gibi –enflasyon PİM’de olduğu gibi-, asimetrik sorunlar da olabilir; hattâ tek taraflı sorun da olabilir.
- Kurum, sektör ve/ya toplum sorunları üzerinde tartışılırken, sorunların bu matriks yapısı ve matriksin özellikleri dikkate alınmadığı takdirde sorunlar çözülmek bir yana daha da karışabilir.
9 Aralık 2001
-
May 25 2012 “KUŞKUSUZLUK” (EZBER) HER TÜR İRTİCANIN KAYNAĞIDIR!
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana açık ya da örtülü biçimde hep gündemde kalmış belki de tek konu “irtica” olmuştur. Arapça “rücu” (geri dönme, eskiyi isteme) anlamındaki bu sözcük, Osmanlı’nın dini esaslara dayalı toplum yaşamını geri getirme isteği olarak pratik içerik kazanmıştır.
Konuya ideolojik bağlam dışında bakılırsa “irtica”nın, dine dayalı düzen isteği değil, belirli bir dine dayalı olarak yaşamak isteyenlerin, böyle yaşamak istemeyenlere baskısı olduğu, toplumun ortak yaşam alanlarındaki kuralları, sadece belirli bir inancın kurallarının belirlemesi yönündeki baskısı olduğu anlaşılacaktır. Halbuki, ortak yaşam kesitleri dışındaki alanlarda herkes inancına uygun yaşayabilmeli, ortak yaşam alanlarında ise çeşitli inançlardan bağımsız kurallar üzerinde uzlaşılabilmelidir.
Bu bağımsız kuralların en mükemmel kurallar olması gerekmez, sadece üzerinde uzlaşılmış olması yeterlidir. Laik toplum yaşamı içinde inançların korunabilmesi ancak bu şekilde mümkündür.
Laikliğin böyle değil de, herkesin, toplum yaşamının her alanında, tüm inançlardan arındırılmış olarak yaşaması biçiminde anlaşılması halinde, herkesin belirli bir inanç doğrultusunda yaşaması dayatması demek olan irticanın bir başka türü ortaya çıkmış olmaktadır. Birincisine din temelli irtica denilebilirse, ikincisine de laik temelli irtica denilmek gerekir. Yani bir anlamda bu defa laiklik bir yeni din olarak ortaya çıkmakta ve herkesin bu yeni dine biat etmesi istenmektedir.
İki irtica türünün de ortak yanı “tek doğrulu” olmasıdır. Kendi dışındaki doğrulara kapalı olunmasını istemekte, kendi yaklaşım yolunun sorgulanmasını, bundan kuşkulanılmasını yasaklamaktadır.
Karmaşık bir aritmetik ifadenin sadeleştirilmesinde olduğu gibi ifadeyi karmaşık hale getiren terimlerden sıyrıldıkça, irticanın temelindeki çekirdeğe varılmaktadır: Kuşkusuzluk yani ezber!
Ezber (yürektenlik), bir bilginin “değişmez tek doğru” olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla tahkik edilmeyişidir. Merak kökenli kuşku ile birleşik olmayan her bilgi «yürekten bilgi» olup, «yürektenlik” bir öğrenme yöntemi olan «akılda tutma (belleme)» değildir. (Farsça yürekten demek olan ezber’in İngilizce’deki karşılığı by heart, Fransızca’daki ise par coeur `dür.)
Ezber denilince genel olarak akla hemen okul gelir. Gerçekte ise, kuşkusuzluğun telkin edildiği her durum, her kurum birer ezber kaynağıdır. Kavrama daha da net bakılırsa, kuşkuyu ortadan kaldırmaya yönelik her girişim ezber için bir alt yapı hazırlar.
Çocuğun aile içindeki yaşamında, kuşkusuzluk yani ezber, ana-babanın yaşamlarını kolaylaştırıcı bir araç haline gelir. Anne ve/ya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarının tek doğru davranış olup olmadığını sürekli sorgulayan bir çocuğa dayanmak güç görünebilir. Bunun yerine, tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi, kuşkuculuğu yani merakı bastırılmış bir çocuk tercih edilebilir. Onunla yaşamak daha kolaydır. Hele, bunun üzerine biraz da itaat sosu dökülürse istenen ideal çocuk bulunmuş olur. Halk arasında bu tür çocuklara ayıp olmasın diye “köşe yastığı” değil “uslu” denilir.
Aile tarafından uygulanan bu kuşkusuzlaştırmaya doğal olarak okul kurumu da uyar ve öğretilenlerden kuşku duyulmamasını eğitim yaşamının bir numaralı kuralı olarak ilan eder. Okuldaki ezberin kaynağında işte bu uyum vardır. Aile ve okul eğitiminin yanısıra, toplumun eğitim kurumları olan kitle iletişim araçları, çeşitli sosyal gruplar da kuşkusuzluk ilkesini benimsemek zorundadırlar.
Bu zincirleme tepkimenin en talihsiz ürünü “inançtaki kuşkusuzluk”tur. Yıllardan beri “inanç” ve “kuşku” bir araya gelemeyecek iki zıt kavram olarak takdim edilmiştir. Gerek “ilim” gerekse “bilim” ehilleri toplumu, bu iki kavramın çatışmasının kaçınılmazlığına koşullandırmışlardır. Her iki taraf da kendi doğrularının mutlak ve tek olduğuna inanmış, kendi yandaşlarını da buna koşullandırmıştır.
İnanç bir defa doğan ve öylece süren bir olgu olduğu takdirde bu “kör inanç”tır. Kuşku ile sürekli olarak test edilen ve giderek daha üst formlara varan bir inanç ise kuşkuyla “bütünleşmiş”tir. Aynen iki ayrı renk ipliğin birlikte sıkıca sarılarak yeni bir iplik oluşturması gibi!
İnanç ve kuşkunun “bir” değil ama bir “bütün” olduğunu, bırakınız yan yana gelmemeyi, ayrı olmamaları gerektiğini kavramalı, bu yeni anlayışın yaratacağı barış ortamını gerçekleştirebilmeliyiz
Şimdi bir soru: tek doğrululuğa bu denli koşullandırılmış bir toplumda, (dir)lerden kurtulup (mi?)lere nasıl geçeriz?
Her tür fanatizmin, her tür tek doğrululuğun, her çatışmanın kaynağında kuşkusuzluk yani ezberin olduğunu, toplumun tüm yaşam kesitlerini (sanayide, sanatta, bilimde, eğitimde ve her yerde) bir tümör gibi sarmış bulunan ezberden kurtulabilmenin ön koşulunun, bu konuda genel bir duyarlık yaratmak olduğunu nasıl anlatabiliriz?
Dini fanatizmle başa çıkabilmenin yolunun, fanatizmin kaynağı olan kuşkusuzluk yani ezberle mücadele olduğunu, bu işlerin tüm ilgililerine acaba nasıl anlatabiliriz?
İşte mesele budur ve ülkemizin tüm akıllı insanları buna kafa yormalıdırlar. Ama tek doğrulu biçimde değil!
27 Eylül 2001
-
May 25 2012 DÜŞÜNCE KALİTESİ!
Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.
Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;
- O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
- O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
- O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak
gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.
Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.
Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:
- İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
- Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
- O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
- Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,
Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.
Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:
- Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,
Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.
- Bilgi eksiği,
- Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
- Ana dil yetersizliği,
Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.
27 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?
Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?
İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.
Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.
Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.
Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.
Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.
Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.
Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.
Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.
Şaka bir yana..
Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.
Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?
Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!
(Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).
Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.
(Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..
O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.
Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.
Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.
Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki, Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.
Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.
Ya çözersin ya övünürsün..
Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.
Peki ya insani değerlere n’oldu?
Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.
Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?
Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil, birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.
Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.
Güçsüzlere yer yok..
Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.
Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.
Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.
Kimler farkına varmalı?
Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.
Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?
İyi, Kötü ve Çirkin..
The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.
Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!
Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.
24 Mayıs 2011 Salı
-
Nis 16 2012 Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.
Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.
Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..”
Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!
Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?
Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.
Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.
Dağarcık zafiyeti
Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.
Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.
Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.
Örnekler..
- Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
- Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
- Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
- Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
- Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?
Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.
Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.
Sonuç: Gerçekçi iki vaat!
Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.
Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.
Pazar, Mayıs 2, 2010
[1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir. [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
- 1
- 2