• Hayvan muamelesi !

    Öyle deyimler vardır ki, onları biraz kurcaladığınızda altından çıkan cılk, yüzlerce ayıbınızı yüzünüze vurur, nedenlerini bir türlü anlayamadığınız bir çok sorununuzu açıklar.

    “Hayvan muamelesi” deyimi de bunlardan biridir. Örneğin, “Bize hayvan muamelesi değil, insanca davranılmasını istiyoruz!” denildiğinde çoğu kimse ne denilmek istendiğini anlar. Anlamayanlar yalnızca, hayvanla insan arasında önemli bir fark olmadığını, olan farkların insanlar arasında da bulunduğunu bilenlerdir.

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler!” deyimi, istatistiksel güvenilirliği çok yüksek bir deyimdir. Herhalde yüzbinlerce defa denenmiş ve insanlar öğünür; yiğitlik gösterisinde bulunurlarken ne gibi melanet işlediklerini de itiraf ettiğini gören bilge kimselerce söylenmiştir.

    “Hayvan muamelesi” deyimi, hayvanların Tanrı’nın yaratığı olarak görülemeyeceğini, onların dövülebileceğini, zevk için öldürülebileceğini (adına av deniyor), etlerinin, sütlerinin, emeklerinin sonuna kadar sömürülebileceğini, onların kötü muamele edilmek üzere yaratıldıklarını, insanların ise -pisliklerinde boncuk bulunduğu için- farklı muameleye mazhar olduklarını ifade ediyor.

    Ama, istatistiksel güvenilirliği en az yukarıdaki atasözü kadar yüksek olan bir başka gözlem de vardır: O da, hayvanlarla insanlar arasında böylesine fark görenlerin, insanlığa da daima zarar verdikleri gerçeğidir.

    Beş yıl kadar önce, av turizmi denilen vahşetin Dünya çapında yasaklanması için bir kampanya açmada önderlik etmesini istediğim, vahşi hayatla ilgili bir vakfın pek ünlü bir yabancı “büyüğü”, bu çağrıya yazdığı cevapta avcılığın faziletlerini uzun uzun anlattıktan sonra, “siz önce ülkenizdeki insan haklarına eğilseniz” demeye gelen ifadeler kullanmıştı. Bu yabancı büyüğün bizzat sıkı bir avcı olduğunu sonradan tesadüfen öğrenmiştim.

    Birkaç yıl önce sinemalarda oynatılan “ayı” filmindeki sevimli yaratıkların, bakım külfeti nedeniyle, emanet edildikleri Kanada’daki milli parkta bakıcılarınca katledildiklerini öğrenince, hayvan sevgisizliğinin yalnız bize mahsus olmadığını anladım.

    Tabii ki bu iki örnek de uç olaylardır ve genelleştirilemez. Gelişmiş ülke insanlarının hayatlarında, hayvanların yeri bu iki örnektekiyle bağdaşmayacak ölçüde sevgi doludur.

    Hayvanlara karşı duyarlı olanlara karşı genellikle yöneltilen bir eleştiri vardır: O da, insanların temel sorunları çözülmemişken, hayvanlarla uğraşmanın bir fantezi, hatta daha da öteye insanlara karşı sorumsuzluk olduğudur.

    İlk bakışta pek doğru gibi görünen bu eleştirinin tek ve kesin yanıtı şudur: Dünyadaki canlılar -hatta cansız dediklerimiz-, tümü birden bir bütünü oluştururlar. Bu gerçeği biraz anlayanlar buna eko-sistem, daha iyi anlayanlar da Tanrı’nın bir görüntüsü derler.

    Canlıları birbirinden ayırmak, henüz bu iki gelişmişlik düzeyine henüz varmamışların bilinç düzeylerinin bir göstergesidir.

    21 Ağustos 1994, Pazar

  • Bu da nereden çıktı?

    Toplumumuzun gelişme yolunda geri kalma nedenlerinin başında, Sorun Çözme Kabiliyeti denilebilecek bir özelliğindeki yetmezlik olduğu iddiası var. İddia sahip(ler)inin kim(ler) oldukları ve kaç kişi olduklarının hemen hiçbir önemi yok; velev ki 1 kişi olsun.

    Eğer yeterli kanıt ya da en azından birkaç işaret gösterilebilirse kim ve kaç sorularının önemi kalmaz. İşte bunlardan birkaçı:

    • Bir arada yaşayabilmenin en temel uzlaşılarını başaramamış olmak
    • Demokrasi, özgürlük, egemenlik, inanç, laiklik, sekülerlik ve benzeri birkaç temel kavram üzerinde uzlaşamamış olmak
    • En etkili sorun çözme araçlarından birisi olan “eğitim”i, kendi ayakları üzerinde durabilme becerisikazanmak olarak anlayıp uygulamak yerine, -herkes için farklı- bir ideolojiyi benimsetme yöntemi olarak anlamlandırıp kullanmak
    • Laikliği, salt bir yasa maddesi olmaktan öteye götürebilmek için, bu kavramın temelinde yatan koşullanmama hakkı‘nı konu bile etmemek
    • Sorunları çözmeye çalışmadan önce, onların nedenlerini, o nedenlerin nedenlerini ve ilh. sorgulamak gibi basit bir yöntemi akıl edemeyip ezberlenmiş kalıpları uygulamaya çalışmak
    • Bir toplumun gelişkinlik ölçütlerinin en başında, kavram dağarcığı zenginliğinin geldiğini, her yeni durumun ancak o durumla ilgili yeni kavramlar üreterek anlaşılabileceğini idrak edememiş olmak
    • Tüm canlılar gibi insanoğlunun da en temel becerilerinden birisinin öğrenmek olduğunu ıska geçip, kazandırabileceği tüm maddi ve manevi zenginliklerden bihaber yaşamak
    • Kaynaklarını, sorunlarının kökleri yerine onların hayaletleriyle boğuşarak harcamak
    • Haydi hepsini bir yana bırakınız: Bilim’in en güçlü sorun çözme aracı olduğu gerçeğini tüm gelişkin toplumların gözlerinin içine baka baka ıska geçip, birbirine ünvan dağıtmaya indirgemek.

    Şu adreste [1], birkaç zihin haritası var. Bir tanesi Napolyon’un 1812 Rusya seferinin bir analizi. Bir diğeri de Rus kozmonot Georgi Grechko’nun, 1977’deki ilk uzay yürüyüşü sırasındaki 1500 gün doğumu ve 1500 gün batımından oluşan cyclogram‘a ilişkin son derece ayrıntılı bilgileri sığdırabildiği zihin haritası.

    image0014

    Bu kadar basit bir sorun çözme aracını yaşamına sokabilmiş insan sayısı da pekala Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin bir göstergesi olabilir. İsterseniz bir soruşturun.

    27 Temmuz 2008

  • Aralar nasıl doluyor?

    Uzun süredir merak ettiğim bir konuda bir cevap bulduğumu ‘sanıyorum’; ama bunun nihai cevap olmayabileceği nedeniyle, ortaya atıp gelebilecek görüşlerle zenginleştirmemin doğru olacağını düşündüm. Merak ettiğim soru şudur:

    Değişik, meslek, akıl- fikir düzeyindeki insanlarla konuştukça -ki ben de o kümenin bir üyesiyim- çeşitli alanlardaki ne- niçin- nasıl yanıtlarının oluşturduğu zihinsel kurgularının (mind set) eksiksiz bir bütünlükte olduğu izlenimini edindim.

    Acaba insanlar bu eksiksizliğe nasıl erişiyorlar; zihinlerindeki kuşkusuzluğa dayalı sükûnet ortamını nasıl kuruyorlar?

    Bulduğumu zannettiğim cevap, başlıklarla şöyle:

    • İnsanoğlu dünyaya tabula rassa (beyaz sayfa) olarak gelmiyor; insanoğlunun genel genetik birikimini ve soyunun özel genetik mirasını beraberinde getiriyor. Böylece bir yandan organizmasının ihtiyacı olan işletim sistemine otomatikman sahip olurken, bir yandan da ana babasından itibaren geriye doğru, soyundaki bir takım olumlu- olumsuz özellikleri de – kendi iradesi dışında- yaşamının ‘verileri’ olarak getiriyor. ‘Beyaz sayfa’ olmayışının nedeni budur.
    • Bu noktadan sonra, yaşamının çeşitli yansımaları ‘sayfa’ ya düşmeye başlıyor. Sayfa’ya ilk düşen yaşam yansımaları‘nın bu ilk izleri çok belirleyici oluyor. Bir Markov Zinciri’nde olduğu gibi, bu ilk izler, daha sonraki yansımaları yorumlayıp birer iz haline getiriyor [1]. (Aynı bir yansımanın, değişik ilk izlerle başlamış sayfalardaki izleri birbirinden farklı oluyor; bu çok ilginç bir olgu!)
    • Sayfadaki izler (insanlık birikimi + genetik miras + ilk izler + gelmeye devam eden izler) arttıkça – ki zihinsel kurgu denilen de budur -3 ilginç sonuç ortaya çıkıyor:
        1. Kişi, zihin kurgusunun yorumlama algoritmasına uymayan girdileri görmezden geliyor veya bu mümkün olamıyorsa -girdiler güçlü ve sürekli ise-, o girdileri kendi kurgusuna göre çarpıtıyor [2].
        2. Zihinsel kurgudaki ‘ilk izler’den bazıları, eğer diğerlerinin daima sorgulamaya açık tutup, onların ‘değişmez, mutlak, kalıcı’ izlere dönüşmesini engelleyemiyorsa, izler giderek derinleşip birer ‘kesin inanç’a dönüşüyor. Bunun sonunda da kafasındakilerin doğruluğuna ölümüne inanmış tipler ortaya çıkıyor
        3. Bu ilk ikisi daha önce farkına varılmış olgular. Şimdi -yeni farkına vardığımı düşündüğüm- en önemlisi:
    • Zihinsel kurguyu oluşturan izler arasında boşluklar olması doğaldır. Kişi bunlara katiyen razı olmaz, rahatsız olur; zihinsel kurgusunun kesintisiz olmasını arzu eder ve boşlukları doldurur.
    • Eğer akıl – fikir – izan düzeyi yüksekse, araları nisbeten akla uygun ‘sentetik izler’ ile doldurur.
    • Fakat, başkalarıyla olası fikir tartışmaları sırasında, zihin kurgusu içindeki bu dolguların (ek yerlerinin) sırıtması ihtimali vardır.
    • Bu olasılığı bertaraf etmek için de, o sentetik izleri daha güçlü, zorlamaya varan ısrarla, hatta gerekirse kaba üslupla savunur. Ve böylece izlerin fark edilmesini güçleştirir, hatta neredeyse asli iz dahi sanılabilir.
    • Eğer böyle değil de akıl-fikir için düzeyi yeterli değilse, bu defa boşluklar, hurafeler, kör-kanıtsız inançlar, dogmalar, gibi sentetik izlerle macunlanıp gözden kaçırılır.

    Bu yaklaşım doğru / doğruya yakın ise ‘ilk izler’ in ne denli belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Erken çocukluk yaşlarından itibaren, ‘sorgulanmayan doğrular’ ile karşılaşan çocukların ileride birer açık ya da gizli fanatik olma ihtimali yükselir.

    Bu defo, eğitimle tamir edilemez, aksine pekişir. Çünkü bu defa kişinin sentetik iz üretmesi yerine okul öğretilerine dayalı bilgiler kullanılır.

    Bu tür kişiliklerin cahil kalmaları eğitilmelerine oranla daha az tehlikeli sayılabilir.

    Özgürleşmenin, başın içindeki sağlam sanılan yargıların (izlerin) sorgulanmasıyla başlayabileceğini, aksi halde insanın kendi kendine ürettiği safsataların esiri olarak kendi ve belki başkalarının ömürlerini tüketebileceğini düşünüyorum.

    Bu cesaret gösterilemediği takdirde, bir ömür boyu, “anlaşılmadığı“, “kendisine haksızlık edildiği” gibi düşüncelerle kızgınlığını bastırır.

    Bu pratik olarak kolay yapılabilir bir şey midir bilemem. Ama bir yol, her ağızdan ya da kalemden çıkan yargı için şu sorunun -korkmadan- sorulması olabilir: söylediğim ya da yazdığımın doğru olduğundan emin miyim ve nasıl eminim?

    Düşüncelerim – şimdilik – böyle.

    ‘Ezber’ olgusuna böyle bakılırsa, her şey daha berraklaşıyor mu?

    1 Ağustos 2008, Cuma

    [1] Edward De Bono, bu olguyu bir pelte üzerine dökülen sıcak mürekkebin yarattığı kalıcı çukurlaşmalar biçiminde örnekliyor. “Chapter 12. The Past Organize the Present”, pp 97, The Mechanism of Mind.

    [2]Thomas Kuhn bu konuda daha ileri gidiyor ve kişinin kendi paradigmasına uymayan verileri fizyolojik olarak algılamasının bloke edildiğini ileri sürüyor.

     

  • Başıboş insanlar tehlike saçıyor !

    Önce bir okur mektubundan alıntılar:

    “Gözlem Gazetesinin Ağustos ’93 sayısındaki yazınızı büyük bir coşku ile okuduk (Belediye Başkanlarımıza Açık Mektup,T.T). Duygularımıza tercüman olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

    İzmir’e çok yakın bir tatil yöresindeki evimizde bir köpeğimiz vardı. Maalesef bu yörede son zamanlarda başıboş köpekler artmıştı. Bir sabah köpeğimiz eve döndükten sonra kasılarak yere yıkıldı ve zavallıyı veterinere yetiştirmemize rağmen kurtaramadık. Tasmalı, nüfus kağıtlı, aşıları tam olduğu halde, bu yörenin belediyesinin hiç habersiz yaptığı itlafa bizimki de kurban oldu. Yapılan otopside, kullanılmaması gereken striknin maddesi bulundu.

    Bu yazıyı diğer köpek sahiplerinin dikkatini çekmek için yayımlamanızı rica ederim.

    Şimdi başka bir köpeğimiz var. Boynunda belediyenin verdiği bir numara asılı. Eğer yukarıdaki gibi bir hadise tekrarlanırsa o belediyenin canına okuyacağız.

    Nilüfer/Güngör Altıkulaç- İzmir”

    “Başıboş hayvan” deyimi pek yaygındır. Aslında bu deyimi hayvanlar için değil başıboş insanlar için kullanmak çok daha doğrudur.

    Bir ara Bursa’da sahipsiz kedileri toplatıp fırında yakan bir belediye başkanı da “ne yapalım yani insanlar kudursunlar mı?” diyerek küçük aklıyla bir savunma yapmıştı.

    Bu tür bir kafa yapısı, mutlaka birilerinin ölmesi gerektiğini, insanlar öleceğine hayvanların ölmesinin daha doğru olduğunu savunan sapık zihniyetin çok sayıdaki temsilcilerinden yalnızca birisine aittir.

    Bu yaratıkların, kendilerine zarar verceğini düşündüğü her canlıyı ortadan kaldırabilecek tehlikede, Hitler’e rahmet okutacak birer cani olduklarına şüphe edilmemelidir.

    Bence başıboş hayvanlardan ziyade bu insanlar daha tehlikelidir ve mutlaka tecrit ve mümkünse tedavi edilmeye ihtiyaçları vardır.

    Çocuklarımıza (ve bir kısım büyüklere) canlı sevgisini öğreten hayvan dostlarımızı yakarak, vurarak, zehirleyerek yok eden bu canileri iyi tanımalı, bunlara verilebilecek en iyi cezanın onları seçmemek olduğunu bilmeliyiz.

    Önümüzde yerel seçimler var. Sırasıra adaylar karşımıza çıkıp neler yapacaklarını anlatıp oylarımızı isteyecekler. Lütfen bunlara, hayvanlar için ne düşündüklerini ve özellikle itlaf konusunda ne düşündüklerini sorunuz. Kerli ferli birçoğunun bu konuda ne denli caniyane niyetler taşıdığını dehşetle göreceksiniz.

    Başıboş insanlara dikkat. Esas onlar tehlike saçıyorlar, hayvanlar değil!

    Eylül 1993