• Katiller içeride ama töre dışarıda!

    Bir süre önce Töre Cinayetleri ve Ezber [1] başlıklı bir yazımda bu konuyu işlemiş ve töre denilen kavramın anlam kaymaları geçire geçire sonunda tam bir ezber haline geldiğini, hatta sorgulan(a)mayan ne varsa onların hepsinin birer ezber olduğunu yazmıştım.

    Üzerinden 1 ay kadar geçtikten sonra Mardin’de 44 kişi yine töre gerekçesiyle katledildi. Katil gerekçesi töre çok net ve açık: evlenme çağına gelmiş bir kız mutlaka amcaoğullarına “teklif” edilir, eğer böyle yapılmaz ise ömür boyu bekar kalmak zorundadır. Bu son durumda amcaoğlu yerine dayıoğulu ile evlendirildiği için katli vacip olmuştur.

    Töreyi uygulayacak olan ekip olası bir kan davasını önlemek için peşinen ailenin tüm bireylerini ortadan kaldırmak gibi bir sorun çözme yöntemi buluyorlar. Bu dahiyane fikirde herhalde akraba evliliklerinin bu denli yaygın olmasının payı büyüktür.

    Şimdi katil zanlıları (henüz mahkemeye çıkmadılar) içerdeler. Tabii ki bunun da bir önemi var; potansiyel eylemleri için bir önlem sayılabilir.

    Şimdi başka iki soru var:

    • Bu düzeyde bir akıl-fikir yapısına sahip olan yalnızca bu kişiler mi yoksa başkaları da var mıdır?
    • Böylesine akıl ve erdemden yoksun insanlar olsa da yine bir gerekçe lazım olduğuna ve töre denilen şey de güçlü bir gerekçe olduğuna göre, töre serbest olduğu sürece bunu uygulayacak psikopat insanlar bulmak zor mudur?

    Tüm medya saatlerce ve en ince ayrıntısına kadar bu cinayetin magazin kısmını verdi, lanetledi, vahşet olduğunu ve nasıl böyle bir vahşetin olabileceğine akıl erdirilemediğini kendi yorumcularından veya diğer ağızlardan verdi, hala da veriyor.

    Bütün bu “konuşulanlar” arasında “konuşulmayanlar” -yani saklı içerik- yoluyla verilen güçlü bir mesaj var: “töreler, hiçbir şekilde üzerinde konuşulmaması gereken mutlak doğrulardır“.

    Yani birileri çıkıp da, “sizin törelerinize çarpayım; bu töre dediğiniz ilkellikleri sorgulamak hadi sizin kafanıza sığmıyor, peki bu kadar okur-yazar takımı iri iri laflar edip sanki olayın derin temellerini açıklıyormuş pozları takınacaklarına, birlikte yaşamanın en basit ve vazgeçilmez kurallarını belirleyen yasaların yerine geçirilen töreleri sorgulamak hiç mi akıllarına gelmiyor?” demez mi?

    Bir imparatorluk sorgulamayıp itaat etme (ezber, biat, itaat) nedeniyle battı. Yerine kurulan cumhuriyet aynı nedenlerle batacak.

    Aklına gelenleri doğru sanıp üstelik bunları başkalarına benimsetmeye eğitim adını veren insanımız, ezberi hala belleme sanmaktan nasıl kurtulacak ya da kurtulabilecek mi?

    09 Mayıs 2009, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1075

  • Tavuk kafası koparma yarışı

    İnsan hakları konusunda alacağımız epey yol olduğu, ama belli bir hızda da olsa bu yolda adımlar atıldığı bir gerçektir.

    Uluslararası platformlarda her fırsatta Türkiye’deki insan hakları sorunlarını dile getiren yabancılara kızmıyorum. Onlar ne niyetle yaparlarsa yapsınlar, biz bu eleştirilerden olumlu sonuçlar çıkarmalıyız, çıkarıyoruz da.

    Başkalarının hataları bizim için tutunacak dal olamaz. Olamaz ama bu, hataların görmezlikten gelineceği anlamına da gelmez.

    Gazetelerde okuduğuma göre, İspanya’da “tavuk kafası koparma yarışı” yapılıyormuş. Bir ipe ayaklarından asılan canlı tavukların kafası, atlı yarışmacılar tarfından koparılırmış. Kim fazla kafa koparırsa birinci gelirmiş.

    Ben bunun doğru olabileceğine inanmıyorum. Daha doğrusu, bir insanın bundan zevk alabileceğini, bir sürü seyircinin de bunu zevkle seyredebileceğine, ondan sonra da bu insanların, “canlı hakkı”ndan sözedebileceğine inanmıyorum. Siz inanıyormusunuz?

    Benzer bir gösterinin (civcivler kullanılarak) yüzbinlerce seyircinin gözleri önünde Heavy Metal konserlerinde yapıldığını, hatta bazen daha ileri gidilerek içine dinamit yerleştirilmiş ineklerin patlatıldığını biliyoruz.

    Bu toplu illetlerin, o toplumların davranışlarına ve belki de ulusal politikalarına yansıdığını Bosna-Hersek’te bir bölü bir ölçekle görüyoruz.

    Cinayetleri eğlence ile bütünleştiren insanlarla aynı Dünyayı paylaşmak, bunlardan elem duyanların yazgısı olabilir. Ama bu insanların, hakların hiç bir türünden söz etmeye hakları olamayacağı da açıktır.

  • Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Diploma sıradanlığı kalkmalı!

    Diploma nedir?

    Katlanmış kağıt” anlamındaki diploma, ona sahip olanın akademik bir dereceyi veya belirli bir konudaki öğrenimi başarıyla tamamlamış olmaya şahitlik anlamındadır.

    İlköğretimden yüksek öğrenime kadar okul sistemimizdeki kronik hastalıklar bu düzeyde olmasaydı, herhangi bir eğitim kurumunu layıkıyla bitiren kişiye bir diploma vermek tabii ki normal sayılmalıydı.

    Olmasa ne olur / oluyor?

    Bir eğitim kurumunu başarıyla tamamlamış olmak” sürecindeki kronik sorunlar (ezber, kopya, kayırma, öğretme, her sınıftaki yetersizliklerin giderek birikmesi vb.) sonunda gelinen nokta ancak bir vektörle ifade edilebilir.

    Eğer yetersizlikler dar bir alana dağılmış ve de kabul edilebilir düzeylerde olsalardı, bir dizi yeterlik bilgisinden oluşan bir vektörü sadece başardı-başaramadı gibi iki uca indirgemek ve bunu belgelendirmek (diploma) kabul edilebilirdi.

    Yok böyle değil de diplomaya kadar uzanan ve her bir noktası -gerek öğrencilerin, gerek öğreticilerin, gerekse eğitim sistemlerinin yetersizlikleri nedeniyle- ne tam başarı ne de tam başarısızlık sayılabilecek gri renklerde ise, sonuç ister başarı ister başarısızlık olarak ifade edilmiş olsun, her ikisi de yanıltıcı olacaktır.

    Sonuç başarısızlık olarak ifade edilirse, aradaki uzun süreçteki kısmi başarılar gözardı edilmiş olacaktır. Halbuki o kısmi başarılar bir kimsenin yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Bu o kişi aleyhine derin bir haksızlıktır; ayrıca da eğitim sistemi açısından da işe yarayabilecek bir sonucun gözardı edilmesidir.

    Aksine, sonuç başarı olarak ifade edilirse bu defa da buna inanıp bu kişinin -aslında sahip olmadığı, ama diploması nedeniyle- varmış sanılan bilgi ve becerilerini kullanmaya kalkan kurum veya kişiler açısından büyük bir haksızlık olacaktır.

    Her iki durumda da olacak olanlar:

    1. Eğitim sistemine ve onun belgesi olan diplomaya güven zedelenecektir,
    2. Diploma alamayanların hakları ve bu alınamayan belge, dolayısıyla da kişinin değerlendirilmemiş bilgi ve becerilerinden toplumun yararlanması zedelenecektir,
    3. Daha da kötüsü, bu olgu kendini olumsuz yönde besleyen bir çığ etkisi yaratacak ve giderek diploma “ucuzlayacak” ve bir yetkinlik belgesi olmaktan çıkacaktır,
    4. Eğitim sistemleri (ilköğretimden yüksek öğrenime kadar) diplomadakine paralel biçimde yozlaşacaktır.

    Nitekim bugün gelinen noktadaki durum tam da budur. [1]

    Çözüm var mı?

    Her kronik sorun gibi bu sorunun da birisi kısa diğeri orta-uzun vadeli çözümü kuşkusuz vardır. Orta-uzun vadeli çözüm eğitim sistemlerinin yetersizliklerini gidermektir. Bununla ilgili kimi düşünceler, şu bağlantıda dile getirilmiştir. [2]

    Kısa vadeli çözüm ise, tüm eğitim kurumlarının (ilköğretim ve yüksek öğrenim dahil) diploma vermenin özel bir merkezi yetkinlik sınavında kabul edilebilir bir başarı vektörü gerçekleştirmesine bağlanması, mezuniyette ise sadece bir transcript belgesi verilmesidir. Bu belgeyi elinde tutan kişinin çeşitli derslerdeki -tek tek- başarı düzeyleri sıralanır ve kesinlikle başardı-başaramadı gibisinden bir “sonuç başarı” ifade edilmez.

    Bu belgeyi inceleyen kişiler, aradıkları bilgi beceri alan(lar)ında kabul edilebilir bir başarıya rastlarlarsa o kişinin o yetkinlik(ler)ini değerlendirebilirler.

    Pıtrak gibi çoğalan kamu ve özel üniversiteler başta olmak üzere tüm eğitim kurumları reforme edilmek isteniliyorsa pekala böyle bir pratik noktadan başlanabilir.

    13 Haziran 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’DumbBlonde.wmv

    [2] https://www.tinaztitiz.com/kategori.php?id=22

     

  • İkna olmaya hazır ve ikna etmekle görevli olanlar!

    Önce bir bayat fıkra: Yeni genel müdür ilk günkü gözlemlerinden sonra hemen bir duyuru yayımlar. Duyuru No 01: İşe geç kalan personel, mesai bitiminde çıkan personelle koridorlarda çarpışmaktadır. Dikkatli olunmasını rica ederim.

    Ertesi gün ikinci duyuru gelir; Duyuru No 02: İşten erken çıkan personel, sabah işe gelenlerle çarpışmaktadır, dikkatli olunması rica.

    Üçüncü gün ise şöyle bir bildiri; Duyuru No 03: Geç kalan ve erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için 02 nolu duyuru iptal edilmiştir.

    Gazete ve TV’lerdeki çeşitli konulardaki yorumlara dikkat ettikçe bir özelliğin daha çok farkına varır oldum: yazıp konuşanların büyük çoğunluğu, düşüncelerinden çok eminler; öylesine eminler ki, bu düşüncelere katılmayanlarla hakarete varan derecelerde alay edebiliyor, nasıl olup da bu denli açık(!) gerçeklere(!) karşın farklı düşüncelerde olabildiklerini anlamıyor, bunun olsa olsa zeka geriliği, genetik faşizm gibi tedavisi imkansız yerlerden kaynaklandığı sonucuna varıyorlar.

    İnternet ortamının daha kolay kullanılabilir olmasından mıdır nedir bilinmez, çeşitli iletişim gruplarındaki uzun yazışmalardaki durum daha da sert. “Doğru budur, bunun dışındaki doğru sahipleri eşektir!” eşdeğerliğinde yargılar havada uçuşuyor. Yargılarına destek olması için çeşitli ideolojilerin kalıplarını dile getirenler daha bir bilgiç; onlarda -kendi doğrularının dışındakilere- hiç tolerans yok.

    Doğrusu bunun tam bir analizini yapamıyorum, hangi meslek dalı yapabilir ondan da emin değilim. Yalnız anlayabildiğim, bu kişiliklerde bir “kolay ikna olma” özelliği var. Hatta çokluklarına bakılırsa, esas geride kalanlarda bir “kolay ikna olamamak” hastalığı olabilir.

    Bir küçük varsayımın dahi sonuçlarda ne büyük farklar yaratabildiğini, hele hele birkaç varsayım ardarda gelince “olmaz olmaz” diye bir kavram olamayacağını, söylenen bir cümlenin 5 kişiden aktarılınca ne acayiplikler doğabileceğini denemiş olanlar, bu kolay ikna olabilirlik özelliğine sahip kişilikler için tüm olayların, tek adımlık, doğrusal -ama yine de heyecan verici- birer açıklamasının mümkün olabileceğini kavrayacaklardır.

    Gerçekten bu özellik bir müsekkin kadar rahatlatıcıdır. Zihninde kuşku bulunmayan, kendine eğri görünen her şey için muhakkak bir “kim” -nadiren de kimler- sorusu üreten bir kişi, bu susuzluğunu gidermek için kendisine sunulan “gerçek”ler karşısında niçin dirensin ki!

    Bu tür bir kişiliğin -eğer genetik bir özellik filan değilse- kolektif bir çabanın sonucu olması daha akla yakın görünüyor; yani aile-okul-toplum-medya işbirliği gibi. Çünkü bu tür kişilikler -ilk anda sanılabileceği gibi- sadece sorgulamama (ezber) yönteminin yaygın olduğu din eğitimi yapılan okullardan değil, tamamen aksi kutuptaki kolej ve üniversitelerden mezun olmuş, üstüne üstlük akademik derece almış kişilerde de “çok” yaygın.

    TV’de üç kişilik bir oturum. Üçü de “düşüncelerinden son derece emin” kişiler. Her biri, söz sırası geldikçe, kibar, bilimsel görünüşlü bir jargon içinde, demokrasi ve insan haklarının nasıl gerçekleştirilebilecek iken niye olamadığını, hemen ne yapılarak ne olacağını ifade ediyor ve birbirlerine kanıt oluyorlar.

    Söyledikleri yapıldığında neler olabileceğini tahminde ise değme falcı ellerine su dökemez. Doğrusu insan bu kişileri dinledikçe bu denli açık gerçeklere niçin bir türlü ulaşamadığını düşünüp içten içe bir haset duymuyor da değil.

    Bu tür bir kişilik -en azından kendisi için- iyi olabilir. Çeşitli olasılıklar, sorular karşısında neyin niçin olduğunu aramaya, hele hele cevabını bilemediklerinin yaratacağı belirsizlikler altında kıvranmaya gerek bırakmayan bir netlik dünyadaki cennet sayılmaz mı?

    Sokaktaki insan karmaşık gerçeklerden hoşlanmaz. O da olur bu da olur gibisinden ifadeler sokak insanı nezdinde “kıvırmak”tır ve -özellikle de erkeklere- yakışmaz. Bir sorunun cevabı ya öyledir ya böyledir; bir şey ya siyah ya beyazdır.

    Ben bu tür kişiliklere, kolay ikna olabilirlik anlamında “kuşkusuzlar” diyorum.

    Bir de, “gerçekleri” başkalarına “tebliğ” etmeye, cahil, gafil ya da hain insanları doğru yollara çekmeye çalışan kişilikler var. Onlar kademeli bir ikna yolu ile başlayıp giderek sertleştirmeyi seçiyorlar. Önce rol model olarak, sonra telkinle, daha sonra tenbih (uyarı) yoluyla dayatarak, nihayetinde ise kötek ile “ikna”. Bunlara da “benimseticiler” adını taktım.

    Acaba bu iki kişilik tipi arasında bir ilişki, bir ortak nokta var mı; yoksa tamamen bağımsız kişilikler mi?

    Merak ettiğim ikinci nokta da, herhangi bir konuda benimseticilik ortaya çıktığında, tam aksi yönde bir başka benimseticiliğin ortaya çıkıp çıkmadığı; çıkıyorsa ne olup da çıktığı.

    Bunun cevabını düşüneduralım, birinci sorumun cevabını buldum galiba: Aslında benimseyici ve benimsetici diye iki ayrı kişilik yok. Bunlar aynı ve de aynı olmak zorunda. Çünkü benimsetici olabilmek için, tebliğ edilecek her ne ise onu “yürekten” (by heart=par coeur=ezber=sorgulamadan) benimsemiş olmanız gerekiyor. Bu ise benimseyiciliğin tam tanımı.

    Şimdi, niçin bu denli yoğun -ve çok yönlü- bir benimsetme ortamı var daha iyi anlaşılıyor. Çünkü çoğunluk benimseyici. Kendi doğrularından o denli eminler ki bu doğrularla başkalarının aydınlanamamış olmasını kabullenemiyorlar ve derece derece benimseticilik başlıyor.

    Şeytan konusunu işleyen filmlerde hep görürüz; şeytanla karşılaşan kişi haç gösterir ya da bir dua ederse şeytan bir anda taş kesilir.

    Benimseyiciler ve benimseticiler karşısında okunabilecek bir dua biliyorum: “öyle olduğunu nereden biliyorsun?”

    4 Mart 2008

  • Araçları kimler yakıyor?

    Son aylardaki araç kundaklama olaylarını kastediyor ve şu soruyu soruyorum: Bu araçları kimler ve de niçin yakıyor?

    Ayrıca bir sorum daha var: Birkaç gün önce bir polis otosu, aşırı hız nedeniyle otoyolda giderken takla attı ve alev alarak içindeki iki kişiyle birlikte yandı. Bu aracı kim ve de niçin yaktı?

    Verilecek yanıtları tahmin edebiliyorum. Birincisi için, “sınır ötesi harekâtı protesto etmek isteyenler“; ikincisi için ise “sürücü kusuru sonucu doğan bir kaza” denileceğini duyar gibiyim.

    Bu kişilerin, olaylarla “ilgili” olduğu su götürmez; götürmez ama bu yanıtların tür olayların meydana gelmesini önlemeye yetmeyeceğini de su götürmez.

    Gerek araç kundaklama, gerekse kaza gibi görünen ikinci olayın kök nedenleri aynıdır ve o neden, “yurttaşlık sorumluluğuna sahip olmayan, ama yurttaş olarak yaşamlarını sürdürebilen” insanlarımızdır.

    Kundaklama olayları sırasında çağrılan itfaiye, saygısızca park edilip sokakları geçilmez hale getiren araçlar nedeniyle müdahale erken müdahale edemiyor. O halde aranan “kundakçılar” uzaklarda değil, bizzat o sokaklarda oturan kimi saygısız “yurttaş”lardır.

    Ayrıca, en hızlı itfaiye müdahalesinin dahi, alev almış bir araç için değil, belki başka araçlara sıçrama riskini azaltmaya yarayacağı da belli olduğuna göre, “ilk müdahale”nin o sokakta oturanlarca yapılması beklenir. Gerek konutlarda gerekse araçlarda bulundurulması gereken yangın söndürücülerin hiç birisi olmadığı nedenle, bir defa daha esas sorumlunun saygısız yurttaşlar olduğu söylenebilir.

    Aynı kök neden yanan polis otosu için de geçerlidir. Böyle bir durumda tek işe yaramayacak çare itfaiye çağırmaktır. O trafik kalabalığında hangi hızla hareket ederse etsin hiç bir itfai aracı yangın için bir çözüm olamaz. Umulan çözüm, alev alan arabayı çevreleyen yüzlerce araçtaki yangın söndürücülerin kullanımıdır. Böyle bir yolla -örneğin aynı anda kullanılacak 20-30 adet söndürücü ile- yanan oto anında söndürülebilirdi.

    Afrası tafrası, pahalı araçlarıyla caka satanların hiç birisinde 5-6 litrelik ciddi bir yangın söndürücü yoktur. Yoktur ama yasal olarak da aklen de vicdanen de olması gerekir.

    Peki bu durumda sorumlu kimdir?” sorusunun yanıtı yine aynıdır: saygısız -ve o ölçüde de ahmak- yurttaşlar. “Ahmak”, çünkü aynı olayın onların da her an başlarına gelebileceğini idrak etmekten aciz oldukları için.

    Sessiz motorlu helikopter(ler) satın alarak kundakçıları caydırma fikri kimindir bilinmez. Ama kundakçıların (yani esas kundakçı yurttaşlar değil de molotofları atanlar‘ın) içlerinden nasıl keyifle güldüklerini görür gibiyim.

    Halbuki, genel bir çağrı -ve ardından da denetim- yapılarak, her bağımsız konutta ve her araçta, her an dolu ve işe yarar büyüklükte birer yangın söndürücü bulundurulmasının, kundaklama olaylarının “keyfini bozacağı” anlatılsa, parası yetmeyenlere de bedava söndürücü hibe edilse herhalde daha etkili olurdu. Olurdu ve ayrıca da “dayanışma yoluyla bütünleşme” yolunda da iyi bir örnek oluşurdu.

    Şimdi birisi çıkıp da şunu iddia edebilir mi?: “Bu tür “saygı” ve “akıl” eksiği sadece yangın söndürücü bulundurmama konusunda vardır; diğer bütün toplumsal sorunlarda böyle bir saygı ve akıl eksiği yoktur.”

    Bu basit görünüşlü araç yangınları, esas tehlikenin “akıl ve saygı eksiği” olduğunu, bu tür bir tehlikeye karşı yangın söndürücülerin bir işe yaramayacağını, var olduğu sanılan “dip”in çok ama çok derinlerde olabileceğini -hattâ hiç de olmayabileceğini- gösteriyor.

    7 Şubat 2008, Perşembe

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez! (Değişken Derinlikli Yazım)

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.

    DDY (Değişken Derinlikli Yazım)
    Tekniğiyle yazılmıştır
    (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Patent: “M.Tınaz Titiz, No: TR 2005 03764 A2”

                   Öz

          1. Düzey Ayrıntı

           2. Düzey Ayrıntı


    Yanlış konu (türban) üz erinden bu sorun çözülemez!
    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça
    çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.
    Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele
    hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse
    ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz.
    Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır.
    Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak
    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için
    yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor.
    Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan lkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek
    de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir.
    Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da
    sürecektir.
    Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
    Sağım solum koşullanma
    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir.
    Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya
    çalışır.
    Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur.
    Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır.
    Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler
    istemeyen dinlemez
    ” biçimindedir.
    Acaba gerçekten böyle midir?
    Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi?
    Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV
    programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan
    onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
    İnsan beyni koşullanmaya uygundur.
    Çünkü öğrenmeye uygundur.
    Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları
    yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre
    uygundur.
    Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir
    Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır.
    İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır.
    Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı
    kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp
    piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur.
    Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor.
    Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde
    benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin esonuçlarıdır.
    Türban değil koşullandırma yanlıştır
    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır.
    Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde -örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir.
    Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü -ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir.
    Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan -ve diğer varlıkların- istismara
    açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
    Benimki seninkinden daha beyaz!
    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı
    kesindir.
    Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır.
    Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye -ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya
    başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir.
    Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır.
    İnsanın, evrenin -ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi
    girişimidir.
    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz.
    Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
    Men dakka dukka!
    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır.
    Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

     

  • Nelson’un Huni Deneyi (1996). Yine! (2001) (ve de yine 2008)

    1996 yılında yazdığım ve 2001 yılında tekrarladığım aşağıdaki yazıda anılan resimleri bu defa yazı içine ekleyerek tekrar dikkate getirmenin iyi olacağını düşündüm. İngiltere dış işleri bakanı David Milliband’ın Türkiye’nin politik stabilitesini temin amacıyla geliştirdiği önerileri içeren makalesi ile birlikte yazının daha bir anlam kazandığını düşünüyorum.

    Bundan beş yıl evvel, bir sorunun çözümünde kullanılabilecek doğru ve eğri yolları çok iyi anlattığını düşündüğüm bir yazı yazmıştım. İçinde yaşadığımız bu günlere en uygun yazı olarak bin küsur yazım içinden onu seçtim. Ve hiçbir değişiklik yapmadan tekrar aşağıya alıyorum:

    «1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz.

    Ödül kazanan makale oldukça kısa ve basit bir deneyi anlatıyor. Benzer bir deneyi isteyen evinde bile yapabilir.

    Deney, bir huni, bu huninin boğazından tam geçebilecek bir bilya, huninin ucunu yerden 5-6 santim yukarıda tutabilecek bir düzenek ve huninin altına yayılmış bir kağıt yardımıyla yapılıyor.

    Deney şöyle: Bilya huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda -mesela 500 defa- tekrarlanınca kağıt üzerinde rastgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.

    Bilyanın her defasında tam huninin altında değil de rastgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyanın mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyanın hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir.

    Aynı huni, aynı bilya ve aynı kağıtla deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!).

    Bu haliyle, huni, bilya, kağıt vs den oluşan sistem kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyayı attığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.

    Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişi düşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle bir reçete uyguluyor:

    Reçete 1: Bilyanın her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.

    Bu reçeteye göre deney yine mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi eskisinden daha küçük değil aksine daha büyük olmaktadır.

    Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:

    Reçete 2: Bilyanın her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir.

    Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır.

    Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:

    Reçete 3: Huni her defasında bilyanın durduğu noktaya getirilecektir.

    Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir.

    Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilya mükemmellliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs) değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”

    Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır.

    Belediyeler yol güzergahlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir.

    Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.

    Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür: Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz. İkinci aşama ise sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terketmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir. »

    5 Haziran 2008

  • Hayvan muamelesi !

    Öyle deyimler vardır ki, onları biraz kurcaladığınızda altından çıkan cılk, yüzlerce ayıbınızı yüzünüze vurur, nedenlerini bir türlü anlayamadığınız bir çok sorununuzu açıklar.

    “Hayvan muamelesi” deyimi de bunlardan biridir. Örneğin, “Bize hayvan muamelesi değil, insanca davranılmasını istiyoruz!” denildiğinde çoğu kimse ne denilmek istendiğini anlar. Anlamayanlar yalnızca, hayvanla insan arasında önemli bir fark olmadığını, olan farkların insanlar arasında da bulunduğunu bilenlerdir.

    Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler!” deyimi, istatistiksel güvenilirliği çok yüksek bir deyimdir. Herhalde yüzbinlerce defa denenmiş ve insanlar öğünür; yiğitlik gösterisinde bulunurlarken ne gibi melanet işlediklerini de itiraf ettiğini gören bilge kimselerce söylenmiştir.

    “Hayvan muamelesi” deyimi, hayvanların Tanrı’nın yaratığı olarak görülemeyeceğini, onların dövülebileceğini, zevk için öldürülebileceğini (adına av deniyor), etlerinin, sütlerinin, emeklerinin sonuna kadar sömürülebileceğini, onların kötü muamele edilmek üzere yaratıldıklarını, insanların ise -pisliklerinde boncuk bulunduğu için- farklı muameleye mazhar olduklarını ifade ediyor.

    Ama, istatistiksel güvenilirliği en az yukarıdaki atasözü kadar yüksek olan bir başka gözlem de vardır: O da, hayvanlarla insanlar arasında böylesine fark görenlerin, insanlığa da daima zarar verdikleri gerçeğidir.

    Beş yıl kadar önce, av turizmi denilen vahşetin Dünya çapında yasaklanması için bir kampanya açmada önderlik etmesini istediğim, vahşi hayatla ilgili bir vakfın pek ünlü bir yabancı “büyüğü”, bu çağrıya yazdığı cevapta avcılığın faziletlerini uzun uzun anlattıktan sonra, “siz önce ülkenizdeki insan haklarına eğilseniz” demeye gelen ifadeler kullanmıştı. Bu yabancı büyüğün bizzat sıkı bir avcı olduğunu sonradan tesadüfen öğrenmiştim.

    Birkaç yıl önce sinemalarda oynatılan “ayı” filmindeki sevimli yaratıkların, bakım külfeti nedeniyle, emanet edildikleri Kanada’daki milli parkta bakıcılarınca katledildiklerini öğrenince, hayvan sevgisizliğinin yalnız bize mahsus olmadığını anladım.

    Tabii ki bu iki örnek de uç olaylardır ve genelleştirilemez. Gelişmiş ülke insanlarının hayatlarında, hayvanların yeri bu iki örnektekiyle bağdaşmayacak ölçüde sevgi doludur.

    Hayvanlara karşı duyarlı olanlara karşı genellikle yöneltilen bir eleştiri vardır: O da, insanların temel sorunları çözülmemişken, hayvanlarla uğraşmanın bir fantezi, hatta daha da öteye insanlara karşı sorumsuzluk olduğudur.

    İlk bakışta pek doğru gibi görünen bu eleştirinin tek ve kesin yanıtı şudur: Dünyadaki canlılar -hatta cansız dediklerimiz-, tümü birden bir bütünü oluştururlar. Bu gerçeği biraz anlayanlar buna eko-sistem, daha iyi anlayanlar da Tanrı’nın bir görüntüsü derler.

    Canlıları birbirinden ayırmak, henüz bu iki gelişmişlik düzeyine henüz varmamışların bilinç düzeylerinin bir göstergesidir.

    21 Ağustos 1994, Pazar

  • Bu da nereden çıktı?

    Toplumumuzun gelişme yolunda geri kalma nedenlerinin başında, Sorun Çözme Kabiliyeti denilebilecek bir özelliğindeki yetmezlik olduğu iddiası var. İddia sahip(ler)inin kim(ler) oldukları ve kaç kişi olduklarının hemen hiçbir önemi yok; velev ki 1 kişi olsun.

    Eğer yeterli kanıt ya da en azından birkaç işaret gösterilebilirse kim ve kaç sorularının önemi kalmaz. İşte bunlardan birkaçı:

    • Bir arada yaşayabilmenin en temel uzlaşılarını başaramamış olmak
    • Demokrasi, özgürlük, egemenlik, inanç, laiklik, sekülerlik ve benzeri birkaç temel kavram üzerinde uzlaşamamış olmak
    • En etkili sorun çözme araçlarından birisi olan “eğitim”i, kendi ayakları üzerinde durabilme becerisikazanmak olarak anlayıp uygulamak yerine, -herkes için farklı- bir ideolojiyi benimsetme yöntemi olarak anlamlandırıp kullanmak
    • Laikliği, salt bir yasa maddesi olmaktan öteye götürebilmek için, bu kavramın temelinde yatan koşullanmama hakkı‘nı konu bile etmemek
    • Sorunları çözmeye çalışmadan önce, onların nedenlerini, o nedenlerin nedenlerini ve ilh. sorgulamak gibi basit bir yöntemi akıl edemeyip ezberlenmiş kalıpları uygulamaya çalışmak
    • Bir toplumun gelişkinlik ölçütlerinin en başında, kavram dağarcığı zenginliğinin geldiğini, her yeni durumun ancak o durumla ilgili yeni kavramlar üreterek anlaşılabileceğini idrak edememiş olmak
    • Tüm canlılar gibi insanoğlunun da en temel becerilerinden birisinin öğrenmek olduğunu ıska geçip, kazandırabileceği tüm maddi ve manevi zenginliklerden bihaber yaşamak
    • Kaynaklarını, sorunlarının kökleri yerine onların hayaletleriyle boğuşarak harcamak
    • Haydi hepsini bir yana bırakınız: Bilim’in en güçlü sorun çözme aracı olduğu gerçeğini tüm gelişkin toplumların gözlerinin içine baka baka ıska geçip, birbirine ünvan dağıtmaya indirgemek.

    Şu adreste [1], birkaç zihin haritası var. Bir tanesi Napolyon’un 1812 Rusya seferinin bir analizi. Bir diğeri de Rus kozmonot Georgi Grechko’nun, 1977’deki ilk uzay yürüyüşü sırasındaki 1500 gün doğumu ve 1500 gün batımından oluşan cyclogram‘a ilişkin son derece ayrıntılı bilgileri sığdırabildiği zihin haritası.

    image0014

    Bu kadar basit bir sorun çözme aracını yaşamına sokabilmiş insan sayısı da pekala Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin bir göstergesi olabilir. İsterseniz bir soruşturun.

    27 Temmuz 2008