-
May 25 2012 “Söyleme” ve “açıklama”
Bu iki sözcük dilimizde çoğunlukla birbirinin yerine kullanılıyor. Gerçekte ise bunlar arasındaki ortaklık yalnızca, “açıklama”nın bazen “söyleme” yoluyla yapılabilmesinden ve her ikisinin de öznelerinin aynı kümenin elemanları olmasından ibarettir.
“Söyleme”, bir ikna zorunluğu bulunmaksızın yapılabilirken, “açıklama”da ise ikna mecburiyeti vardır. Bir davranışın nedeni “söylenebilir” ya da “açıklanabilir”. Bu neden mantıklı ve ikna edici olabileceği gibi saçma ve kabul edilemez de olabilir, ama bu “söyleme” fiilini etkilemez, söz söylenmiş olur.
Söz konusu davranışın nedeni “açıklanmak” gerektiğinde durum değişir. Karşınızdaki(ler)i ikna edebilecek argümanları bulmak zorunluğu vardır. Bu bir yasal bir zorunluk değildir, ama bir toplumun çağlar boyunca oluşmuş bulunan ortak anlayışları, bir zorunluktan daha güçlü etkilere sahiptir.
Örneğin bir kişiden, kendine ait olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verdiğinin “açıklama”sı istendiğinde, bunu yukarıda söz konusu edilen ortak anlayışlara uygun biçimde anlatabilirse yaptığı “açıklama”; “keyif benim değil mi size ne yahu!” biçiminde bir şeyler üretirse bunun da adı “söyleme” olacaktır.
Bir lira’nın zamanla şişmanlayıp nasıl bir milyon lira olabildiği de keza iki şekilde dile getirilebilir: “Hasetlik etmeyin Allah size de verir” biçiminde bir “söyleme” ile geçiştirilebileceği gibi, “bir lirayı, onun nasıl bir milyon olacağını söyleyebilecek birisine verdim, böylece zengin oldum” biçiminde mantıklı bir “açıklama” da yapılabilir.
Şaka bir yana, “söyleme” fiziki bir eylem, “açıklama” ise akılcılık ağırlıklı bir kavramdır. İşte bu fark, akılcılıktan kaçılması gereken yerlerde zaman doldurmak, bir şey söylemiş olmak için konuşmak, karşısındakileri bıktırarak açıklama istemekten vazgeçirmek amaçlarıyla çok kullanılan bir araçtır.
Genellikle politikacılar tarafından kullanıldığı sanılabilirse de her meslek mensubu tarafından başarıyla kullanılabildiği -hatta daha iyi kullanıldığı- tecrübeyle sabittir.
Toplumumuzda bir çok kavramın içinin boş olduğu, bunların içlerinin yerine, zamanına, kullananın amaçlarına göre doldurulabildiği bilinen bir hastalıktır. Ama bunlar içinde öylesine kavramların içleri boştur ki bunların eksiklikleri sorunların çözülemeyişine, çözülmek bir yana daha karmaşık formlara bürünerek karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.
İşte bunlardan birisi “açıklama” kavramıdır. Bunun ne anlama geldiğini tüm yolları kullanarak toplumumuzun bütününe özümsetmek, sonra da “açıklama” yerine bilerek “söyleme” aracını kullananlara karşı tepki göstermelerini sağlamak, kendini aydın sayan herkesin bir numaralı önceliği olmalıdır.
Yoksa daha gözümüzün içine baka baka çok “açıklamalar” dinletecek uyanıklar göreceğiz demektir!
Pazar, 11 Aralık 1994
-
May 25 2012 Dilimizdeki virüsler..
Virüsler insan vücudu için ne ise, dil virüsleri de bir dil için odur. Virüsler organizmanın doğal davranışlarını nasıl bozup, çoğu da anlaşılmaz hastalıklara yol açıyorlarsa, dildeki virüsler de aynı şekilde dilin işlevlerini bozup, nereden kaynaklandığı belli olmayan “toplumsal hastalıklar”ın doğmasına yol açarlar.
Dil virüsleri, çeşitli sözcükler ya da bunlardan oluşan deyimler biçimindedir.
Biyolojik virüslerle karşılaştırıldığında işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, dil virüslerini oluşturan sözcük ya da deyimlerin kendi başlarına herhangi bir zararlı etkileri olmayışı, zararlı etkilerin, bunların kullanım yerleri ve sıklıklarından doğmasındandır.
Bir dilde düşünce üretilebilmesi, çeşitli veri (bulgu) ve yargıların bir mantık zinciri içinde birbirine bağlanmasıyla mümkündür. Bu zincirin arasına girebilecek bir “virüs”, tüm düşünce sürecini bozacaktır.
Dili, dolayısıyla düşünce üretim becerisi ve bunun bir sonucu olarak da sosyal ve ekonomik durumu gelişmiş toplumlarda, dil virüslerinin bu tür düşünce süreçleri içine girmesi geleneksel olarak önlenmiştir. Bu konuda bir yasal engel yoksa da, çoğunluk ve özellikle de toplumun düşünce önderleri bu tür virüsleri düşünce zincirlerine sokmayarak, sokmaya çalışanları uyarıp caydırarak, buna karşın hala israr edenleri de bir biçimde etkinler sınıfının dışına çıkararak bir toplumsal norm yaratmışlardır.
Türkçe dili’ne yerleşmiş bulunan virüslerin toplumumuzda bu denli yaygınlaşmış olmasının bir nedeni, bunların, en sağlam ve dolayısıyla da en çürütülemez görünen mantık yargılarını dahi bozabilme güçleridir.
Birkaç örnek..
“Haklısın ama”, “olsun, yine de”, “bana ne”, “sana ne” , “iyi ama bunlar uzun vadeli”, bu virüslerden birkaç tanesidir.
Bir mantık yargısının doğruluğunu kabul edip, sonra da “olsun, yine de ben dediğimde israr ediyorum” dendiğinde buna karşı koyabilecek bir ikna gücü düşünülebilir mi? “Kırmızı ışıkta geçmemeliydiniz!” denildiğinde, “sana ne” diyen sürücüye; “memur bey, filanca araç kırmızı da geçti” denildiğinde “bana ne” diyen trafik polisine karşı ileri sürülebilecek başkaca bir mantıksal argüman var mıdır?
Bir dilin içine yalnız bu kalıbın girmesi dahi, bu ana dilini konuşanların düşünce biçimlerini bütünüyle değiştirecek, kısa bir süre içinde mantık yargıları yoluyla anlaşamayan bir toplum ortaya çıkacaktır.
Mantık yargılarıyla anlaşma yolu kapandığında geriye kalan, kaba kuvvet, dayatma, haksız çıkar alış-verişi gibi yollar ya da “benim içim sana kaynadı, dediğin gibi olsun” gibisinden ilkel yaklaşımlardır.
Ekonomik ve sosyal kalkınma programları, dildeki bu tür virüsleri temizleme ve sonra da, düşünce üretimine engel olan diğer sorunlardan (kökü bilinmeyen yabancı sözcükler, tanımsız kavramlar gibi) arındırılmasına dayandırılmalıdır.
Bu virüsler dilimize nasıl yerleşti?
Bunların hangi kanallardan girdiği bilinmedikçe bu hastalığın tedavisi kalıcı olmayacak, temizlense dahi yine üreyebileceklerdir.
Tarihi köklerin incelenmesini bilim adamlarına bırakmak gerekir. Ama, elli yıldır ülkemize kalkınma reçeteleri sunan yabancı uzmanların bu hastalığı görmemiş olmaları olasılığı yoktur. Çünkü kendi gelişmişliklerinin temeli dilleridir. Bugüne kadar hiç bir uzmanın gelip de “siz önce bir dilinize bakın, köklerini bilmediğiniz sözcüklerle soyut düşünceler üretemezsiniz. Soyut düşünce üretimi ise gelişmenin ön koşuludur. Ayrıca, mantık zincirlerini koparan dil virüsleriniz var, onları temizlemelisiniz” dememiştir.
Toplumların geleneksel gelişme modeli, kazan-kaybet denilen ilkeye dayalıdır. Bir toplumun gelişebilmesi, başkalarının gelişememesine, geri kalmasına bağlıdır.
Çağımızda yeni yeni serpilmeye başlanan ilke ise kazan-kazan’dır. Buna göre, ortada kazanması gereken bir taraf varsa mutlaka bir kaybeden olması gerekmez, tarafların hepsi kazanabilir. Hatta, eğer taraflardan birisi kaybediyorsa, bir vade sonunda, kazandı zannedilen de kaybedecektir. Dolayısıyla gerçek kazanç, taraflardan hepsinin kazandığı halde olabilir.
Dilimizdeki bu yetersizlikleri keşfedip düzeltmesi gereken, başkaları değil biziz. Bunu farketmelerine rağmen bizi uyandırmayan, hatta uyandırmak bir yana yeni virüsler enjekte edenler değil, bunca yetiştirdiği öğrenimli insanına rağmen uyanmayan bizler incelenmeli, hangi nedenlerin nasıl olup da bu konunun önemini anlamayışımıza yol açtığı ve de hala anlamadığımız ortaya çıkarılmaya çalışılmalıdır.
Çarşamba, 26 Temmuz 1995
-
May 25 2012 “Gelişkin Türkçe-1”
İnsanlarımızın, çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için katlandıkları maddi ve manevi fedakarlıkların boyutu, bu alandaki başarı eksiğinin nedenleri üzerinde ısrarla durmak gerektiğine işaret ediyor.
Bu alanda başarılı olduğu kanısı yayılmış birkaç okul dışında yabancı dil öğreniminde başarı sağlayabilmiş okul olmadığı savı ilk bakışta abartılı görünebilir.
Başarılı sayılan okulların ise, kullandıkları başarı ölçütlerinin tabu olarak varsayılmasından vazgeçildiği ve dili öğrenilmeye çalışılan kültüre ait bir dizi tavrın taklidedilmesinin yaratabildiği önyargıdan kurtulunduğu takdirde, bugünkünden farklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktır.
Bu yargının abartılı olup olmadığına karar verebilmek için önce, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği iyice netleştirilmelidir. Bu konuda çalışılan bir özel okulda, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği sorusunun yanıtı olarak şu nokta belirlenmiştir:
«Öğrencilerin, kendilerini insanlık ailesinin tam bir üyesi olarak hissedip öylece hareket edebilmeleri hedefine yönelik olarak, derslerinin ve ileride seçecekleri mesleki ve/ya kültürel alanların gerektireceği düşünme, anlama ve kendini ifade becerileri için sağlam bir temel oluşturmak»
Buradaki kritik vurgulama, «düşünme» kavramınadır. Bunun anlamı, yabancı dil derslerinde sık sık çocuklara öğütlenen “Türkçe düşünmeyin, yabancı dilde düşünün” önerisinin akla getirebildiği, zihninizden Türkçe yerine mesela İngilizce ya da Almanca sözcükler geçirin olmadığıdır.
Bir “dil”, sözcükler ve bunların kullanım kurallarından oluşan bir sistem değildir. Dil, bir kültüre ait düşünme biçiminin simgesel (söz, yazı, resim, tavır vb) ifadesidir.
Her kültürün düşünme biçimini, o kültürün asırlar boyunca süren oluşum süreci belirler. Dolayısıyla diller, sözcükler açısından değil temelde bu oluşum süreçleri açısından ve bu nedenle de düşünme biçimleri açısından farklıdırlar. Sözcükler, terimler, deyimler, farklı olan bu düşünme biçimlerini ifadede kullanılan simgelerdir.
Bir dili öğrenmek demek, o dili kullanan kültürün düşünme biçimini öğrenmek demektir. Sözcükler ve onların kullanım kuralları ancak bundan sonra öğrenilmelidir ve başka türlü öğrenilmesine imkan da yoktur. Bunun dışındaki yollar öğrenme değil, belirli sayıda kalıbın bellekte tutulup, karşılaşılan duruma göre en yakınının kullanımından ibarettir.
Bir dili öğrenme bu biçimde algılandığı takdirde, “3 ayda dilini çözmek”, “bülbül gibi konuşturmak” gibisinden ölçütlerin, ya da bir kısım ticari testlerin belirlediği düzeylerin aslında “günlük dilin akıcı biçimde anlaşılıp konuşulması” gibi bir hedeften daha ileri bir düzeye işaret etmediği anlaşılacaktır.
Bununla beraber eğer hedef, yani “niçin yabancı dil öğretiyoruz?” sorusunun yanıtı eğer yukarıdaki gibi veriliyorsa, erişilen düzeyi başarılı saymak gerekir. Ama herhalde bu da çarşı pazara gitmek için lüks otomobil almaktan daha anlamlı olmayacaktır.
Yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde öğrencilerin, konuların belirli bir karmaşıklık düzeyinin altındayken güçlük çekmemeleri, ama o düzeyin üzerine çıkan konularda Türkçeye dönmek istemeleri de bu savı doğrular niteliktedir.
Bütün bunlar, unutulan bir gerçeğin tekrar ve de önemle hatırlanmasını gerektirmektedir: Ana dil dışında bir diğer dil, ancak ve yalnız ana dilin iyi bilinmesi koşuluyla mümkündür.
Buraya kadar ki akıl yürütme, yabancı dil öğrenimiyle ilgiliydi. Tarih, matematik ya da bir başka ders için de durum daha farklı değildir. Bu derslerin öğrenilebilmesi ancak ve yalnız, o derslerin okunacağı dilin iyi bilinmesiyle mümkündür.
Böylece, 1 yıl hazırlık okuyarak “dili çözüldü” denilen öğrencilerin, konuları öğrenmede niçin güçlük çektikleri ve öğretmenlerin niçin sık sık Türkçe’ye dönmek zorunda kaldıkları da açıklanmış olmaktadır. O halde, yabancı dil öğrenimiyle ilgili kuralın genelleştirilerek şu hale getirilmesi mümkündür:
«Ana diline, anlama ve ifade etme becerileri bağlamında tam hakim olmayan bir öğrenci hiçbir başka şeyi öğrenemez, sınav vb etkiler altında ise ancak beller, sonra unutur ya da yaşamına uygulayamaz»
Ana dilin ne denli önemli olduğuna ilişkin bu girişten sonra, sıradaki olası soruya yanıt aranmalıdır: Bu nasıl yapılabilir?
Gelişki Türkçe (GT) adı verilen kavram bir “ders” konusu değildir. Bütün derslerle birlikte – Türkçe’de dahil – işlenmesi gereken bir kavramdır.
Nitekim, bugün Türkçe’nin bu denli bozulmuş olmasının bir nedeni de, onun ayrı ders olarak -hem de biraz az önemli – işlenmesidir.
Matematik, tarih ya da beden eğitimi dersleri işlenirken GT onlarla birlikte işlenmelidir.
Senaryo temelli ders işleme, bu birleştirme işini kolaylaştıran bir faktördür. Örneğin nmatematik ve Türkçe birlikte işlenecektir. Bir başka deyimle Türkçe , matematiğin içine yerleştirilecektir.
Matematik, coğrafya ya da beden eğitimi dersleri yapılırken şu gerçek unutulmamalıdır: bu ders öğrenciye, kendini ifade konusunda yeni bir yol göstermek için vardır.
Matematik, bir başka yolla ifade edilemeyen (ya da güçlükle ifade edilebilen) bazı olguları ifade etmeye yarayan bir dildir.
Coğrafya, üzerinde yaşadığımız çevre hakında söylenmek istenilebilecekler için; tarih de geçmişte olup bitenlerden bugünler ve gelecek için dersler çıkarmaya yarayabilecek birer “dil”dir.
O halde genelleştirerek denilebilir ki okullarda tüm öğrenilmesi istenilenler temelde birer dil öğreniminden başka bir şey değildir.
Türkçe (ya da bir başka dil), bu diller için ortak bir semboller ve kurallar topluluğunu vermektedir. Esas ifade araçları ise Türkçe dersinde değil diğer deslerde öğrenilmektedir. Ne Türkçe, ne de diğer desler tek başlarına “dil öğrenimi”ni sağlayamazlar. Ancak hepsi birlikte bu amacı yerine getirebilirler.
Yabancı dil öğrenimini bu gözlük altında incelediğimizde, İngilizce ya da bir diğer ikinci dilin, o topluma özgü kavramlar, bunlara karşı gelen sözcükler (semboller) ve onları birbirine bağlayan kurallar olarak, çeşitli konularda ifade edilmek istenilenleri dile getirmeye yaradığını ve bu bakımdan ana dile çok benzediğini söyleyebiliriz.
Buradan, diğer derslerden soyutlanmış olarak yapılacak bir yabancı dil öğreniminin, aynen ayrı yapılan Türkçe gibi bir işe yaramayacağı çıkarılabilir. Nitekim pratikte de aynen böyle olmaktadır.
Yabancı dille eğitim yapan kolejlerde yabancı dille işlenen derslerin içine yerleştirilebilecek ifade eğitimi, iki işlevin eş zamanlı olarak yapılmasını sağlayabilecektir.
Öğrencilerin, henüz tam hakim olmadıkları bir dilde soru sormak, ders dinlemek yerine, bunları ana dillerinde yapmaları, proje grupları içinde ana dillerinde konuşmaları, ama aynı zamanda yabancı dilde yazılmış ana ve/ya yardımcı ders kitaplarını okumaları, hem anlama hem de yabancı dil öğrenme için iyi bir yoldur.
Aslında, yabancı dilde eğitim yapan üniversiteler de dahil hemen tüm eğitim kurumlarında derslerde kitaplar yabancı dildedir, ama öğrencilerin derslerde -ve özellikle güç kısımlarında- ana dillerini konuştukları da bir gerçektir. Türkçe dersi dışındaki derslerin öğretmenleri, kendi dersleriyle Türkçe’yi pratik olarak nasıl birleştirecek ve böylece “Gelişkin Türkçe”yi bir slogan olmaktan öteye nasıl götüreceklerdir?
Bunun en iyi yolu, öğretmenlerin, “yaşam kalitesi”, “iletişim becerisi”, “düşünme becerisi” ve “dil” arasındaki zincirleme bağlantıyı tam algılamalarına yardımcı olmaktır. Dilin iyi kullanımı, genellikle süslü -ama genelde anlaşılmaz- söz söyleme ile karıştırılır. Bu nedenle de “dilin önemi” konusunda kimseye kolay kolay birşey dinletmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki dilin önemini en az anlamış olanlar, uzun ve fiyakalı konuşmaya en çok meraklı olanlardır.
Dolayısıyla öğretmenlerin, “dilin önemi”, “düşünme becerisi” ve “yaşam kalitesi” gibi kavramlar arasındaki zincirleme bağlantı konusundaki bilinçlerinin geliştirilmesi için, bunların önemli olduğunun söylenmesinin bir yararı olmayacaktır. (aslında, öğrenilmesi istenilen bir şeyi benimsetmenin en olmaz yolu onu “söylemek” tir)..
Çoğu insanın, “önemli” olan bir şeyin gereğini yap(a)mayışının altında, ya o önemi yeterince idrak edemeyişi, ya da -ve daha çoğunlukla- o gereği yerine getirme iradesini gösteremeyişi yatar.
Buna göre uygulanacak yöntem, bir yandan dilin öneminin tam anlaşılması için çaba gösterirken, bir yandan da” düşündüğünü yapma iradesi”nin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçeve içinde dil’in öneminin kavratılması için kullanılabilecek bir yaklaşım, dilin sorun çözmede somut bir araç olarak kullanılabilirliğinin gösterilmesi, bunun bir atelye çalışması biçiminde yapılmasıdır (1).
Böylece, ilk adımda çözülemez gibi görünen sorunların, dil aracını kullanarak nasıl daha başa çıkılabilir hale geldiğini bizzat deneyimleyecek olan öğretmenlerin, dilin “önemi”ni daha iyi kavrayacakları beklenmelidir.
Bu bilinç yükseltimi eğitimine paralel olarak, öğretmenlerin “düşündüklerini yapabilme” iradeleri nasıl güçlenririlecektir ?
Düşündüğünü yapamama’nın herhalde onlarca nedeni vardır. Ortak olanların başında ise motivasyon yetmezliği, enerji düzeyi düşüklüğü, yöntem bilmezlik, çeşitli korkular (gerçel ya da sanal) gibi ögeler gelmektedir. Bu konularda da dışarıdan yapılacak telkin veya müdahaleler değil, kişilerin kendilerinin, kendi yeterlik ve yetmezliklerinin farkına varmalarına yardım daha yararlıdır. Bu nedenle, öğretmen ve idarecilerin oluşturduğu toplululuklara “grup terapisi” biçiminde yapılabilecek eğitimlerle, herkesin kendi düşündüğünü yapabilme profilini kendisinin keşfetmesi sağlanabilir.
Bu yollarla dilin önemi konusunda bilinci gelişen ve kendi dersi için geliştireceği bireysel planı (Türkçeyi kendi dersiyle birleştirme planı) uygulama iradesi güçlenen öğretmen, bazı teknik yardımlara ihtiyaç duyabilir..
Çeşitli ülkelerde bu alanda yapılan uygulamalar bu amaçla kullanılabilir (2). Ama öncelikli koşul, bu arayışın içine girmiş olmaktır.
26 Temmuz 1997
(1) “Problemin Yeniden Tanımlanması›”, bilinen bir sorun çözme tekniğidir. Bu tekniğin değiştirilmiş bir biçimi, “Sözcük Ağacı Yaklaşımına Göre Sorunun Yeniden Tanımlanması” adını taşımakta olup, BEYAZ NOKTA VAKFI eğitim programı içinde bu konuda bir eğitim yer almaktadır. e-posta: <<bnv@beyaznokta.org.tr>>
(2) Matematik öğretmenleri için kullanılabilecek bir uygulama örneği, yukarıda adı geçen kuruluştan edinilebilir.
-
May 25 2012 Adlandırma..
Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..
“Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.
Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.
Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.
Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.
Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.
Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.
Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.
Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.
Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.
Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.
Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.
Pazar, 11 Haziran 1995
-
May 25 2012 Açık mektup!
17 Ağustos ’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.
17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.
Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimiz ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.
Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü mevcut olup, bundan uzak durmayı da bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.
Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalin peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.
Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri’lere eğilimli çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “doğru’lara eğilimli azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.
Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, kârından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.
Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.
Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.
Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.
Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.
Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:
Ortak ilkeler
- Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
- Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak,
- Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.
Özel ilkeler
- Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
- Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
- Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.
Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?
Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?
Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.
Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.
İtalya’dakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.
Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.
Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım”; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm”; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.
Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.
Eylül 1999
-
May 25 2012 Devletin Bilişim Politikası yok!
Devletin politikası ve devlet politikası..
BT Haber Dergisi’nin 10-16 Temmuz 2006 sayısında, yeni kurulduğu bildirilen BİTİS (Bilgi ve İletişim Teknolojileri İşverenleri Sendikası) yetkililerine dayanarak verilen bir haberde, devletin bilişim politikası ve bu politikayı hayata geçirebilecek bir stratejisi olmadığı eleştirisi yer aldı.
Benzer haberler hemen her sektöre mensup yetkililerce dile getirilir. Devletin turizm politikasının, eski eserleri koruma politikasının, eğitim politikasının vs olmadığı ve olması gerektiği dile getirilir. Hatta bunları söyleyenler arasında -ki tümünün demokrat kişiler olduğuna kuşku da yoktur-, geliştirilmesi istenilen bu politikaların birer “devlet politikası” olması gerektiğini şart koşanlar da epeycedir; diğerlerinin de belki akıllarına gelmediği için bu olmazsa olmazı unutmuşturlar (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284).
Gerçekten de olmayan bir politika vardır ama..
Evet, koro halinde oldum olası bu eleştirileri geliştirenler haklıdırlar, ama o politikaları geliştirmeleri gerekenler bizzat kendileridir. Şöyle:
- Herhangi bir konudaki politika, o konudaki hayalet ve kök sorunların (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=218) analizine dayanan; bu sorunları ve/ya etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik ilkelerin ve araçların sistemik biçimde açıklanmasıdır.
- Bu politikalar standart formatlı birer belge haline getirilmediği sürece ilgili paydaşlarca bilinmesine, zenginleştirilmesine, ortak akılla zenginleştirilmesine imkan yoktur. Dolayısıyla politikalar yazılmalıdır. Bunları içeren belgelere Politika Belgesi (policy document) denilmesi adet olmuştur. Bunlardan bazıları kamuya açık (public open), bazıları gizli olabilir ama yazılı olmaları şarttır.
- Sınırlı imkanlarla sınırsız sayılabilecek sorunları gidermenin akılcı yolu o konuda bir politikaya -dolayısıyla da politika belgesine- sahip olmaktır.
- Diktatörlükle yönetilen ya da halkı diktatörlük yönetimlerine meraklı olan toplumlarda politikalar belge haline getirilmez; diktatör her sabah çeşitli konulardaki politikaları “düşünür” ve öğleden sonraları da “uygular”.
- Demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise konuların paydaşları, o paydaşların oluşturduğu sivil örgütlenmelerde (vakıf, dernek, sendika gibi) bir araya gelir ve konu hakkında belirli yöntemlerle ortak akıl üretirler ve bunu bir Çalışma Dokümanı (working document) haline getirirler. Sonra da bu belgeleri yasama, yürütme ve yargı kurumlarına vererek onların tercihlerinin de belgelere yansımasını sağlarlar. Böylece belgeler daha çok katılım içerir hale gelmiş olur.
- Devletin bu kurumlarına iletilen belgeler, birer istek ya da yakınma raporu, -meli/-malı tarzında ihale üsluplu belgeler değildir. Kaleme alanlar sadece kendi konularının (sektörlerinin) çıkarlarını değil tüm toplumun çıkarlarının sorumluluğunu taşıyarak yaratıcı çözümler oluştururlar.
- Devlet böylece bir politika belgesi taslağı edinmiş olur. Bunun düz Türkçesi, devlet, o konudaki ihtiyaç ve imkanların nasıl buluşturulacağına ilişkin konu paydaylarının ortak akıllarını bilmiş olur.
- Nihayet son katkılarla bu taslak bir politika haline gelmiş olur. Açık ise yayımlanır gizli ise gizlilik düzeyine göre sınıflandırılır.
Esas sorulması gereken 3 soru:
- Turizm planlaması, eğitimi, eski eserler, kültür, istihdam gibi konularda hazırlanmış olduğunu bildiğimiz Politika Belgeleri vardır ve bunlar -zamanında- her türlü araçla duyurulmuştur. Bunlardan, “devletin politikalarının olmadığından” yakınan kurumların hiçbirisinin haberi niçin yoktur?
- Sorunlardan ve politikasızlıktan yakınan bunca meslek örgütü ve gönüllü kuruluş nasıl olabilir de bu denli basit bir sorun çözme aracını -ısrarla- göz ardı ederler?
- Demokrat elbiseli bizler nasıl bir diktatör bekliyoruz?
Cumartesi, Temmuz 22, 2006
-
May 25 2012 Cankurtaranlar niçin gecikiyor?
Önce bazı tahminler:
Cankurtaran kuruluşlarının yetkililerine göre:
- Ambulanslar gecikmiyor, bu haberler bizi yıpratmak için çıkarılıyor,
- Ambulans sayısı yeterli değildir,
- Mevcut ambulansların bir kısmı ömürlerini doldurmuştur, sık arıza yapıyorlar,
- Sürücü sayımız yeterli değil, kadro vermiyorlar,
- Biz bu araçları kendi personelimiz için bulunduruyoruz, diğer olaylar için göndermek zorunda değiliz,
- Sorumluluk bölgemizde olan olaylara yolluyoruz, gecikme söz konusu değildir,
- Yasalar yetersiz.
Cankurtaran sürücülerine göre:
- Trafik sıkışık,
- Diğer sürücüler yol vermiyor,
- Sıra diğer arkadaşındı, her zaman bana bırakıyorlar, zaten ücretimiz düşük,
- Gecikme söz konusu değildir.
Vatandaş (normal):
- Ha, onlar mı gelmez,
- Geç gelen birkaçını sallandırırsan mesele biter.
Vatandaş (uyanık):
- Cankurtaranlar trafik sıkışıklığı için çok iyi bir çözümdür. Acele işi olanlar peşine takılınca daha çabuk gidilir,
- Niye yol vereyim, bana yol versinler ben de zaten aynı yöne gideceğim.
Vatandaş (AB)
- AB’ye girince gecikmeler kalmayacak, çünkü Avrupa’da gecikme olmuyormuş
Resmi yetkili:
- Yeni satın alınacak cankurtaran araçlarıyla bahse konu sıkıntı tamamen önlenecektir,
- Sınırlarımızın güvenliğinde bir sorun yoktur.
Bunlar birer tahmindir. Muhtemelen her birinin gerçeklik payı da vardır. Ama acaba Pareto kuralı uyarınca sonuçların %80’ini oluşturan “başlıca %20” nedenler acaba bunlardan hangileridir? Yoksa acaba o önemli %20 nedenler bunların içinde hiç sayılmamış mıdır?
Evet en önemlisi sayılmamıştır..
“Diğer sürücüler yol vermiyor” olarak ifade edilen -ki o da bir kök neden değildir- dışındakilerden hiçbirisi (evet hiçbirisi) gecikme olgusunun önemli nedeni değildir.
Cankurtaranlar gecikir ve bundan sonra da gecimeye devam edecektir..
Hattâ ne kadar çok araç alınırsa gecikmeler o kadar çok artacaktır. Çünkü gecikme olgusunun başlıca nedenlerinin en başında, sınırlı miktardaki kaynakları sınırsız ihtiyaçlara tahsis etme bilincine ve tekniklerine sahip bir “ağ örgütlenmesi” bulunmayışı gelmektedir. Cankurtaran sayısı artınca, bu bilinç eksiği daha çok kargaşaya yol açacaktır.
Cankurtan sahibi kuruluşların (Sağlık Bakanlığı, belediyeler, gönüllü kuruluşlar, özel hastaneler vd) herbirisi ayrı statülere sahiptirler, emir aldıkları ve verdikleri makamlar birbirlerinden farklıdırlar. Ancak sıkıyönetim zamanlarında hepsi aynı makamın emir ve komutasına girerler. (Zaten bu yüzden de -söylem böyle olmasa da- halkımızın en çok sevdiği yönetim biçimi askerli ya da askersiz ama mutlaka “sıkı” yönetimlerdir).
Bu durum karşısında, bir olay anında bir ambulansın olay yerine gelebilmesi gerçek bir mucizedir ve Tanrı’nın varlığının bir işareti sayılmalıdır. Normal olarak gelmemesi gerekirdi.
Ağ örgütlenmesi, bugün sahip olduğumuz “ortalama” insan nitelik dokumuzun daha üzerinde bir akıl-fikir düzeyi gerektirmektedir. Bugünkü düzeyimiz ise henüz doğrusal (basit, lineer) ilişkileri -tak diye emretmek-şak diye yapmak basitliğinde- algılayabilmektedir.
Ağ Tipi Örgütlenme, birbirinden farklı statüdeki kuruluş ve kişilerin, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere karşılıklı olarak etkileşmeleri, bu sürecin yönetişimini sağlamaları ve bu etkileşim ağının, hiçbirisinin mutlak emir ve komutası olmaksızın kendi kendini düzenlemesi demektir.
Bu tür bir teknolojiye -bu gibi becerilere soft-teknolojiler denilebilir- sahip olmaksızın, cankurtaranlar gecikecek, trafik kazaları olmaya devam edecek ve de depremlerde insanlar ölecektir.
Bu tür bir örgütlenmeyi kim yapmalıdır?
Beklenen cevap “devlet”tir, yani burada Sağlık Bakanlığı. Bu olabilir, ama şart değildir. Hattâ devlete ait bir organ olmazsa daha da iyi olur. Bu konuyu önemli gören ve ağa dahil olacak kuruluşlarla iletişime girebilecek herhangi bir kuruluş olabilir. Örneğin, Cankurtaran Ağı (dernek, vakıf, platform vb).
Bu girişimin başarısı iki anahtara bağlıdır: (1) “Biz varken başkasına n’oluyor?” alışkanlığını kırabilmek, (2) Farklı statüdeki kuruluşlarla etkileşime https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18) girmeye -içtenlikli olarak- istekli olmak.
Ağ Tipi Örgütlenmenin bir miktar teknik ayrıntıları https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=698 adresinde bulunabilir. Daha fazla teknik ayrıntı (ağa katılanlar arasındaki protokolların nasıl yapılacağı, Ağ Odağı’nın işlevini nasıl yapacağı, toplu kararların nasıl alınacağı vs), yukarıda sayılan 2 anahtar gereksinim yanında gerçek birer ayrıntıdır.
Siyasal-bürokratik hanzoluk denilebilecek “bu işler bizden sorulur” tavrı terkedildiğinde cankurtaranların zamanında gelmesi, onlarca kuruluşun birbiriyle etkileşebilmesi ve kaza-belâ hallerinde daha az insanın kaybedilmesi mümkün olabilecektir. Aksi halde ne olacağını Mustafa Sandal söylüyor: Pazara kadar değil mezara kadar!
Temmuz 24, 2004
-
May 25 2012 Herkesin puntosu niçin eşitdeğildir?
Ölüm ilanları da böyledir!
Gazetelerdeki ölüm ilanlarının şu 4 parametresine bakarak ölen kişinin büyüklüğü konusunda kesin bir fikir edinebilirsiniz: (1) İlanın sütün.santimi, (2) İlanda kullanılan fontun puntosu, (3) Aynı kişi için kaç kişi veya kurumun ilan verdiği, (4) Ölen kişinin adının üzerindeki bölüme eklenen “bu kişi kimin nesi olurdu?” açıklamasındaki kelime sayısı.
Örneğin, 2 sütun genişlik ve 5 santim yükseklikte bir alana yazılı “değerli büyüğümüz Durmuş Ölmez vefat etmiştir. Cenazesi …. gün … vs” gibi bir ilandan hemen anlaşılması gereken, müteveffanın tam bir orta direk mensubu olduğudur.
Ama aynı kişi için şöyle bir ilan verilmişse onun, ölmemesi gereken ama Tanrının bir gafleti sonucu ölümüne neden olunan bir büyük insan olduğu anlaşılmalıdır: “Bahçeşehir eşrafından fişmancanın kayınpederleri, şirketimiz yönetim kurulu üyesi, ………… ……… ………. . ……… ……………… .. Durmuş Ölmez vefat etmiştir.vs”
Bu görgüsüzlüğün sebebi nedir?
Görgüsüzlüğün nedenlerini araştırmaya pek gerek yoktur. Muhtemelen yağcılık ve haddini bilmeme başlıca ikisidir.
Merak edilmesi gereken, TV’lerde sürekli olarak iletişim, reklam, halkla ilişkiler gibi konularda talkım veren ulemanın nasıl olup da böyle bir görgüsüzlüğü görmedikleridir.
Daha da ilginç olan, her gün insanlar ve kesimler arasındaki eşitsizlikten yakınanların, buram buram ayrımcılık kokan bu ilanları nasıl görmedikleri ya da daha doğrusu görüp de niçin seslerini çıkarmadıklarıdır.
Pazar, Temmuz 16, 2006
-
May 25 2012 Hrant Dink sonuncu olmayacak, eğer!
AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Toplumumuza ve ailesine baş sağlığı, müteveffaya ise Tanrı’dan rahmet dilerim.
Medya, olayı çok yönlü analiz etti ve etmeye devam ediyor. Önümüzdeki günlerde edinilecek yeni bilgiler ışığında muhtemelen bu çözümlemeler daha da zenginleşecek, bunlardan bazı dersler de çıkarılacak. Hiç olmazsa bu yanı iyidir. Her musibetin mutlaka bir yararının da olabileceğini bir kere daha görmüş olduk.
Haydi geliniz bir de uzay-zaman düzeyinden bakalım!
Bundan önceye -hattâ isterseniz çok öncelere- gidelim ve benzer cinayetlere bir bakalım, ama zaman ve mekân açısından uzaklardan bakalım.
Tüm cinayetlerde çok sağlam bir ortak nokta var: Tetikçiden geriye doğru giden “tetikçi-tasarımcı zinciri”nde giderek azalan bir “kuşkusuzluk” var. Tetiği çekenin, “doğrular”ından kuşku duymama düzeyi yüz üzerinden yüz. Geriye doğru gittikçe bu yüzde azalıyor. Zincirin son halkalarında yer alan tasarımcı(lar)ın “doğrular”ı ise gayet esnek. Zamana, zemine, koşullara göre değişiyor. Doğruluğuna yüzde yüz inandıkları tek şey uzun erimli vizyonları.
O görev hangi kisve altında kolay yerine getirilebiliyorsa, tetikçi de o kisvenin “doğrular”ına göre seçiliyor. Örneğin dini inaçların kullanılması gerekiyorsa tetikçi fanatik bir dinci, etnik motifler gerekiyorsa etnik bir fanatik seçiliyor. Tetikçide aranılan tek özellik, fanatizm (yani kuşkusuzluk) düzeyinin yüzde yüz olması.
Misyonun önem derecesine bağlı olarak “tetikçi-tasarımcı zinciri”nin uzunluğu da artıyor. Basit olaylarda bir tetikçi ile bir tasarımcı’dan oluşan kısa zincirler kullanılırken, karmaşıklık (sofistikasyon) düzeyi yüksek misyonlarda daha uzun zincirlerin kullanımı zorunlu oluyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca zincirinin uzunluğu ve tetikçinin pisikolojik durumunun “mükemmelliği (1)” nedeniyle olayı anlamak halâ mümkün olamadı.
Hrant Dink zinciri de epey uzun olabilir. Zincirin ilk iki halkası (Samast ve Hayal), kendilerini motive eden “doğrular” konusunda yüzde yüz “kuşkusuz” görünüyorlar. Öyle ki, ikinci halka mahkemeye çıkarılarken, aynı kategoriye koyduğu Orhan Pamuk’a da uyarıda bulunmadan edemiyor ve ilginçtir “akıllı” olmasını öneriyor. Ben bu öneride son derece içtenlikli olduğuna eminim. Çünkü “akıllı” demek, onun “doğruları”na uygun demektir.
Zincirin gerisinde daha kaç bakla olduğu bu analiz açısından bir önem taşımıyor. Önem taşıyan tek nokta, bu tür örgütlenmenin tetikçilik kadrosunda yer alanların “kuşkusuzluk” düzeylerinin “tam” olmasının gerekliliği.
Çünkü bu ol(a)madığı takdirde çok daha karmaşık organizasyonlar yapmak, işini çok iyi yapabilen profesyonel suikastçiler bulmak gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Bunlar hem organizasyonunun maliyetini artırıyor, daha da önemlisi profesyonellerin bilgi sızdırma şantajı ile karşılaşma olasılığı var. Halbuki doğruları konusundaki “kuşkusuzluk” düzeyi yüksek kişiler kullanıldığında böyle bir şantaj tehlikesi hemen hemen yoktur.
Ayrıca da çoğu zaman tetikçinin yakalanması da tasarımın bir gereği olabiliyor ve gereken mesaj o yolla iletiliyor. Yok böyle değil de tasarım amacı belirsiz kaynaklı bir korku atmosferi yaratmak ve o ortam içinde başka tasarımları gerçekleştirmek ise o takdirde profesyonel suikastçiler kullanılıyor ve yakalatılmıyor.
O halde, siyasal bir inanca dayalı bir suikast organizasyonunun olmazsa olmazı, o inanç konusundaki kuşkusuzluğu tam olan bir tetikçidir. Organizasyon karmaşık ise tetikçiden sonraki birkaç kademenin de kuşkusuzluklarının yüksek olması gerekir. Fakat zincirde geriye gidildikçe süratle bu kuşkusuzluğun azalması, onun yerini akıl ve mantığın alması gerekir.
Çünkü kuşkusuzluk ve akıl aynı kafa içinde bulunamaz.
Melanet tasarımlarının çoğu için “kuşkusuz” insan öğesinin ne denli vazgeçilmez bir girdi olduğu görülüyor. Bu şu demektir: Bir toplumdaki kuşkusuz insan havuzu ne kadar genişse, çeşitli amaçlara yönelik olarak o toplumda organize edilebilecek melanet işlerinin çeşitliliği ve sayısı o kadar çok olabilir.
Örneğin, toplumumuzu ikiye bölmüş bulunan laikçi-dinci çatışması, her iki kesimdeki kuşkusuz yığınlarca beslenmektedir.
Dogmalarının doğruluğundan hiç kuşkulanmayan yığınlar kendi doğrularını diğer kesime benimsetebilmek için her yolu kullanmaya azimlidirler ve bunu içtenlikli olarak “doğruları” adına yapmaktadırlar ve o doğrular tektir.
Türkiye bir yol ayrımındadır.
Nasıl olacağı -hattâ olup olmayacağı- bilinemez ama eğer bir şekilde “kuşkusuzluk” illetinin farkına varılmaz, bunun bir tümör gibi toplumu sardığı farkedilemez ise, her gün yepyeni melanet tasarımları ile karşı karşıya kalınacağı bellidir.
Önümüzdeki iki seçim, bu tür tasarımların ortaya konulabilmesi için uygun bir ortamdır.
Tüm doğrularımızın doğruluklarının koşullu olduklarını, birlikte yaşamın, ortak doğrular çevresinde uzlaşabilmek olduğunu anlamak ya da kendi doğrularımızın tekliğine inanmak. Bunun için bir mucize gerekir mi?
Mucizeler de olabildiğine göre niye olmasın.
Ocak 24, 2007
(1) Burada “mükemmellik” sözcüğü, üstlenilen görevin yerine getirilmesi açısından gereken niteliklere tam uyum anlamındadır.
-
May 25 2012 “Gelişkin Türkçe-2”
Bir mektup..
Bir öğretmen okurumun mektubu ve ona yanıtımın iyi bir konu olacağını düşündüm; aktarıyorum:
<<Sayın Titiz,
Anadilini anlama ve anadiliyle ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar -sınav vb-, öğrenciyi bellemeye, ezbere iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz?
Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe‘dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır.
Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz? 6 Eylül’de Özel İzmir Lisesi’nde öğretmenler ve diğer katılımcılarla toplanalım istiyoruz. Siz de katılır mısınız; bu toplantı ileride toplanması istenilen “Dil Kurultayı”nın ilk çağrı toplantısı olabilir mi? Saygılarımla,
Temel Bektur, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni>>
ve bir cevap..
Sayın BEKTUR; Öncelikle, “Türkçe’nin -daha genel olarak anadilinin- önemi nereden gelmektedir?” sorusunun bir söylem olmaktan öte derinlikte anlaşılmasını sağlamalıyız. Benim tanıdıklarım arasında, en küçük dilbilgisi yanlışını anında düzelten, bir sözcüğün Türkçe karşılığı var iken yabancısını kullanana ateş püsküren, ifadeleri düzgün, sanki bir şiir okuyormuşcasına konuşan, ama anadilini bilmeyen inanamayacağınız sayıda kişi var.
Galiba sorun, bu konunun “dil sorunu” olarak adlandırılmasından; daha da doğrusu, “dilin doğru ve güzel kullanımı” olarak adlandırılmasından doğuyor. Bence sorun katiyen bu değildir. Dilin “doğru” kullanımı ile -herhalde- dilbilgisi kurallarına uygun kullanımı; dilin “güzel” kullanımı ile de sözcüklerin, dil öğelerinin yerli yerinde, tekrar olmaksızın kullanımı kastediliyor.
Peki, kavram dağarcığının zenginliği; bu kavramların içlerinin dolu oluşu; bir kavramın, tanımı belirsiz başka kavramlarla açıklanmayışı gibi asli unsurlar nereye girecek? Bunlar, dilin “doğru” ve/ya “güzel” kullanımıyla ilgili değildir.
Dil ile bir düşünce ifade edilirken asıl olan dil değil “düşünce”dir. Bu düşünceler, belirli bir amaca yönelik değilse, peşpeşe sıralanan cümlelere karşı gelen düşünceler arasında anlamlı bir mantık bağlantısı yoksa, “güzel” ve “dilbilgisi” kurallarına uygun konuşup yazmak, hiçbir işe yaramayan bir gözbağcılık değil midir?
Son yıllarda artan radyo, TV ve basın kanalları nedeniyle dili kötü kullananlara karşı bir eleştiri dalgası oluştu. İyi ki oluştu; çünkü böylece, bu eleştirilerin dilin özüne değil görüntüsüne ilişkin olduğu ortaya çıktı.
Aslında, ağzını ezip büzen bir TV sunucu ile onun yanlışlarını bulan bir çokbilmiş arasında -dilin gerçek işlevleri açısından- hiçbir fark yoktur. Hatta, sorunu çıplak olarak sergileyen TV sunucusu daha mazurdur ve de bir ölçüde yararlı işlev görmektedir.
Bugün üzerinde ısrarla durmamız gereken, ürünlerini el (yazı) ve/ya dil (söz) ile dışavurduğumuz düşünce biçimindeki yetersizliklerdir. Dolayısıyla sorunu, “düşünme ve onun dışavurum biçimindeki yetersizlikler” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.
Yüzyıllar boyunca sustuktan sonra konuşma özgürlüğünün tadını çıkaran toplumumuz bunun keyfinin çıkarmaktadır. Evet, toplumumuz konuşmakta, çok konuşmakta; hoş ve boş konuşmaktadır. İnsanlarımızın kafalarının ne kadar karışık olduğunu, günün herhangi bir saatindeki, herhangi bir kanaldaki, herhangi bir konudaki, herhangi bir konuşanı dinleyerek görebiliz.
“Gelişkin Türkçe“, bu şekilde anlaşılmalı, “düşünme ve dışavurma sorunu” olarak birlikte irdelenmelidir. Aksi halde ilerleyen bilgi teknolojileri, çok yakında, “hoş ve boş konuşmaları -ve yazıları- süzebilen akıllı yazılımlar” üretecektir. »
24 Eylül 2001
