• “Gelişkin Türkçe-1”

    İnsanlarımızın, çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için katlandıkları maddi ve manevi fedakarlıkların boyutu, bu alandaki başarı eksiğinin nedenleri üzerinde ısrarla durmak gerektiğine işaret ediyor.

    Bu alanda başarılı olduğu kanısı yayılmış birkaç okul dışında yabancı dil öğreniminde başarı sağlayabilmiş okul olmadığı savı ilk bakışta abartılı görünebilir.

    Başarılı sayılan okulların ise, kullandıkları başarı ölçütlerinin tabu olarak varsayılmasından vazgeçildiği ve dili öğrenilmeye çalışılan kültüre ait bir dizi tavrın taklidedilmesinin yaratabildiği önyargıdan kurtulunduğu takdirde, bugünkünden farklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktır.

    Bu yargının abartılı olup olmadığına karar verebilmek için önce, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği iyice netleştirilmelidir. Bu konuda çalışılan bir özel okulda, yabancı dilin niçin öğrenilmesi gerektiği sorusunun yanıtı olarak şu nokta belirlenmiştir:

    «Öğrencilerin, kendilerini insanlık ailesinin tam bir üyesi olarak hissedip öylece hareket edebilmeleri hedefine yönelik olarak, derslerinin ve ileride seçecekleri mesleki ve/ya kültürel alanların gerektireceği düşünme, anlama ve kendini ifade becerileri için sağlam bir temel oluşturmak»

    Buradaki kritik vurgulama, «düşünme» kavramınadır. Bunun anlamı, yabancı dil derslerinde sık sık çocuklara öğütlenen “Türkçe düşünmeyin, yabancı dilde düşünün” önerisinin akla getirebildiği, zihninizden Türkçe yerine mesela İngilizce ya da Almanca sözcükler geçirin olmadığıdır.

    Bir “dil”, sözcükler ve bunların kullanım kurallarından oluşan bir sistem değildir. Dil, bir kültüre ait düşünme biçiminin simgesel (söz, yazı, resim, tavır vb) ifadesidir.

    Her kültürün düşünme biçimini, o kültürün asırlar boyunca süren oluşum süreci belirler. Dolayısıyla diller, sözcükler açısından değil temelde bu oluşum süreçleri açısından ve bu nedenle de düşünme biçimleri açısından farklıdırlar. Sözcükler, terimler, deyimler, farklı olan bu düşünme biçimlerini ifadede kullanılan simgelerdir.

    Bir dili öğrenmek demek, o dili kullanan kültürün düşünme biçimini öğrenmek demektir. Sözcükler ve onların kullanım kuralları ancak bundan sonra öğrenilmelidir ve başka türlü öğrenilmesine imkan da yoktur. Bunun dışındaki yollar öğrenme değil, belirli sayıda kalıbın bellekte tutulup, karşılaşılan duruma göre en yakınının kullanımından ibarettir.

    Bir dili öğrenme bu biçimde algılandığı takdirde, “3 ayda dilini çözmek”, “bülbül gibi konuşturmak” gibisinden ölçütlerin, ya da bir kısım ticari testlerin belirlediği düzeylerin aslında “günlük dilin akıcı biçimde anlaşılıp konuşulması” gibi bir hedeften daha ileri bir düzeye işaret etmediği anlaşılacaktır.

    Bununla beraber eğer hedef, yani “niçin yabancı dil öğretiyoruz?” sorusunun yanıtı eğer yukarıdaki gibi veriliyorsa, erişilen düzeyi başarılı saymak gerekir. Ama herhalde bu da çarşı pazara gitmek için lüks otomobil almaktan daha anlamlı olmayacaktır.

    Yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde öğrencilerin, konuların belirli bir karmaşıklık düzeyinin altındayken güçlük çekmemeleri, ama o düzeyin üzerine çıkan konularda Türkçeye dönmek istemeleri de bu savı doğrular niteliktedir.

    Bütün bunlar, unutulan bir gerçeğin tekrar ve de önemle hatırlanmasını gerektirmektedir: Ana dil dışında bir diğer dil, ancak ve yalnız ana dilin iyi bilinmesi koşuluyla mümkündür.

    Buraya kadar ki akıl yürütme, yabancı dil öğrenimiyle ilgiliydi. Tarih, matematik ya da bir başka ders için de durum daha farklı değildir. Bu derslerin öğrenilebilmesi ancak ve yalnız, o derslerin okunacağı dilin iyi bilinmesiyle mümkündür.

    Böylece, 1 yıl hazırlık okuyarak “dili çözüldü” denilen öğrencilerin, konuları öğrenmede niçin güçlük çektikleri ve öğretmenlerin niçin sık sık Türkçe’ye dönmek zorunda kaldıkları da açıklanmış olmaktadır. O halde, yabancı dil öğrenimiyle ilgili kuralın genelleştirilerek şu hale getirilmesi mümkündür:

    «Ana diline, anlama ve ifade etme becerileri bağlamında tam hakim olmayan bir öğrenci hiçbir başka şeyi öğrenemez, sınav vb etkiler altında ise ancak beller, sonra unutur ya da yaşamına uygulayamaz»

    Ana dilin ne denli önemli olduğuna ilişkin bu girişten sonra, sıradaki olası soruya yanıt aranmalıdır: Bu nasıl yapılabilir?

    Gelişki Türkçe (GT) adı verilen kavram bir “ders” konusu değildir. Bütün derslerle birlikte – Türkçe’de dahil – işlenmesi gereken bir kavramdır.

    Nitekim, bugün Türkçe’nin bu denli bozulmuş olmasının bir nedeni de, onun ayrı ders olarak -hem de biraz az önemli – işlenmesidir.

    Matematik, tarih ya da beden eğitimi dersleri işlenirken GT onlarla birlikte işlenmelidir.

    Senaryo temelli ders işleme, bu birleştirme işini kolaylaştıran bir faktördür. Örneğin nmatematik ve Türkçe birlikte işlenecektir. Bir başka deyimle Türkçe , matematiğin içine yerleştirilecektir.

    Matematik, coğrafya ya da beden eğitimi dersleri yapılırken şu gerçek unutulmamalıdır: bu ders öğrenciye, kendini ifade konusunda yeni bir yol göstermek için vardır.

    Matematik, bir başka yolla ifade edilemeyen (ya da güçlükle ifade edilebilen) bazı olguları ifade etmeye yarayan bir dildir.

    Coğrafya, üzerinde yaşadığımız çevre hakında söylenmek istenilebilecekler için; tarih de geçmişte olup bitenlerden bugünler ve gelecek için dersler çıkarmaya yarayabilecek birer “dil”dir.

    O halde genelleştirerek denilebilir ki okullarda tüm öğrenilmesi istenilenler temelde birer dil öğreniminden başka bir şey değildir.

    Türkçe (ya da bir başka dil), bu diller için ortak bir semboller ve kurallar topluluğunu vermektedir. Esas ifade araçları ise Türkçe dersinde değil diğer deslerde öğrenilmektedir. Ne Türkçe, ne de diğer desler tek başlarına “dil öğrenimi”ni sağlayamazlar. Ancak hepsi birlikte bu amacı yerine getirebilirler.

    Yabancı dil öğrenimini bu gözlük altında incelediğimizde, İngilizce ya da bir diğer ikinci dilin, o topluma özgü kavramlar, bunlara karşı gelen sözcükler (semboller) ve onları birbirine bağlayan kurallar olarak, çeşitli konularda ifade edilmek istenilenleri dile getirmeye yaradığını ve bu bakımdan ana dile çok benzediğini söyleyebiliriz.

    Buradan, diğer derslerden soyutlanmış olarak yapılacak bir yabancı dil öğreniminin, aynen ayrı yapılan Türkçe gibi bir işe yaramayacağı çıkarılabilir. Nitekim pratikte de aynen böyle olmaktadır.

    Yabancı dille eğitim yapan kolejlerde yabancı dille işlenen derslerin içine yerleştirilebilecek ifade eğitimi, iki işlevin eş zamanlı olarak yapılmasını sağlayabilecektir.

    Öğrencilerin, henüz tam hakim olmadıkları bir dilde soru sormak, ders dinlemek yerine, bunları ana dillerinde yapmaları, proje grupları içinde ana dillerinde konuşmaları, ama aynı zamanda yabancı dilde yazılmış ana ve/ya yardımcı ders kitaplarını okumaları, hem anlama hem de yabancı dil öğrenme için iyi bir yoldur.

    Aslında, yabancı dilde eğitim yapan üniversiteler de dahil hemen tüm eğitim kurumlarında derslerde kitaplar yabancı dildedir, ama öğrencilerin derslerde -ve özellikle güç kısımlarında- ana dillerini konuştukları da bir gerçektir. Türkçe dersi dışındaki derslerin öğretmenleri, kendi dersleriyle Türkçe’yi pratik olarak nasıl birleştirecek ve böylece “Gelişkin Türkçe”yi bir slogan olmaktan öteye nasıl götüreceklerdir?

    Bunun en iyi yolu, öğretmenlerin, “yaşam kalitesi”, “iletişim becerisi”, “düşünme becerisi” ve “dil” arasındaki zincirleme bağlantıyı tam algılamalarına yardımcı olmaktır. Dilin iyi kullanımı, genellikle süslü -ama genelde anlaşılmaz- söz söyleme ile karıştırılır. Bu nedenle de “dilin önemi” konusunda kimseye kolay kolay birşey dinletmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki dilin önemini en az anlamış olanlar, uzun ve fiyakalı konuşmaya en çok meraklı olanlardır.

    Dolayısıyla öğretmenlerin, “dilin önemi”, “düşünme becerisi” ve “yaşam kalitesi” gibi kavramlar arasındaki zincirleme bağlantı konusundaki bilinçlerinin geliştirilmesi için, bunların önemli olduğunun söylenmesinin bir yararı olmayacaktır. (aslında, öğrenilmesi istenilen bir şeyi benimsetmenin en olmaz yolu onu “söylemek” tir)..

    Çoğu insanın, “önemli” olan bir şeyin gereğini yap(a)mayışının altında, ya o önemi yeterince idrak edemeyişi, ya da -ve daha çoğunlukla- o gereği yerine getirme iradesini gösteremeyişi yatar.

    Buna göre uygulanacak yöntem, bir yandan dilin öneminin tam anlaşılması için çaba gösterirken, bir yandan da” düşündüğünü yapma iradesi”nin güçlendirilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçeve içinde dil’in öneminin kavratılması için kullanılabilecek bir yaklaşım, dilin sorun çözmede somut bir araç olarak kullanılabilirliğinin gösterilmesi, bunun bir atelye çalışması biçiminde yapılmasıdır (1).

    Böylece, ilk adımda çözülemez gibi görünen sorunların, dil aracını kullanarak nasıl daha başa çıkılabilir hale geldiğini bizzat deneyimleyecek olan öğretmenlerin, dilin “önemi”ni daha iyi kavrayacakları beklenmelidir.

    Bu bilinç yükseltimi eğitimine paralel olarak, öğretmenlerin “düşündüklerini yapabilme” iradeleri nasıl güçlenririlecektir ?

    Düşündüğünü yapamama’nın herhalde onlarca nedeni vardır. Ortak olanların başında ise motivasyon yetmezliği, enerji düzeyi düşüklüğü, yöntem bilmezlik, çeşitli korkular (gerçel ya da sanal) gibi ögeler gelmektedir. Bu konularda da dışarıdan yapılacak telkin veya müdahaleler değil, kişilerin kendilerinin, kendi yeterlik ve yetmezliklerinin farkına varmalarına yardım daha yararlıdır. Bu nedenle, öğretmen ve idarecilerin oluşturduğu toplululuklara “grup terapisi” biçiminde yapılabilecek eğitimlerle, herkesin kendi düşündüğünü yapabilme profilini kendisinin keşfetmesi sağlanabilir.

    Bu yollarla dilin önemi konusunda bilinci gelişen ve kendi dersi için geliştireceği bireysel planı (Türkçeyi kendi dersiyle birleştirme planı) uygulama iradesi güçlenen öğretmen, bazı teknik yardımlara ihtiyaç duyabilir..

    Çeşitli ülkelerde bu alanda yapılan uygulamalar bu amaçla kullanılabilir (2). Ama öncelikli koşul, bu arayışın içine girmiş olmaktır.

    26 Temmuz 1997

    (1) “Problemin Yeniden Tanımlanması›”, bilinen bir sorun çözme tekniğidir. Bu tekniğin değiştirilmiş bir biçimi, “Sözcük Ağacı Yaklaşımına Göre Sorunun Yeniden Tanımlanması” adını taşımakta olup, BEYAZ NOKTA VAKFI eğitim programı içinde bu konuda bir eğitim yer almaktadır. e-posta: <<bnv@beyaznokta.org.tr>>

    (2) Matematik öğretmenleri için kullanılabilecek bir uygulama örneği, yukarıda adı geçen kuruluştan edinilebilir.

  • Adlandırma..

    Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..

    “Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.

    Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.

    Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.

    Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.

    Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.

    Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.

    Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.

    Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.

    Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.

    Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.

    Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.

    Pazar, 11 Haziran 1995

  • Açık mektup!

    17 Ağustos ’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.

    17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.

    Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimiz ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.

    Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.

    Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü mevcut olup, bundan uzak durmayı da bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.

    Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalin peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.

    Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri’lere eğilimli çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “doğru’lara eğilimli azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.

    Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, kârından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.

    Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.

    Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.

    Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.

    Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.

    Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:

    Ortak ilkeler

    • Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
    • Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak,
    • Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.

    Özel ilkeler

    • Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
    • Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
    • Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.

    Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?

    Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?

    Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.

    Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.

    İtalya’dakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.

    Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.

    Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım”; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm”; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.

    Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.

    Eylül 1999

  • Devletin Bilişim Politikası yok!

    Devletin politikası ve devlet politikası..

    BT Haber Dergisi’nin 10-16 Temmuz 2006 sayısında, yeni kurulduğu bildirilen BİTİS (Bilgi ve İletişim Teknolojileri İşverenleri Sendikası) yetkililerine dayanarak verilen bir haberde, devletin bilişim politikası ve bu politikayı hayata geçirebilecek bir stratejisi olmadığı eleştirisi yer aldı.

    Benzer haberler hemen her sektöre mensup yetkililerce dile getirilir. Devletin turizm politikasının, eski eserleri koruma politikasının, eğitim politikasının vs olmadığı ve olması gerektiği dile getirilir. Hatta bunları söyleyenler arasında -ki tümünün demokrat kişiler olduğuna kuşku da yoktur-, geliştirilmesi istenilen bu politikaların birer “devlet politikası” olması gerektiğini şart koşanlar da epeycedir; diğerlerinin de belki akıllarına gelmediği için bu olmazsa olmazı unutmuşturlar (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284).

    Gerçekten de olmayan bir politika vardır ama..

    Evet, koro halinde oldum olası bu eleştirileri geliştirenler haklıdırlar, ama o politikaları geliştirmeleri gerekenler bizzat kendileridir. Şöyle:

    1. Herhangi bir konudaki politika, o konudaki hayalet ve kök sorunların (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=218) analizine dayanan; bu sorunları ve/ya etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik ilkelerin ve araçların sistemik biçimde açıklanmasıdır.
    2. Bu politikalar standart formatlı birer belge haline getirilmediği sürece ilgili paydaşlarca bilinmesine, zenginleştirilmesine, ortak akılla zenginleştirilmesine imkan yoktur. Dolayısıyla politikalar yazılmalıdır. Bunları içeren belgelere Politika Belgesi (policy document) denilmesi adet olmuştur. Bunlardan bazıları kamuya açık (public open), bazıları gizli olabilir ama yazılı olmaları şarttır.
    3. Sınırlı imkanlarla sınırsız sayılabilecek sorunları gidermenin akılcı yolu o konuda bir politikaya -dolayısıyla da politika belgesine- sahip olmaktır.
    4. Diktatörlükle yönetilen ya da halkı diktatörlük yönetimlerine meraklı olan toplumlarda politikalar belge haline getirilmez; diktatör her sabah çeşitli konulardaki politikaları “düşünür” ve öğleden sonraları da “uygular”.
    5. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise konuların paydaşları, o paydaşların oluşturduğu sivil örgütlenmelerde (vakıf, dernek, sendika gibi) bir araya gelir ve konu hakkında belirli yöntemlerle ortak akıl üretirler ve bunu bir Çalışma Dokümanı (working document) haline getirirler. Sonra da bu belgeleri yasama, yürütme ve yargı kurumlarına vererek onların tercihlerinin de belgelere yansımasını sağlarlar. Böylece belgeler daha çok katılım içerir hale gelmiş olur.
    6. Devletin bu kurumlarına iletilen belgeler, birer istek ya da yakınma raporu, -meli/-malı tarzında ihale üsluplu belgeler değildir. Kaleme alanlar sadece kendi konularının (sektörlerinin) çıkarlarını değil tüm toplumun çıkarlarının sorumluluğunu taşıyarak yaratıcı çözümler oluştururlar.
    7. Devlet böylece bir politika belgesi taslağı edinmiş olur. Bunun düz Türkçesi, devlet, o konudaki ihtiyaç ve imkanların nasıl buluşturulacağına ilişkin konu paydaylarının ortak akıllarını bilmiş olur.
    8. Nihayet son katkılarla bu taslak bir politika haline gelmiş olur. Açık ise yayımlanır gizli ise gizlilik düzeyine göre sınıflandırılır.

    Esas sorulması gereken 3 soru:

    1. Turizm planlaması, eğitimi, eski eserler, kültür, istihdam gibi konularda hazırlanmış olduğunu bildiğimiz Politika Belgeleri vardır ve bunlar -zamanında- her türlü araçla duyurulmuştur. Bunlardan, “devletin politikalarının olmadığından” yakınan kurumların hiçbirisinin haberi niçin yoktur?
    2. Sorunlardan ve politikasızlıktan yakınan bunca meslek örgütü ve gönüllü kuruluş nasıl olabilir de bu denli basit bir sorun çözme aracını -ısrarla- göz ardı ederler?
    3. Demokrat elbiseli bizler nasıl bir diktatör bekliyoruz?

    Cumartesi, Temmuz 22, 2006

  • Cankurtaranlar niçin gecikiyor?

    Önce bazı tahminler:

    Cankurtaran kuruluşlarının yetkililerine göre:

    • Ambulanslar gecikmiyor, bu haberler bizi yıpratmak için çıkarılıyor,
    • Ambulans sayısı yeterli değildir,
    • Mevcut ambulansların bir kısmı ömürlerini doldurmuştur, sık arıza yapıyorlar,
    • Sürücü sayımız yeterli değil, kadro vermiyorlar,
    • Biz bu araçları kendi personelimiz için bulunduruyoruz, diğer olaylar için göndermek zorunda değiliz,
    • Sorumluluk bölgemizde olan olaylara yolluyoruz, gecikme söz konusu değildir,
    • Yasalar yetersiz.

    Cankurtaran sürücülerine göre:

    • Trafik sıkışık,
    • Diğer sürücüler yol vermiyor,
    • Sıra diğer arkadaşındı, her zaman bana bırakıyorlar, zaten ücretimiz düşük,
    • Gecikme söz konusu değildir.

    Vatandaş (normal):

    • Ha, onlar mı gelmez,
    • Geç gelen birkaçını sallandırırsan mesele biter.

    Vatandaş (uyanık):

    • Cankurtaranlar trafik sıkışıklığı için çok iyi bir çözümdür. Acele işi olanlar peşine takılınca daha çabuk gidilir,
    • Niye yol vereyim, bana yol versinler ben de zaten aynı yöne gideceğim.

    Vatandaş (AB)

    • AB’ye girince gecikmeler kalmayacak, çünkü Avrupa’da gecikme olmuyormuş

    Resmi yetkili:

    • Yeni satın alınacak cankurtaran araçlarıyla bahse konu sıkıntı tamamen önlenecektir,
    • Sınırlarımızın güvenliğinde bir sorun yoktur.

    Bunlar birer tahmindir. Muhtemelen her birinin gerçeklik payı da vardır. Ama acaba Pareto kuralı uyarınca sonuçların %80’ini oluşturan “başlıca %20” nedenler acaba bunlardan hangileridir? Yoksa acaba o önemli %20 nedenler bunların içinde hiç sayılmamış mıdır?

    Evet en önemlisi sayılmamıştır..

    Diğer sürücüler yol vermiyor” olarak ifade edilen -ki o da bir kök neden değildir- dışındakilerden hiçbirisi (evet hiçbirisi) gecikme olgusunun önemli nedeni değildir.

    Cankurtaranlar gecikir ve bundan sonra da gecimeye devam edecektir..

    Hattâ ne kadar çok araç alınırsa gecikmeler o kadar çok artacaktır. Çünkü gecikme olgusunun başlıca nedenlerinin en başında, sınırlı miktardaki kaynakları sınırsız ihtiyaçlara tahsis etme bilincine ve tekniklerine sahip bir “ağ örgütlenmesi” bulunmayışı gelmektedir. Cankurtaran sayısı artınca, bu bilinç eksiği daha çok kargaşaya yol açacaktır.

    Cankurtan sahibi kuruluşların (Sağlık Bakanlığı, belediyeler, gönüllü kuruluşlar, özel hastaneler vd) herbirisi ayrı statülere sahiptirler, emir aldıkları ve verdikleri makamlar birbirlerinden farklıdırlar. Ancak sıkıyönetim zamanlarında hepsi aynı makamın emir ve komutasına girerler. (Zaten bu yüzden de -söylem böyle olmasa da- halkımızın en çok sevdiği yönetim biçimi askerli ya da askersiz ama mutlaka “sıkı” yönetimlerdir).

    Bu durum karşısında, bir olay anında bir ambulansın olay yerine gelebilmesi gerçek bir mucizedir ve Tanrı’nın varlığının bir işareti sayılmalıdır. Normal olarak gelmemesi gerekirdi.

    Ağ örgütlenmesi, bugün sahip olduğumuz “ortalama” insan nitelik dokumuzun daha üzerinde bir akıl-fikir düzeyi gerektirmektedir. Bugünkü düzeyimiz ise henüz doğrusal (basit, lineer) ilişkileri -tak diye emretmek-şak diye yapmak basitliğinde- algılayabilmektedir.

    Ağ Tipi Örgütlenme, birbirinden farklı statüdeki kuruluş ve kişilerin, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere karşılıklı olarak etkileşmeleri, bu sürecin yönetişimini sağlamaları ve bu etkileşim ağının, hiçbirisinin mutlak emir ve komutası olmaksızın kendi kendini düzenlemesi demektir.

    Bu tür bir teknolojiye -bu gibi becerilere soft-teknolojiler denilebilir- sahip olmaksızın, cankurtaranlar gecikecek, trafik kazaları olmaya devam edecek ve de depremlerde insanlar ölecektir.

    Bu tür bir örgütlenmeyi kim yapmalıdır?

    Beklenen cevap “devlet”tir, yani burada Sağlık Bakanlığı. Bu olabilir, ama şart değildir. Hattâ devlete ait bir organ olmazsa daha da iyi olur. Bu konuyu önemli gören ve ağa dahil olacak kuruluşlarla iletişime girebilecek herhangi bir kuruluş olabilir. Örneğin, Cankurtaran Ağı (dernek, vakıf, platform vb).

    Bu girişimin başarısı iki anahtara bağlıdır: (1) “Biz varken başkasına n’oluyor?” alışkanlığını kırabilmek, (2) Farklı statüdeki kuruluşlarla etkileşime  https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18) girmeye -içtenlikli olarak- istekli olmak.

    Ağ Tipi Örgütlenmenin bir miktar teknik ayrıntıları https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=698 adresinde bulunabilir.  Daha fazla teknik ayrıntı (ağa katılanlar arasındaki protokolların nasıl yapılacağı, Ağ Odağı’nın işlevini nasıl yapacağı, toplu kararların nasıl alınacağı vs), yukarıda sayılan 2 anahtar gereksinim yanında gerçek birer ayrıntıdır.

    Siyasal-bürokratik hanzoluk denilebilecek “bu işler bizden sorulur” tavrı terkedildiğinde cankurtaranların zamanında gelmesi, onlarca kuruluşun birbiriyle etkileşebilmesi ve kaza-belâ hallerinde daha az insanın kaybedilmesi mümkün olabilecektir. Aksi halde ne olacağını Mustafa Sandal söylüyor: Pazara kadar değil mezara kadar!

    Temmuz 24, 2004

     

     

  • Herkesin puntosu niçin eşitdeğildir?

    Ölüm ilanları da böyledir!

    Gazetelerdeki ölüm ilanlarının şu 4 parametresine bakarak ölen kişinin büyüklüğü konusunda kesin bir fikir edinebilirsiniz: (1) İlanın sütün.santimi, (2) İlanda kullanılan fontun puntosu, (3) Aynı kişi için kaç kişi veya kurumun ilan verdiği, (4) Ölen kişinin adının üzerindeki bölüme eklenen “bu kişi kimin nesi olurdu?” açıklamasındaki kelime sayısı.

    Örneğin, 2 sütun genişlik ve 5 santim yükseklikte bir alana yazılı “değerli büyüğümüz Durmuş Ölmez vefat etmiştir. Cenazesi …. gün … vs” gibi bir ilandan hemen anlaşılması gereken, müteveffanın tam bir orta direk mensubu olduğudur.

    Ama aynı kişi için şöyle bir ilan verilmişse onun, ölmemesi gereken ama Tanrının bir gafleti sonucu ölümüne neden olunan bir büyük insan olduğu anlaşılmalıdır: “Bahçeşehir eşrafından fişmancanın kayınpederleri, şirketimiz yönetim kurulu üyesi, ………… ……… ………. . ……… ……………… .. Durmuş Ölmez vefat etmiştir.vs

    Bu görgüsüzlüğün sebebi nedir?

    Görgüsüzlüğün nedenlerini araştırmaya pek gerek yoktur. Muhtemelen yağcılık ve haddini bilmeme başlıca ikisidir.

    Merak edilmesi gereken, TV’lerde sürekli olarak iletişim, reklam, halkla ilişkiler gibi konularda talkım veren ulemanın nasıl olup da böyle bir görgüsüzlüğü görmedikleridir.

    Daha da ilginç olan, her gün insanlar ve kesimler arasındaki eşitsizlikten yakınanların, buram buram ayrımcılık kokan bu ilanları nasıl görmedikleri ya da daha doğrusu görüp de niçin seslerini çıkarmadıklarıdır.

    Pazar, Temmuz 16, 2006

  • Hrant Dink sonuncu olmayacak, eğer!

    AGOS Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Toplumumuza ve ailesine baş sağlığı, müteveffaya ise Tanrı’dan rahmet dilerim.

    Medya, olayı çok yönlü analiz etti ve etmeye devam ediyor. Önümüzdeki günlerde edinilecek yeni bilgiler ışığında muhtemelen bu çözümlemeler daha da zenginleşecek, bunlardan bazı dersler de çıkarılacak. Hiç olmazsa bu yanı iyidir. Her musibetin mutlaka bir yararının da olabileceğini bir kere daha görmüş olduk.

    Haydi geliniz bir de uzay-zaman düzeyinden bakalım!

    Bundan önceye -hattâ isterseniz çok öncelere- gidelim ve benzer cinayetlere bir bakalım, ama zaman ve mekân açısından uzaklardan bakalım.

    Tüm cinayetlerde çok sağlam bir ortak nokta var: Tetikçiden geriye doğru giden “tetikçi-tasarımcı zinciri”nde giderek azalan bir “kuşkusuzluk” var. Tetiği çekenin, “doğrular”ından kuşku duymama düzeyi yüz üzerinden yüz. Geriye doğru gittikçe bu yüzde azalıyor. Zincirin son halkalarında yer alan tasarımcı(lar)ın “doğrular”ı ise gayet esnek. Zamana, zemine, koşullara göre değişiyor. Doğruluğuna yüzde yüz inandıkları tek şey uzun erimli vizyonları.

    O görev hangi kisve altında kolay yerine getirilebiliyorsa, tetikçi de o kisvenin “doğrular”ına göre seçiliyor. Örneğin dini inaçların kullanılması gerekiyorsa tetikçi fanatik bir dinci, etnik motifler gerekiyorsa etnik bir fanatik seçiliyor. Tetikçide aranılan tek özellik, fanatizm (yani kuşkusuzluk) düzeyinin yüzde yüz olması.

    Misyonun önem derecesine bağlı olarak “tetikçi-tasarımcı zinciri”nin uzunluğu da artıyor. Basit olaylarda bir tetikçi ile bir tasarımcı’dan oluşan kısa zincirler kullanılırken, karmaşıklık (sofistikasyon) düzeyi yüksek misyonlarda daha uzun zincirlerin kullanımı zorunlu oluyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca zincirinin uzunluğu ve tetikçinin pisikolojik durumunun “mükemmelliği (1)” nedeniyle olayı anlamak halâ mümkün olamadı.

    Hrant Dink zinciri de epey uzun olabilir. Zincirin ilk iki halkası (Samast ve Hayal), kendilerini motive eden “doğrular” konusunda yüzde yüz “kuşkusuz” görünüyorlar. Öyle ki, ikinci halka mahkemeye çıkarılarken, aynı kategoriye koyduğu Orhan Pamuk’a da uyarıda bulunmadan edemiyor ve ilginçtir “akıllı” olmasını öneriyor. Ben bu öneride son derece içtenlikli olduğuna eminim. Çünkü “akıllı” demek, onun “doğruları”na uygun demektir.

    Zincirin gerisinde daha kaç bakla olduğu bu analiz açısından bir önem taşımıyor. Önem taşıyan tek nokta, bu tür örgütlenmenin tetikçilik kadrosunda yer alanların “kuşkusuzluk” düzeylerinin “tam” olmasının gerekliliği.

    Çünkü bu ol(a)madığı takdirde çok daha karmaşık organizasyonlar yapmak, işini çok iyi yapabilen profesyonel suikastçiler bulmak gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Bunlar hem organizasyonunun maliyetini artırıyor, daha da önemlisi profesyonellerin bilgi sızdırma şantajı ile karşılaşma olasılığı var. Halbuki doğruları konusundaki “kuşkusuzluk” düzeyi yüksek kişiler kullanıldığında böyle bir şantaj tehlikesi hemen hemen yoktur.

    Ayrıca da çoğu zaman tetikçinin yakalanması da tasarımın bir gereği olabiliyor ve gereken mesaj o yolla iletiliyor. Yok böyle değil de tasarım amacı belirsiz kaynaklı bir korku atmosferi yaratmak ve o ortam içinde başka tasarımları gerçekleştirmek ise o takdirde profesyonel suikastçiler kullanılıyor ve yakalatılmıyor.

    O halde, siyasal bir inanca dayalı bir suikast organizasyonunun olmazsa olmazı, o inanç konusundaki kuşkusuzluğu tam olan bir tetikçidir. Organizasyon karmaşık ise tetikçiden sonraki birkaç kademenin de kuşkusuzluklarının yüksek olması gerekir. Fakat zincirde geriye gidildikçe süratle bu kuşkusuzluğun azalması, onun yerini akıl ve mantığın alması gerekir.

    Çünkü kuşkusuzluk ve akıl aynı kafa içinde bulunamaz.

    Melanet tasarımlarının çoğu için “kuşkusuz” insan öğesinin ne denli vazgeçilmez bir girdi olduğu görülüyor. Bu şu demektir: Bir toplumdaki kuşkusuz insan havuzu ne kadar genişse, çeşitli amaçlara yönelik olarak o toplumda organize edilebilecek melanet işlerinin çeşitliliği ve sayısı o kadar çok olabilir.

    Örneğin, toplumumuzu ikiye bölmüş bulunan laikçi-dinci çatışması, her iki kesimdeki kuşkusuz yığınlarca beslenmektedir.

    Dogmalarının doğruluğundan hiç kuşkulanmayan yığınlar kendi doğrularını diğer kesime benimsetebilmek için her yolu kullanmaya azimlidirler ve bunu içtenlikli olarak “doğruları” adına yapmaktadırlar ve o doğrular tektir.

    Türkiye bir yol ayrımındadır.

    Nasıl olacağı -hattâ olup olmayacağı- bilinemez ama eğer bir şekilde “kuşkusuzluk” illetinin farkına varılmaz, bunun bir tümör gibi toplumu sardığı farkedilemez ise, her gün yepyeni melanet tasarımları ile karşı karşıya kalınacağı bellidir.

    Önümüzdeki iki seçim, bu tür tasarımların ortaya konulabilmesi için uygun bir ortamdır.

    Tüm doğrularımızın doğruluklarının koşullu olduklarını, birlikte yaşamın, ortak doğrular çevresinde uzlaşabilmek olduğunu anlamak ya da kendi doğrularımızın tekliğine inanmak. Bunun için bir mucize gerekir mi?

    Mucizeler de olabildiğine göre niye olmasın.

    Ocak 24, 2007

    (1) Burada “mükemmellik” sözcüğü, üstlenilen görevin yerine getirilmesi açısından gereken niteliklere tam uyum anlamındadır.

  • “Gelişkin Türkçe-2”

    Bir mektup..

    Bir öğretmen okurumun mektubu ve ona yanıtımın iyi bir konu olacağını düşündüm; aktarıyorum:

    <<Sayın Titiz,

    Anadilini anlama ve anadiliyle ifade etme becerisi gelişmemiş ya da az gelişmiş bir öğrenci öğrenmede zorlanır. Bazı zorlamalar -sınav vb-, öğrenciyi bellemeye, ezbere iter; ezberler ve de unutur, yaşamına uygulayamaz. Acaba ne yapabiliriz?

    Ezbersiz Eğitimin alt başlıklarından birisi de Gelişkin Türkçe‘dir. Gelişkin Türkçe kavramı bir ders ya da bir dersin konusu değildir. Bütün derslerde birlikte işlenmesi gereken bir kavramdır. Kısaca; Türkçe her zaman ve her yerde doğru ve güzel kullanılmalıdır. Bütün derslerde öğrendiklerimiz Türkçe’nin gelişmesine katkıda bulunacaktır. Gelişmiş Türkçe de bütün derslerde öğrenmeyi kolaylaştırabilecek, öğrenme işinde verimi, öğrenen kişide kaliteyi artıracaktır.

    Sorun bu. Sorunun çözümü için (anlatımlı ve uygulamalı) ne yapabiliriz? 6 Eylül’de Özel İzmir Lisesi’nde öğretmenler ve diğer katılımcılarla toplanalım istiyoruz. Siz de katılır mısınız; bu toplantı ileride toplanması istenilen “Dil Kurultayı”nın ilk çağrı toplantısı olabilir mi? Saygılarımla,

    Temel Bektur, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni>>

    ve bir cevap..

    Sayın BEKTUR; Öncelikle, “Türkçe’nin -daha genel olarak anadilinin- önemi nereden gelmektedir?” sorusunun bir söylem olmaktan öte derinlikte anlaşılmasını sağlamalıyız. Benim tanıdıklarım arasında, en küçük dilbilgisi yanlışını anında düzelten, bir sözcüğün Türkçe karşılığı var iken yabancısını kullanana ateş püsküren, ifadeleri düzgün, sanki bir şiir okuyormuşcasına konuşan, ama anadilini bilmeyen inanamayacağınız sayıda kişi var.

    Galiba sorun, bu konunun “dil sorunu” olarak adlandırılmasından; daha da doğrusu, “dilin doğru ve güzel kullanımı” olarak adlandırılmasından doğuyor. Bence sorun katiyen bu değildir. Dilin “doğru” kullanımı ile -herhalde- dilbilgisi kurallarına uygun kullanımı; dilin “güzel” kullanımı ile de sözcüklerin, dil öğelerinin yerli yerinde, tekrar olmaksızın kullanımı kastediliyor.

    Peki, kavram dağarcığının zenginliği; bu kavramların içlerinin dolu oluşu; bir kavramın, tanımı belirsiz başka kavramlarla açıklanmayışı gibi asli unsurlar nereye girecek? Bunlar, dilin “doğru” ve/ya “güzel” kullanımıyla ilgili değildir.

    Dil ile bir düşünce ifade edilirken asıl olan dil değil “düşünce”dir. Bu düşünceler, belirli bir amaca yönelik değilse, peşpeşe sıralanan cümlelere karşı gelen düşünceler arasında anlamlı bir mantık bağlantısı yoksa, “güzel” ve “dilbilgisi” kurallarına uygun konuşup yazmak, hiçbir işe yaramayan bir gözbağcılık değil midir?

    Son yıllarda artan radyo, TV ve basın kanalları nedeniyle dili kötü kullananlara karşı bir eleştiri dalgası oluştu. İyi ki oluştu; çünkü böylece, bu eleştirilerin dilin özüne değil görüntüsüne ilişkin olduğu ortaya çıktı.

    Aslında, ağzını ezip büzen bir TV sunucu ile onun yanlışlarını bulan bir çokbilmiş arasında -dilin gerçek işlevleri açısından- hiçbir fark yoktur. Hatta, sorunu çıplak olarak sergileyen TV sunucusu daha mazurdur ve de bir ölçüde yararlı işlev görmektedir.

    Bugün üzerinde ısrarla durmamız gereken, ürünlerini el (yazı) ve/ya dil (söz) ile dışavurduğumuz düşünce biçimindeki yetersizliklerdir. Dolayısıyla sorunu, “düşünme ve onun dışavurum biçimindeki yetersizlikler” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

    Yüzyıllar boyunca sustuktan sonra konuşma özgürlüğünün tadını çıkaran toplumumuz bunun keyfinin çıkarmaktadır. Evet, toplumumuz konuşmakta, çok konuşmakta; hoş ve boş konuşmaktadır. İnsanlarımızın kafalarının ne kadar karışık olduğunu, günün herhangi bir saatindeki, herhangi bir kanaldaki, herhangi bir konudaki, herhangi bir konuşanı dinleyerek görebiliz.

    Gelişkin Türkçe“, bu şekilde anlaşılmalı, “düşünme ve dışavurma sorunu” olarak birlikte irdelenmelidir. Aksi halde ilerleyen bilgi teknolojileri, çok yakında, “hoş ve boş konuşmaları -ve yazıları- süzebilen akıllı yazılımlar” üretecektir. »

    24 Eylül 2001

  • Örgütlerinizi kapatın oylarınızı artırın!

    Bir hezeyan önerisi..

    Bu önerimin siyasi parti örgütlerince bir hezeyan olarak değerlendirileceğinin farkındayım. Hiçbir parti genel başkanının da böyle bir işe kalkışabileceğini sanmıyorum. En azından delege sistemiyle seçilmiş bir genel başkanın böyle bir şey yapması teknik olarak bir daha seçilmemesi demektir.

    Dahası, hiçbir partinin bu operasyonu yapabilmek için gereken kararı da alabileceğini sanmıyorum. Bulunduğu noktayı parti örgütü sayesinde elde edip koruyabilen siyasi parti kadrolarının, bindikleri dalı kesmeleri mümkün görünmüyor.

    Peki bütün bu güçlükleri bile bile bunu hangi akla hizmet için öneriyorum? Şöyle nedenlerim var:

    • Düzgün amacı olan, bir değer yaratmak amacıyla kurulmuş gönüllü kuruluşların -eğer insanların gözlerinin içine baka baka yalan söylemezlerse- ne kadar zor taraftar bulabildiklerini, yönetim kurullarını bile ne kadar güç oluşturduklarını, kurucularının bir gecede verdikleri yemek parasını dahi aidat olarak vermekten kaçındıklarını hep duyarız.

    Diğer yandan en küçük siyasal partinin dahi yüzlerce taraftar toplayabildiğini, hatta biraz iktidar -ya da muhalefet- şansı görünüyorsa kapısında binlerin toplandığını, çoğu zenginin bunların dişe dokunur görünenlerine hep birden yardım ettiğini de duyar, biliriz.

    Partisine -hatta partilerine- gönül vermiş olanların sayısının bu kadar çok, gönüllü kuruluşlara gönül vermiş olanların ise bu denli az olmasının aslında tamamen rasyonel bir seçim farklılığından kaynaklandığı da bellidir. Siyasi parti üyeliği ve/ya sempatizanlığı ve/ya öyle görünürlüğü ileriye dönük bir yatırımdır.

    Gün gelir, partinin doğrudan (iktidar veya ortağı) ya da dolaylı (muhalefet) yaptırım gücüne kavuşması halinde, bu yatırımın neması fazlasıyla alınacaktır.

    • Parti örgütlerinin varlığının bilinen en önemli gerekçesi “parti programını” vatandaşlara anlatmaktır. Bu, komik fıkra gibi bir şeydir. Parti üyeleri içinde kaçının program hakkında bilgili olduğu, onlar içinden de kaçının o bilgili olduğu konunun ne olduğunu bildiği bilinmemektedir.

    Kaldı ki çağımızda artık insanların yatak odalarına dahi giren internet ortamı, birilerine bir şey anlatmak için bir başkalarının gerekliliğini tamamen ortadan kaldırmıştır.

    Ayrıca da, vatandaşın kimi parti üyelerinin tutum ve davranışlarına bakarak parti hakkında olumsuz kanaatler edindiği pek de sık görülen bir durumdur.

    Özetle bugün yurdumuzda siyasi parti üyeliği bir rant kapısı olarak anlaşılmakta ve vatandaşlar da bunu böyle bilmektedirler.

    • Vatandaşın önemli bir bölümü bu durumun farkındadır. Hatta bunların bir kısmı da siyasi parti(ler)e üyedirler. Farkında olanların bir bölümü bunun bir ahlaksızlık olduğunu bilmekte, fakat kendini bu çarkın dışına çıkarabilecek gücü gösterememekte, birisinin çıkıp bunu düzeltmesini beklemektedir. Bir kısmı ise sadece damak tadının zevkine varmak peşindedir. Belki küçük bir bölümü ise bu çarkla mücadele etmekte ve de hiç şansı olmadığını bile bile mücadele etmektedir.

    O halde önemli bir kesim bu işin farkındadır ve bu kesimin önüne, mevcutlardan ya da yenilerden birisi çıkıp, “ey vatandaşlar biz örgütümüzü lağvediyoruz” diyebilse o partiye büyük bir yönelim olabilir. Fakat siyasi partiler yasası buna cevaz vermez.

    • Böyle bir deneyi ancak “düzgün politikalar üretmesine karşın düşüş halindeki” partiler yapabilir, çünkü kaybedecek bir şeyi kalmamıştır. Mevcut örgütüne rağmen bunu nasıl yapabileceği o parti yönetim kadrosunun becerisine ve cesaretine kalmıştır.

    Bu iddiaya inanmayan partiler varsa küçük bir deney yapabilirler. Hakkında yolsuzluk söylentisi bulunan bir yörenin örgütünü bütünüyle feshetsinler ve ilk seçimde alacakları oyların artıp artmadığına baksınlar.

    Ağustos 21, 2006

  • Fransa’ya ne yapmalı?

    Ermeni iddialarının reddini suç saymayı öngören yasa tasarısı nedeniyle, hemen hemen akla gelebilecek tüm önlemler(!) ileri sürüldü. Hatta Türkiye’de kaçak çalışan Ermenistan vatandaşlarının sınırdışı edilmeleri gibi akla ziyan -ve tam ters etki yapabilecek- düşünceler dahi gündeme getirildi.

    Bence bunlar bir bakıma da iyidir; toplumsal beyin fırtınası biraz da böyle oluyor. Beyin fırtınalarında ileri sürülen düşüncelerin alabildiğince özgür -hatta uçuk- olması istenen bir özelliktir.

    Bu ihtiyaç geneldir ve öyle kalacaktır..

    Konuyu sadece Fransa ve sadece Ermeni iddialarıyla sınırlı saydığımızda sorun daha bir kolay görünebilir. Her şeyin para olduğu ya da para birimince ifade edilebildiği günümüzde, örneğin büyük ihalelerden Fransa’nın dışlanması gibi önlemler -olmaz ya- belki kısa bir süre etkili olabilir.

    Peki diğer ülkeleri ve diğer sorunları ne yapacağız?

    Hollanda ve İsviçre başta olmak üzere diğer ülkelerde de aynı yolda yasalar çıkarıldı, çıkarılıyor; gerisi de gelebilir.

    İş bununla bitmiyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu ayıran haritalar NATO toplantılarına getirilmek bir yana, örneğin dünyadaki futbol sahalarını gösteren bir internet sitesinde Türkiye parçalanmış olarak gösteriliyor.

    Fransız Ulusal Meclisinde alınan karara gösterilen ilk köpük tepkilerden sonra ilk somut deney, şeker bayramında Paris’e yapılacak turistik turların iptal edilip edilmeyeceği idi. Turizmcilerin söylediğine bakılırsa şu ana kadar herhangi bir iptal olmamış.

    Nişanları alırken sormak iyidir!

    Bir de YÖK başkanının geri verdiği liyakat nişanı var. Aslın da onu alırken sorması daha doğru olabilirdi.

    Bu satırların yazarına bir zamanlar, gitmediği bir beldeden bir ödül plaketi -postayla- gelmişti: “beldemizi ziyaretiniz nedeniyle onurlandık vs” gibisinden. Başkan aranıp da “sayın başkan ödüle teşekkür ederiz ama beldenize gelmedik, size de özel bir yararımızın dokunduğunu zannetmiyoruz, bu ödül biraz boşluğa düşmüyor mu?” denilince alınan cevap bu konuda bir içtihat olacak cinstendi: “nasıl olsa ya bir gün gelirsiniz ya da bize bir faydanız dokunur!”.

    Önlem 1: savaş ilanı

    Fransa’nın bu tutumuna karşı yapılabilecek olanlar sıralanınca etki ağırlığına göre şu gruplar ortaya çıkıyor: (1) Fransa’ya savaş açmak, (2) Şiddetle kınamak, (3) Mallarını boykot etmek (turlar dahil), (4) İhalelere sokmamak, (5) Elçilik kapısına siyah çelenk koymak, (6) Geleneksel öfkemizi göstermek, (7) vesaire.

    Bunlardan en etkili olanı kuşkusuz savaş ilanı ise de öldürülecek Fransızları gömecek yer bulmaktaki güçlükler nedeniyle pratik değildir.

    Şiddetli kınama, siyah çelenk gibi tepkiler kullanmaktan aşındığı için olmaz.

    Mal boykotu ise kendimizi ilaçsız, yedek parçasız ve işsiz bırakacağı için bumerang gibidir. Ayrıca da tüm ithalatımızı kessek bile Fransız dış ticaret hacminde ancak %1.5luk bir etki yaratabiliriz.

    İhalelere sokmamak ilk anda çok parlak görünse de şu soru sorlunca birden parlaklığı kaybolur: “Biz Fransa’yı ihalelere onlara yardım olsun diye mi yoksa ihtiyaçlarımızı iyi ve ucuz karşılama amacıyla mı çağırıyoruz?”..

    Geleneksel öfkemiz konusunda ise Batılıların dilinde şöyle bir söz var: “Türkler kızarlar ve unuturlar!”.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek basit sonuç şudur:

    Fransa -ve diğer güçlü ülkeler- Türkiye’ye karşı işlerine gelen ne muamele varsa yapabilirler -zaten de yapıyorlar-, biz ise işe yarar bir karşılık veremeyiz, veremiyoruz da.

    Ayrıca da hasmane tutum içinde bulunan ülke sayısı o kadar çoktur ki, yukarıdaki 7 önlemin hepsi dahi uygulanabilir olsa hepsine karşı önlem alındığında bir zamanların Arnavutluk’u gibi tek başımıza kalırız.

    Bu gerçek acı gibi görünse de en yararlı ipuçlarını içinde barındırıyor.

    Çünkü, işe yaramaz 7 maddelik önlemlere(!) güvenilmeye devam edildiği sürece başkaca bir önlem düşünülmesine gerek görülmeyecektir. Arabasındaki stepnenin patlak olduğunu bilmeyen sürücünün komik özgüveni gibi.

    Halbuki çaresizliğimizin farkına varabilsek düşünmeye başlayabiliriz.

    O halde öyle görünüyor ki ilk yapılması gereken (gerçekten stratejik), bu 7 çare önerisinin işe yaramazlığını kabullenmek, bunlardan ümidimizi -tamamen- kesmektir.

    İkinci yapılacak: dostluk diye bir şey yoktur!

    Türkiye’nin, parçalanma planları da dahil kendisine kurulan tuzaklara etkili önlemler geliştirebilmesi için bir koşul daha vardır: O da, uluslararası ilişkilerde o çok sözünü ettiğimiz “dostluk”un hiç mi hiç yerinin olmadığını idrak etmektir.

    Bugün, fırsat bulunsa ABD, İngiltere ya da Fransa’yı 1 gün içinde , hem de en yakın müttefikleri parçalarlar (Bkz. Şekil 1A, SSCB).

    Toplum ve devlet olarak içimize bu soğuk(kanlı)luğu yerleştirmemiz, 7 önlemi de unutmamıza (unlearning anlamında) yardımcı olacaktır.

    Fransa’ya karşı mutlaka bir şey yapılmak isteniliyorsa, bu gerçeği idrak etmemize yardımcı oldukları için içtenlikli bir teşekkür etmek gerekir.

    Öncelikle yapılacaklardan üçüncüsü, halkın önerilerinin tümünü dikkate alıp hiçbirisinin ardındaki kalabalığa itibar etmemektir. Yoksa, halkın heyecanı kolaylıkla karar vericilere sirayet edebilir.

    Bu üç idrakle aydınlanacak aklımız gerçekçi ve etkili önlemler geliştirmeye açık hale gelecektir.

    Türkiye’nin iç ve dış güvenliğinden sorumlu kurumları bir araya getiren bir organ vardır: Milli Güvenlik Kurulu – MGK.

    MGK, kimin elinde ne bilgi varsa tümüne erişme yetkisine sahip tek kurumdur. Bu kurum hemen çalışmaya başlayarak, yaklaşık 20 ülkenin birbirlerine karşı hangi kozları bulunduğunu incelemeye başlayıp, bunları sürekli güncel biçimde tutabilecek bir sistem kurmalıdır. (Koz temelli yaklaşım için bkz. http://tinyurl.com/bvu3yw5, http://tinyurl.com/brz2lv3)

    Ayrıca, yine bu andan başlayarak, tüm resmi, ticari, gönüllü, sivil ve askeri kişi ve kurumlar, “koz sistematiği” içine girebilecek, üstünlük ve/ya zafiyet sayılabilecek öğeleri derlemeye ve belirli bir merkezi kuruma aktarmaya başlamalıdır.

    Bu işin bir “kozlar savaşı” olduğu kavranabilmelidir..

    Bu tür belalarla uğraşabilmek için sadece Türkiye’nin tüm alanlardaki üstünlük (koz) ve zafiyetlerinin (karşı koz) bilinmesi, standardize biçimde depolanması ve belirli bir amaç için arandığında kolay erişilebilmesi yetmez.

    Başka ülkelerin de birbirlerine karşı tüm üstünlük ve zafiyetlerinin bilinmesi de gerekir.

    Bundan sonraki adım ise, Fransanın, ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin halen yaptıkları iş, yani “koz yönetimi”dir.

    Yeni dünya düzeni adı verilen kaotik düzen içinde eski düzenin araçlarıyla ayakta durulamaz..

    Yurtta barış dünyada barış” ortak ütopyamız olmaya layıktır; ama ona güvenerek herkesin de Türkiye’ye karşı barışçıl davranacağını varsaymak ancak safdilliktir.

    Şimdi artık her kişi ve kurum bilgilerini ortak bir “birim”e çevirebilmelidir. Bu yeni birimin adı “koz”dur (http://tinyurl.com/cssjbd2).

    Kozları iyi yönetebilenler varlıklarını sürdürebilecekler, diğerleri ise yem olacaklardır. Parçalanarak ya da bütün olarak yutularak.

    Ekim 18, 2006

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))