• AGİT ve haklar…

    Hayvanları öldürürsek bizi beğenirler..

    AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) konferansının önemli bir konusunun insan hakları olacağı anlaşılıyor. Türkiye bu önemli konferansa hazırlanıyor. İstanbul’da ise daha değişik bir hazırlık var. Sokak hayvanlarını -kuduz bahanesiyle- öldürerek yabancıların gözünde medeni bir görüntü oluşturmaya çalışıyor.

    Çoğu soruna karşı geliştirilen kolay çözümlere benzer biçimde, bu vahşetin de belediyelerin , valiliklerin ve Sağlık Bakanlığı’nın duyarsızlığı ve hayvan sevmezliği yüzünden meydana geldiği savunulabilir. Belki bunda bir gerçek payı da vardır.

    Ama olaya yansız bakıldığı takdirde meselenin bu denli basit olmadığı, hayvanların yaşam haklarının güvence altında olduğu ülkelerde de duyarsız kamu görevlilerinin bulunduğu, ama kamuoyu bilinci ve buradan doğan baskının etkisiyle vahşete kalkışamadıkları görülecektir.

    Alttaki kök-nedenler..

    Belli ki yıllardır süregelen bu cinayetlerin altında, hiç kuşkulanmadığımız başka nedenler vardır; hatta öylesine vardır ki, biz bir şeyleri savundukça vahşet de artmaktadır.

    Evet, bu neden bizzat “insan hakları” kavramıdır.

    Bu kavram, insan hakları konusunda yüksek standartlara erişmiş toplumlarda da bulunmasına karşın böylesine vahşetlere neden olmuyorsa bunu, insan haklarıyla ilgili değer ölçülerinin kurumlaşmış, adete birer toplumsal alışkanlık haline gelmiş olmasında aramak gerekir.

    Türkiye toplumu gibi bu konularda henüz emekleme aşamasında bulunan toplumlarda insan hakları, diğer bütün hakları çiğneyerek erişilmesi gereken vahşi bir av hedefi haline gelmektedir. Hayvan hakları, doğal öğelerin (akarsular, göller, sulak alanlar, dağlar, hava vb) hakları, sömürülmesi ve gerekirse yok edilerek insana hizmet etmesi gereken birer araç sanılmaktadır.

    Öldürmeyelim de besleyelim mi?

    Nitekim, önemli insanlarımızın medyada sık sık okuyup izlediğimiz “ne yani, daha insan hakları bile çiğnenirken bir de hayvan haklarına mı bakacağız”, “öldürmeyelim de biftekle mi besleyelim” gibisinden savlar, ne yazık ki tahmin edilebilecek olandan çok daha fazla paylaşılan bir görüştür.

    Hakların, insanı, hayvanı, taşı, suyu ve havasıyla bir bütün olduğu, bunlardan bir tanesinin -ki bu hayvan hakları da olabilir- diğerlerinden ayrılarak savunulmasının, bizzat o savunulan hakkın çiğnenmesi için bir “icazet” anlamına geleceği, bu ruhsatı bir defa ve herhangi bir hakkı savunmak için eline geçirenin, işine gelmeyen ne kadar hak türü varsa onları gözünü kırpmadan çiğneyebileceği tam olarak idrak edilebilmelidir.

    Yalıtılmış haklar saçmalığı..

    Üçüncü bin yılda, insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, hayvan hakları, azınlık hakları gibi saçma sapan yalıtılmış haklar olmayacağını, tek maddelik bir tane hak bulunacağını tahmin etmek pek güç değildir: Her varlık, diğerlerinin varlığını sürdürme koşullarına saygı göstermek hak ve sorumluluğuna sahiptir..

    Canlı dostlarımızın soykırım türü öldürülmelerinde tetikçilik yapanlar az sayıdaki kamu görevlisidir. Ama bütün tetikçilerde olduğu gibi bir de onları azmettirenler ve en az onlar kadar suçlu olan ses çıkarmayanlar vardır.

    Dostlarımızın soykırıma uğratılmasına bugün için kuduz vakaları -ki onun da ne kadar doğru olduğuna çok az kimse inanmaktadır- bahane gösterilmektedir. Ama bilinmelidir ki, varsa dahi bu vakalar, hayvanlara karşı görevlerimizi yerine getirmeyerek onların varlıklarını sürdürmeye karşı bizim türümüzün sorumluluklarını yerine getirmeyişinin bir sonucudur.

    Ve eğer birilerini -zarar verdiği gerekçesiyle- yok etmek gibi bir yanlış yapılacaksa, bunun maktülleri canlı dostlarımız değil, onları katledenler olmalıdır.

    Şunlar akıl edilemez mi?

    • Sahipsiz hayvanları toplamak,
    • Onları bir barınakta bir süre tutmak ve kısırlaştırmak, hastalıklarını tedavi etmek,
    • Hayvan severlere yönelik, “sizin de sahiplendiğiniz en az bir hayvanınız olsun” şeklinde bir kampanya açarak her sahiplenilen hayvanın bakım ve barındırma giderlerini almak,
    • Bir hayvanınız yoksa insanları da sevemezsiniz” gibi bir diğer kampanyayla bunları sahiplendirmek ve bunu da gelir temini amıcıyla yapmak

    Bu kadar basit bir işlem dizisini akıl etmeyecek kadar ahmak ve eğer akıl edip de yapmıyorsa bu kadar vahşi kim varsa onları lanetliyorum.

    Ayrıca benim lanetlememe ihtiyaç yok, büyük sistem bunun hesabını mutlaka soracaktır.

    Mayıs 2000

  • Onursuz ve bilgili insan yetiştirmek!

    Okullarda karne verildiği gün, medyada karne düzeltme ilgili haberler çıktı. Kimi öğrenciler- çeşitli yöntemlerle-kırık notlarını yükselterek evdeki olası sorunları çözerken TV kameralarına yakalanmışlar.

    Bu işlemleri yaptıkları fotokopicinin savunması ise harikaydı: “çocukların evlerde hırpalanmasına gönlüm elvermedi“!

    Fakat esas ilginç olan, medyanın olayı bir ” sahtekarlık” olarak sunmasıydı. Doğrudur, bir belge üzerinde bir gerçeği gizlemek amacıyla yapılan eylem sahtekarlıktır; bu adlandırmada yanlışlık yok.

    Peki ama, bu karnelerin verildiği okullarda, “sahtekarlığı” yapan aynı öğrenciler büyük olasılıkla kopya çekmeyi de adet haline getirmişlerdir.

    İşte bu noktada sorulması gereken 2 soru vardır:

    Soru 1: Kopya çeken öğrencilere anne-baba ve öğretmenleri “sahtekar ” muamelesi (ve cezası) mi uyguluyorlar, yoksa olaya haşarılık- biraz da fazlaca zekâdan dolayı- çocukluk olarak mı bakıyorlar?

    Karne düzeltme ve sınavda kopya -ki o da karneye esas olan kağıdın düzeltilmesidir- eylemlerinin ikisi de “bir gerçeği gizlemek” amacıyla yapıldığına göre, aralarında açıkça fark gözetmek bir gerçeği gizlemek, yani sahtekarlık değil midir? Bu soruyu anne-babalara, öğretmenlere soruyorum.

    Soru 2: Her Allah’ın günü, her işi getirip getirip eğitime bağlayan okul idarecilerine, öğretmenlere ve anne-babalara ikinci sorum şu: Dünyada iyi eğitim yapan köklü okullar var. Buralarda yetiştirilen (eğitilen ya da eğilen demiyorum, çünkü oralarda insanlar dücere [1] ilkesine göre yetiştiriliyor) öğrencilere öncelikli olarak onurlu insanlar olmaları örnekleniyor. Onurlu ve ayakları üzerinde durabilen çocukların diğer bilgileri de yetkinlikle edinecekleri varsayılıyor ve gerçekten de öyle oluyor. Bu amaçla da sınavlarda Onur Sistemi denilen, gözetmen bulundurulmadan yapılan sınavlar uygulanıyor [2].

    Yukarıdaki iki soru’nun her biri 10 üzerinden 5 numaradır. Bilemeyenlerinkini kırıp karnelerine yazıyorum; onlar eve gidecek ve nasıl düzeltecekler onu da merak ediyorum J.

    Bu veriler altında aşağıdaki şıklardan size en uygun gelen(ler)i işaretleyiniz:

    (a)   Böyle bir sistemin varlığını bilmiyordum, ama şimdi öğrendim hemen uygulayacağım. Potansiyel sahtekar olarak gözetim yaptıklarımdan ise özür diliyorum.

    (b)   Onur Sistemi sınavı uygulamayacağm. Çünkü:

    1. Bizim çocuklarımız buna layık değildir; ben milliyetçiyim ama bizim ırkımız doğuştan sahtekardır, değişmez.
    2. Bununla uğraşacak vaktim yok.
    3. Vaktim var, ama bu konunun uzantısı olan sorunları idrak edebilecek yeteneğim yok.

    (c)    Bu sistemin varlığını biliyordum; fakat, bu toplumu yıkmanın en kestirme yolunun onurdan yoksun bilgili insanlar yetiştirmek olduğunu kurguladım ve başarmama da az kaldı.

    Bu iki sorulu – üç ana ve 3 alt şıklı sınav sırasında defter-kitap açıktır, yanındakine bakmak serbest değildir, ek kağıt kullanabilirsiniz, onur sistemi uygulanacak gözetmen bulundurulmayacaktır; cevaplamak ise sadece yarım dakikanızı alacaktır. Başarılar dilerim.

    2 Şubat 2007, Cuma

    [1] Latince kökenli, “dik durmak”

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=520

     

  • Beklemediği yerden yumruk yemek!

    Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!

    Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.

    Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.

    Ölçütler dolaylı da olabilir

    Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.

    Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.

    Sistem beklentileri temsil etmelidir

    Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.

    Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.

    Cari açık önemli mi önemsiz mi?

    Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.

    Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.

    Büyük resim ne?

    Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.

    Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!

    Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.

    Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.

    Bu söz tarihe geçmelidir:

    Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.

    Yani:

    Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.

    25 Şubat 2007

  • Kentlerimizde gelişme arayışları

    Sevinelim

    Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.

    Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.

    Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.

    Ama şu noktaya dikkat!

    Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.

    Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.

    Peki bu niye oluyor?

    Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.

    Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir

    Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:

    • Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
    • Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
    • Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
    • Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
    • Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
    • Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
    • Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
    • Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
    • Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
    • Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.

    Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.

    11 Mart 2007, Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457

    [3] http://www.ledis.co.uk/

    [4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237

     

     

     

  • Depremin olacağı zamanı bilmek

    Depremin ne zaman olacağı bilinirse!

    Herhangi bir olayda yakın ve uzak durulması gereken pozisyonlar vardır. Örneğin, elinizde sigarayla benzin istasyonunda dolaşan birinden uzak, yangın söndürücüye ise yakın durmak genel sağlık açısından yararlıdır.

    Yakın ve uzak durulması gerekenler sınıflamasında birinci sırada “bilgililer” ve “miş gibi bilgililer” yer alır. Örneğin, deprem, büyük yangın, sel gibi afetlerde uzmanlara yakın olmak -her anlamda yakın olmak- iyidir. Ama aynı derecede tehlikeli olansa, bilgili olmayıp bilgili imiş gibi taklit yapanlardır.

    Bunlar da kendi aralarında, “bilgili olmayıp, böyle olduğunu bilen, ama herhangi bir nedenle bunu sürdürenler” ile “bilgili olmadığının da farkında olmayıp kendini bilgili sananlar” olarak bir daha ikiye ayrılırlar ki en tehlikeli olanlar bu ikincileridir.

    17 Ağustos `99 depreminden sonra sıklıkla ve başta bilim adamlarımızın bir bölümü olmak üzere çoğunluk tarafından dile getirilen bir söylem var: Depremin ne zaman olacağı bilinemez!

    Bu ezber bilgi o denli kabul gördü ki, en uzlaşmaz kişiler arasında dahi, depremin ne zaman olacağının bilinemeyeceği konusunda tam bir uzlaşı var.

    Acaba depremin ne zaman olacağı deyimiyle ne kastedilmektedir? Daha da belirgin olarak “ne zaman” ile ne kastediliyor? Genelde kastedilen, gün ve saati -hatta mümkünse dakikası- ile bilmektir.

    Bir olayın zamanının ifade edilmesinde “..den evvel”, “..den sonra” ya da “.. ila .. arasında” gibi tanımlamalar da kullanılabileceğine göre, depremin zamanının, gün, saat ve dakikası ile bilinmek istenmesinin acaba özel bir nedeni mi var?

    Evet vardır. Çünkü eğer deprem böylesine bir kesinlikle bilinebilirse, o takdirde vatandaş tam o saat ve dakikada evinden çıkacak, deprem bittikten sonra -eğer evi yerinde duruyorsa- tekrar evine girip normal yaşantısını sürdürecektir. Böylelikle herhangi bir önlem almaya ihtiyaç bulunmayan bir uyanıklıkla vaziyeti idare etmiş olacaktır. Gündelik yaşamında her yere geç kalan, sonra da “afedersiniz geciktim” diyerek bir de üstüne tüy diken insanlarımızın depremin kesin zamanı konusunda bu denli meraklı olmalarının nedeni budur.

    Depremin ne zaman olacağı bilinmektedir. “İçinde bulunduğumuz şu andan itibaren herhangi bir anda” deprem olacaktır. Bu belirsiz gibi görünen ifade, önlem almak isteyen insanlar için son derece yeterli bilgiyi içermektedir.

    Her televizyona çıkışta, depremin günüyle saati ve dakikasıyla bilinemeyeceğini söyleyen insanlarımız iki şeyi bilmelidirler: Birincisi, depremin belirtileri denilebilecek ve çoğu araştırma safhasında olan göstergeler konusunda bilgi sahibi olmadan şu an için söylenebilecek tek kesin yargı, bu araştırmaların henüz sonuçlanmadığı ve şu an için depremin zamanını çok kesin olarak bilemediğimiz (dikkat bilinemeyeceği değil!); ikincisi ise, deprem anının kesin olarak bilinmesinin pratik olarak hiçbir önem taşımadığı, önlemleri almak için en geç zamanın “şimdi” -hatta dün- olduğudur.

    24 Eylül 2001

  • Çözümler sorulardadır!

    Bir toplantı dizisi

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı [1],  ilginç bir toplantılar programı başlattı. “Beyaz Nokta Soruları” adlı bu toplantılar, şimdilik her ay Ankara ve İstanbul’da yapılacak. 28 Mart’ta Ankara’da ilki yapılan toplantının ikincisi 11 Nisan’da İstanbul’da düzenleniyor. Yakında İzmir’de üçüncüsünün düzenleneceği planlanıyor.

    Enerjimiz nereye gidiyor?

    Bu toplantıların özü şu varsayıma dayanıyor: Türkiye, iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için çaba harcıyor; bu nedenle de giderek ağırlaşan sorun stokunun altında eziliyor.

    Sorun çözerek gelişebilecek olan sorun çözme kabiliyeti ise bu nedenle gelişemiyor, bu bir olumsuz sarmal biçiminde Türkiye’yi sıkıyor ve sıkıyor. Sorunlarını iyi tanımlayabilen toplumlar ise onları çözdükçe sorun çözme kabiliyetleri giderek gelişiyor.

    İyi tanımlanmış sorun, hakkında “yol açıcı” sorular üretilebilmiş sorunlardır

    Bu cümleden hemen anlaşılabileceği gibi iki tür sorudan birisi “yol açıcı” ya da doğurgan, diğeri ise “kısır” sorulardır.

    Tanım olarak “kısır” sorular, birçok soru’nun bir araya getirilip paketlenmiş halidir ve paket içindeki her bir soru’nun ayrı cevapları olabileceği için de çözüm yolu göstermez, aksine akıl karıştırır.

    Cumhurbaşkanı kim olmalı?”, “başmüzakereci kim olmalı?”, “AB’ye nasıl gireriz?”, “trafik terörü nasıl önlenir?” gibisinden onlarca soru birer pakettir ve sadece akıl karıştırmaya yararlar.

    İlk toplantı konusu: Eğitim sorunları!

    Ele alınan sorun, hemen herkesin yakından ilgilendiği “eğitim sorunları” idi. Eğitimciler, bürokratlar, STK mensupları, dergi yazarları gibi kişilerden oluşan 18 katılımcıya yöneltilen istek şöyleydi: “Eğitim sorunları” ya da “eğitim çıkmazı” olarak ifade edilegelen sorunun çözümüne yol gösterebilecek en iyi 5 soruyu bulmak üzere, yaklaşık 10’ar sözcüklük sorular üretiniz.

    131 adet soru

    Katılımcılar, bir beyin fırtınası oturumunda bu isteğe karşı 131 soru ürettiler. Kendilerinden -hiçbir sınırlama olmaksızın-, “eğitim sorunları” denilen sorunlar yumağının iyi tanımlanabilmesine yarayabilecek akıllarına gelebilecek her türlü soruyu sormaları istenmişti.

    Soruların bir bölümü hemen akla gelebilecek klasik sorulardı. Örneğin:

    • Sistem, soru sormayan bir toplum mu ortaya çıkarıyor?
    • Okullar nasıl öğrenci dostu haline getirilir?
    • Sanat öğretilmeli mi sevdirilmeli mi?
    • Ailenin eğitimdeki yeri nedir? gibi.

    Bir bölümü ise sarsıcıydı:

    • Merak nasıl yok edilir?
    • İnançlar soru sormayı engelliyor mu?
    • Okul kantinlerini zorba paragözlerin elinden nasıl kurtarırız?
    • Öğrenmede öğreticiye duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
    • Bilmemiz istenenler gerçekten bilmemiz gerekenler midir?
    • Niçin hep yabancı akreditasyon sistemleri var?
    • M.E.B.’nın adı ne zaman Milli Öğrenme Bakanlığı olacak?

    gibi.

    İki aşamalı süzme

    Bu soruları, içlerindeki yol açıcı soru motiflerini kaybetmeden 5’e indirmek için ilk aşamada 5 ayrı grup tarafından 5’er soruya süzülmesi (seçerek ve/ya birleştirerek) istendi. Sonra da, 5 grubun sözcüleri bir uzlaşma pazarlığı ile 5×5=25 sorudan nihai 5 soru üzerinde karar kıldılar.

    Aşağıdaki tabloda grup soruları ve nihai uzlaşı görülüyor:

    Soru 1

    Grup 1. Merak, ilgi ve yaratıcılığı köreltmemek ve geliştirmek için ne yapabiliriz?

    Grup 2. Bilim, sanat, yenilikçi ve yaratıcı düşünce eğitim sürecinde nasıl geliştirilir?

    Grup 3. Eğitimin amacı ve eğitimde devletin, okulun, öğrenci ve velinin rolleri ortak akılla nasıl belirlenir?

    Grup 4. Eğitimin amaçları neler olmalı?

    Grup 5. Bilgi dogmaların barajını nasıl aşacak?

    Soru 2

    Grup 1. Öğreticiyi öğrenme danışmanına nasıl dönüştürebiliriz?

    Grup 2. Eğitimin yaşam boyu devam etmesi gerektiği düşünüldüğünde, eğitimden kim, hangi ölçüde sorumlu olmalıdır?

    Grup 3. Eğitim, soru soran, merakı ve yaratıcılığı geliştiren şekilde nasıl gerçekleştirilir?

    Grup 4. Merak nasıl geliştirilir?

    Grup 5. Çocukların çok yönlü (Bilim, sanat sosyal) yaratıcılıklarını söndürmeyen “Eğitim Sistemini” nasıl şekillendirebiliriz?

    Soru 3

    Grup 1. Bilgiyi toplumda yükselen bir değer yapmak için ne yapmalı?

    Grup 2. Ülkemizde, eğitimin tüm kademelerinde niceliğe neden nitelikten/ kaliteden daha fazla önem veriliyor?

    Grup 3. Eğitimde bilim, teknoloji ve maddi kaynaklar etkili bir araç olarak nasıl kullanılmalı?

    Grup 4. Kişi eksik ve yanlış anlamasını nasıl azaltabilir?

    Grup 5. ‘Eğitim’deki her türlü (cinsiyet, bölgesel, etnik köken, inanç, bedensel engel,ekonomik) ayrımcılığı nasıl yok edebiliriz?

    Soru 4

    Grup 1. Eğitimde kalite nasıl tanımlanmalı ve nasıl akredite edilmeli?

    Grup 2. Kadın eğitimindeki engeller nelerdir? Nasıl kaldırılabilir?

    Grup 3. Eğitim yoluyla toplumda bilim kültürü nasıl yaygınlaştırılır?

    Grup 4. Bilgiyi kullanabilmeyi nasıl öğreniriz?

    Grup 5. Yaşayan Öğrenme”Duvarsız okul” (müzeler,fabrikalar,toprak,hayvanlar) yöntemlerini nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 5

    Grup 1. Yaşama dayalı ve yaşam boyu öğrenme bilinci nasıl kazandırabilir?

    Grup 2. Eğitimde; demokrasi, insan haklarına saygı hoşgörü vb. değerleri benimsemiş bireyler nasıl yetiştirilir?

    Grup 3. Öğrenmeyi hayatın bir parçası haline nasıl getirebiliriz?

    Grup 4. Öğrenmede başkasına duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?

    Grup 5. Eğitimin amacı toplumun maddiyata, statüye, başarıya odaklı değerlerine mi hizmet etmeli?

    Genel uzlaşıyla belirlenen 5 soru

    Sou 1: Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?

    Soru 2: Eğitimin amacı ne?

    Soru 3: “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?

    Soru 4: Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?

    Soru 5: Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?

    Bu beş soruya dikkat ediniz!

    Soruların numaralanması rastgeledir, önemleriyle ilgili değildir. Fakat her biri, eğitim sorunlarına çözmek bir yana toplum sorunlarını çözmek isteyenlere net birer yol göstericidir.

    Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?” sorusunun -herhangi bir platformda- sorulduğunu bugüne kadar ben duymadım. Ya da “yaratıcılığı nasıl yok ettiğimizi“, “eğitimi bırakıp öğrenmeye nasıl geçeceğimizi“, “eğitimi niye yaptığımızı” soran bir soruyu duyan var mıdır?

    Aksine, Türkiye, bunların cevaplarını bildiğini, ama bir türlü bu yanıtları benimsetip öğretemediğinden yakınanlarla doludur.

    Bu sorular, eğitimin kendi uzmanlığı olduğunu savunanların oturup derin derin kendilerini, rollerini, uzmanlıklarını düşünmelerini gerektiriyor.

    O zaman bir soru gündeme geliyor!

    Sayısı bilinmeyen kurullar, şuralar vs neyi sorgular, hangi soruların yanıtlarını ararlar? 18 kişi 2 saat çalışıp bu denli sarsıcı -ve gerçekten yol gösterici- sorular üretebiliyorsa, kurullar ve şuralar kim tarafından belirlenen soruların yanıtlarını arıyorlar? Ya da soruların mı yanıtlarını arıyorlar yoksa tanımlanmamış sorunlara çözüm mü arıyorlar?

    3 Nisan 2007

  • Geliniz şu “ezber” konusuna tekrar bir bakalım. Yoksa Malatya, Trabzon ..?

    Liebig’in Minimum Yasası[1]

    Justus von Liebig, 19. yy’da yaşamış bir kimyacıdır. Kendi adıyla bilinen bir yasa –Liebig’in Minimum Yasası– onun, bugün bile bilinir olmasını sağlamıştır.

    Yasa şöyle diyor; “bir bitkinin ihtiyacı olan çeşitli besin maddelerinin topraktan emilebilecek azami miktarı, bunlardan en eksik olanın eksikliği oranında olabilir”.

    Yasa sosyal organizmalar için de geçerli!

    19. yy’dan bu yana, yasanın sadece bitkiler için geçerli olup olmadığı irdelenmiş ve sosyal organizmalar için de geçerli olabileceğine ilişkin çalışmalar yapılmıştır[2].

    Yani!

    Dikkati çekmeyebilecek kadar önemsiz görünümlü bir öğe, büyük bir sistemin nasıl davranacağını belirleyebilir.

    Trabzon’da, İstanbul’da, Malatya’da meydana gelen ve bundan evvel birçoğu da unutulan vahşet olaylarına, kriminal olayların kalıp mantığı (kimin çıkarı var vs) yerine Liebig Yasası uyarınca bakılırsa, hiç kuşkulanmadığımız kimi öğelerin birinci derecede belirleyici oldukları ortaya çıkabilir.

    Mesela tamamen benzer iki çocuk olsa!

    Tek yumurta ikizi iki çocuk, aynı okullara gitseler ve toplum içine birbirinin tamamen aynı iki kişi olarak katılsalar. Aralarındaki fark sadece, ilkokuldaki öğretmenlerinin iki çocuğu şu iki farklı öğretiyle yetiştirmesi olsa:

    Öğreti 1 – “Doğrular tek ve mutlaktırlar, yere ve zamana göre değişmezler

    Öğreti 2 – “Tek ve mutlak doğrular yoktur, yere ve zamana göre değişebilirler

    Acaba bundan sonrası ne olur?

    Doğruların tekliğine ve onların değişmezliğine yürekten[3] (by heart, par coeur, ez-ber) inanmış birinci kardeş, doğrularını yayıp benimsetmeyi, bu doğruların dışındaki doğruları savunanlarla mücadele etmeyi ve farklı doğruları savunanlara duyduğu öfkenin düzeyine bağlı olarak çeşitli “yola getirici” ve gerekirse “cezalandırıcı” eylemlere girişmesi bir sürpriz midir?

    En iyi (denilen) okullarımıza bakınız!

    Şimdi geliniz bir okullarımıza bakalım. İlköğretim ya da yüksek öğrenim hiç farketmez. Ama Şırnak’ın köy okullarına değil İstanbul’un en pahalı, ilanlarına daima “biz” diye başlayan, Atatürkçü nesiller yetiştirdiğini iddia edenlerine bir bakalım.

    Ezbersiz eğitim” söyleminin gündeme geldiği yaklaşık 10 yılı aşkın süredir, “biz zaten ezber yaptırmıyoruz” diyenlere.

    Bu okulların tamamının (yanlış okumadınız tamamının) “ezber” sözcüğünden anladıkları, bilgilerin bellenmesidir. Bilgiye çeşitli yollarla erişilmenin kolaylaştığı günümüzde onların zaten bellekte tutulması söz konusu değildir.

    Aslolan nedir?

    Asıl önemli olan bilgilerin, kişinin kendi organik belleğinde mi, defter kitap ortamındaki bellekte mi yoksa bilgisayar belleğinde mi tutulduğu değildir. Önemli olan bu bilgilerin doğruluklarının tekliği ve mutlaklığı (yere ve zamana göre değişmezliği) konusunda kafalarda daima aydınlık durumda bir soru işaretinin bulunup bulunmadığıdır.

    Sık sık öğrenim görmüş olmakla özdeş tutulan “aydın” kavramının, aslında bu aydınlık soru işareti olarak anlaşılması ve öğrenim görmüş yobaz kavramının da böylece bir anlam kazanması gerekmez mi?

    Meseleye böyle bakıldığında, biz ezber yaptırmıyoruz diyen okullarımızın hiç birisinde (evet hiç birisinde) doğruların tek ve mutlak olmayabileceğinin konu edilmediğini, böyle bir konunun kavram dağarcıklarında dahi bulunmadığı acı acı görülür.

    Peki ya aileler?

    Bir an için, ezberin gerçek anlamını kavrama zahmetine girmiş, hatta bununla da yetinmeyip bunu eğitim ilkesi olarak benimsemiş bir okulun ortaya çıktığını varsayalım. Acaba ne olurdu?

    Olacak olan, tüm ailelerin (evet tümünün) birleşip o okulu şikayet etmeleri, bununla da yetinmeyip o okuldan öğrencilerini derhal aldırmalarıdır.

    Üçgenlerin iç açılarının toplamlarının her zaman 180 etmeyebileceği, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın her zaman onları birleştiren doğru olmadığı, noktalama işaretlerinin her zaman doğru kullanılması gerekmediği, sürtünme katsayısının sabit olmadığı ya da bir şeyin aynı anda iki yerde birden var olabileceğini tartışan bir okul veliler tarafından ateşe verilmez de ne yapılır?

    Böyle yetiştirilecek çocukların dengesiz, doğruları bulunmayan, vatan haini, din düşmanı birer kişilik haline geleceği bu ailelerin şikayet dilekçelerinde ortak nokta olmaz mı?

    Çocuklarımız, onları yetiştirdiğimiz gibi davranıyorlar

    Çocuklarımız, kendi farklı doğrularını yaymaya çalışanlara karşı -ki onların da ezberle yetiştikleri benimseticiliklerinden bellidir- eylem yapıp onları kesip doğruyorlar.

    Girişimcilerimiz kendi doğrularını üretip ayakta kalabilmek için kaçak elektrik, kaçak mazot, sigortasız işçilik vb girdilerden yararlanıyorlar. Kendi doğruları dışında -ki ona da yaratıcılık diyorlar- doğruların olabileceğini bilenlerle rekabet etmede giderek zorlanıyorlar.

    İnsanın ya akıl ya da sezgileri tarafında olabileceğini ezberlemiş laikçi ve dinci kesimler alabildiğince çatışıyorlar..

    Velhasıl, çocuklarımız aynen onları yetiştirdiğimiz gibi ezberlemiş birer yetişkin olarak yaşıyor ve kendi ezberleyen çocuklarını, ezberlemiş öğretmenler, ezberlemiş öğretmen eğiticileri ve ezberlemiş siyasetçilerin yasal destekleri altında yetiştiriyorlar.

    Reform budur?

    Eğer birileri bu çıkmaz yolu görür ve doğruların (ama tüm doğruların) sorgulamaya açık olmaları gerektiğini farkeder ve bunu haykırabilirse bu yoldan dönülebilir.

    Aksi halde okul binası yaptırmak, onlara çanta dağıtmak, okul saati dışında eğlendirmek, Atatürk’ün adını sevdirmek gibi işleri eğitim, eğitim reformu, çağdaş eğitim gibi adlandırmalarla servis etmeye devam ederse müstahak olacağımız yere varacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır; bunda da yanlış bir yön yoktur.

    22 Nisan 2007, Pazar

  • Paketlenmiş sorunlar

    Bir gelenek…

    Sorun çözme süreçlerinin en önemli aşaması olan “sorun tanımlama” geleneğimize göre, çeşitli “memnuniyetsizlikler” paketlenir ve bir de kısa adla etiketlenerek iyice ufaltılır ve böylece bir anlamda çözülmüş varsayılır.

    İşsizlik sorunu, Güneydoğu sorunu, kürt sorunu, enflasyon sorunu, rekabet gücü sorunu, tinerci sorunu ve benzerleri hep böyle paketlenmiş sorun‘lardır.

    Paket sorunların çözümlerinde uzlaşılamaz

    Bu tür paketlenmiş bir sorun için birisinin önerebileceği bir çözüm -buna da paket çözüm denilebilir- üzerinde genellikle uzlaşı sağlanamaz. Çünkü paketin içinde bir değil birçok sorun ve birçok çözüm bulunmaktadır. Bu çözümlerin hepsi üzerinde uzlaşı sağlamak doğal olarak güçtür.

    Paket sorunlar kutuplaşma yaratır.

    Paket sorunlara önerilen paket çözümler kutuplaşmaların kaynağıdırlar. Paket ne kadar büyük ise kutuplaşma da o denli keskin olmaktadır.

    Bu noktada bir yaklaşım beliriyor!

    İşte bu noktada bu karmaşayı azaltabilecek bir yaklaşım ortaya çıkıyor: “paketi açıp içindeki sorunları ortaya koymak ve sonrasında da o daha yalın sorunları çözmeye çalışmak“.

    Ancak çoğu zaman, açılan paket içinden ortaya çıkan sorunlar da yalın değil paketlenmiş olabilirler. Yani küçük paketler bir araya gelerek daha büyük paketleri oluşturabilirler. Hatta bu paketler matruşka bebekler gibi birkaç aşamalı şekilde paketlenmiş olabilirler.

    Ancak şu bir gerçektir ki, bu tür “daha küçük paketler” içindeki sorunlar -dolayısıyla da çözümleri arasındaki aykırılıklar- büyük pakete göre daha azdır.

    Sorunlar birleşmek eğilimindedir!

    Sorunlar çözülmeyip, zaman içinde aralarında bileşikler yaparak daha büyük paketler haline geldikçe[1], paket açma yoluyla sorun çözme süreçleri de kademeli olmak, peşpeşe paket açılmak zorundadır. Yani, büyük paketler halinde ifade edilen sorunların paketleri açıldıkça ortaya çıkan daha küçük paketler de yine açılmaya muhtaç olmaktadır.

    Çünkü, küçülmüş de olsalar o halleriyle çözümleri üzerinde uzlaşı sağlanma olasılığı hala azdır. Bu nedenle paket açma sürecine, yalın sorunlara varılıncaya kadar devam edilmelidir. Böylece, birkaç aşamalı paket açmadan sonra daha kolay anlaşılabilir sorun tanımlarına varılmış olabilecektir.

    Paket açma, “soru” formatında olursa daha iyidir.

    Bu paket açma işleminde, ortaya dökülmek istenen yalın sorunlar birer “sorun” değil de “soru” formatında ifade edilebilirse, soruların cevaplanmaları -yani sorunların çözülmeleri- daha kolay olacaktır.

    Bunun için, ortaya konulan paketi en iyi ifade edebilecek çok sayıda soru adayının bir beyin fırtınasıyla üretilmesi istenir. Üretilen adaylar süzülerek az sayıda soruya indirilince, paket soruna göre “daha anlaşılabilir” sorunlara varılmış olur. Bu sorunların çözülmeleri göreceli olarak daha kolaydır.

    Eğer süzülüp azaltılan sorulara karşılık gelen sorunlar hala içlerinde paketler taşıyorlarsa, paket açma sürecine devam edilir ve yalın sorunlara karşı gelebilecek sorulara varılmaya çalışılır.

    Sonuç

    Çok sayıda sorunu altında ezilmekte bulunan toplumumuz ve kurumları, sorun çözme araçları dağarcığına bu sorun çözme aracını eklemeli, birleşe birleşe anlaşılmaz hale gelen sorunlarına bir de böyle yaklaşmayı denemelidir.

    28 Nisan 2007, Cumartesi

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki 2.5ncu bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, 1/2’lik bir ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik veya sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Ezber her tür militan yetiştirmenin etkili aracıdır..

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000