-
May 25 2012 Asansörler düşer!
Zaman zaman haber kaynakları asansör kazalarını duyurur. Genellikle ağır yaralanma ve ölümle sonuçlananlar duyulur. Bir de büyük illerin dışındaki yerlerde büyük tirajlı basına yansımayanlar hesaba katılırsa bu kazaların oldukça sık olduğu görülür.
Traji-komik asansör kazaları da vardır. Kapısı açılmayan, yarı yolda kalan vb…!
İlk anda bu gibi olayların, küçük apartmanlarda meydana geldiği, büyük binalarda olmayacağı sanılabilir. Durum öyle değildir. En önemli binalarda dahi olabilmektedir. Zaten konu incelendiğinde görülecektir ki kazalar, binaların küçük ya da önemsiz olduğundan kaynaklanmamaktadır.
Kul yapısı olduğu için arıza da yapabileceği kabul olunmuş bu yaratıkların (!) arıza sıklıkları -MTBF, peşpeşe iki arızası arasındaki ortalama süredir- acaba dünyada geçerli normların ne kadar üzerindedir ?
Asansör yapım ve bakım firmalarına bakılırsa asansörlerimiz, endüstride ileri gitmiş ülkelerin ürünlerinden hiç de kalitesiz değildir. Arıza normaldir. İnsan bile hastalanıp öldüğüne göre, makineler arızalanamaz mı ?
Önemli bir binanın -başbakanlık- asansörlerinin bakımından sorumlu bir teknik bölüm yetkilisi: “bu yaratığın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor, bakıyorsunuz bazen iyi, bazen kapısını açmıyor !” diyerek veciz bir şekilde, asansör üzerinde kontrolları olmadığını, aksine, asansörün istediği zaman içindekileri hapsedebildiğini ifade etmişti.
Konu üzerinde daha fazla birşey söylemeden önce, ülkemizde yalnız asansörlerin değil, benzer karmaşıklıktaki tüm donanımın (otomobiller, çamaşır makineleri, ev aletleri, endüstriyel tesisler vb) ithal malı olanlar da dahil (bir miktar az da olsa), gelişmiş ülkelere nazaran daha sık arıza yaptığını belirleyebiliriz.
Bu konuda istatistikler olmasa da herkesçe yapılmış gözlemler herhalde bu yargıyı doğrulayacaktır. Ancak bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir noktayı açıklamak gerekir: Her teknik donanım bir çevrede çalışır ve bazı girdiler kullanır. Otomobil, yolu bir çevre, yakıtı bir girdi olarak kullanırken; otomatik çamaşır makinesi, şehir suyu ve elektriği girdi olarak kullanmaktadır.
Donanımlar bu çevre ve girdilerden bağımsız olarak düşünülemezler. Yol bozuk ya da yakıt kalitesi kötü ise otomobil yapımcısı, bu şartlara uygun araba üretemez. Şehir suyu içinde katı madde miktarı, kabul edilebilir seviyenin üzerindeyse buna bağlı arızalar yapımcı firma tarafından ancak ekstra donanım (filtre vbg) konularak, yani donanımı pahalılaştırarak önlenebilir.
Asansörler için de aynı çevre ve girdi olgusu geçerlidir. Bir asansör kabini içindeki kat düğmelerine toplu iğne sokularak garip komutlara itaat etmek zorunda bırakılan bir asansörün çalışması ya da arızasından, bir ölçüde de olsa onu kullananlar sorumludur. Bir ölçüdedir, çünkü bu gibi kötü kullanım şartları, dizayn spesifikasyonları içinde dikkate alınmış olmalıdır. Asansörlere hep aklı başında ergin kişilerin bineceği, gerçekçi bir dizayn öngörüsü değildir.
Bu düzeltme ile hatırlatılmak istenilen, donanımın yalnız yapımcısının değil, yapımcı kadar kullanıcının da etkisinin olabildiğini belirtmek içindir.
Donanımın çalışma ve arızalanmasına etki yapan bir faktör de, bakımcılardır. Aynen kullanıcıda olduğu gibi, bakımcının da etkisi büyüktür. Nitekim, son derece kaliteli donanımların, ehil olmayan ellerde ne hale geldiklerini hep gözlemiş ya da yaşamışızdır.
Bakımcıların sebep oldukları olayları karikatürize edebilecek bir olay, bu satırların yazarının başından geçmiştir.
Bir parti hatalı parça ihtiva eden bir mamulün, hatalı parçalarının ücretsiz değiştirilip gerekli ayarların yapımı için lüzumlu ayar cihazları, tüm yurtta bakım örgütüne dağıtılmıştı. Yurdumuzun bir köşesinden gelen bir telgraf herkesi dehşete düşürmüştü:
“Gönderdiğiniz parça(!), çok iyi sonuç verdi. Diğer arızalı cihazlara da takabilmek için acele 50 tane daha yollamanızı rica ederim. “Ayar için 1 adet yollanan aleti nasıl ve nereye takmışsa, arıza da düzelmiş(!)”.
Bakımcılığın bu durumu, insanımıza gerekli eğitimi verebilecek mekanizmaların yokluğu ile ilgilidir. Aynı insan bir başka ülkede -mesela Almanya- başarılı olabildiğine göre, ülkemizdeki şartların uygunsuzluğunun, bu olumsuzlukları yarattığı bilinmelidir.
İlk bakışta, donanım üreticilerinin bakımcıları eğitmesi gerekliliği düşünülebilirse de bu, yoldan çevrilen bir taksinin şoförüne önce araba kullanmayı öğretmeye benzetilebilir. Yapımcı firmaların eğitim görevleri vardır ve belki de tam olarak yerine getirilememektedir. Ama onların bir altyapı olarak kullanmak durumunda olup bulamadıkları girdiler vardır. Meslek kursları, audio-visual eğitim malzemesi vb girdiler bunlardan birkaçıdır.
Donanımların çalışmasına etki yapan nihai bir faktör de, o donanımları oluşturan parçalardır. Bir bütün, onu oluşturan parçalar kadar güvenilirdir. Bu basit yargı, güvenilirlik (reliability) denilen disiplinin bir yasasıdır.
Hangi donanım olursa olsun (asansör, otomatik çamaşır makinesi, elektrikli portakal suyu sıkma makinesi vbg), iki grup parçadan oluşur:
(I) bütünün çalışmasını etkileyenler,
(II) bütünün çalışmasını etkilemeyenler.
Tüm estetik parçalar ikinci gruba girerler. Mesela donanımın marka etiketinin kopması, o cihazın çalışmasını genellikle etkilemez. Birinci gruptakiler ise bir zincir oluştururlar. Halkalardan herhangi birinin kopması -parçanın arızalanması demektir- donanımın çalışmasını bozar -yani zincir kopmuş olur-. Bu bozulma, donanımın can güvenliği ile ilgili kısmındaysa, asansör konusunda bahsedilen kazalar meydana gelebilir.
Bir asansörde çok sayıda olay can güvenliğini etkileyebilir. Bunlardan en tehlikelisi halat kopmasıdır. Çelik halat, belli aralıklarla değiştirilme şartına uymamaktan dolayı kopabileceği gibi, belli limitlerin (en üst ve en alt katlar) aşılmasını engelleyen mekanizmaların çalışmayışı, paraşüt sisteminin çalışmayışı, kabin raylarının arızalanması gibi çok sayıda nedenden dolayı da olabilir.
Bir asansör donanımının çalışmasını ve aynı zamanda can güvenliğini de etkileyen parçaların (zincir baklalarının) sayısı yaklaşık 50 kadardır.
Aşağıda, her parçanın güvenilirliğinin değişik değerleri için 50 parçadan oluşan sistemin bütününün güvenilirliği verilmiştir;
Güvenilirlik
Parçanın
Sistemin
0.90
0.005
0.99
0.605
0.999
0.95
0.9999
0.995
0.99999
0.9995
0.999999
0.99995
Bu sonuçları yorumlarsak; birinci durumda yani her parçanın % 90 güvenli olduğunu kabul edersek, bütünün güvenilirliği ancak % 0.5 kadar olabilmektedir. Yani sistem ortalama olarak 1000 çalışmanın ancak 5’inde arızasız olabilecek 995’inde arıza yapabilecektir.
En son halde ise yani her bir parçanın güvenilirliği milyonda 999,999 olması halinde -ki milyonda 1 arıza ihtimali demektir-, sistemin bütününün güvenilirliği milyonda 999,950 olmaktadır. Bir başka deyimle milyonda 50 ya da yüzbinde 5 olasılıkla arıza yapabilir demektir.
Bu pratik olarak şu demektir: Bir apartmanda hergün ortalama 100 defa asansör kullanılıyorsa yaklaşık 7 ayda 1 defa arızalanması (ve kaza olması) ihtimalidir ve oldukça yüksek bir risktir.
Şimdi bu asansöre bir paraşüt tertibatı eklendiğini ve paraşütün güvenilirliğinin 0.99 olduğunu (yani 100 defada ancak 1 defa çalışmayabilir) varsayalım ve paraşütlü asansörün güvenilirliğinin ne olacağını düşünelim.
Bu takdirde; birinin meydana gelme ihtimali yüzbinde 5, diğerinin ise 0.01 olan iki ayrı olayın aynı ana tesadüf etme olasılığı bu iki sayının çarpımı kadar yani on milyonda 5 olacaktır.
Yine apartman örneği ile düşünülürse, 66 yılda 1 defa kaza olması yani hem halatın kopup hem de paraşütün çalışmaması demektir. Asansör halatlarının belli aralıklarla değiştirilmesi zorunluğu işte bu sebepten doğmakta böylece daima riskin dışında kalınabilmekte ve kabul edilebilir bir güvenilirliğe erişilmiş olmaktadır. Ancak bu gereğin ülkemizde ne ölçüde yerine getirildiği incelenmeye değer bir konudur.
Şimdi, son örnekteki kabul edilebilir güvenilirliğin sağlanması için gereken 0.999999 lik parça güvenilirliğinin nasıl sağlanabileceği, daha doğrusu bunun nekadar mümkün olabileceğine gelelim !
Bu kadar yüksek güvenilirlik mümkündür; ancak, üretim, montaj ve bakımda görevli kişilerin çok özenli seçim ve eğitimi ile çok iyi bir kalite kontrol sistemini gerektirir. Asansör üretim, montaj ve bakımında ortalama vasıf düzeyindeki insanların çalıştığı, hatta zaman zaman (özellikle bakım işlerinde) vasat altı düzeyde elemanlar çalıştırıldığına göre, bu güven derecesi pratikte sağlanabilir değildir.
Aslında bir toplumun yaşama biçimi ve değer ölçüleri ile kullandığı donanımın performansı arasında yakın bir ilişki vardır. Hatta bir bakıma yaşama biçimi ve değer ölçüleri, o toplumun ya da belli bir kesiminin başarıyla kullanabileceği donanımın karmaşıklığının (sofistikasyon) düzeyini de belirler.
Ayrıca, teknoloji ile yeterince karşılaşmamış kişiler, donanımlara karşı aşırı güven duyabilmektedirler. Bir donanımın güçlü ve zayıf yanları konusunda yeterli bilgi ve/ya tecrübeye sahip olmayan kişiler için, teknik donanımların davranışları rastlantısal sayılabilir. Yazının başında aktarılan “yaratığın ne yapacağı belli olmaz” yaklaşımı işte böyle bir “teknolojiye yabancılık”ın sonucudur.
Donanımları, birbirine bağlı baklalardan oluşan bir zincir ve zincirin kopmamasının da her baklanın ayrı ayrı kopmaması şartına sıkı sıkıya bağlı olduğu bilincinin hemen hemen hiç olmadığı bir alan da karayolu trafiğidir.
Bir aracın kaza yapmaması için :
o Aracın kritik parçalarının (rod, fren, direksiyon mili, lastik vb) arıza yapmaması,
o Araç sürücüsünün “her an” kurallara uyması (enaz 10 hayati kurala),
o Yol şartlarının uygun olması (yoldaki çukurlar, buz, sis vb),
o Karşıdan gelen tüm araç ve sürücülerinin (binlerce) aynı şartları taşıması.
Her madde kendi içinde bölünürse yaklaşık 40 zincir baklası ortaya çıkacaktır. Asansör örneğine benzetilirse:
Buna göre en yüksek güvenilirlik halinde bile (her öğenin yüz binde bir oranında hata yapması), bir kaza olmaması ihtimali onbinde 9996’dır.Yani onbinde 4 oranında bir kaza ihtimali vardır. Bu ise çok yüksek ve kabul edilemez bir ihtimaldir. Nitekim hergünki trafik kazalarının sıklığı, bu hesabın ne kadar geçerli olduğunu göstermektedir.
Sürücülerin bu zincir örneğini tam algılayamaması, kazaları birer “kötü şans” gibi görmelerine ve kuralları hiçe saymalarına neden olmaktadır.
Veriler bunlar olduğuna göre yapılması gereken(ler) nelerdir ? Asansör halatlarının kopmasını beklemek, bu şartlarda kaçınılmaz görünmektedir. Acaba bir kuruluş asansörleri denetlerse kazalar önlenebilir mi?
Yukarıda yapılan basit hesap göstermiştir ki, denetim -halatların belli zamanlarda değiştirildiğini anlamak için-, işin küçük bir parçasıdır. Geri kalan kısım ise tamamen üretim ve bakım işleriyle ilgilidir.
Görünen odur ki, üretim ve bakım personelini tam olarak eğitmenin dışında bir yolla kazalar önlenemez. Öncelikle bu iki grup personele, burada gösterilen basit ama etkileyici hesap tam anlatılmalı ve böylece yaptıkları işin bilincine varmaları sağlanmalıdır.
Halen bu bilincin var olduğu söylenemez. O halde maalesef asansör kazaları bu bilinç geliştirilene kadar muntazaman olmaya devam edecektir !
Konuya, parçaların yüksek güvenilirliğinin niçin sağlanamadığı şeklinde bakmaya devam edilirse şu görülecektir:
Parçaların üretimi, montajı ve bakımında gösterilen özen, güvenilirliği belirlemektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken ince nokta, herhangi bir parçanın en ilkel halinden -mesela çelik bir parça için, ilk demir-çelik üretiminden- itibaren çok sayıda aşama geçirerek nihai halini alıp yerine oturtulduğudur.
Bu uzun sürecin her adımında yeralan; bileşim, testler, şekillendirmede hassasiyet, montajdaki özen, nihai testlerdeki dikkat eksiklikleri birbirinin üstüne eklenip tesadüf gibi görünen “şanssızlıkları(!)” doğurmaktadırlar.
Halbuki dikkat edilirse bütün bunlar, yaşam biçimimizin izlerini taşımaktadırlar. Günlük hayatımızın çoğu safhasında farklı ağızlardan, farklı usluplarda duyduğumuz; “boşver“, “idare eder“, “bu şartlarda bu kadar olur“, “daha iyisi can sağlığı“, “o kadar incesine bakmıyacaksın“, “bizim şartlarımız, ……..den farklıdır, orada öyle olabilir” vbg deyimler, asansör parçalarına nüfuz etmekte, onların güvenilirliğine toplumun bazı yoz değer ölçülerinin damgasını vurmaktadır.
İşte bu yüzden asansörlerimiz düşmektedir; bu değer ölçülerimizi değiştiremezsek düşmeye devam da edecektir.
Bu durum karşısında yapımı gerekenler ayrı bir makaleye konu olabilir. Ancak yapılmaması gerekenin ne olduğu araştırılırsa görülecektir ki, bir kurumun bu işi üstlenerek çok sıkı genelgeler yayımlaması, hatta denetçiler salması problemi çözemeyecektir.
Eğer tek cümle ile yapımı gereken ifade edilmek istenilirse; doğru sistem kurmak ile her düzeyde eğitim yapmak denilebilir.
Ekim 1993
-
May 25 2012 Apartmanda köpek beslenir mi beslenmez mi?
Çeşitli konulardaki sorunlarla uğraşanlar, bunlar için harcanan sürelerin dağılımı hakkında şu gözlemi bilmem paylaşırlar mı?
- Sorunun tanımlanması için %5,
- Sorunun çözülmeye çalışılması için %25, *
- Bulunan çözümün uygulanmaya çalışılması için %70.
Uygulamanın bu denli zaman alması, hatta genellikle başarısızlıkla sonuçlanması yani uygulama süresinin matematik olarak sonsuza doğru uzanması, sorunun tanımlanmasına ayrılan sürenin bu kadar az (hatta daha da az) olmasından kaynaklanır.
Halbuki şu basit kurala uyulsa, harcanan toplam süre ve kaynaklar çok daha az olabilecektir. Kural şudur: Bir sorun için harcanan toplam kaynaklar (zaman, beyin enerjisi, para vbg), sorunun “doğru” tanımlanması için harcanan kaynaklarla üssel olarak ters orantılı’dır.
Yani, “doğru tanımlama” için hiç zaman harcanmazsa toplam süre sonsuza uzanır, doğru tanımlamak için uzun süre harcanırsa bu defa da toplam süre kısalmaya başlar.
Gazete haberlerine göre, bir vatandaşın açtığı dava sonunda Yargıtay, “apartmanda köpek beslemenin yasak olduğuna” karar vermiş.
Bu haber -sanmıyorum ama doğruysa-, sorunun “doğru” tanımlanmaması halinde nasıl çözümsüzlük doğabileceğini gösteren somut bir örnektir. Yarın bir diğer vatandaş (ya da bu karardan cesaret alan aynı vatandaşımız), apartmanda saksı çiçeği bulundurulmaması için de dava açabilir ve de kazanabilir. Çünkü, çiçeğin fazla sulanıp alt kat(lar)a zarar verme ya da çiçeklerin geceleri ürettiği karbondioksidin apartman havasını bozma olasılığı vardır.
Artık bundan sonra gerisi gelir ve apartmanlarda çocuk büyütmek (gürültü yapabiliyorlar), iyi pişmemiş kuru fasulye yemek (nedeni bellidir) ya da müzik dinlemek de dava konusu olabilecektir.
Sorunları “doğru” formüle edememenin, onları “doğru soru”lar haline getirememenin bedeli, bir yandan insanlar arasındaki barışın bozulması, bir yandan da adalet duygusunun zedelenmesidir.
En hayvan dostu kişiler dahi apartmanda yalnız bırakılan bir köpeğin sesinden -acıma duygusu ya da komşusunun düşüncesizliği nedeniyle- rahatsız olur. En müzik sever kişi de benzer şekilde kendisine zorla dinletilen müzikten -sesin yüksekliği, bestecisine olan antipatisi ya da komşunun duyarsızlığı sebebiyle- yine rahatsız olur. Bu nedenlerden dolayı mahkemeye başvurması, yapılabilecek en medeni davranıştır.
Medeni olmayan, bu ve benzeri rahatsız edici davranışın kaynağının köpek ya da müzik değil, bunu bir biçimde önlemeyen sahibi olduğunun idrak edilemeyişidir.
İşte, arasına katılmak için pek istekli göründüğümüz medeniyet ailesiyle bizi birbirimizden ayıran kalın duvar budur.
Cezalandırılmak gereken, bu evrenin bir parçası olan hayvanlar değil, onlarla iletişim kuramayan ya da komşularını hiçe sayan hayvan -ya da çocuk, çiçek ya da müzik kaynağı- sahipleridir.
İnsanları rahatsız etmek için hayvan sesi şart değildir. Mahkemenin aldığı bu karar da, birçok hayvan severi derinden “rahatsız” etmiştir. Asıl cezalandırılması gereken bu rahatsız ediştir.
Bu karar, köpek besleyenlerin hayvanlarını sokağa atmalarına yol açmayacağına göre, bir tek -zorunlu olarak- yol kalmaktadır. O da, köpeğini şikayet etmesi olasılığı bulunan komşusunu, daha erken davranıp bir başka -ve yapay- nedenle şikayet etmek ve dava açılınca da intikam duygusunu kanıt olarak ileri sürmektir.
Sorunu doğru formüle edememek bakınız nelere yol açacaktır. Hukuk, insan mutluluğunun bir aracı olarak değil de kağıt üzerindeki kuralları körü körüne uygulamak olarak anlaşıldığı sürece daha çok öğreneceğimiz var demektir.
Toplumumuzda insanlar birbirlerine hayvan adlarıyla hakaret etmeyi adet edinmişlerdir. Bu bizim toplumumuzun hayvan sevmezliğinin -aslında insan sevmezliğinin de- bir göstergesidir.
Herhangi bir nedenle (hayvan ya da bir başka şey aracılığıyla) başkalarını rahatsız etmenin cezası, ona yol açanı, daha doğrusu o davranışı cezalandırmaktır. Köpeğine hakim olmayan ya da olamayan kişiler büyük bir ihtimalle başka yollarla da (araçlarını yanlış park ederek, yüksek sesle konuşarak, çocuklarına hakim olmayarak vs) komşularına zarar vermektedirler. Dolayısıyla böyle bir karar pratik olarak da işe yaramayan bir karardır.
Yanlıştan dönmek erdem, ısrar ise ilkelliktir. Biz ilkel olmak istemiyoruz. Öyle mi, değil mi? Doğru soru budur!
Cumartesi, 15 Nisan 1995
-
May 25 2012 Kentlerimizde gelişme arayışları
Sevinelim
Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.
Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.
Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.
Ama şu noktaya dikkat!
Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.
Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.
Peki bu niye oluyor?
Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.
Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir
Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:
- Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
- Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
- Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
- Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
- Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
- Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
- Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
- Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
- Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
- Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.
Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.
11 Mart 2007, Pazar
[1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130
[2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457
[4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237
-
May 25 2012 Depremin olacağı zamanı bilmek
Depremin ne zaman olacağı bilinirse!
Herhangi bir olayda yakın ve uzak durulması gereken pozisyonlar vardır. Örneğin, elinizde sigarayla benzin istasyonunda dolaşan birinden uzak, yangın söndürücüye ise yakın durmak genel sağlık açısından yararlıdır.
Yakın ve uzak durulması gerekenler sınıflamasında birinci sırada “bilgililer” ve “miş gibi bilgililer” yer alır. Örneğin, deprem, büyük yangın, sel gibi afetlerde uzmanlara yakın olmak -her anlamda yakın olmak- iyidir. Ama aynı derecede tehlikeli olansa, bilgili olmayıp bilgili imiş gibi taklit yapanlardır.
Bunlar da kendi aralarında, “bilgili olmayıp, böyle olduğunu bilen, ama herhangi bir nedenle bunu sürdürenler” ile “bilgili olmadığının da farkında olmayıp kendini bilgili sananlar” olarak bir daha ikiye ayrılırlar ki en tehlikeli olanlar bu ikincileridir.
17 Ağustos `99 depreminden sonra sıklıkla ve başta bilim adamlarımızın bir bölümü olmak üzere çoğunluk tarafından dile getirilen bir söylem var: Depremin ne zaman olacağı bilinemez!
Bu ezber bilgi o denli kabul gördü ki, en uzlaşmaz kişiler arasında dahi, depremin ne zaman olacağının bilinemeyeceği konusunda tam bir uzlaşı var.
Acaba depremin ne zaman olacağı deyimiyle ne kastedilmektedir? Daha da belirgin olarak “ne zaman” ile ne kastediliyor? Genelde kastedilen, gün ve saati -hatta mümkünse dakikası- ile bilmektir.
Bir olayın zamanının ifade edilmesinde “..den evvel”, “..den sonra” ya da “.. ila .. arasında” gibi tanımlamalar da kullanılabileceğine göre, depremin zamanının, gün, saat ve dakikası ile bilinmek istenmesinin acaba özel bir nedeni mi var?
Evet vardır. Çünkü eğer deprem böylesine bir kesinlikle bilinebilirse, o takdirde vatandaş tam o saat ve dakikada evinden çıkacak, deprem bittikten sonra -eğer evi yerinde duruyorsa- tekrar evine girip normal yaşantısını sürdürecektir. Böylelikle herhangi bir önlem almaya ihtiyaç bulunmayan bir uyanıklıkla vaziyeti idare etmiş olacaktır. Gündelik yaşamında her yere geç kalan, sonra da “afedersiniz geciktim” diyerek bir de üstüne tüy diken insanlarımızın depremin kesin zamanı konusunda bu denli meraklı olmalarının nedeni budur.
Depremin ne zaman olacağı bilinmektedir. “İçinde bulunduğumuz şu andan itibaren herhangi bir anda” deprem olacaktır. Bu belirsiz gibi görünen ifade, önlem almak isteyen insanlar için son derece yeterli bilgiyi içermektedir.
Her televizyona çıkışta, depremin günüyle saati ve dakikasıyla bilinemeyeceğini söyleyen insanlarımız iki şeyi bilmelidirler: Birincisi, depremin belirtileri denilebilecek ve çoğu araştırma safhasında olan göstergeler konusunda bilgi sahibi olmadan şu an için söylenebilecek tek kesin yargı, bu araştırmaların henüz sonuçlanmadığı ve şu an için depremin zamanını çok kesin olarak bilemediğimiz (dikkat bilinemeyeceği değil!); ikincisi ise, deprem anının kesin olarak bilinmesinin pratik olarak hiçbir önem taşımadığı, önlemleri almak için en geç zamanın “şimdi” -hatta dün- olduğudur.
24 Eylül 2001
-
May 25 2012 Çözümler sorulardadır!
Bir toplantı dizisi
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı [1], ilginç bir toplantılar programı başlattı. “Beyaz Nokta Soruları” adlı bu toplantılar, şimdilik her ay Ankara ve İstanbul’da yapılacak. 28 Mart’ta Ankara’da ilki yapılan toplantının ikincisi 11 Nisan’da İstanbul’da düzenleniyor. Yakında İzmir’de üçüncüsünün düzenleneceği planlanıyor.
Enerjimiz nereye gidiyor?
Bu toplantıların özü şu varsayıma dayanıyor: Türkiye, iyi tanımlanmamış sorunları çözmek için çaba harcıyor; bu nedenle de giderek ağırlaşan sorun stokunun altında eziliyor.
Sorun çözerek gelişebilecek olan sorun çözme kabiliyeti ise bu nedenle gelişemiyor, bu bir olumsuz sarmal biçiminde Türkiye’yi sıkıyor ve sıkıyor. Sorunlarını iyi tanımlayabilen toplumlar ise onları çözdükçe sorun çözme kabiliyetleri giderek gelişiyor.
İyi tanımlanmış sorun, hakkında “yol açıcı” sorular üretilebilmiş sorunlardır
Bu cümleden hemen anlaşılabileceği gibi iki tür sorudan birisi “yol açıcı” ya da doğurgan, diğeri ise “kısır” sorulardır.
Tanım olarak “kısır” sorular, birçok soru’nun bir araya getirilip paketlenmiş halidir ve paket içindeki her bir soru’nun ayrı cevapları olabileceği için de çözüm yolu göstermez, aksine akıl karıştırır.
“Cumhurbaşkanı kim olmalı?”, “başmüzakereci kim olmalı?”, “AB’ye nasıl gireriz?”, “trafik terörü nasıl önlenir?” gibisinden onlarca soru birer pakettir ve sadece akıl karıştırmaya yararlar.
İlk toplantı konusu: Eğitim sorunları!
Ele alınan sorun, hemen herkesin yakından ilgilendiği “eğitim sorunları” idi. Eğitimciler, bürokratlar, STK mensupları, dergi yazarları gibi kişilerden oluşan 18 katılımcıya yöneltilen istek şöyleydi: “Eğitim sorunları” ya da “eğitim çıkmazı” olarak ifade edilegelen sorunun çözümüne yol gösterebilecek en iyi 5 soruyu bulmak üzere, yaklaşık 10’ar sözcüklük sorular üretiniz.
131 adet soru
Katılımcılar, bir beyin fırtınası oturumunda bu isteğe karşı 131 soru ürettiler. Kendilerinden -hiçbir sınırlama olmaksızın-, “eğitim sorunları” denilen sorunlar yumağının iyi tanımlanabilmesine yarayabilecek akıllarına gelebilecek her türlü soruyu sormaları istenmişti.
Soruların bir bölümü hemen akla gelebilecek klasik sorulardı. Örneğin:
- Sistem, soru sormayan bir toplum mu ortaya çıkarıyor?
- Okullar nasıl öğrenci dostu haline getirilir?
- Sanat öğretilmeli mi sevdirilmeli mi?
- Ailenin eğitimdeki yeri nedir? gibi.
Bir bölümü ise sarsıcıydı:
- Merak nasıl yok edilir?
- İnançlar soru sormayı engelliyor mu?
- Okul kantinlerini zorba paragözlerin elinden nasıl kurtarırız?
- Öğrenmede öğreticiye duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
- Bilmemiz istenenler gerçekten bilmemiz gerekenler midir?
- Niçin hep yabancı akreditasyon sistemleri var?
- M.E.B.’nın adı ne zaman Milli Öğrenme Bakanlığı olacak?
gibi.
İki aşamalı süzme
Bu soruları, içlerindeki yol açıcı soru motiflerini kaybetmeden 5’e indirmek için ilk aşamada 5 ayrı grup tarafından 5’er soruya süzülmesi (seçerek ve/ya birleştirerek) istendi. Sonra da, 5 grubun sözcüleri bir uzlaşma pazarlığı ile 5×5=25 sorudan nihai 5 soru üzerinde karar kıldılar.
Aşağıdaki tabloda grup soruları ve nihai uzlaşı görülüyor:
Soru 1
Grup 1. Merak, ilgi ve yaratıcılığı köreltmemek ve geliştirmek için ne yapabiliriz?
Grup 2. Bilim, sanat, yenilikçi ve yaratıcı düşünce eğitim sürecinde nasıl geliştirilir?
Grup 3. Eğitimin amacı ve eğitimde devletin, okulun, öğrenci ve velinin rolleri ortak akılla nasıl belirlenir?
Grup 4. Eğitimin amaçları neler olmalı?
Grup 5. Bilgi dogmaların barajını nasıl aşacak?
Soru 2
Grup 1. Öğreticiyi öğrenme danışmanına nasıl dönüştürebiliriz?
Grup 2. Eğitimin yaşam boyu devam etmesi gerektiği düşünüldüğünde, eğitimden kim, hangi ölçüde sorumlu olmalıdır?
Grup 3. Eğitim, soru soran, merakı ve yaratıcılığı geliştiren şekilde nasıl gerçekleştirilir?
Grup 4. Merak nasıl geliştirilir?
Grup 5. Çocukların çok yönlü (Bilim, sanat sosyal) yaratıcılıklarını söndürmeyen “Eğitim Sistemini” nasıl şekillendirebiliriz?
Soru 3
Grup 1. Bilgiyi toplumda yükselen bir değer yapmak için ne yapmalı?
Grup 2. Ülkemizde, eğitimin tüm kademelerinde niceliğe neden nitelikten/ kaliteden daha fazla önem veriliyor?
Grup 3. Eğitimde bilim, teknoloji ve maddi kaynaklar etkili bir araç olarak nasıl kullanılmalı?
Grup 4. Kişi eksik ve yanlış anlamasını nasıl azaltabilir?
Grup 5. ‘Eğitim’deki her türlü (cinsiyet, bölgesel, etnik köken, inanç, bedensel engel,ekonomik) ayrımcılığı nasıl yok edebiliriz?
Soru 4
Grup 1. Eğitimde kalite nasıl tanımlanmalı ve nasıl akredite edilmeli?
Grup 2. Kadın eğitimindeki engeller nelerdir? Nasıl kaldırılabilir?
Grup 3. Eğitim yoluyla toplumda bilim kültürü nasıl yaygınlaştırılır?
Grup 4. Bilgiyi kullanabilmeyi nasıl öğreniriz?
Grup 5. Yaşayan Öğrenme”Duvarsız okul” (müzeler,fabrikalar,toprak,hayvanlar) yöntemlerini nasıl geliştirebiliriz?
Soru 5
Grup 1. Yaşama dayalı ve yaşam boyu öğrenme bilinci nasıl kazandırabilir?
Grup 2. Eğitimde; demokrasi, insan haklarına saygı hoşgörü vb. değerleri benimsemiş bireyler nasıl yetiştirilir?
Grup 3. Öğrenmeyi hayatın bir parçası haline nasıl getirebiliriz?
Grup 4. Öğrenmede başkasına duyulan ihtiyaç nasıl azaltılır?
Grup 5. Eğitimin amacı toplumun maddiyata, statüye, başarıya odaklı değerlerine mi hizmet etmeli?
Genel uzlaşıyla belirlenen 5 soru
Sou 1: Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?
Soru 2: Eğitimin amacı ne?
Soru 3: “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?
Soru 4: Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?
Soru 5: Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?
Bu beş soruya dikkat ediniz!
Soruların numaralanması rastgeledir, önemleriyle ilgili değildir. Fakat her biri, eğitim sorunlarına çözmek bir yana toplum sorunlarını çözmek isteyenlere net birer yol göstericidir.
“Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?” sorusunun -herhangi bir platformda- sorulduğunu bugüne kadar ben duymadım. Ya da “yaratıcılığı nasıl yok ettiğimizi“, “eğitimi bırakıp öğrenmeye nasıl geçeceğimizi“, “eğitimi niye yaptığımızı” soran bir soruyu duyan var mıdır?
Aksine, Türkiye, bunların cevaplarını bildiğini, ama bir türlü bu yanıtları benimsetip öğretemediğinden yakınanlarla doludur.
Bu sorular, eğitimin kendi uzmanlığı olduğunu savunanların oturup derin derin kendilerini, rollerini, uzmanlıklarını düşünmelerini gerektiriyor.
O zaman bir soru gündeme geliyor!
Sayısı bilinmeyen kurullar, şuralar vs neyi sorgular, hangi soruların yanıtlarını ararlar? 18 kişi 2 saat çalışıp bu denli sarsıcı -ve gerçekten yol gösterici- sorular üretebiliyorsa, kurullar ve şuralar kim tarafından belirlenen soruların yanıtlarını arıyorlar? Ya da soruların mı yanıtlarını arıyorlar yoksa tanımlanmamış sorunlara çözüm mü arıyorlar?
3 Nisan 2007
-
May 25 2012 Geliniz şu “ezber” konusuna tekrar bir bakalım. Yoksa Malatya, Trabzon ..?
Liebig’in Minimum Yasası[1]
Justus von Liebig, 19. yy’da yaşamış bir kimyacıdır. Kendi adıyla bilinen bir yasa –Liebig’in Minimum Yasası– onun, bugün bile bilinir olmasını sağlamıştır.
Yasa şöyle diyor; “bir bitkinin ihtiyacı olan çeşitli besin maddelerinin topraktan emilebilecek azami miktarı, bunlardan en eksik olanın eksikliği oranında olabilir”.
Yasa sosyal organizmalar için de geçerli!
19. yy’dan bu yana, yasanın sadece bitkiler için geçerli olup olmadığı irdelenmiş ve sosyal organizmalar için de geçerli olabileceğine ilişkin çalışmalar yapılmıştır[2].
Yani!
Dikkati çekmeyebilecek kadar önemsiz görünümlü bir öğe, büyük bir sistemin nasıl davranacağını belirleyebilir.
Trabzon’da, İstanbul’da, Malatya’da meydana gelen ve bundan evvel birçoğu da unutulan vahşet olaylarına, kriminal olayların kalıp mantığı (kimin çıkarı var vs) yerine Liebig Yasası uyarınca bakılırsa, hiç kuşkulanmadığımız kimi öğelerin birinci derecede belirleyici oldukları ortaya çıkabilir.
Mesela tamamen benzer iki çocuk olsa!
Tek yumurta ikizi iki çocuk, aynı okullara gitseler ve toplum içine birbirinin tamamen aynı iki kişi olarak katılsalar. Aralarındaki fark sadece, ilkokuldaki öğretmenlerinin iki çocuğu şu iki farklı öğretiyle yetiştirmesi olsa:
Öğreti 1 – “Doğrular tek ve mutlaktırlar, yere ve zamana göre değişmezler”
Öğreti 2 – “Tek ve mutlak doğrular yoktur, yere ve zamana göre değişebilirler”
Acaba bundan sonrası ne olur?
Doğruların tekliğine ve onların değişmezliğine yürekten[3] (by heart, par coeur, ez-ber) inanmış birinci kardeş, doğrularını yayıp benimsetmeyi, bu doğruların dışındaki doğruları savunanlarla mücadele etmeyi ve farklı doğruları savunanlara duyduğu öfkenin düzeyine bağlı olarak çeşitli “yola getirici” ve gerekirse “cezalandırıcı” eylemlere girişmesi bir sürpriz midir?
En iyi (denilen) okullarımıza bakınız!
Şimdi geliniz bir okullarımıza bakalım. İlköğretim ya da yüksek öğrenim hiç farketmez. Ama Şırnak’ın köy okullarına değil İstanbul’un en pahalı, ilanlarına daima “biz” diye başlayan, Atatürkçü nesiller yetiştirdiğini iddia edenlerine bir bakalım.
“Ezbersiz eğitim” söyleminin gündeme geldiği yaklaşık 10 yılı aşkın süredir, “biz zaten ezber yaptırmıyoruz” diyenlere.
Bu okulların tamamının (yanlış okumadınız tamamının) “ezber” sözcüğünden anladıkları, bilgilerin bellenmesidir. Bilgiye çeşitli yollarla erişilmenin kolaylaştığı günümüzde onların zaten bellekte tutulması söz konusu değildir.
Aslolan nedir?
Asıl önemli olan bilgilerin, kişinin kendi organik belleğinde mi, defter kitap ortamındaki bellekte mi yoksa bilgisayar belleğinde mi tutulduğu değildir. Önemli olan bu bilgilerin doğruluklarının tekliği ve mutlaklığı (yere ve zamana göre değişmezliği) konusunda kafalarda daima aydınlık durumda bir soru işaretinin bulunup bulunmadığıdır.
Sık sık öğrenim görmüş olmakla özdeş tutulan “aydın” kavramının, aslında bu aydınlık soru işareti olarak anlaşılması ve öğrenim görmüş yobaz kavramının da böylece bir anlam kazanması gerekmez mi?
Meseleye böyle bakıldığında, biz ezber yaptırmıyoruz diyen okullarımızın hiç birisinde (evet hiç birisinde) doğruların tek ve mutlak olmayabileceğinin konu edilmediğini, böyle bir konunun kavram dağarcıklarında dahi bulunmadığı acı acı görülür.
Peki ya aileler?
Bir an için, ezberin gerçek anlamını kavrama zahmetine girmiş, hatta bununla da yetinmeyip bunu eğitim ilkesi olarak benimsemiş bir okulun ortaya çıktığını varsayalım. Acaba ne olurdu?
Olacak olan, tüm ailelerin (evet tümünün) birleşip o okulu şikayet etmeleri, bununla da yetinmeyip o okuldan öğrencilerini derhal aldırmalarıdır.
Üçgenlerin iç açılarının toplamlarının her zaman 180 etmeyebileceği, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın her zaman onları birleştiren doğru olmadığı, noktalama işaretlerinin her zaman doğru kullanılması gerekmediği, sürtünme katsayısının sabit olmadığı ya da bir şeyin aynı anda iki yerde birden var olabileceğini tartışan bir okul veliler tarafından ateşe verilmez de ne yapılır?
Böyle yetiştirilecek çocukların dengesiz, doğruları bulunmayan, vatan haini, din düşmanı birer kişilik haline geleceği bu ailelerin şikayet dilekçelerinde ortak nokta olmaz mı?
Çocuklarımız, onları yetiştirdiğimiz gibi davranıyorlar
Çocuklarımız, kendi farklı doğrularını yaymaya çalışanlara karşı -ki onların da ezberle yetiştikleri benimseticiliklerinden bellidir- eylem yapıp onları kesip doğruyorlar.
Girişimcilerimiz kendi doğrularını üretip ayakta kalabilmek için kaçak elektrik, kaçak mazot, sigortasız işçilik vb girdilerden yararlanıyorlar. Kendi doğruları dışında -ki ona da yaratıcılık diyorlar- doğruların olabileceğini bilenlerle rekabet etmede giderek zorlanıyorlar.
İnsanın ya akıl ya da sezgileri tarafında olabileceğini ezberlemiş laikçi ve dinci kesimler alabildiğince çatışıyorlar..
Velhasıl, çocuklarımız aynen onları yetiştirdiğimiz gibi ezberlemiş birer yetişkin olarak yaşıyor ve kendi ezberleyen çocuklarını, ezberlemiş öğretmenler, ezberlemiş öğretmen eğiticileri ve ezberlemiş siyasetçilerin yasal destekleri altında yetiştiriyorlar.
Reform budur?
Eğer birileri bu çıkmaz yolu görür ve doğruların (ama tüm doğruların) sorgulamaya açık olmaları gerektiğini farkeder ve bunu haykırabilirse bu yoldan dönülebilir.
Aksi halde okul binası yaptırmak, onlara çanta dağıtmak, okul saati dışında eğlendirmek, Atatürk’ün adını sevdirmek gibi işleri eğitim, eğitim reformu, çağdaş eğitim gibi adlandırmalarla servis etmeye devam ederse müstahak olacağımız yere varacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır; bunda da yanlış bir yön yoktur.
22 Nisan 2007, Pazar
-
May 25 2012 Paketlenmiş sorunlar
Bir gelenek…
Sorun çözme süreçlerinin en önemli aşaması olan “sorun tanımlama” geleneğimize göre, çeşitli “memnuniyetsizlikler” paketlenir ve bir de kısa adla etiketlenerek iyice ufaltılır ve böylece bir anlamda çözülmüş varsayılır.
İşsizlik sorunu, Güneydoğu sorunu, kürt sorunu, enflasyon sorunu, rekabet gücü sorunu, tinerci sorunu ve benzerleri hep böyle paketlenmiş sorun‘lardır.
Paket sorunların çözümlerinde uzlaşılamaz
Bu tür paketlenmiş bir sorun için birisinin önerebileceği bir çözüm -buna da paket çözüm denilebilir- üzerinde genellikle uzlaşı sağlanamaz. Çünkü paketin içinde bir değil birçok sorun ve birçok çözüm bulunmaktadır. Bu çözümlerin hepsi üzerinde uzlaşı sağlamak doğal olarak güçtür.
Paket sorunlar kutuplaşma yaratır.
Paket sorunlara önerilen paket çözümler kutuplaşmaların kaynağıdırlar. Paket ne kadar büyük ise kutuplaşma da o denli keskin olmaktadır.
Bu noktada bir yaklaşım beliriyor!
İşte bu noktada bu karmaşayı azaltabilecek bir yaklaşım ortaya çıkıyor: “paketi açıp içindeki sorunları ortaya koymak ve sonrasında da o daha yalın sorunları çözmeye çalışmak“.
Ancak çoğu zaman, açılan paket içinden ortaya çıkan sorunlar da yalın değil paketlenmiş olabilirler. Yani küçük paketler bir araya gelerek daha büyük paketleri oluşturabilirler. Hatta bu paketler matruşka bebekler gibi birkaç aşamalı şekilde paketlenmiş olabilirler.
Ancak şu bir gerçektir ki, bu tür “daha küçük paketler” içindeki sorunlar -dolayısıyla da çözümleri arasındaki aykırılıklar- büyük pakete göre daha azdır.
Sorunlar birleşmek eğilimindedir!
Sorunlar çözülmeyip, zaman içinde aralarında bileşikler yaparak daha büyük paketler haline geldikçe[1], paket açma yoluyla sorun çözme süreçleri de kademeli olmak, peşpeşe paket açılmak zorundadır. Yani, büyük paketler halinde ifade edilen sorunların paketleri açıldıkça ortaya çıkan daha küçük paketler de yine açılmaya muhtaç olmaktadır.
Çünkü, küçülmüş de olsalar o halleriyle çözümleri üzerinde uzlaşı sağlanma olasılığı hala azdır. Bu nedenle paket açma sürecine, yalın sorunlara varılıncaya kadar devam edilmelidir. Böylece, birkaç aşamalı paket açmadan sonra daha kolay anlaşılabilir sorun tanımlarına varılmış olabilecektir.
Paket açma, “soru” formatında olursa daha iyidir.
Bu paket açma işleminde, ortaya dökülmek istenen yalın sorunlar birer “sorun” değil de “soru” formatında ifade edilebilirse, soruların cevaplanmaları -yani sorunların çözülmeleri- daha kolay olacaktır.
Bunun için, ortaya konulan paketi en iyi ifade edebilecek çok sayıda soru adayının bir beyin fırtınasıyla üretilmesi istenir. Üretilen adaylar süzülerek az sayıda soruya indirilince, paket soruna göre “daha anlaşılabilir” sorunlara varılmış olur. Bu sorunların çözülmeleri göreceli olarak daha kolaydır.
Eğer süzülüp azaltılan sorulara karşılık gelen sorunlar hala içlerinde paketler taşıyorlarsa, paket açma sürecine devam edilir ve yalın sorunlara karşı gelebilecek sorulara varılmaya çalışılır.
Sonuç
Çok sayıda sorunu altında ezilmekte bulunan toplumumuz ve kurumları, sorun çözme araçları dağarcığına bu sorun çözme aracını eklemeli, birleşe birleşe anlaşılmaz hale gelen sorunlarına bir de böyle yaklaşmayı denemelidir.
28 Nisan 2007, Cumartesi
-
May 25 2012 Hız arttıkça iş azalır!
Murphy kuralları
Murphy kuralları diye bilinenlerin çoğu, Edward A. Murphy Jr. tarafından ortaya atılan yaklaşık on tane ve hepsi de askerlikle ilgili kuralın sonradan çeşitli alanlara genişletilmesinden ibarettir. Örneğin, “işler, yapılması için mevcut zamanı dolduracak şekilde genişler” bu “türetilmiş kurallar“dan birisidir.
İş yaşamı, yüzlerce kuralın kolayca üretilmesine imkan verecek kadar verimli (!) bir alan olduğu için hemen herkes birkaç Murphy kuralı tanımlayabilir.
Bilgisayar da mı yoktu?
İş yaşamında uzun yıllar geçirenler, eskilerde ofis donanımlarının bugüne oranla son derece basit olduğunu, bilgisayar bir yana fotokopi makinesi hatta elektrikli hesap makinesinin bile lüks olduğunu bilirler.
E o zaman işler nasıl yapılıyordu? Cevap şaşırtıcı olabilir ama şöyledir: bugün bu donanımlara harcadığımız emek ve paranın çoğu, bizzat o donanımların yarattığı doğrudan ve/ya dolaylı sorunları çözmek için kullanılıyor; geri kalan da insanları daha hızlı yaşatmak için!
“Bu kadar işin yanında bir de…”
İş yaşamının hızı arttıkça, aynen fizikteki volan etkisi‘ne benzer şekilde, oluşan yaşam düzlemlerinin dışına çık(a)mama etkisi ortaya çıkıyor. Öyle ki, daha rasyonel çalışmayı mümkün kılabilecek öneriler için dahi, oluşan “eylemsizlik” nedeniyle zaman bulunamıyor.
Yıkıcı rekabet bunu azdırıyor!
Rekabetin çoğunlukla, “birbirini yoketmek” anlamına geldiği günümüzde bir çılgınlık yaşanıyor. Pazara çıkma süresini kısaltabilmek için içine düşünülen akıl almaz “telaş” -tuhaf görünebilir ama- “hızlı” olabilmeyi engelliyor.
Frederick Taylor’un ünlü, “işleri, en aptal olanlar tarafından kolayca yapılabilecek kadar parçalayın” ilkesi bugün tek farkla tekrar gündeme gelmiş görünüyor. O da, işlerin çoğunun -Taylor zamanının aksine-insanlar değil makineler tarafından yapılması ve insanlardan temel beklentinin de makinelerin çalışmasını yavaşlatabilecek davranışlardan -düşünmek gibi- uzak durmaları oluşudur.
E.Deming’in yıkıcı rekabetin olumsuzluklarını net olarak ortaya koyduğu yaklaşımlara kimsenin aldırdığı yok.
Kullanılmayan zaman!
Rutinin dışında bir şeyler yapmak için zaman olmadığından yakınanlar, bir an için durup neler yaptıklarına, zamanlarını nasıl kullandıklarına bakarlarsa inanamayacakları kadar çok zamanları olduğunu farkedeceklerdir. Yeter ki her yaptıklarının, yapılması gereken başka bir şeyleri yapmamanın pahasına olduğunu farketsinler [1] ve [2].
15 Haziran 2007
-
May 25 2012 Deprem ve modeller
Açıklamak model demektir
Her bilim -ve uğraşı- dalı, kendi alanındaki olayları açıklayabilmek için modeller kurar ve zaman içinde bunları test ederek geliştirir.
Her model bir dizi varsayım ile, bunlar arasındaki mantıksal bağlantılardan oluşur. Varsayımların sayıları ne denli az, mantık bağlantıları ne kadar sağlam ve nihayet, zaman içinde gerçekleşen olaylara göre yapılan “varsayım düzeltmeleri” ne kadar sık ve doğru ise, kurulan model de o kadar başarılıdır.
Ekonomistler, kurdukları modellerin, piyasalardaki çeşitli dalgalanma ve sıçramaları açıklayabildiklerini savunur ve modellerine dayalı olarak bazı öngörülerde bulunurlar. Bu öngörülerin isabet derecesi modelin değerini artırır. Herhangi bir ekonomik olay meydana gelir ve mevcut model bunu açıklamakta yetersiz kalırsa, model varsayımlarına ve mantık bağlantılarına geri dönülür, gerekirse model tamamen yenilenir.
Deprem de model gerektirir
Benzer biçimde, yer bilimcilerin modelleri de yer kabuğunun yapısına, hareket biçimlerine ve diğer parametrelere ilişkin varsayımları ve mantık bağlantılarını bir araya getirir. Böylece oluşan model, depremlerin yerlerini, zaman aralıklarını ve tahribatını tahminler.
Bilim alanlarının dışındaki alanlarda da modeller söz konusudur. “Kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik edilmemesi” de örneğin bir abuk modeldir. Sürekli hamile kalıp sık sık da hırpalanan bir kadının itaatkar bir eş olacağı gibi bir varsayıma dayalıdır. Bu modele bel bağlamış olanların ise, modelin varsayım ve bağlantılarını test etmek gibi bir kaygıları ne yazık ki bulunmamaktadır.
Modelin tek amacı
Bu ve benzer modellerin hepsi, dikkat edilirse tek amaca yöneliktir: olayların gelişimini kontrol altında tutarak, arzu edilen sonuçları elde edebilmek için bir “geleceği bilme” mekanizması yaratmak!
Falcı ile bilim insanı farkı
Bu işi kısmen bilim adamları kısmen de falcılar üstlenmişlerdir. Falcıların bilim insanlarından farkı, varsayımlarını ve onlara dayalı modellerini kimseye açıklamamaları, kerametlerinin kaynağı olarak kendilerini göstermeleridir. Bilim adamları ise -gerçekleri-, her türlü yargısının dayandığı varsayımı açıkça ortaya koyar ve bunları tartışırlar. Buna göre, “bu böyledir, çünkü ben söylüyorum” diyen kişilerin akademik ünvan edinmiş birer falcı olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
17 Ağustos falı
17 Ağustos depremi sonrasında, “ben dememiş miydim!” diyen birçok kişi ortaya çıktı. Bilgiler, tahminler, varsayımlar, doğru ve eğri mantık bağlantıları birbirine karıştı.
Bütün beyanların ortaklığı, “olacakları ben evvelden bilmiştim, ama kimse beni dinlemedi” noktasında toplanıyor. Bunların bazılarının doğru, bazılarının kısmen doğru, bazılarının ise yanlış olduğu kolayca tahmin edilebilir.
İnsanların, şu anda en çok gereksindikleri şey, hangi bilginin ne denli güvenilir olduğunu bilmeleridir. Bu, falcılıkla bilim adamlığını ayıracak noktadır.
Modeli olmayanlar lütfen sussun!
Kendi alanında bir modele sahip olmayanların -özellikle bu ara- susmaları; bir modeli bulunanların ise, modellerinin varsayım ve mantık bağlantılarını ortaya koymaları beklenir.
Bunun dışında, çeşitli bireysel sorunlarını dışa vurmak isteyenlerin bilim alanlarını kullanmamaları, “ben söylemiştim” tavrından vazgeçmeleri çok iyi olur.
Kendine, topluma, mesleğine ya da bir ilgi alanına katkıda bulunmak isteyen herkese düşen görev ise, varsayımlarını bir model haline getirmeleri ve bunları yazarak başkalarıyla paylaşmalarıdır.
25 Mayıs 2012
-
May 25 2012 Yine İşsizlik!
Bir iddia
“İnsanlar iş olmadığı için değil, aranılan niteliklere sahip olmadıkları için işsizdirler”.
Doğru mu bu?
Bu sava karşı hemen ileri sürülebilecek tez şudur: Öyle olsaydı bu kadar diplomalı işsiz olmazdı; onlar da mı aranan niteliklere sahip değiller?
Cevap: Diplomanın -nasıl oluyor ise- aranılan nitelikleri kazandırdığı gibi bir “inanç” var. Halbuki böyle bir bağlantı yok. Gerek devlet gerek vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu -bilinen nedenlerle- diploma veriyor, fakat işgücü piyasalarının gereksindiği nitelikleri kazandıramıyorlar. Kazandıranların mezunları ise son sınıflarda -yurt içi ve dışından- kapışılıyor.
Diplomanın nitelikli insan yetiştirdiği şehir efsanesini unutup gerçeklerle yüzleşmeliyiz.
İkinci bir sav ise şu olabilir: İşverenler tam ne istediklerini bildiklerine ve eğitim yaşamı ile de içli-dışlı olduklarına göre nasıl olup da bu nitelik karşılaşmazlığı (mismatching) oluyor?
Cevap: İşverenlerce yapılan mülakatlara dikkat ediniz. Mülakat tekniği adı altında zırva satanlar, en son okuduğu kitabı, kızdığı zaman ne yaptığını, ev hayvanı besleyip beslemediğini, bıçağı sol el ile tutup tumadığını ve daha ıvır zıvır şeyler sorarak aldıkları paranın karşılığını verdikleri inancını satarlar.
Gerçekte ise sorgulanması gereken, kişinin, öngörülen iş için genel formasyonunun uygunluğu varsayımıyla, süreç içinde işin gereklerini ne denli kendi başına öğrenebilecek olduğudur.
Nitekim, insan kaynakları departmanlarının baş derdi durumundaki konu, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine 15-20 yıl boyunca koşullandırılmış kişilerin, işlerinin gereklerini öğrenmek için dışarıdan eğitim verilmesini istemeleri, bu gerçekleşmediği sürece de işverenin görevini yapmadığını düşünmeleridir.
Halbuki, çalışanın bir numaralı sorumluluğu işinin gereklerine göre “öğrenmek”; işverenin bir numaralı sorumluluğu ise kişilerin öğrenmeleri için “uygun ortamları hazırlamak”tan ibarettir.
İşte, işgücü piyasasının gerektidiği niteliklerin bir türlü tanımlanamayışının nedeni budur. Tanımlanması gereken, işe alınacak kişilerin “öğrenebilirlikleri”dir.
Bu nasıl olacak?
Halbuki tüm eğitim yaşamı boyunca, ileride ihtiyacı olacaklar kendisine “öğretilen” ve bu saklı içerik (hidden curriculum) yoluyla “öğrenemeyeceği öğretilen” kişiler ve bunları çalıştıran kişiler, bu ihtiyacı nasıl hissedebilirler?
İşte o abuk-sabuk mülakat işkencelerinin nedeni bu aymazlıktır.
Asgari ahlaki nitelikleri ve yapacağı işe göre genel formasyonu uygun olan bir kişide aranabilecek tek nitelik, öğrenebilirliğini ne ölçüde kaybettiği, bunu ne sürede geri kazanabileceği ve bu konuda ne kadar istekli olduğudur.
Pazartesi, Haziran 18, 2007