• Yarınlarda meselâ..

    Gelecekte -olmaz ya- dış ve iç odakların elbirliğiyle mesela Cumhuriyet rejimi ve/ya nüfusun çoğunluğunun bağlı olduğu dini inanç ortadan kaldırılıp, yerine o odakların amaçladıkları bir sömürü düzeni getirilmeye kalkışılsa ne olur?

    Böylesi bir melânet tasavvuru karşısında muhtemelen akla gelebilecek caydırıcılar siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi, TSK gibi varlığını “milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar” ve/ya kişiler olacaktır.

    Toplumun en güçlü kurumlarının bunlar değil “toplumsal kavram dağarcığı” olduğunu hatırlayınca, “eğer …. İse … dir” kavramı[1] uyarınca, caydırıcıların şu hale dönüştüğü anlaşılacaktır: Eğer korunması istenilen bir ideolojinin özünü[2] oluşturan çerçeve çizgileri: (a) net olarak belirlenmiş, (b) bu çizgilerin korunmasını üstlenmiş muhafızları (koruyucular)[3] var ise, milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar gerekli caydırıcılığı sağlayacaktır.

    Eğer ortadan kaldırılması tasavvur edilen Cumhuriyet ve/ya din’in özünü oluşturan çerçeve çizgileri belirlenmemiş; ayrıca da bu kurumları koruyacak muhafızlar kuvvettten düşmüş, bilimden uzaklaşmış ve seciyesi (ahlâkı) bozulmuş iseler bu durumda Cumhuriyet ve din konularında ne denli övücü sözler söylense, ne denli “kozsuz meydan okumalar[4] yapılsa yıkımlar önlenemez. Ölen bir bedenin çevresinde (hatta hemen içinde) hazır bekleyen bakterilerin derhal harekete geçip bedeni asli unsurlarına (toprak) dönüştürmesine benzer biçimde hangi kurum olursa olsun yokluğa dönüşecektir.

    (Eğer ..ise.. dir) koşullu yargı’sına konu olan çerçeve çizgileri bağlamında şu iki soru akla gelecektir: 

    (1) Çerçeve çizgilerinin belirlenmesi ifadesiyle kast edilen nedir? 

    İdeolojinin özünü ayrıntılardan ayıracak 3 soru çerçeveyi belirler: Soru 1. İdeolojinin (Cumhuriyet ve/ya din) temel varlık nedeni, yani misyonu. Soru 2. O ideoloji yoluyla nereye (hangi ülküye, vizyona) erişilmek istendiği. Soru 3. Bu vizyon yönünde ilerlerken hangi kurallara (öz-değerler) sadık kalınmak zorunda olunduğu.

    (2) Çizgilerin korunmasını sağlayacak muhafızlar kimlerdir?

    İdeolojiler süngere benzetilebilir. Çerçeve çizgilerinin korunmasına hiçbir yararı olmadığı gibi, tam aksine “koruyacakmış” duygusu ve yersiz bir güven yaratarak zarar da veren boş söylemleri, kof övünmeleri, kozsuz meydan okumaları[4] emerek sünger gibi şişer. İdeolojilere en çok zararı veren de bu şişirilmiş kofluk, korunmasızlık olup, bu aldatıcı şişkinliğe bir yandan da “yanlış yarıştırma” ya da “o da bir şey mi etkisi[5] denilebilecek etki eklenir.

    Ben ….. ideolojisinin muhafızlarından biriyim” diyecek çok sayıda kişi ve kurumu duyar gibiyim. Onlara şu iki soruyu sormak isterim: Tam (spesifik olarak)[6] hangi çerçeve çizgilerini koruyorsunuz? Ve Koruma görevini ne pahasına (hangi kozlar ile) yapıyorsunuz?

    Bu iki soru aynı zamanda gerçekten arayış içinde olanları ya da en azından o yola girmeyi içtenlikli arzu edenleri ayırt etmek için işe yarayabilecek bir zihin aracıdır.

    28 Eylül 2024 – Alanya

    [1] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 30

    [2] https://tinaztitiz.com/oz-anlasilmadan-icerik-anlasilamaz/  

    [3]Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister”. M.K.Atatürk, 1933 Öğretmenler Kongresi konuşmasında söylenmiştir. 

    [4] https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma 

    [5] https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/ 

    [6] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 180

  • Şiddet bir dildir

    İlk insanlar arasında dilin nasıl ortaya çıktığı konusunda iki büyük iddia var ve halen de kıyasıya sürüyor: N.Chomsky ve taraftarları, bir mutasyon sonunda birdenbire ortaya çıktığını savunurken, geri kalan ve kendi içlerinde de bölünmüş dilciler evrimleşerek zaman içinde ortaya çıktığını iddia ediyorlar.

    Bunlardan hangisinin ne kadar doğru olduğu bir yana, esas merak çeken taraf, ister birdenbire ister evrim olsun onlardan da önce varoluşunun ilk anlarından itibaren arzularını gerçekleştirmek (meselâ beslenmek, karşı cinsten birini seçip üremek vb amaçlar) için insanların nasıl iletişim kurduklarıydı.

    Stanley Kubrick’in 1968 yapımı Space Odyssey (Uzay Serüveni) filminde[1] bu sorunun cevabına ışık tutan ipuçları var. Her ne kadar mizah da olsa Taş Devri’ni konu alan gülmecelerde bu eş seçme sorununun çözümünü ilk keşfeden kişilere ait yöntemi de herkes hatırlar.

    Nüfus artıp kıtalan kaynaklar için rekabet kızıştıkça bu basit şiddet dilinin  incelmeye başlayıp -özünü kaybetmeden-içine daha çok akıl katıldığını tahmin etmek güç değil. Ancak buradaki “incelmek” deyimi yanlış anlaşılıp, daha az zarar verici sanılmamalı. Aynen yüksek voltajlı kabloları saran yalıtkan kılıfın amacının, içindeki özün şiddeti azaltmak olmayıp, sadece hedefe yönelik kullanımını garanti ederek çevredekilerin elbirliği ile müdahale olasılığını azaltmak gibi.

    Basit şiddet böylece giderek daha çok akılla kaplanarak retorik (belâgat) halini aldı. Bu süreç boyunca bir yandan da çeşitlenen sosyal ilişkiler, kişilerin çeşitli haller için çeşitli akıl kılıfları içine saklanmış şiddet özlü diller geliştirmelerine yol açtı. Akıl kılıflarının üst katmanlarına uygulanan boyalar -aynen tırnaklara uygulanan ojelerin tırnağın yaralama gücünü azaltmayışı gibi- şiddetin kanıksanmasına yol açtı. Artık şiddet sadece üzerindeki kılıfların genel kabul görmüşlüğü ile değerlendirmeye başlandı.

    Manikür ustaları -hattâ sanatçıları- gibi kişiler, etkisi zaman içinde -düşünerek- anlaşılabilecek tahripkârlıkta diller kullanmayı öğrendiler.

    Bu ortam içinde basit şiddet üzerine kaplama yapmayı öğrenmemiş kişiler girdikleri çeşitli rollerde –sağlık çalışanı, hasta, öğretmen, öğrenci, veli, çocuk, ebeveyn gibi- sorun kaynağı olmaya başladılar. Çeşitli sektörel şiddet türleri (çocuğa, kadına, hayvana, ağaca, toprağa ve daha onlarca) böylece ortaya çıktı. Aslında çeşitli türler yerine, özdeki şiddetin üstünü kaplayan akıl yani dil yetersizliği gibi tek sorun olduğunun kabulü, olup bitenleri kavramayı kolaylaştırabilir.

    Şöyle bir sav ileri sürülebilir: İlk insanın ihtiyaçlarının çoğu günümüzde kolay temin edilebilir oldu. Bu ihtiyaçları karşılamak için artık şiddet kullanma gereği yok ise halâ niçin şiddet var?

    Şöyle bir zihinsel deney, şiddete yol açan şeyin ihtiyaçlar değil, o ihtiyaçları giderebilme imkânlarını sağlayacak “rıza” olduğunu gösterecektir. Elindeki avı karşısındakine teslim eden kişinin şiddet görmeyeceği tahmin edilir. İsteğin karşılanmasına rıza göstermemek şiddetin sebebi olmaktadır.

    Bu örnek günümüzdeki şiddetin nedenini de açıklıyor. Şiddetin çeşitlenmesinin nedenlerinin başında ise başka bir faktör daha yer alıyor: Düşünce ve inançlarının doğruluğuna duyulan güven arttıkça, buna başkalarının da rıza göstermesi bekleniyor. Gösterilmeyen her rıza bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor.

    Sonuç

    Bu kadar sözden çıkarılabilecek iki pratik sonuç var:

    1. Dillerimize ne kadar akıl katarsak basit şiddet o denli azalacaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ayrı bir yazıda[2] konu edilmiştir.

    Basit şiddetin akıl ile inceltilip daha tahripkâr hale gelmesini de istemiyor isek bu daha çetin ve uzun erimli bir çabayı gerektirecek. Yaşamlarımızı sarmalayan yarışma ve rekabet kültürü yerine Adil Yaşam olarak adlandırılan bir yaklaşımı[3] benimseyeceğiz. 

    1. Düşünce ve inançlarımızı sorgulayacağız[4].

    5 Temmuz 2024 (Rev. 6 Tem.)

     

    [1] 1968 yapımı film 2002 yılında tekrar gösterime girmişti. https://youtu.be/nrZxt9HNLWo?si=2hRZY6HL-9zgYKIi adresinde filmle ilgili bir yorum yer almaktadır.

    [2] Bkz. Yetkin Akıl ve Bileşenleri, https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/ 

    [3] Bkz. https://bit.ly/3NjAsgu 

    [4] Bkz. https://drive.google.com/file/d/16-pKl5bWAUu5oZ8P4ufOLJbLSPVhFYnH/view?usp=sharing 

  • Yapılar Birdenbire Yıkılmaz!

    Önce bir düzeltme!

    Yazının başlığındaki genellemeyi düzeltip başına -açıkça yazılması yasak olan- (eğer..ise) koşullarından birkaçını ekleyeyim: “Eğer: a. Bir yapı ilk anda bile ayakta duramayacak kadar yanlış tasarımlanmamış ve b. Yapımında kullanılan malzeme nitelik ve nicelik olarak kötü ve eksik kullanılmamış ve c. İlk andan itibaren yıkım işaretlerini görmesi gerekenler kör olmamış iseler, Yapılar Birdenbire Yıkılmaz”.

    Bir de açıklama: “Yapı” terimi ile yalnızca binalar değil, kurum organizasyonları, devlet yapılanmaları ve bu kümeye girebilecek her şey kast ediliyor. Bununla beraber gözde kolay canlandırma için binalar özelinde okunabilir.

    Deprem değil bina öldürür!

    Deprem Öldürmez Bina Öldürür” yurdumuz insanınca icat edilmiş, ama diğer keşif ve icatlar gibi yaşam kolaylaştırmaya hizmet etmek bir yana onların ölümlerine yol açan bir icattır. Patentinin kime ait olduğu bilinmese de halk arasında ilk andan (1999 Gölcük depremi tahmin ediliyor) itibaren büyük beğeni toplamış ve yararlı kavramları dil dağarcığına sokmakta son derece dirençli olan halkımızın tüm kesimlerince birdenbire kabul görmüş; bununla da kalmamış devlet politikalarımızın şekillenip, “tüm dayanıksız binaların yıkılıp yeniden yapılması” gibi çok zengin ulusların bile düşünemedikleri bir modelin hemencik benimsenmesine yol açmıştır. Ancak, yöntem 24 yıl gibi kısa bir süre denenip işe yaramadığı görülünce “yıkıp yeniden yapılması zorunlu olanlar dışındakilerin güçlendirilmeleri” gibi bir akıl yoluna, çok yüksek bir fatura ödeyerek razı olunmuş görünüyor.

    Birdenbire yıkılanlar..

    Zaman zaman çeşitli yerlerde durduk yerde ya daküçük bir etki (yol tamiratı, doğal gaz vs boru döşeme, temel kazısı gibi) nedeniyle çöken binalar oluyor. Bunlar, yukardaki (eğer…ise) koşulunun kapsama alanı içindekiler.

    Bir de 6 Şubat Pazarcık merkezli deprem veya hemen ardından gelen artçıları sırasında yıkılan / devrilen1 binalar var; sanki kontrollu yıkım gibi birkaç saniye içinde bir moloz yığınına dönüşüyorlar.

    Bu bir göz yanılsamasıdır!

    Bu birkaç saniye içinde göçtüğü sanılan binalar mesela temellerine ilk kazma vurulduğu andan itibaren bir kamerayla hiç aralık vermeden izlense ve kaydedilseydi, herhalde en az birkaç yıl veya birkaç onyıllık bir video kaydı ortaya çıkardı. Şimdi, sabırlı birilerinin çıkıp bu videoyu kare kare izlediğini düşününüz. O ilk andan itibaren acaba neler görürdü?

    Hazır mısınız?

     

    (Büyütmek: https://bit.ly/3jVZoi3)

     

    Neler görüleceğinin bir zihin haritasında özetini yandaki haritada görebilirsiniz. Açıkça görüldüğü gibi binalar, daha temeli bile atılmadan adım adım çökmeye başlamıştır2.

    Daha arama kurtarma çalışmaları devam ederken, o binaları yapan müteahhitlerin peşine düşmekten başka bir şey düşünemeyen insanlarımıza duyurulur.

    23 Şubat 2023

     

    Tınaz Titiz

    (Not: Ben bu kadar kalabalık işle uğraşamam diyenler, bütün o kalabalık nedenlere yol açan başlangıçtaki birkaç kök nedene, ona da vakti olmayanlar sadece birisine yönelik çaba harcayabilir; daha meşgul durumda olanlar saati söyleyebilirler :-))

    (1)  2001 tarihli bir devrilen bina yazısı: https://tinaztitiz.com/bina-saglam-ama-zemin-yumusak/

    (2)   Bu konuda daha genişçe açıklamalar YouTube (https://www.youtube.com/watch?v=bKAO6hUTIrU), LinkedIn (https://www.linkedin.com/video/event/urn:li:ugcPost:7033350536884011009/) ve Facebook (https://www.facebook.com/events/1325586901342366) mecralarındaki video kaydında bulunmaktadır.

     

  • Dostlara mektup

    Değerli dostlar,
    Uzun süredir zihinlerimizi meşgul ettiğinden emin olduğum bir konuda düşüncelerimi paylaşmak istiyordum. Bugün okuduğum, toplumun büyük bölümünü kaygılandıran “niteliksizlik” hakkındaki bir yazının son cümlesi beni bu satırları yazmaya itti.

    O cümle şöyle: “Kaynaklarımızın tahsisindeki politikalar değişmedikçe bu sorunun çözümü için ne fikir üretsek nafile”.

    Ben bu yargının, toplumumuzun büyük çoğunluğunca paylaşıldığından eminim. Bu güvenimin dayanağı ise toplumu oluşturan ortalama insanımızın -elinde, otoritenin kendisine verdiği bir güç yok ise- kendini “nafile” saydığı gerçeğidir.

    Daha açık ifadeyle “ortalama” insanımız, ne egemen (tercihlerini kendi yapan) bir “cumhur” ne de demokrat (kendini yöneten) “birey” olup; bu iki anahtar alandaki iradesini seçimden seçime kendisine yapılacak vaatler karşılığında ayrı bir sınıfa (siyasetçi) devretmiş, kendini “nafile” kılmıştır.

    Yukardaki o son cümledeki “politikalar”, siyasetçi sınıfının uygun göreceği, nafile toplum çoğunluğunun ise en çok önerilerde bulunabileceğine işaret ediyor. Gerçekten de, eğer siyasetçi uygun görüp politikalarını değiştirmezse, boyuna fikir üretmenin ne anlamı olabilir?

    Üzerine bu kadar söz ürettiğimiz o son cümle -eğer şöyle düzenlenirse- aslında çıkış yolunu da içeriyor: “Eğer sorunlarımızın en alt katmanında yatan virüsün, bireylerin işlevsizleştirilmesi olduğu fark edilmezse, çözümler için ne fikir üretsek nafile”.

    Ya da şöyle düzenlendiğinde bir ışık doğuyor: “Dönüştürücü sosyal tohumlar yoluyla her bireyin önce kendini, paralel olarak da çevresini değiştirerek sorunların çözülebilmesi ve böylece bir yandan da bireyin tekrar cumhur ve demokrat olması mümkündür”.

    Burada kısırlık ve doğurganlık arasındaki çizgiyi “fikir üretimi” deyimi çiziyor. Eğer fikir üretimi, bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız ve inandıklarımız ile sınırlı ise gerçekten de çözüm bulma ümidi zayıftır. Çıkış yolu ise bunların dışında olup o da bildiklerimiz, öyle sandıklarımız ve de inandıklarımızın dışında çözümler olduğuna içtenlikle inanmaktır.

    Bu üçlü sınırlayıcılar bir yandan da yaşamlarımız için birer konfor alanı yaratıyor. O alanda anılarımız anlam kazanıyor, müktesebatımız bugün için değer kazanıyor. Bir an için düşünsenize, altmışlı yaşlara kadar onca umur, şan şöhret görmüş bir kişinin birdenbire bir lise öğrencisi konumuna indirgendiğini. Tekrar -üstelik de yeni ve meydan okuyucu koşullar altında- yeni bilgiler, alışkanlıklar, değerler edinip kendilerimize birer yeni evren tasavvuru üretmek zorunda kaldığımızı.

    Hele, dün savunduklarımızın terslerini savunmak zorunda kaldığımızı. Bu zor katlanılabilir bir durum değil mi? Bunun yerine geçmiş üzerine kurulu bir konfor alanı -yalan da olsa- çok işe yarar değil mi?

    Yeni arayışlar nafile değildir. Çözümlerin bitmiş gibi göründüğü yerde bu hatırlanmalıdır. Çözümsüzlükler varsayımlarımızın birer sonucudur.

    30 Temmuz 2019 Salı

  • “Cumhuriyet” ve de “demokrasi”yi niçin koruyamadık, koruyamıyoruz?

    Başlığın spekülatif yorumlara açık olduğunun farkındayım: “Var mıydı ki korunsun?” ya da “artık yok mu ki?” türündeki uçlar, dikkat çekmek istediğim konuya yardımcı değil; bu yüzden o tür soruları sırasıyla şöyle cevaplayarak geçiyorum:

    Ne kadar vardıysa o kadarını kastediyorum” ve

    bu iki kurumun varlığının temel iki göstergesi olan ‘özgür basın ve kuvvetler ayrılığı’ yoksa, cumhurun kendi tercihlerini yapabilmesi (cumhuriyet) ve o tercihleri dileğince (doğrudan, temsilciler eliyle vd) uygulayabilmesi (demokrasi) söz konusu olamaz

    Dikkat çekmek istediğim, söz konusu “koruma” işlevidir.

    İki soru!

    “Koruma” bağlamında bir soru “korumaya niçin ihtiyaç var?”, diğer soru da “bu işlev kim(ler)in sorumluluğudur?”.

    Hiçbir nedret ürünü kendiliğinden oluşmaz, kendiliğinden sürmez!

    Vahşi bir toplulukta kimin nasıl yaşayacağı (ne yiyip içeceği, nasıl giyineceği, neye inanacağı, inandığını nasıl göstereceği vs) ortak veya birleşik akla[1] göre değil, en güçlü olduğunu, kendisine biat edilmez ise kafa koparacağını kanıtlamış bir “baş”ın isteklerine göre belirlenir.

    Böyle bir “baş”ın kaba güçle kontrol ettiği düzenden “kural koyma”, “kuralları uygulama” ve “her ikisini de denetleme” gibi daha karmaşık ve ince bir denge-denetim düzenine geçebilmek; sonrasında da onlarca bozucu etkene (örneğin daha vahşi başka bir “baş”ın olası tecavüzleri gibi) karşı sistemin bozulmasını önleyebilmek, sıradan değil ender bir süreçtir ve tüm nadir süreçler gibi kesintisiz ve kolektif özen ve çaba ister.

    İyi de 90 yıl nasıl sürdü?

    Bu soru’nun yanıtı aslında bundan böyle ne yapılabileceğinin de yoluna işaret ediyor. Cumhuriyet’in kurucuları sözü edilen kesintisiz özen ve çaba ihtiyacı’nın farkındalardı ve bu ihtiyacı, birisi kısa vadeli ve geçici, diğeri ise uzun vadeli ve kalıcı iki “sigorta”ya bağlamışlardı.

    Kısa vadeli ve geçici sigorta, TSK İç Hizmet Yasası’nın 35nci maddesiydi[2].

    2013 yılında darbelere dayanak yapıldığı gerekçesiyle kaldırılan -gerçekte de 1961, 1971, 1980 ve 1997 müdahalelerine dayanak gösterilen- bu madde, Cumhuriyet kurucularının -zamanın koşulları içinde- kaçınılmaz kısa vade önlemiydi.

    Uzun vadeli kalıcı sigorta ise, M.K.Atatürk’ün 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’dir. Hitabedeki “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmek” olarak özetlenen “birinci vazife”nin hangi yollarla yerine getirileceğinin ayrıca açıklanmamış olması, “kalıcı şekilde koruma ve savunma için gerekenlerin tümünü kapsaması” amacıyla olsa gerektir.

    Gerekenlerin tümü, zamana bağımlı bir ifade olsa da değişmeyeceği belli olan bir öğesi “toplumun çeşitli kesimlerinin, zamanın imkan ve kendilerinin yeteneklerine göre, Cumhuriyet’i ve onun uygulama aracı Demokrasi’yi koruyup geliştireceği örgülenmeleri (networking) oluşturmaları” değil miydi?

    Toplumun sivil kesimleri -geleneksel ihale kültürü nedeniyle- bu görevi askerlere bırakıp; asker de Md35’i tek şekilde yorumlayarak kol kola 2013’e gelindi. Sonrasında, ne sivil kesimin geliştirip çoğalttığı demokrasiyi koruyabilecek sorun çözme araçları, ne de askerin Md35 zırhının bulunmadığı korunmasızlık ortamında, kozmik odasını savcı görünümlü ajanlara, kendini de nöbetçi mahkemeye teslim eden Genel Kurmay Başkanına kadar gelindi.

    Yani, çocuklarımızı korumayı abartınca olan, Cumhuriyet’e de oldu!

    Abartılı koruma altındaki çocuklar sorunlarını daima “büyüklerine” ihale ederken, büyükleri de onları koruyarak onların güçsüzleşmelerine ortam hazırlıyor[3], bir anlamda “geleceğin beceriksiz muhtaçları”nı yetiştiriyorlar.

    Sivillerimiz ihale – yakınma – suçlama; askerlerimiz ise Md35 dışında çeşitli akıl tabanlı rejim koruma ve geliştirme araçları üretemeyince, Cumhuriyet ve onun uygulama aracı Demokrasinin de gelebileceği yer burasıydı.

    Bundan sonra gidilebilecek yer varsa o da olup biteni doğru okuyup, dün yapmadıklarımızı yapmaya başlayarak mümkün. Durum bundan ibarettir.

    7 Mayıs 2019

     

     

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2LuvGhZ

    [2] Madde 35: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır”. İlk olarak 34. Madde şeklinde 1935 yılında düzenlenmiş, daha sonra 1961 yılındaki düzenleme ile 35nci maddeye dönüşmüştür.

    https://t24.com.tr/yazarlar/dogan-akin/35-madde-hakkinda-her-sey,3761 alıntı: TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi darbelere dayanak gösterilmesine karşın neden  parlamentodaki siviller tarafından kaldırılmadı?

    1924 ve 1961 anayasalarını uğurlayan, 1982 Anayasası’nı da uğurlamaya hazırlanan 35. maddedeki “Cumhuriyet’i kollama ve koruma” hükmü tam 76 yıldır yürürlükte bulunuyor. Askeri vesayete karşı en ciddi adımların atıldığı son dönemde de söz konusu maddeye ilişkin iktidardan adım gelmedi. CHP 5 yıl önce kaldırma çağrısı yaptığı 35. maddenin değiştirilmesi için bu dönem TBMM’ye yasa teklifi de verdi. Ancak AKP teklifin yasalaşmasına sıcak bakmadı.”

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/3671/birsakli-icerik-kar-tatili/

  • “Akıl İmecesi” sorusu!

    tinaztitiz.com sitesinin değerli okurları,

    Bu yazımda, bir sorun’a sizlerle etkileşim içinde  cevap oluşturma konusunu ele almayı işleyeceğim. Yöntemin köşe taşları şunlar:

    • Kısmi çözümlü uzlaşı’ya değil, kısmi uzlaşılı tam çözüm’e odaklılık [1].
    • Tam çözüm fikirlerinin ancak uçlarda oluşacağı varsayımı.
    • Uç fikirleri üretebilecek kişiler yanısıra, bilgiye dayalı çözüm ipuçları sağlayacak uzmanlara da yer veren yüksek farklılık (diversity) ortamı.
    • Fikirler arasında güdülenmiş yüksek etkileşim [2].

    Çözülmek istenilen sorun nedir?

    Kültürel çeşitliliğin kültürel bölünmüşlüğe dönüşmesi. Çeşitli kültürlere sahip kesimlerin bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp barış içinde birarada yaşama pratiğini uzun yıllar içinde yerleştirmiş toplumumuzun, bu farklılıkların birleşim yerlerinin belirli istismar amaçlarıyla zorlanması sonunda, birarada yaşama istekliliğinin giderek zayıflaması.

    Peki cevaplanmak istenilen ilk soru ne?

    Çözülmek istenen soruna yol açan en etkili (doğurgan) KÖK-NEDEN(LER) sizce ne(ler)dir?

    Sizlerden beklentim nedir?

    Lütfen yukardaki (soru)ya cevaplarınızı aşağıdaki yorum bölümüne ve/ya @ezbersiz Twitter adresime ve/ya tinaz@tinaztitiz.com e-posta adresime  -gerekçelendirmeden- yazmanızı bekliyorum. Arzu ederseniz birden fazla defa fikir değiştirip yeni cevaplar da yazabilirsiniz.

    Cevaplar neye yarayacak?

    “İnsan kümesi’nin zeka, sezgi ve bilgisine dayalı birleşik akl üretmek” olarak  tanımlanabilecek bir yöntem üzerinde çalışan bir grup var. Yöntemin kritik noktası, çok sayıda ve de birbirinden farklı özellikteki kişilerin birbirlerinden etkilenerek fikir üretmeleridir.

    Peşinen teşekkürlerimi sunarım,

    23 Nisan 2019 (Rev. 24.04.19)

     

     

    [1] Uzlaşı ve çözüm her zaman birlikte gerçekleşemeyebilir. Kimi durumlarda uzlaşı öne çıkarken kimi durumlarda çözüm ağırlık kazanır, hatta ender durumlarda olmazsa olmaz hale gelebilir. Örneğin giderek kendini büyüten bir sorun stoku altındaki toplumun sorunlarında, bu gidişatı durdurabilecek çözümler zorunluk kazanır.

    [2] Katılımcılar birbirlerinin fikirlerinden etkilenerek defalarca fikir değiştirebilir; kısmen veya tamamen fikirlerini değiştirebilir, hatta fikrini terkedip bir başkasının fikrine katılabilir. Bu etkileşimi artırmak için tüm katılımcıların -özellikle de uç fikirler üretebilecek olanların- özel çaba göstermeleri beklenir.

     

     

     

     

  • Damsız girilmez!

    Koyu renk takım elbise şarttır”, “hariçten yiyecek içecek getirmek yasaktır[1]” gibi uyarıları, üzerinde pek ciddiyetle durulmayacak kalıplar olarak görebiliriz; ama her biri birer “özgürlük alanı belirteci”dir ve kullanılmadıklarında çeşitli istenmedik sonuçlara yol açabilirler.

    Örneğin başlıktaki uyarı, yanında bir kadın olmadan söz konusu mekana girecek bir erkeğin arıza çıkarma ihtimalinin biraz daha yüksek olduğunu belirten bir istatistik felsefenin veciz ifadesi iken; takım elbise uyarısı da takım elbise giyenlerin arıza çıkarmayacağını değil, diğer davetlilerle eşit arıza potansiyeline sahip olacağını duyurur.

    Şaka bir yana, herhangi bir öğretinin (örn İslam, Budizm, sosyalizm ya da çay bahçesine giriş kuralları) ne olup ne olmadığı, köşe taşları ile işaretleyip açıkça ilan edilmezse, herkes kendi tasavvurlarını, tutkularını, niyetlerini o alan içine yerleştirebilir. Bu durumda o alan hakkında bilgi sahibi kişilere düşen görev köşe taşlarını bilinir, görünür ve herkesçe benzer şekilde yorumlanabilecek netliğe kavuşturmaktır.

    Benzer durum, demokrasi, cumhuriyet, çağdaş eğitim vb. öğretiler için de aynen geçerlidir.

    Sözü getirmek istediğim yer, İslam dininin çeşitli amaçlarla istismarıdır. İslam’ın -ve aslında tüm inanç sistemlerinin- temel amacının, “daha az sorunlu bir dünyevi yaşam için, köşe taşları ile işaretlenmiş bir etik alanı tanımlamak ve bu alan içinde yaşamayı özendirmek için de ya öteki dünya nimetleri olarak bir dizi teolojik sembolik vaatte bulunmak” ya da bu Dünya için daha iyi bir yaşam vaat etmek gibi bir hareket noktası dindar ve/ya seküler kişiler için kabul edilebilir görünüyor.

    Buna göre, ilk yapılması gereken, dini öğretilerin yüzlerce yıl içinde binlerce niyet sahibinin yorumları ile anlaşılmaz hale getirilip öz ile ilgili olmayan ayrıntılar manzumesine dönüştürülmesine göz yummak yerine, tam aksi yönde hareket edip, o öğretinin içindeki özlerin ortaya çıkarılması değil midir?

    Tam bu noktada kritik soru şu olabilir: İyi de hırsızın -yani dini öğretileri istismar edenlerin- hiç mi kabahati yok?

    Tabii ki istismarcılar kusurludur, suçludur, günahkardır; ama onlar bir ölçüde mazurdurlar. Çünkü ya cahildirler, ya farkında değildirler ya da bunu bilerek yapabilecek ortamları bulmuşlardır. Ama gerçek suçlular aranıyorsa o alanı istismar edenlerden çok, istismara zemin hazırlayan tüm kişi ve kurumlara bakmak gerekmez mi?

    Şimdi din istismarından yakınanlara baktıkça şu soruyu sormadan edemiyorum: Sizler gerçekten samimi misiniz? Bir süre, bu muhataralı durumun kendi kendine düzeleceğini sanmış ya da İslam öğretisinin özlerinin “zaten” Kuran içinde var olduğunu, isteyenlerin bunları bulabileceğini düşünmüş olabilirsiniz.

    Hiç akletmez misiniz” ki bir yanlışı gören o konuda düzeltici yönde bir eylemin sorumlusu olur? Hiç şikayet edip kendi dışındakileri suçlayarak bir sorun çözene rastladınız mı? Bu yolla sorumluluğunuzu başkalarından gizleyebilirsiniz, ya kendinizden?

    İslam’ın kurucu ilkelerini merak edenler Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar yerlerinden kalkmadan -teknolojinin imkanlarıyla- bu konuda bilgilerini paylaşıp ortaya az sayıda “özgürlük alanı belirteci”nin çıkmasını sağlayabilirler.

    Bu ilkelerin iman veya ibadet ilkeleri olmadığını, dünyevi yaşam için “iyi ahlakın köşe taşları” olacağını ve -sürpriz gibi olacak ama- seküler dünya görüşü için de aynı ilkelerin geçerli olacağını belirtmek ayrıca gerekir mi bilemedim[2].

    17 Nisan 2019 (Rev. 23.04.19)

     

    [1] https://www.youtube.com/watch?v=QFnmX2VPrXU

    [2] Söz konusu ilkeler için salt örnek amacıyla verilmiş ilkeler için http://bit.ly/2MVahyO adresinde; seküler ve dini ilke benzerlikleri için ise http://wp.me/p2t6mi-1Y2 adresinde örnek verilmiştir.

  • Arılardan zekiyiz ama onlar daha bilge!

    Arı kolonileri, beslendikleri floradaki -insan eliyle ya da doğal- nedenlerle değişimler sonunda zaman zaman yuvalandıkları yerlerden (kovan) göç etmek zorunda kalıyorlar.

    Bu durumda ortaya çıkan “nereye göç etmeliyiz?” sorusunun cevabını milyonlarca yıldır, muhtemelen deneyerek ve giderek daha az yanılarak kendileri veriyorlar. Buna “kovan aklı” (hive mind) deniliyor.

    İnsanlar uzun yıllardır bu süreci inceliyor ve çoklukla başarılı olan bu karar sürecinin doğasını anlamaya çalışıyor[1]. Örneğin, “yeni nektar kaynaklarını nasıl arıyorlar?”, “hangi bilgileri ve de nasıl toplayıp saklıyorlar?”, en önemlisi “bir araya gelip bu bilgileri nasıl müzakere edip sonuca varıyorlar?”, “kararlarını basit ya da nitelikli çoğunlukla mı alıyorlar?”, “bu kararlar ne kadar doğru çıkıyor?” gibi.

    Bu ansiklopedik nitelikli bilgi üzerinden cevabını bulmak istediğim soru, arıların en az %80 doğrulukla verdikleri karara yol açan müzakerede sadık kaldıkları ilke(ler) nelerdir ve türümüz bu konuda niçin bu denli başarılı değildir? Ya da “daha yetkin olduğunu bildiğimiz beyin donanımımız ile ne yapıp da arılardan geri düşüyoruz?”.

    Beyin ve düşünme süreçleri ile ilgili araştırmalar her geçen gün kimi gizemleri aydınlatıyor. Örneğin yakın zamana kadar öznel olduğu düşünülen sezgi (intuition) kavramının laboratuvar ortamında deneysel olarak gösterilebildiğini artık biliyoruz[2].

    Bu bağlamda gözlemlerimiz şöyle bir hipotez ileri sürmeye götürüyor: Arılar, yeni nektar kaynakları hakkında önemli sayılabilecek bilgileri birer biyolojik sensor sadakatiyle kaydedip geri getiriyorlar ve “waggle dance”[3] adı verilen bir iletişim yöntemiyle “sensor verilerine yorum katmadan” müzakere ortamında paylaşıyorlar.

    İşin içine, bir arının bir diğeri ile ilişkileri, sempati ya da antipatileri, ideolojileri, planları, dini görüşleri, rekabeti gibi faktörler söz konusu olmaksızın salt maddi gerçekliklerin karşılaştırılıp, daha “doğru” olan bilginin yanında toplanıyorlar.

    Bu müzakereler sırasında bir işçi arı belirli bir uzaklıktan, 200 ila 500 arı arasındaki waggle dance yoluyla iletişimleri izliyor ve belirli bir olgunluğa varıldığı anda özel bir ses (piping deniliyor) çıkararak nitelikli çoğunluğun kararının benimsendiği[4] ilan ediliyor.

    İnsan kümelerinin müzakereleri ise buna hiç benzemiyor. Arıların tek amacı hangi veri setinin daha işe yarar olduğunu aramak iken, insan kümelerinin amacı daha karmaşık. Akılcı karar ve zevk alma arasında gidip geliyor[5].

    Şaşırtıcı sonuçlara varmak, bunları başkalarına duyurmak hemen herkese zevk verir. Tek adımlı bir düşünce yoluyla şaşırtıcı sonuca varmak zordur; bunun için çok adımlı süreçlere ihtiyaç var. Örneğin 1=2 gibi bir sonuç çok şaşırtıcıdır ve kanıtlanabilse çok da beğeni toplar. Bu amaçla bir düşünme zinciri şöyle olabilir:

     a2-a2 = a2-a2

    a(a-a) = (a-a).(a+a)

    a=2a

    1=2

    Üç adımda kanıtlanan(!) bu sonuç çok keyif vericidir ve sıfırla bölme kuralı dikkatten kaçtığı sürece çok da beğeni toplayabilir.

    Benzer biçimde, düşünce zincirleri arasına, yanlışlar, tahminler, temenniler, nefretler, tutkular, sempati / antipatiler, ideolojiler ve biraz da doğrular katılarak -hele de unvan ve ses yüksekliği eşliğinde- uzun zincirler oluşturulursa kahvehane veya TV tartışmalarındaki durum ortaya çıkar; yani sıfır değerinde düşünceler.

    Kişilerin -muhtemelen kendilerinin bile farkında olmayabilecekleri- onlarca ön yargı altında, nesnel olarak niteledikleri ama büyük ölçüde öznel seçimlerin söz konusu olduğu, bunların kurumsal, toplumsal çıkarlarla birleşerek daha tanınmaz hale geldikleri görülüyor.

    Bütün bunların önemi nedir?

    Tüm yaşam sorun çözmekten ibarettir” Karl Popper’in ünlü sözü. İçinde yaşadığımız toplumun bir stok oluşturmuş ve her geçen gün kendi içinde yeni bileşikler yaparak büyüyen sorunları ve de bunları çözmek için gereken Birleşik Akıl’lar[6] yerine tek akıllara yönelişimiz de bir realite.

    Bu olgu dikkate alındığında, zincir baklaları içine beğeni artırıcı ama değer azaltıcı elemanlar katılmış düşünceler yerine, biraz alçakgönüllü davranıp arı dostlarımızdan kopya çekmek, sorun stokumuzun artışını durdurabilmek için gerçek bir beka meselesi olarak ortaya çıkıyor.

    Bu durumda başarılı bir müzakere[7] için, düşünce zincirlerimiz içindeki değer azaltıcı elemanlardan sıyrılmak, onları en azından askıya almak gerekiyor ki bunun ne denli güç olduğu da belli.

    Bu yolda yapılabilecekler sınırlı da olsa yok değil, işte birkaçı:

    • Bir sorun çözmek amacıyla Birleşik Akıl (kovan aklı) üretecek kişiler, cinsiyet, etnik köken, inanç vd kültür öğeleri açısından farklılıklar içermeli.
    • Kişiler içinde, yürürlükteki paradigmaların uçlarına götürebilecek provokatif düşünceleri ileri sürebilenler bulunmalı.
    • Bir sorun çözme müzakeresinin performansı, kişiler arası etkileşimlere, o da, kişilerin başkalarının fikirlerinden etkilenerek kendi düşüncelerinde değişiklik yapmalarına, hatta düşüncesini terk edip başka bir düşünceyi benimseyebilme esnekliğini göstermesine ve de gerektiğinde bunu defalarca tekrarlayabilmelerine bağlıdır. Buna göre kişiler böylesi bir esneklik konusunda bir ön-yönlendirmeye razı olabilirler.
    • Ve en önemlisi, kişilerde şöyle bir önyargı oldukça yaygındır: “doğru tektir, aklın yolu birdir; çok sayıda kişi bir araya gelse de -adını ne koyarsanız koyun- ortaya farklı bir şey çıkmaz”.

    Birleşik Akıl (kovan aklı, hive mind) kavramının inanılması güç sihiri, insanoğluna göre daha az zeki arıların, daha yüksek bilgelik göstererek “doğrularına bizler kadar güvenmediğini” gösteriyor.

    Bu nedenle “birikimlerimizi (müktesebat) askıya alabilme” + “objektif bilgi kaynaklarından daha çok yararlanma”, üzerinde en çok durulması gereken nokta olarak öne çıkıyor.

    Sonuç

    Kendi tek akıllarımıza, birikimlerimize bu denli güvenerek gelebildiğimiz son durak burasıdır. Eğer yolculuğa devam edilmek isteniliyorsa bu inatlardan -hep birlikte- vazgeçilip, Birleşik Akıl alçakgönüllülüğünü kabul etmek zorunlu görünüyor. Yeni bir başlangıç aramıyor muyduk, işte burada.

    6 Nisan 2019

    [1] bkz. http://bit.ly/2KcpLNV Sıra No. 2-MD ve 3-MD

    [2] bkz. http://bit.ly/2H3cRvT

    [3] Arıların gövdelerini titreterek ve kanatlarını oynatarak sağladıkları iletişim yöntemine verilen ad.

    [4] Kararın salt ya da nitelikli çoğunlukla alındığı, bir araştırmanın konusu olmuştur.

    [5] Bkz. https://npistanbul.com/tr/haber/362/beynimiz-nasil-calisiyor-tarhan-harward-business-review-e-yazdi

    [6] Uzlaşı (ortak akıl) bir müzakereye katılan kişiler arasındaki kesişim kümesidir.  Birleşik Akıl ise, kişilerin tümünün katkılarından oluşan akıldır. Birleşik Akıl’a katkıda bulunanların hiç birisi sorunu tek başına çözemeyebilir, ama tetiklediği bir ipucu yoluyla çözümün yolunu açabilir. Bu durumda uzlaşı olamayabilir ama çözüm mümkün hale gelebilir. Tabii ki hem soruna çözüm bulup hem de uzlaşı oluşturmak en iyisidir; ancak bu her zaman -hatta çoğunlukla- mümkün olmayabilir.

    [7] Türkiye sorunları üzerine çalışan bir grup (bkz. www.BirlesikAkilAgi.com), sorunların çözümü için algoritmik bir yöntem üzerinde çalışıyor. Bu yoldaki denemelerin birisinde uygulanan kurallar (http://bit.ly/2Vo9QgL) ve Ortak Erişimli Müzakere Formu (http://bit.ly/2UjYi1u) söz konusu müzakere için bir örnektir.

  • ESAS MESELE

    Wilfredo Pareto, 19. asırda yaşamış bir İtalyan ekonomistidir. 80-20 kuralı diye bilinen, “sonuçların %80i sebeplerin %20since oluşturulur” kuralını ilk ortaya koyan odur. Pareto kuralının ilk söylediği, bir sorunun çok sayıda sebebi olduğu, ikincisi ise bu sebeplerin %20 kadarının, sorunun %80ine yol açacak kadar önemli olduğudur.

    Diğer yandan, görevi herhangi bir önem düzeyinde sorun çözmek olan kişilerin (belediye görevlisi, imar plancısı, vali, müsteşar ve ilh..) sorunlarla ilgili yaklaşımları gözlendiğinde hemen hepsinin bir “esas mesele” arayışı (ve buluşu) içinde olduğu görülecektir. Hemen hepsidir, Çünkü dış görünüşü ile gerçek yapısı arasında fark bulunmayan basit sorunlarla uğraşan görevliler herhangi bir “esas mesele” aramaksızın sorun çözerler. Sokaklarımızdaki çöpleri süpürenler, çöpler arasında bir ayrım yapmadan, yani “esas çöpler” aramadan temizlik yaparlar.

    “Esas mesele”, daha üst düzeyde sorun çözümüyle yükümlü görevlilerin bir yaklaşımıdır. Enflasyon konusunda esas mesele….. diye başlayan, belki her biri gerçeğin bir parçasını tanımlayan ama hiçbiri tek başına gerçek olmayan sözleri her gün duymuyor muyuz ?

    Buradaki gariplik, çok boyutlu bir olguyu daha az boyutla (hatta tek) ifade edebilmek isteğinden kaynaklanıyor. Sorunların çoğunluğu çok boyutludur. Çünkü ya birden fazla kök sorunun kendi aralarında birleşerek oluşturduğu sorunlardır ya da tek kök sorunun zaman içinde dallanıp yeni sorunlar yaratması biçiminde oluşmuşlardır. Her iki halde de içlerinde, yaradılışlarındaki kök farklarını yani farklı boyutları taşımaktadırlar.

    İster enflasyon, ister işsizlik, ister milli bütünlük sorunları olsun, hepsinin sosyal, kültürel, teknolojik, hatta psikolojik boyutları yok mudur ? Sorunu bütün bu boyutlarıyla kavrayıp, çözüm araçları geliştirip, mevcut kaynakları bu araçlara tahsis edebilecek duruma gelmeden bu boyutlardan hangilerinin önemli, hangilerinin daha az önemli olduğu gibi bir arayış anlamsızdır. Çünkü her biri kendi arasında da etkileşmesine rağmen bağımsız olarak vardır ve bütün üzerine etki yapmaktadır.

    Çok boyutlu bir sorunu, bir “esas mesele”ye indirgemeye çalışmayı, iç içe iki daireyi gösterip bu nedir? diye sormaya benzetiyorum. Şakaya göre, uyuklayan Meksikalının tepeden görünüşü imiş!

    Acaba insanlarımız sorunlarını tüm sebepleriyle tanımlamak yerine niçin onları birer “esas mesele”ye indirgemeye bu kadar meraklıdırlar? Bunun dar görüşlülükten kaynaklandığına inanmıyorum. Mutlaka başka sebepler olmalıdır.

    Pareto’nun kuralı biraz deforme edilip yanlış anlaşılırsa bu tek boyutluluğa yol açabilir mi ? Pek sanmam. Kural tam aksine sorunların çok sebepli olduğunu, ancak onların içinde %20 kadarının daha önemli olduğunu söylüyor. Esas mesele arayın demiyor. Üstelik de bu kuralın, sorun çözenlerce ne kadar yaygın kullanıldığı da ayrı bir konudur.

    Peki acaba tembellik bir sebep midir ? Olabilir. Uzun uzun uğraşıp birçok sebep keşfetmek yerine önemli gibi görünen birisi, esas mesele olarak ilan ediliyor olabilir. Gibi görünendir, çünkü esas meselelerin gerçekten esas mesele olduğuna pek rastlanmamaktadır. Bu da doğaldır. Bir meselenin gerçekten esas mesele olup olmadığı ancak duyarlık analizi   ile anlaşılabilir. Yani, o esas mesele denilen sebepte 1 birimlik bir değişim tanımlanıp, bunun sorunun bütününde kaç birimlik değişime neden olduğu ölçülür.

    Her soruna ait esas meseleyi hemen biliverenlerin böyle bir analize ihtiyaç duymuş olması olasılığı biraz düşük görünmektedir. Dolayısıyla esas meseleler genellikle kişilerin beğenilerine göre şekillenmektedir. Nasıl ki renkler ve zevkler tartışılmaz ise sorunlara yol açan esas meseleler de böylece tartışılmaz olmaktadır.

    Bir sebep ise sorun çözme kültürümüz denilebilecek alışkanlıklarımızdan gelmektedir. Sorunları teşhis etmek ve çözmek durumunda olanların ortaya koydukları teşhisler, içerik zafiyetini gizleyebilmek için o kadar süslenmektedir ki bunları dinleyenler bütününü okuyup dinleyerek vakit kaybetmemek için bir esas mesele testi yapmaktadırlar. Bu testler genellikle “menfi” çıktığı için testin geçerliği de artmaktadır. Esas mesele arayışı böyle bir içerik zafiyetinden de doğmuş olabilir.

    Bunlardan hangi(ler)inin geçerli olduğuna varın siz karar verin.

    1996 Eylül

  • Otobiyografi kesiti-5: Bir Plaj Nasıl Kumlanmalı?

    EKIYıl 1972, yer Zonguldak. O günkü adı Ereğli Kömürleri İşletmesi (şimdi T.Taşkömürü Kurumu). Etüd-Tesis şubesinde mühendis olarak çalışıyorum.

    Bu şube, işletmenin ihtiyacı olan yatırımları yapmak üzere etütler yapıp, sonra da onların bir bölümünün uygulamalarını bizzat yapmakla yükümlü. Kısacası hem büro hem de şantiye işlerinden ibaret. Bu bağlamda çeşitli projeler için sıkça yabancı uzmanlar gelip gidiyor; bir bölümüne ben de katılıyorum.

    Bu arada -bilenler bilir- Zonguldak kıyıları tüm Karadenizde olduğu gibi denize dik bir yapıda; denize girebilecek plaj alanı neredeyse yok gibi. Bunlardan bir tanesi de -biraz zorlama ile plaja dönüştürülmüş Deniz Klübü. 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Zonguldak kömürlerini işletmek üzere kiralayan Yahudi girişimcilerin getirdiği çeşitli şirketlerin (büyük bölümü Fransız ve İngiliz, bir kısmı da Yahudi ve Ermeni küçük işletmeciler) ailelerinin ihtiyaçları amacıyla birazı doğal, çoğu da kayalıklar düzeltilerek kazanılmış bir plaj ve yanında da bir klüp binası.

    Fakat bir sorun Karadenizin haşin yapısı. Şu kadarını söylersem bu konuda bir fikir vermiş olurum. Denize kuş uçuşu uzaklığı en az 400 metre kadar olan bir evde oturuyoruz. Hemen deniz kısısında bir fener var ve mahalle de adını (Fener Mahallesi) bu fenerden alıyor. Denize dik inen sahilden 40-50 metre kadar yükseğe kurulmuş fenerin camlarının fırtına sırasında dalgalar tarafından kırıldığı söylenirdi; doğru mudur bilemem ama evimizin camlarına deniz sepkeninin geldiğini hatırlarım.

    İşte böyle bir denizde plaj yapmanın, kumdan oluşan bir sahili kış mevsiminde korumanın güçlüğü belli. Bu nedenle her yıl deniz mevsiminden önce mavnalarla kum getirilir ve sahile dökülerek yapay bir plaj oluşturulur ama daha mevsim bitmeden dalgalar kumları alır götürürdü. Bu nedenle de her sene daha çok kum dökülürdü.

    Zonguldak limanındaki kömür ve maden direği yükleme boşaltmasını sağlayan tesisler bir Hollanda şirketi tarafından yapılmıştır. Bu nedenle de zaman zaman oradan uzmanlar gelirdi. İşte sözünü ettiğim bu Hollandalı uzman da o münasebetle gelmiş bir liman uzmanıydı.

    Kendisini ağırlamak için Deniz Kulübünde bir öğle yemeği sırasında bu sürekli kumlama meselesini sorunca adam gülmüş ve bu şekilde kum dökmekten vazgeçmemizi öğütlemiş; “e peki ne yapalım?” diye sorunca da şu cevabı vermişti: “Kum dökmek doğru ama sahilde dik bir engel şeklinde kum yığınları oluşturduğunuzda dalgaların kinetik enerjisini boşaltacağı bir yer yapmış olursunuz ve o enerji sadece kumları almakla kalmaz, alttaki sağlam zemini de alır ve böylece her yıl daha çok kum döker ve kendi kendinize sahili kazmış olursunuz. Bu nedenle rüzgar ve akıntı durumuna göre belirlenecek sahilden uzak bir yere kum dökülür; dip dalgaları çok yavaş biçimde kumu sahile taşır ama doğa sizin yaptığınız gibi değil, bir kum duvarı oluşturmayacak eğimde sahili kumlar”.

    Gerçekten de sorunlarla baş etmenin en kötü yolunun “önüne doğrudan engel koyarak doğrudan çözmeye kalkışmak” olduğunu böylece anlamıştım. Acaba “plaj yapıyoruz derken sağlam sahili derinleştirme işini -birçok sorun alanında- kendimiz mi yaptık?”

    Sağlam sahil derinleştirme uzmanları”mız acaba tohum[1] konusuna bir de böyle bakarlar mı acaba?

    7 Şubat 2019

     

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2FumYIw