• Sorun alanlarının “tohumlama” yoluyla iyileştirilmesi

    “Tohum” tanım olarak, “Yaşam alanlarımızın (eğitim, aile, iş, eğlence, öğrenme, ibadet, inanç, gönüllülük ve benzer) bir veya daha çoğunda, küçük ölçekli olumlu farklar yaratabilen; ama bir araya geldiğinde daha gözlenebilir bir değişim ve/ya dönüşüme yol açabilecek etkenler” şeklinde özetlenebilir[1].

    Sürdürülebilir bir kültür dokusuna sahip olmak: Beka anahtarı!

    Bir toplumun uzun süreler içinde geliştirdiği kültür, bir bölümü kendi içindeki özgün öğeler, bir bölümü ise başka toplumlarla kültür değişmeleri yoluyla içselleştirilen öğeler olmak üzere iki ana kaynaktan geliyor[2]. Her iki kültür bileşeni içinde de süzülüp evrensel hale gelen kültür ile uyumlu olmayan, uyumlu olmadığı gibi toplumun sürdürülebilirliği açısından da olumsuz öğeler bulunabiliyor.

    Bunları tespit edip gereken değişim ve/ya dönüşümleri becerebilenler varlığını sürdürürken, diğerleri zaman içinde yok oluyor ya da daha gelişkin kültürlerin egemenlikleri altına girip, içinde eriyorlar.

    Bozuk doku alanları

    Kültür dokusu içindeki “sürdürülemez doku alanları”, iyileştirilmeye konu sorun alanları olarak tanımlanabilir ve kısaca bozuk doku da denilebilir. Bozuk doku alanı’nın başlıca özelliği, “kendini besleyecek ve de kendinden beslenecek etkenleri çevresine çağırıp, kendine yeterli bir kolonileşme yaratması”dır.

    Herkes, çevresine bu gözle baktığında, her eğriliğin tek başına var olmadığını, o eğrilikten beslenen ve o eğriliği besleyen diğer eğriliklerle birlikte varlığını giderek güçlendirilip kolay başa çıkılamaz birer tümör alanı oluşturduğunu göreceklerdir.

    Bozuk doku parçaları ve onlarla iştirak halinde olan etkenlere daha yakından bakıldığında şunlar kolayca görülebilir:

    • Doku’nun çıktıları: İyileşmesi istenilen kültür öğeleri yani bozuk doku (örneğin, karşılıklı saygı eksiği, kopya çekme, özgüven eksiği, tembellik ya da boş övünme gibi),
    • Doku’yu besleyenler: Salt şikayet, salt suçlama, göz yumma, kanıksama, aldırmama, kendini sorumlu saymama, bilmezlik, aymazlık, bilinçli taksir vb.
    • Doku’dan beslenenler: Bozuk kültür dokuları sürdürülemez olsa da kısa vade ve/ya toplumun bir kesimi için kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu da yadsınamaz. Buna göre, örneğin kopya çekenler sınavda başarılı(!) olarak not alır, işe girer veya terfi ederler; yalan söyleyenler ceza almaktan kurtulabilirler; saygısızlar kuyruklarda zaman kaybetmezler ilh..
    • Bozuk doku’lar arası görünmez etkileşim: Aralarında bir bağlantı olmasa da her eğrilik, bir başka alanda da eğrilik yaratma potansiyeline sahiptir. İnsan aklı bu konuda çok yaratıcıdır.

    “Tohum”un bir iyileşme sağlaması: Ama nasıl?

    Bozuk doku yapısına ait açıklanan tasavvura dayanarak, iyileştirme için şu formül ileri sürülebilir: Bozuk dokuyu besleyen ve dokudan beslenen yardımcı eğriliklerin etkilerini nötralize edebilecek bir çekirdek teşkili.

    Ama bir sorun var: Yardımcı eğrilik olarak anılanlar da diğer eğrilikler gibi besleyen – beslenen ilişkilerine sahip olacağına göre, bir sorun alanında iyileşme amaçlanırken bu defa çok sayıda sorunla karşı karşıya kalınacak demektir[3]. Nitekim pratikte çoğu sorun’un -o sorun için doğru önlemler alınsa da- kolay çözülemeyişinin altında bu ardışık ilişki gerçeği bulunuyor.

    Ancak bu ardışıklık zincirindeki ilişkilerin giderek zayıflaması, güç de olsa bir çıkış yolu oluşturuyor. Buna göre örneğin her adımda yarı yarıya azalan bir ilişkiler zincirinde, ilk etkinin üç adım sonraki etkisi 0.5^3 yani yaklaşık %12’ye düşmektedir. Ama yine de, bir eğriliği “onu besleyen ve ondan beslenen yakın eğriliklerle birlikte ele almak zorunluğu” bir altın kural olarak ortaya çıkıyor.

    Bir de amorti var: Sorun çözme girişimcilerinin işlerini zora çıkan bu ardışıklığın olumlu bir getirisi ise bir bozuk doku alanında iyileşme sağlamaya çalışırken, onunla iştirak halindeki (besleyen – beslenen) alanlarda da kısmi de olsa iyileşmeler sağlanabilmesidir.

    Bir diğer beklenmeyen yarar ise, bozuk doku alanlarındaki iyileşmelerin, umulmayan alanlarda mutasyon etkileri yaratıp baştan öngörülemeyen iyileşmelere yol açabilme olasılığıdır.

    Bir örnek: Sınavlarda kopya’ya karşı önlem.

    Gerek okullarda gerekse kamu yönetiminin diğer alanlarında giderek daha çok kullanılan[4] sınavları enfekte eden kopya olgusunu[5] kökten çözebilecek bir yöntem olarak gelişkin kültürlerce benimsenen yöntem, “kendine güvenildiğini bilen kişilerin bu güveni istismar etmeyerek onurlarını korumaları”dır.

    Nitekim, toplumumuzun başlıca sorun çözme yöntemi(!) olarak benimsediği “Japonya, Finlandiya vd. yerlerde şöyle, bizim burada ise böyle” alaycılığına konu olan olgu bu “onurunu korumayı amaç edinmiş insanların güveni kötüye kullanmama tutumları”dır.

    Toplumumuzda bu tutumu yaygınlaştırmak için kullanımı yaygınlaştırılmak istenilen Gözetimsiz Sınav[6]  (diğer adıyla Onur Sistemi) kopya denilen bozuk doku’ya karşı bir mücadele örneğidir. O dokuyu besleyen – beslenen etkilerini nötralize edebilecek “çekirdek” ise şu öğleleri dikkate almak zorunda:

    • Onur’unu korumanın kişisel bütünlüğünü[7] korumak anlamına geldiği bilinci uyarılmış yeter sayıda[8] öğrenci,
    • Çocuklarının aldıkları notlardan çok değerlerini korumanın daha önemli olduğu bilincine sahip aynı sayıda ebeveyn,
    • Kopya’nın yol açacağı zararların ve onur korumanın yararlarının farkında birkaç öğretmen,
    • Kopya çekerek (hırsızlık) yoluyla başarı(!) sağlayan öğrencilerin olası itirazlarına pabuç bırakmayacak idareci ve okul aile birliği üyeleri,
    • Kendilerine dolaylı yoldan “onursuz” denilmek istendiğini iddia ederek kopya düzenini sürdürmek isteyenlere alet olmayacak sosyal çevre.

    Gözetimsiz Sınav, kullanılacak olan ana tohum ise de, kopya tümörünü besleyen ve beslenen bozuk kültür alanları da dikkate alınarak birkaç tohum daha bileşik olarak kullanılması gerekecektir. Örneğin böylesi üç besleyen – beslenen bozuk doku alanı için:

    • Beyana güven, söz verme, taahhüt gibi değerlerin daha öncelikli sayıldığı” yakın geçmişteki kültürümüzün yarattığı boşluğun, kendimizden saydıklarımızı kayırma, saymadıklarımızı ise cezalandırma amacıyla kullanma amaçlı bürokrasi ile sureta doldurmaya çalışmanın yol açtığı güven bunalımına[9] karşı tohum fikirleri: Saklı içerik[10], “Okul – Veli – Öğrenci Sözleşmesi[11]”
    • Din kurumunun şekli ritüellerden ibaret sayılması, bunun dışında ahlak (bütünlük, integrity) ile ilişiğinin koparılmışlığı olgusuna karşı bir tohum fikri: “Din iyi ahlaka dayalı yaşamdır”.
    • Kavramların içlerinin boşalmış, böylece içlerine kişiye özel yükleme yapılabilmesine karşı bir tohum fikri: “Toplum yaşamının temel kavramlarında ortaklık sağlanması[12]”.

    Bu tohum fikirlerinin her birinin kendi kendine yaygınlaşması mümkün olamaz. Bu nedenle Tohum Uygulama Araçları adı verilebilecek çeşitli yaygınlaştırma yolları kullanılmalıdır[13].

    Bu açıklamalardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, bir kültürde bozulmaların oluşumu kadar giderilmesinin de kolay olmadığı, emir ve direktiflerle, hatta yasalarla dahi düzeltilemeyeceği; mümkün tek yolun, bozuk kültür dokularını besleyen ve ondan beslenen eğriliklerin tek tek anlaşılması ve sonra da yine tek tek her birini besleyen kan akımlarının azaltılması / durdurulmasıdır.

    25 Kasım 2018

     

    [1] Çeşitli tohum fikirleri ve beklenebilecek etkileri için bkz. https://goo.gl/BrsWvi

    [2] Bkz. http://bit.ly/2zqyC73

    [3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-RG

    [4] Sınav olgusunun giderek daha çok kullanımı bir başka hastalığın belirtisi gibi görünüyor: İmkanların kıtalması taliplerin çoğalması karşısında çare olarak “eleme”nin bulunması ve sınavların bu amaçla yapılması.

    [5] İntihal olgusu da bu bağlamda düşünülmelidir.

    [6] Bkz. https://goo.gl/wvBnMH

    [7] “Bütünlük” (integrity) kavramı kimi kültürlerde “namus” anlamında kullanılıyor. Namus’u cinsellikle eş anlamlı kullanan kültürlere göre, söz ve eylem bütünlüğü anlamına gelen bu kavram dikkat çekicidir.

    [8] Gözetimsiz Sınav’ın okul ya da en azından bir sınıfının bütününde uygulanması istenilirse de, sistemi başlatmak için bu her zaman mümkün olamayabilir. Bu nedenle göze çarpabilecek -ve istisna olarak nitelenemeyecek sayıda- öğrenciden ibaret bir grupla da başlanabilir.

    [9] Anketlere göre (http://bit.ly/2OZma2U) Türkiye’de kişilerin birbirlerine güveni %8 civarında.

    [10] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-XN

    [11] Bkz. https://goo.gl/REmnsr

    [12] Bkz. http://bit.ly/2P1E8ln

    [13] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp adresindeki belgenin sağ sütununda sıralanan araçlar.

  • İstanbul’daki piyano akortçuları, Fermi’nin sınav soruları ve sorun çözme!

    Başlıktaki üç benzemez ifadenin açıklanmasından önce bir kitap tanıtımı: Philip E. Tetlock ve Dan Gardner’in birlikte yazdıkları “Süper Tahminleme: Öngörü Sanat ve Bilimi”[1].

    Böyle bir kitap adı ilk bakışta pek az kimseyi ilgilendirir gibi görünebilir. Ama biraz düşününce, tahmin yapmanın, doğru tahmin yapmanın, hele hele süper tahmin denilebilecek kadar güç tahminleri yapabilmenin ilgilendirmediği hemen hiç kimse olmadığını kolayca çıkarabiliriz.

    Kim olursak olalım yaşamlarımızın her karesini dolduran tek ortak şey “sorun çözmek” denilebilir. Ev kadını, futbol takımı teknik direktörü, filanca kuruluşun CEO’su ya da bir politikacı, herkes her an kendi çapında bir sorunu çözmeye çalışıyor.

    Bu çabaların yine hemen hepsi, bazı varsayımlara onlar da tahminlere dayanıyor. Ev kadınının yemek pişirirkenki varsayımı pişirdiği yemeğin onu yiyecek olanların hoşlarına gideceği; bir önce hafta harika bir gol asisti yapan futbolcuyu ilk 11de sahaya süren direktörün varsayımı bu hafta da aynı performansı göstereceği varsayımı; emekliye ikramiye vaat eden politikacının varsayımı ise emeklilerin kendi partisine oy vereceği varsayımları yani tahminleridir.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek sonuç, sorun çözmek ile tahmin yapmak arasındaki sıkı bağlantıdır. Karl Popper’in ünlü “Tüm yaşam sorun çözmektir” sözünü biraz çevirip “Tüm yaşam tahmin yapmaktır” dense yeridir (hatta galiba biraz daha doğrudur).

    Biraz daha ileri gidelim!

    Tahminlerin sadece sorun çözme aracı değil, o sorunların ortaya çıkmasının da en önemli sebeplerinden birisi olduğu söylenebilir. Lütfen şahsen çeşitli zamanlarda ya da tam şu anda çözmeye uğraştığınız sorunların nedenlerini bir düşününüz. İçinde mutlaka en az bir yanlış tahmin vardır.

    Dünyanın başına iş açmış dertlere bakıldığında, mesela Irakta 1 milyona yakın insanın öldüğü özgürleştirme(!) savaşının nedeni “Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu” yanlış tahmini (ya da o tahminin bahane olarak kullanımı) değil miydi?

    Kısacası, nerede bir hatalı tahmin varsa ardından mutlaka en az bir sorun ortaya çıkar. Tahminler ve sorun çözme arasındaki yakın akrabalık buradan çıkıyor.

    Fermi’nin sınav soruları!

    Enrico Fermi (İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi) ders verdiği Maryland Üniversitesi mühendislik fakültesindeki bir sınavda sorduğu “bir dönem boyunca üniversite öğrencilerinin tüketmiş oldukları toplam pizzanın alanının tahmini” sorusu daha sonraları mühendislik müfredatına girmişti[2].

    Fermi’nin sorularından birisi de “Chicago kentindeki piyano akortçularının sayısı” idi ve hemen çoğu kimsenin “ne bileyim ben!” diyebileceği belirsizlikte bir sorudur. Ama bu problemi, tahmini -nispeten- daha kolay sorulara[3] bölerek gerçeğe epey yakın bir tahmin yapabilmiş

    Bunlar kimin işine yarar?

    Net yanıt, “herkesin işine yarar” olsa da, “en çok kimin işine yarar?” şeklinde tekrar sorulursa, doğru yapılmamış bir tahmin sonunda doğabilecek zarar en çok neredeyse orası ile ilgili insanların işine yarar denilebilir.

    Buna göre “akşam yemeğine ne pişirsem?” konusunda tahmin yapan bir kişinin yanılması ile “şirketimize kimi seçsek sorun stokumuzu en az zararla azaltır?” konusunda yanılacak şirket hissedarlarının uğrayacağı zarar tabii ki aynı değildir. Birincisinin karşılaşabileceği durum, “eline sağlık ama ben tokum, almayayım” iken, ikinci durumda “iflas masasına ne zaman başvursak” şeklinde olabilir.

    İstihbarat servisleri, politik tahminciler, ekonomik analiz yapanlar ve bütün bu kanallardan gelen bilgileri kullanarak ülke ya da şirket yönetenler, doğru tahmin konusunda birincil müşterilerdir.

    Burada işareti gereken en kritik nokta ise, “doğru tahmin” deyimindeki “doğru” nitelemesidir.

    Tahminin doğrusu nasıl olur?

    Tahminlemenin iki bileşeni istatistik ve sezgi olarak biliniyor. İstatistik yoluyla en doğru (yani en az yanlışla) tahmin yapabilmek, eldeki sorun’un daha elemanter sorulara bölünmesine, böylece birden fazla soru’nun aynı soru içinde bulunmayışına bağlı.

    İstanbul’da kaç piyano akortçusu bulunduğu, içinde en az 6 grup soru bulunduğuna hatta bunların da içinde de başka alt sorular bulunabileceğine göre doğru bir soru değildir. Ama alt sorular, istatistik tahmine daha uygundurlar.

    İkinci bileşen sezgi olup, yakın zamana kadar varlığı bile kuşkuluyken bugün deneysel yolla gösterilebilmiştir[4].

    İstatistik tahminin doğruluğu nasıl ki dar alana sıkıştırılmış sorular koşuluna bağlı ise, sezgisel tahminin doğruluğu da bir diğer koşula bağlıdır: Sezgilerin dayandığı bilgi tabanının zenginliğine.

    Bu ikinci koşul, sıkça karşılaştığımız derinden etkilendiğimiz kutuplaşma sorununu da anlamaya yol açıyor: Az bilgi ve kesin inanç sahibi olundukça düşüncelerinde gayet samimi olan birçok insan, tahminlerinin doğruluğundan o denli emin hale geliyorlar ki, benzer tahminlere dayalı tasavvurlara sahip olmayanları “öteki” olarak etiketliyor.

    Buna göre doğru tahmin, olabildiğince elemanter cevapları olabilecek yalın sorulara ayırmak ve zengin bir bilgi tabanından beslenen sezgileri de hesaba katmak yoluyla yapılabilir.

    Aksine, hoşa gidenlerin, doğru sandıklarımızın, en kötüsü de işimize gelenlerin paketlenip başkalarını ikna amacıyla kullanımı tahmin değil falcılıktır.

    Sorun Çözme Kabiliyeti (veya kapasitesi) düşük olduğu için sürekli artan ve altında ezilmekte olduğumuz sorun stokunu küçültme yolunda güçlü araçlardan birisi de hem sanat hem bilim sayılabilecek olan tahminleme aracıdır. Bu aracı doğru kullanmaya yönelmek, stoku küçültmek için sağlam adımlardan birisi sayılmalıdır.

    3 Mayıs 2018

    [1] Tetelock, E.D and Gardner, D., Superforecasting: The Art and Science of Prediction, 2015, NewYork

    [2] Vefa Lisesi matematik öğretmenlerinden rahmetli İhsan Irk’ın (salla İhsan) geometri sınavında -her öğrenciye ayrı sorduğu- sorulardan bana düşen soru benzer nitelikteydi: “Bir masa satın almak isteyen kişi, birbirine yakın fiyatlı iki masadan 3 ayaklı olanı mı 4 ayaklı olanı seçmelidir ve niçin?” Belki o da imkan bulsaydı bir başka Fermi olabilirdi. Bu vesileyle nur içinde yatsın.

    [3] Sorduğu sorular: (1) Kentin nüfusu nedir? (2) İnsanların yüzde kaçında piyano olabilir? (3) Başka piyano bulunduran kurumlar kaç tane olabilir? (4) Bir piyano ne kadar zamanda bir akort edilir? (5) Bir akordun süresi ne kadar olabilir? (6) Bir akortçu ortalama ne kadar çalışır? Sorularına verilen olsa olsa türü tahminlere göre bulduğu 62.5 akortçu’nun gerçeğe ne kadar uyduğunu sarı telefon sayfalarından kontrol etmiş ve 63 rakamına ulaşmış. (Fakat çoğu ismin mükerrer olduğunu, dolayısıyla tahminin gerçekten farklı olduğunu da not etmiş). Bu satırlar dipnot1’deki kitaptan alınmıştır.

    [4] Avustralya New South Wales Üniversitesi’nden Ass.Prof. Joel Pearson ve 20 öğrencisinin yaptığı bir deney için bkz. http://bit.ly/2H3cRvT.

  • Birleşik akıl ve sorun çözme kapasitesi

    Bildiğinizden emin olduğunuz bir şeyler düşünün. Örneğin okulda öğrendiğimiz, “üçgenin iç açıları toplamının 180o olduğu”. Bu bilginin aksini[1] iddia eden kimseye rastlamayan, her yargının en az bir ön koşulu olduğunu da kimseden duymamış bir çocuk, bu bilgiyi öylesine sahiplenir ki, zihninde bir küçük duvar örerek bu bilgiye uymayabilecek tüm alanları “öte taraf” ilan eder ve hiç kuşkusu olmadığı için de öte tarafa ait her şeyi –otomatik olarak- “tamamen” devreden çıkarır. Öte taraf “yok” hale gelir.

    Aile ortamında edinilen değerlerden birisi –mesela- “yardım isteyenlerin geri çevrilmemesi” ise, bu defa ikinci bir duvar örerek, bu kurala uymama hallerini[2] duvarın öte tarafı olarak ilan eder. Zihnin bir bölümü daha “öte” olarak etiketlenir.

    Ve 180 derece ve geri çevirmeme “öte taraflarından” arta kalan biraz küçülmüş ama yine de epey geniş olan “beri taraf”ta yaşamını sürdürür.

    Ama, aile, okul, sosyal çevre, TV, internet vd. bilgi ve değer kaynaklarından “her öğrendiği” küçük küçük duvarlar örmeye, yeni “öte taraflar” tanımlamaya başladıkça giderek daralan “beri alan” içinde yaşam sürdürülür. İnsan doğasının alışmak denilen özelliği nedeniyle, her defasında daralan alanı normal sayarak, bir rahatsızlık duymadan –hatta mutlu olarak-, oluşan “rahatlık alanında” yaşamını sürdürür.

    Keşke böyle olsa!

    Ne yazık ki bu duvar örme olgusu durmaz. Her korku, her takıntı, her yeni bilgi, her alışkanlık, her travma yeni küçük duvarlar örmeye devam eder ve kişinin asıl özgürlüğünü oluşturan düşünsel özgürlük alanı giderek daralmaya başlar.

    Yine de durmaz!

    Yapısı itibariyle mevcut bilgiler arasında sürekli yeni bağlantılar kuran insan beyni, dış etkilerle oluşan duvarlar üzerinde çalışarak onları genişletir. Örneğin, kedi tırmalaması nedeniyle oluşan “kedilerin uzak durulması gereken küçük canavarlar olduğu” yolundaki küçük duvar, kişinin kendi çabasıyla(!) uzar ve önce diğer kedileri (kaplan, pars vs), sonra diğer hayvanları “öte” ilan eder.

    Bir çeşit zihinsel sterilizasyon gibi işleyen bu mekanizma giderek hızlanır ve rahatlık alanını kirletebilecek her ne varsa “düşünerek” bulur ve “öte”ye atar. Bu duvar inşaatının birincil parametresi dış kaynaklı bilgi ve deneyim girdileri ise, ikincisi açıklanan bu “iç inşaat” ve üçüncüsü de “zaman” faktörüdür. Yaşlanan insanların –genellikle- her şeyden (parasızlıktan, yalnız kalmaktan, hastalanmaktan vs vs) korkması belki de böyle açıklanabilir.

    Her beklenti / korku / takıntı / vizyon / tutku / bilgi – beceri / kendini beğenme – beğenmeme / nefret /unvan, rütbe / meslek / siyasal veya dini ideoloji / inanç veya inançsızlık / yasal ve ahlaki kurallar / gelenek ve töreler / ritüeller / genetik miras / gen–kültür etkileşimi (https://goo.gl/7ho2dS) / ezber (sorgulamaya kapalılık) / çeşitli amaçlı koşullandırmalar / çeşitli nörolojik farklılıklar ve daha bir çok faktör özgürlük alanını daraltıp öte alanı genişletir.

    Kuşkusuz bu etmenlerin etkileri kişiden kişiye değişse de net olarak ortaya çıkan durum, yukarıda ancak bir bölümü sayılan duvar öğeleri ile çevrelenmiş özgür düşünme alanlarının son derece çeşitli olduğu ve benzer özgür düşünme alanına sahip iki kişinin bile bulunmasının neredeyse imkansızlığıdır.

    İyi de bu durumda nasıl anlaşabiliyoruz?

    Aslında anlaşma söz konusu değildir; gerçek yaşam, karşı tarafların savlarından en az zarar görebilecek pozisyonlar alabilmek amacı çevresinde oluşur; o pozisyonlanmaların koruyamadığı bölüm ise dedikodu, yakınma, şiddet gibi yollarla dengelenir.

    Toplum içindeki çeşitli roller bu pozisyonlanmayı kolaylaştırma amacına yöneliktir. Ast-üst ilişkileri gerek iş yaşamında gerek aile içi hiyerarşide standart pozisyonları tanımlamıştır. “Üst’ün fikirleri, ancak kendisinin izin verdiği ölçüde eleştirilebilir” kuralı hemen hemen tüm sosyal yapılanmalarda en geçerli kuraldır. Bu yapılandırılmış iletişimin dışındaki gerçek ise “körler sağırlar birbirini ağırlar” vaziyetidir, kimsenin kimseyi anlamak gibi bir derdi olmadığı gibi, bu pek mümkün de değildir.

    Bu denli sınırlanmış özgür düşünme alanlarına sahip bireylerin, kendi zihinsel kapasitelerinden daha büyük bir kapasite ortaya koymaları gerçekten önemli bir sorundur ve üzerinde ne kadar çalışılsa yeridir.

    Daha büyük kapasite niçin gerekli olsun ki?

    Cevap basittir: Çünkü sorunlar, kişilerin zihinsel kapasitelerini aşmayacak giriftlikte olmak zorunda değildir. Ayrıca, sorunlar arasındaki etkileşimler (https://goo.gl/nNXk5x) sonunda öylesi karmaşık yapılar ortaya çıkabilir ki, çözmek bir yana anlamak (https://goo.gl/YVBhdQ)  dahi güç olabilir. Böylece çitişmiş sorunlar yumağı için doğal olarak daha yüksek sorun çözme kapasitesi gerekir.

    Çare yok mu?

    Bu tablo karşısında, düşünme alanlarının bir sürü duvarla daralmış olduğunun farkına varmaları sihirli bir etki kadar önemlidir. Çünkü bu “farkına varma” halinde iki şey olabilir:

    (1)  Kendisi açısından doğru-iyi-güzel[3] olanların, ancak kendi özgürlük alanının ürünleri olduğunu; bunların ise bir başkasınınki ile aynı olması olasılığının sıfıra yakın olduğunun bilincine varabilir. Kendisine doğru-iyi-güzel görünen perspektifin nasıl çarpılmış bir perspektif olduğunu, bir başkasındaki perspektifi anlamak yolunda müthiş bir merak doğar –ki yaratıcılığın kaynağı bu meraktır-.

    Aynı zamanda sorunları çözmek için çok güçlü bir aracın, yani başkalarının perspektiflerinin varlığını keşfeder. Bu gerçeğin bilincine varmış iki veya daha çok kişinin perspektiflerini birleştirerek, her birinin tek tek çözebileceğinden daha karmaşık bir sorunu çözmeleri olgusuna ise Birleşik Akıl denilebilir. Bu, uzlaşmaya dayalı olan ortak akıldan farklı bir olgudur.

    Daha güç olsa da bir olasılık, duvarların bir bölümünden kurtulma ya da en azından küçültme çabalarıdır. Bir uç durum ise –en azından zaman zaman kısa süreliğine- duvarlarını askıya alabilmeyi deneyimlemesidir. Bu gibi hallerde neler olabileceğine ilişkin bir örnek Jacob Barnett adlı 11 yaşındaki bir dahi çocuğa ait bir videoda kendi ağzından anlatılıyor (https://goo.gl/RXZ5VE).

    Farkına varma için yardımcı olabilecek ne var?

    Kişi, kendi aklının ürünleri olarak görüp gurur duyduğu her ne varsa, onların ne denli güvenilmez olduğunu görebilme cesaretine sahipse “farkına varma” çok kolaydır. Bu durumda II Dünya Savaşı ile ilgili bir olay (https://goo.gl/XVLCLJ) yeterlidir. Aslında çoğumuzun başından, akıl sınırlarımızı yüzümüze vuran epey olay geçmişse de bunları hatırlamak pek işimize gelmez; halbuki onlar, başkalarının akıllarının değerini anlayabilmemiz için altın değerinde birer fırsattır (kişisel bir örnek için http://wp.me/p2t6mi-218).

    Eğer bu cesarete sahip değilse, duvarlarla sınırlanmış küçük cehennemini, övünülecek sıfatlar, unvanlar, ilişkiler, yıllar vb ile sarmalayıp başkalarının gözünden saklamaya çalışır ve orada yaşamaya çalışır.

    Uzun sözün kısası!

    • İnanılmayacak kadar çok sayıda dış etken ve beynin bunlar arasında yeni bağlantılar oluşturması sonunda, zihinsel özgürlük alanlarımız ister istemez daralır. Bu olgu, sorun çözme kapasitemizi önemli ölçüde azaltır.
    • Her kişinin zihinsel özgürlük alanının büyüklüğü ve çevreleyen sınırlayıcı etkenler farklıdır. Bu bir zihinsel imza gibi özgündür. Fakat kişi bunu genellikle fark etmez ve farklılıkları yok eden eğitim, sosyal çevre ve medya nedeniyle herkesin aynı şekilde düşündüğünü varsayar.
    • Toplumun özgün zihinsel imza sahibi kişilerden oluşması, gerek bireysel gerek kurumsal gerekse toplumsal sorun çözme kapasiteleri açısından büyük bir şanstır. Çünkü birinde olmayan diğerinde olabilir ve birleştirilebildiğinde ikisinde de olmayan daha etkili bir zihin ortaya çıkabilir.
    • Bu farklılıkların farkına varılması, girift sorunların çözümü için bir zorunluktur. Birleşik Akıl’lar ancak bu şekilde oluşabilir. Buna bir anlamda çeşitliliğin gücü de denilebilir.
    • Farkına varma olgusu bir cesaret meselesidir. Giderek daralacak rahatlık (konfor) alanında yaşamak ya da sınırlayıcı duvarların farkına varıp onları “yönetmek” tercihleri karşısındayız.
    • Merak, duvarlarının farkına varan kişilerin, başkalarının akılları ile dayanışma kurma konusundaki arzularının bir dışavurumudur.
    • Zihinsel duvarları olmadığına, en doğruları düşündüğüne, dolayısıyla da başkalarının akıllarına ihtiyacı olmadığını düşünenler için ise tüm yemekler serbesttir; birey olarak da ulus olarak da.

    13 Mayıs 2017

     

    [1] Ancak düzlem üstüne çizili üçgenler için geçerli olan 180o kuralı, yüzey üzerindeki üçgenler için geçerli değildir.

    [2] Sınav sırasında kopya “yardımı” talep eden kişinin bu talebi –ve benzer gayrı ahlaki yardım talepleri-  ise tabii ki geri çevrilmelidir.

    [3] Akıl – Ahlak – Estetik yaşam alanlarımızın 3 boyutu ise, “doğru – yanlış” akıl boyutunun iki ucunu; “iyi – kötü” ahlak boyutunun iki ucunu; “güzel – çirkin” ise estetik boyutunun iki ucunu temsil eder.

  • Otobiyografi kesiti-4: Bildiğimi zannettiğim dağlara kar yağışı nasıl başladı?

    Yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da iki haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    Bir süre sonra işletmemizde “muhasebe makinesi” olarak bilinen bir bilgisayar olduğunu öğrenip, bir yolla (https://tinaztitiz.com/3129 adresindeki yazımda uzunca anlatmışım) kullanma imkânı bulunca, 16K’lık makinenin azami 8K’lık bölümüne sığabilecek programlar yazabileceğimi düşünüyorum.

    Bu programların bir işe yaraması o an için önemli değil, yeter ki basit de olsa tanımlanan bir işlemi yapabilsin. Mesela 1’den 1000’e kadar sayıları toplayabilsin. Amaç belli; bunları yaptırabilirsem giderek daha karmaşık işleri de yaptırırım. Bilgisayarı ilk kullanmama izin verildiği günü hatırlıyorum; yaklaşık 200m2’lik, tabanı –kabloların geçirilmesi için- yükseltilmiş ve klimatize edilmiş bir salonda, her birinin aylık kirası $5,500 olan iki makine var (birisi yedek); IBM 360/20.

    Bilgisayarın yedeği olur mu diye düşünenler olabilir, ama 40,000+ maden işçisinin –ki Dünyada da maden işçileri genelde en isyankâr işçiler sayılır- ücret bordrolarını yapan bilgisayarın bir yedeğinin olması kolayca anlaşılabilir bir şey. (Nitekim zaman zaman, bir yasal gereklilik nedeniyle ücretlerde küçük de olsa bir kesinti olduğunda ortaya çıkan toplu gösteriler bunun kanıtıydı. Bir mühendisin öldüresiye dövüldüğü Kozlu olaylarını yaşıtlarım hatırlayabilir).

    Bu nedenle herhangi bir bilgisayar arızasına karşı IBM firması bir de teknisyen tahsis etmiş, işletme de bilgisayarların bulunduğu binaya yakın bir lojman tahsis etmiş. Bir arıza olduğunda teknisyen –gecenin hangi saati olursa olsun- hemen koşup geliyor. Bilgisayar odasının kendine özgü bir teknolojik kokusu var. Öyle her önüne gelen giremiyor.Bilgisayar o denli önemli bir şey ki, gösterilen bu saygıyı hak ediyor. Bunun ayrıcalığını da bir yandan hissediyorum.

    Nihayet, bilgisayarı kullanmama izin verilen sabah 04.30’da, önceden özel program yazma formuna özenle yazdığım programı çalıştırmak üzere o saygın mahale giriyorum. Hafiften ellerim titreyerek, kağıttaki kodları delikli kartlar şeklinde hazırlıyorum. Sıra, programı çalıştırmaya geldi ve RUN (koştur) düğmesine bastım. O da ne ERROR (hata)!

    Hata mesajını görünce en küçük bir kuşku duymadım, bilgisayar arıza yapmıştı. Gerçekten de program çok basitti. Tek döngüden ibaret, 5-6 satırlık bir programda yanlış yapılabilecek bir şey yoktu.

    Derhal telefona sarılıp teknisyeni uyandırdım ve –biraz da sitemle- (sanki bilgisayarı teknisyen yapmış gibi) bilgisayarın arıza yaptığını ve derhal gelmesini istedim. Beş-on dakika içinde teknisyen uyku sersemi geldi ve biraz çekingen tavırla “yazdığım programda bir hata olup olmadığını” sorma gafletinde bulundu.

    Zaten patlamaya hazırken bu küstahlığını karşılıksız bırakır mıyım? Böyle bir olasılığın asla olamayacağını kendisine anlattım. Adam da zaten pişman olmuş ve bilgisayar konsolu üzerinde testler yapmaya başlamıştı.

    10 dakika kadar sonra yazıcıdan test raporu çıktı. Laboratuvardan çıkan kan testi gibi uzun rapordan ben pek bir şey anlamadım ama sonuç netti: Program hatası! Bu ilk ders, aklıma gelen ve doğruluğundan hiç kuşkulanmadığım “sorun ve çözüm tanımlamalarımın” pek öyle güvenilir şeyler olmadıklarını, çoğunlukla kendimi başkalarına benimsetme gizli arzumun bilgisayar kodları arasına gizlenmiş formu olduğunu gösteriyordu.

    Giderek –bu defa bilgisayarlara kusur bulmadan- daha karmaşık kodlar yazdıkça, insan akıl ve birikimlerinin ne denli yanıltıcı olabildiğini görmeye başladım.

    Huylu huyundan vazgeçer mi?

    Yıl 1988. Turizm Bakanlığı görevindeyim. Kamu arazilerini, üzerlerine turistik tesisler yapılması amacıyla 49 yıllığına girişimcilere tahsis ediyoruz. Bu arada aklıma müthiş bir fikir geldi: Ailemizde bedensel engelli bir yakınımız olduğu için engellilerin sorunlarıyla yakından ilgiliyim. Bu insanların büyük çoğunluğu, çevrenin hep sportmen yapılı insanlarla dolu olduğu, yaşlı, engelli, çocuk, hasta gibi kişilerin de pek önemli olmadığı varsayımına göre düzenlenmesi nedeniyle, evlerinden dışarı çıkamaz durumdadır.

    O halde madem ki elimizde bir imkan var, tahsis ettiğimiz kamu arazilerinden birisini bir koşulla tahsis edelim: Sadece bedensel engellilerin kullanabileceği bir tatil tesisi. Ama, geçmiş deneyimlerim dolayısıyla bu fikrimde de bir “kod hatası” olabileceği nedeniyle bakanlık ilgililerine bu fikrimi açtım. Hepsi inanılmaz bir birliktelikle, böylesi bir fikrin ancak benim aklıma gelebileceğini belirtip kutladılar (zaten ben de doğru fikir olduğunu biliyordum).

    Hemen şartname hazırlıklarına başlandı. Bu arada, insan iyi bir fikrini başkalarıyla paylaşmazsa çatlarmış, ben de Hacettepe Üniversitesindeki bir tanıdığıma (Prof. Güler Gürsu) fikrimi nasıl bulduğunu açtım (aslında onun da hayran kalacağından emindim).

    Güler hocanın dehşetle açılmış gözleri, IBM teknisyeninin ERROR mesajına ait bilgisayar çıktısını yorumlarkenki bakışları gibiydi: “Tınaz bey bunu sakın yapmayın, onları bir araya toplayıp toplumdan izole etmek değil, tam aksine diğer tesisleri de engellilerin kullanabileceği hale getirmek lazım”.

    Bu defa kendi fikrimin doğruluğuna koşulsuz güvenmemiştim ama, çeşitlilik oluşturmayan, amirinin fikirlerini sadece “neresi desteklenebilirdir?” süzgeciyle dinleme konusunda uzman olmuş kişilerle yetinme tuzağına düşmüştüm. Kim olursa olsun, -hangi saiklerle olursa olsun- aykırı fikir üretenlere olan düşkünlüğümün, özellikle güç sorunlar karşısında “birleşik akıl” arayışlarımın altındaki bir neden de budur.

    25 Nisan 2017

  • FETÖ’nün vizyonu..

    Bir TV kanalında Hanefi Avcı ile söyleşi yapılıyor. Söz arasında moderatör şöyle bir soru soruyor (mealen): “Peki, bu kadar karmaşık bir organizasyonda tüm emirlerin kimsenin haberi olmadan iletilmesi güç değil mi?” Cevap (yine mealen) şöyle: “Bu örgütlenmede abiler ne yapmaları gerektiğini bilir ve otomatik olarak onu yaparlar; her şey için emir beklemezler

    Bu cevabı duyunca gerçekten içim acıdı.

    Gözlemlerime göre, Türkiye’deki kurumların çok büyük çoğunluğunun “işe yarar” bir vizyonu yoktur. Büyük paralar harcayarak bir danışman kuruluşa vizyon belirletenler bunları ya müşterilerine göstermek ya da “başkasında var bende niçin olmasın” düşüncesiyle yaptıkları için işe yarar değil göstermeliktir. (İnanmayanlar internette 500 büyük firmanın vizyonlarına, sonra da  http://wp.me/p2t6mi-Yc adresindeki yazıya baksınlar).

    Bunun bir nedeni dilimizi kullanmadaki sorunlarsa, bir diğeri de vizyon kavramının ne kadar güçlü bir sorun çözme aracı olduğunun anlaşılmamışlığıdır. (Niçin anlaşılamadığını ise ben henüz tam çözemedim. Bir neden, böylesi kritik kavramların neredeyse tamamının yabancı kökenli oluşu olabilir. Örneğin vizyon, misyon, demokrasi, laiklik, organizasyon, koordinasyon, rasyonel ve kritik düşünme gibi).

    İçimin acımasının nedeni, bir terör örgütünün bu kavramın önemini fark edip uygulamaya koyarken, geri kalan kurumlarımızın işe yarar bir vizyonlarının bulunmayışı, bulunmak bir yana tanımı (http://goo.gl/1gQOpV) konusunda dahi kafalarının karışık olmasıdır. 17 Ağustos 2016

  • İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..

    (Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.

    TABLO >> egerdegilse_inovasyondur

    Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.

    Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.

    Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.

    Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.

    25 Mart 2016

  • Ekmeğe Ne Kadar Zam Yapılabilir?

    Asgari ücrete yapılan %6 civarında zamın, ekmeğe %25 olarak yansıtılması TVlerde izlediğimiz olur mu – olmaz mı tartışmalarını ateşledi.

    Denilebilir ki “bu bir aritmetik problemi; ekmeğin maliyetinin içinde ücretin payı belli olduğuna ve o da %6 olduğuna göre, yapılabilecek zam da en çok bu kadar olur. Bunu tartışanlar herhalde bu basit hesabı yapamayanlardır“.

    Daha ileri gitmeden kişisel fikrimi söylemeliyim ki, asgari ücret bir kişinin ailesiyle birlikte kimseye muhtaç olmadan yaşamasına izin verecek bir düzeyde olmalıdır. Bu benim insani fikrim.

    Ama bu arzum, bu düzeyde bir asgari ücret alan kişilerden oluşan bir toplumda bunun sürdürülebilir olduğu anlamına da gelmez. Yani arzu başka gerçek başka.

    Gerçekte, toplumun tümü itibariyle mevcut değer üretme potansiyelimiz bugünkü düzeyde olmak -yani teşvikle inovasyon veya devlet desteği ile ihracat yaptırmak vb- kaydıyla, kritik mal ve hizmetlere (mesela ücretler gibi) yapılacak her zam, fiyatlar genel seviyesine daha yüksek oranda yansır.

    Bunun Türkçe meali şudur: Ücretlere yapılabilecek %1’lik bir zam, fiyatlar genel seviyesini %1’den fazla artırır ve böylece, ücretine zam yapıldığı için sevinen kişi, ay sonunu daha zor getirir.

    Bunun tersi de doğrudur: Örneğin ücretler %1 azaltılsa, rekabet ortamı sağlanmış ise fiyatlar genel seviyesi %1’den fazla düşer, yani ücreti düşürülen kşi bu işten kazançlı çıkar. Tabii ülkemizde -ve tüm ülkelerde- böylesi bir tam rekabet ortamı bulunmadığı için bu “tersine mekanizma” çalışmaz.  Ama her ücret artışı, fiyatları kendinden daha fazla artırır.

    Bu konuya değinmemin nedeni eski bir hikayeye dayanıyor: M.Ö. 1993 yılında yapılan bir çalışma var (aynı tarihlerde İngiltere’de de yapılıyor). Ekonomiyi temsil eden 65 kalemlik bir I/O (girdi/ çıktı) tablosuun önemli 10 kalemini içeren bir “sepet” tanımlanıyor. İçinde petrol, elektrik, ortalama işçi ücreti, birim taşıma fiyatı, kira, ekmek, su, arazi, demir-çelik kalemleri var.

    TC Merkez Bankası’nın hazırladığı neyin içinde neyin ne kadar payı var tablosu, 65×65’lik bir tablonun 4160 dolu hücresinde örneğin 1 birim ekmeğin maliyeti içinde ne kadar petrol, ne kadar elektrik, ne kadar vd bulunduğunu gösteriyor. Tablo, teknoloji, üretim teknikleri, cari fiyatlar vs değiştikçe de güncellenip yayımlanıyor (mükemmel bir gösterge değil mi?)

    Fakat madalyonun bir de öbür yüzü var: Örneğin, 1 birim ekmeğin içinde 0.2 birim işçilik ücreti varsa ve işçi ücretlerine söz gelimi %6 zam yapılırsa, bundan dolayı ekmek maliyetleri de %6×0.2 = %1.2 artacaktır (ne kadar hassas bir hesap değil mi?)

    Ama bu defa, 1 birim işçi ücretinin içinde de örneğin 0.03 birim ekmek varsa –ki ekmekle doyan toplumumuzda bu daha da yüksek olabilir– yeni bir denge durumu oluşması için işçi ücretinin bir miktar daha artması gerekecektir. Ardından yeni denge için ekmeğin fiyatının ve tekrar işçi ücretinin ilh.

    Böylece, işçiliğe yapılan zam, yeni denge durumuna gelene kadar -her seferinde azalarak- artmaya devam edecektir. Bu tür, çok sayıda mal ve hizmete girdi olan kalemlere (işçilik, enerji gibi) “kritik kalemler” denilebilir.

    Ekmek fiyatı tartışması özelinde durum şudur ki, asgari ücrete yapılan %6lık zam ekmeğe %1.2 olarak değil çok daha yüksek olarak yansır. Bunu anlamak için sadece toplama işlemi (çarpma da ardışık toplama olduğu için) yeterlidir. Diferansiyel denklemler vs gibi yüksek matematik gerekmiyor.

    1993 yılında yapılan böylesi bir hesaplama daha sonra muhtelif yerlerde yayımlandı (tıklayınız). Daha sonraları hiç bir yerden ses çıkmayınca bir de çağrı yapıldı (tıklayınız).

    Şimdi 19 yıl sonra %6lık zamın ekmeğe ne kadar yansıyacağı tartışılıyor. Hepimizin yolu açık olsun.

    M.S. 03 Şubat 2016

     

  • “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”

    Önce biraz önbilgi:

    Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.

    (Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir

    Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.

    Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!

    Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].

    Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.

    Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.

    Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.

    Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.

    Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.

    Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.

    Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.

    Buna göre milyon dolarlık soru!

    Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,

    Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?

    Kırılabilir, kırılmalı!

    Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:

    Olası neden 1.         Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.

    Çözüm önerisi 1    Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.

    Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.

    Olası neden 2.         Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.

    Çözüm önerisi 2    Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.

    Olası neden 3.         Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).

    Çözüm önerisi 3    Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.

    En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.

    Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.

    Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.

    Olası neden 4.         Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.

    Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.

    Çözüm önerisi 4    Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.

    Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.

    26 Ekim 2015

    [1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm

    [2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.

    Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.

    Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.

    [3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.

    [4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.

    [5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251

  • Sorular beyni geliştirir

    Bugünlerde sosyal medyada dolaşan, ama daha evvelce de bir yabancı yazara[1] referansla ortaya konulan bir bilgi[2] var: 185 ülkelik bir liste içinde Türkiye, Bosna-Hersek, Şili, Hırvatistan ve Kırgızistan ile birlikte 90 puanı paylaşıyor. Bu puanın anlamı, çeşitli grupların karşılaştırmalı bir listesinde[3] verilmiştir.

    Eğitimin çeşitli düzeyleri ya da mesleki kategoriler içinde yüksek IQ’ya sahip kimseler bulunabilir. Bu hemen her yerde –özellikle de Türkiye’de- rastlanan bir durumdur. Koşulları nedeniyle iyi eğitim görememiş ve/ya sıradan meslekler içinde yer alan insanlar her yerde vardır.

    Bir ilke olarak, kişinin elinde olmayan özellikleri / koşulları nedeniyle övülmesi ya da yerilmesi etik açıdan doğru değildir. Ama, kaçırılmadan sorulması gereken soru da şudur: Ne yapıyoruz da böyle oluyoruz?

    Tek bir zeka tanımı (IQ) yerine şimdilik[4] dokuz zeka türünün varlığı kabul edilse de, ortalama bir zekadan söz edilebilir[5].

    Kalıtsal miras, akraba evlilikleri gibi adetlerin zeka düzeyini yakından etkilediği biliniyor. Kültür ve gen etkileşiminin zeka düzeyini etkilemesi ise İkili Kalıtım Kuramı[6] tarafından ortaya konulmuştur. Yoz kültürün biyolojik evrimi kendi yönünde etkilediği, daha yüksek kültürlerin ise evrimi olumlu değiştirdiği bu kuramın tezidir.

    Son yıllarda popüler bir kavram olarak üzerinde konuşulan Öğrenme Devrimi[7], şu iki ilke çevresinde örgülenmektedir: Akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı[8].

    1. Birinci ilke: Öğrenme akademik bir süreç değildir. Bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel ve zihinsel eylem beyinde yeni bağlantılar geliştirir.
    2. İkinci ilke: Beyinde oluşan her yeni bağlantı, yeni bedensel ve zihinsel eylemleri tetikler. Bu süreç –bir spiral gibi- kendi kendini besler.

    Basit görünüşlü bu ilkeler, gelişkin toplumlardaki okullarda beden eğitimi dersleri ve satranç kulüplerinin niçin ciddiye alındığının nedenidir.

    En az beden eğitimi ve satranç kadar, açıklanan bu spiral süreci olumlu yönde etkileyen bir öğe de “merak” ve onun ikiz kardeşi “soru”dur.

    Her ne amaçla olursa olsun “merak” ve onu tatmin edilebilmek için başvurulan “sorular”, cevap bulabilmek yolunda zihinsel ve/ya bedensel eylemleri tetikler; böylece de beyinde yeni bağlantıların oluşumlarını tetiklerler; kısacası kişileri daha zeki hale getirir.

    Buraya kadarki ansiklopedik hatırlatmaların ışığında, “bu düşük ortalamanın başlıca nedenleri nelerdir?” sorusuna tekrar eğilince, şu belirgin kültürel özelliğimiz dikkat çekmeye başlıyor: Az ve de kısır[9] sorulara karşılık bolca cevap üretimi!

    Bu savın doğrulanması için iki yere bakmak yeterlidir: (1) Her düzeydeki eğitim kurumunda, “doğru soru sormak” ile ilgili bir öğreti ya da bir telkin kültürünün bulunmayışı, (2) TV tartışmalarının –izleyebildiğim kadarıyla- hiçbirisinde tartışmalara, tartışılacak sorunun ne olduğunu açıklığa kavuşturacak soru(lar) ile başlanmayıp, herkesin doğrudan cevaplarını savunmaları. (Böylece her cevap, tartışılan sorun’un ayrı bir yüzüne ilişkin sorulara yönelik olduğu için uzlaşma olasılığı çok düşük oluyor).

    Doğru soru sorma konusunda bir duyarlık oluşmadıkça, en yaşamsal konularda sorulan sorular, “muhtemel Marmara depremi hakkında düşünceleriniz nelerdir?”, “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “işsizlik meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?” gibisinden, verilecek her cevabın, sorun’un bir yerlerine uyabileceği “kısır cevaplar” ile yaşamak zorundayız.

    Doğru sorular, merakın doğal uzantılarıdır. Merakı, kimin kimle birlikteliği ya da kimin kimi hangi cevapla oturtacağı ile sınırlanmış bir toplum “ortalaması”nda, beyinlerde yeni bağlantıların oluşması için bir tetikleme niçin oluşsun? Bu insanların çocukları meraklarını ne tetikleyecek ki ardından sonsuz sayıda soru üretsinler?

    Bütün yaşam sorun çözmek ise[10] ve soru sormak, sorun çözmenin biricik aracı sorgulama’nın[11] yapıtaşı ise, kronik sorunlarımızın niçin çözülemediği, 90 IQ ve soru sorma becerisi yetmezliği arasındaki sıkı ilişki açık değil mi?

    Soramayan aptal olur, övünmekle de giderilemez.

    3 Ocak 2015 Cumartesi

    [1] Richard Lynn, Tatu Vanhanen, IQ and the Wealth of Nations, Praeger / Greenwood, 2002

    [2] Bkz. http://goo.gl/eydxbe

    [3] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Intelligence_quotient#Other_correlations

    [4] Hovard Gardner (http://goo.gl/feJHDY) tarafından 1983’te ortaya atılan Çoklu Zeka Kuramı o tarihte 7, bir süre sonra 8 zeka türü (müzikal-ritmik, görsel-uzaysal, sözel-dilsel, matematik-mantık, bedensel-hareketsel, dışa dönük, içe dönük ve doğaya ait) tanımlamış ve daha sonra varoluşsal-ahlaki (moral) zekayı da katarak şimdilerde 9 zeka türüne ulaşmıştır (bkz. http://goo.gl/G6nC5M). İleride bu konudaki araştırmalar geliştikçe, kişiye özgü yeni zeka türlerinin tanımlanabileceği beklenebilir.

    [5] Çoklu zeka kuramına göre hemen herkes 9 zeka türünün her birinde bir varlık göstermekte, bazı türlerde ise diğerlerine göre daha yüksek skor elde edebilmektedir. Sadece tek zeka türünde yüksek, diğer sekizinde hiç düzeyinde bir skor beklenen bir durum değildir. Buna göre, çok dar amaçlar haricinde yine de ortalama bir zekadan söz etmek yanlış olmaz. Doğru ifade, ortalamanın dışında hangi bir veya birkaç türdeki zekanın ortalamadan önemli ölçüde yüksek olduğudur.

    [6]İkili Kalıtım Kuramı (Dual Inheritance Theory) için bkz.http://goo.gl/nocgML

    [7] Bkz. http://goo.gl/72Acgj

    [8]Dryden G. ve Vos.J., The New Learning Revolution, Network Educational Press , 2005, Sah. 379

    [9]Doğru soruların üç ortak özelliği tekil (singular), belirli (definite) ve net (clear) olmasıdır (bkz. http://goo.gl/s8yaU4).Bu tür sorular yol açıcı olup, cevaba götüren yolda yeni soruları çağırır. Bunun aksi ise yeni soruların sorulmasına imkan vermez. Bunlar “kısır” sorulardır.

    [10]Karl Popper’in ünlü sözü ve aynı isimli kitabı: All Life is Problem Solving.

    [11]Çeşitli alanlar için çeşitli kişilerce üretilmiş sorular ve o sorular sorulsa idi ortaya çıkabilecek değişik bakış açıları için bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com

  • Görsel Not Tutma (Visual Note Taking)

    Eğitimin başlıca amaçlarından birisi de kendini doğru ifade edebilme ve ifade edilenleri doğru anlayabilme becerisi kazanmaktır denilebilir. Hattâ denilebilir ki tüm dersler, değişik alanlara özgü ifade yöntemleri’dir.

    –        Coğrafya, “yer” ile ilgili bilgileri harita, fotoğraf, grafik, yazı, söz vb araçlar ile,

    –        Tarih, “geçmiş” ile ilgili bilgileri yukarıdakilere ek olarak kronoloji şeritleri ile,

    –        Matematik, “sayı ve şekiller” ile bilgiler için özel notasyonlarla,

    –        Ve birden çok alan ile ilgili “olayları” ifade etmek için özel olarak geliştirilmiş araçlar [1] kullanılıyor.

    Bunların hepsi aslında heyecan verici buluşlar, ama öğrencilerin derslerde not tutmalarını kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir tanesi daha da ilginçtir: Cornell not tutma sistemi (bkz. http://bit.ly/9NcDI). Üstelik de bu konuda yapılmış birçok araştırma [2] var.

    Öğrencilik yıllarında, bir yandan dersi dinleyip bir yandan not tutmanın en riskli yanının, aynı anda bu ikisinin yeterince dikkat yoğunlaştırmaya izin vermeyişi olduğunu deneyimlemeyen pek kimse yoktur.

    https://www.youtube.com/watch?v=3tJPeumHNLY adresinde Rachel Smith, konuşmasının 1’45”nci dakikasında “bir bütün olarak ve tam olarak dikkatini vermek”ten söz ediyor ve ardından, yaşamını “dikkat verme” yoluyla nasıl kazanmakta olduğunu anlatırken “dikkatini vermek” kavramına dikkat çekiyor.

    Rachel Smith’in her iki sunumu:

    • Görsel Not Tutma tekniğinin ne kadar bir hızla yaygınlaştığını,
    • İnsanların –genç, yaşlı, çocuk, amir, memur- çeşitli seminerlerde bu tekniği öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını, dolayısıyla da nasıl devasa bir pazar oluştuğunu,
    • Bizim bütün bunları ancak mal ve hizmet ürünlerinin içine gömülü biçimde satın aldığımızı ve
    • Satın alırken de bunları üretenlere değer transfer ettiğimizi [3] (ve bu arada da sömürülüyoruz diye bağrışmakta olduğumuzu)

    anlatıyor. Özellikle de o son derece mütevazı edasıyla, yaptığı işin sadece “dikkatini vermek” olduğunu, bu kavramdan nasıl yepyeni işler (istihdam anlamında) doğduğunu izlemek ilham vericidir.

    Çocuklarımızı yetiştirirken yabancı dil öğrenme konusundaki çabalarımızı yöneltmemiz gereken esas yönün, “kendini ifade etme ve ifade edilenleri anlama” konusundaki çeşitli araçları öğrenme / keşfetme / gerekirse icadetme olduğu bir kere daha net olarak görünüyor.

    Torunlarımızı, “yarınlarda bu keskin rekabet içinde nasıl iş bulacaklar” endişesi ile, önünde kuyruklar oluşacak işlerden pay kapmaya zorlamak yerine, bu yüzyılın yeni iş alanlarının başlarında gelen bu ve benzeri alanlara yönlendirebilmeliyiz.

    Türkiye’de eğitim adına yaptığımız –büyük çoğunluğu eğitimle değil ideolojilerle ilgili- tartışmalarda hiç adı geçmeyen ve dünyaya yayılan Cornell Not Tutma Sistemi de, daha iyi eğitim kavramının temel taşının kendini daha iyi ifade etmek ve ifade edilenleri daha iyi anlamak olduğunu gösteriyor.

    Resimlerle (görsel) düşünme (visual thinking)

    Sözü getirmek istediğim yer sadece okullarla ilgili değildir. Her ne kadar okullar kendini ifade etme becerisinin kazanıldığı yerler olsa da, yaşamın bütünü bu kavram çevresinde akıyor. Edindiği deneyimleri başkalarıyla paylaşmak isteyen bir kişi bunu çeşitli yollarla yaparken aslında esas yaptığı “kendini ifade”den başka bir şey değildir; ister bilimsel makale, ister roman, ister gazetede köşe yazısı ya da bunların TV’deki karşılıklarıyla uğraşsın..

    İnternette yüzlerce konunun her birisinde farklı konularda kendini ifade etmek isteyen ve her biri kendi alanında uzman sayılan kişilere ait film klipleri [4] var.

    Bunlar ve diğerleri, görsel öğrenme (visual learning) denilen bir “KEndini Daha etkili İfade etme” (kısaca KEDİ 😊) teknolojisi oluşturmuş durumda.

    KEDİ’nin niçin bu denli etkili olabildiği ve dünyada bu denli hızla yayıldığı  düşünülünce şu görülüyor: Kişilerin kendilerini ifadeleri sırasında, değer iletişimi [5] (value communication) ilkesinin ne kadar farkında olduklarına bağlı olarak %10 ila %95 arasında “dolgu malzemesi” kullanılıyor. Tabii ki her dolgu birimi (sözcükler), dinleyeni / izleyeni bir ölçüde odak dışına itiyor; hatta çoğu zaman savrulduğu o odak dışı alandan çıkamıyor ve sonunda hiçbir şey anlamıyor.

    İşte, sesli anlatımın üzerine bindirilmiş grafik görseller bu dolguları büyük ölçüde sildiği için, bir çeşit esas anlatım rotasında tutan jiroskop işlevi görüyor.

    Şimdi bunlara dayanarak bir kehanet üretilebilir.

    Bundan sonra:

    1. İşlerini, kendini sözel olarak ifade ederek yapan:

    1.1. Politikacılar,

    a. Meclis kürsüsünde konuşan parlamenterler,
    b. Açık hava toplantılarında meydan nutku verenler,
    c. Basın toplantısı yapanlar vbg

    1.2. STK mensupları

    1.3. Camilerde (vaaz, hutbeler)

    1.4. Eğitimde

    a. Okullarda

    b. Askeri eğitimde (özellikle düşük eğitim düzeyindeki kişilerin kışla eğitiminde)

    2. Reklamcılar: (açıklamaya gerek yok)

    3. Ticaret erbabı: Pazarlamada (hatta kapıdan kapıya pazarlamada dahi kullanılabilir)

    4. Kamu yönetiminde:

    4.1. Kamu spotlarında
    4.2. Kamu görevlilerinin eğitiminde

    5. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek yüze yakın diğer kullanım alanlarında KEDİ’nin çok yaygın kullanılacağı görünüyor. Görsel Not Tutma ile ilgili kaynakçalarin [6] incelenmesi konunun geldiği boyutları açıkça gösteriyor.

    Bu yaygınlık, şimdilerde iş yaşamına da atlamış durumda. Görsel kolaylaştırıcılık (visual facilitation) adı verilen bir meslek, “dikkatini vermeyi”, “bir toplantı sırasındaki tartışmalar içinden anahtar ifadeleri seçmeyi”, “o ifadeleri, kendi grafik arşivi içindekiler yoluyla çizmeyi” ve bunları toplantı katılımcılarına göstererek, nereye gittiklerini bilmelerini” sağlıyor.

    Bu teknolojiyi öğrenmemiz gerekiyor..

    Kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitilirken ne gibi sakıncaların doğabileceğine kafa yoran insanlarımız, bu mesainin küçük bir bölümünü de, bu küçücük dünyamızın dışındaki her cinsiyetten, her yaştan, her meslekten insanın, bulabildiği imkanlarla bu teknolojiyi öğrenmeye çalıştığını; bir yandan da bu alanda yetişmekte olan kişilerin, seminer, webinar, kurs, konferans, makale vd yollarla bildiklerini aktardıklarına ilgi göstermeliler.

    24 Kasım 2013


    [2] http://bit.ly/9NcDI adresindeki sayfanın altındaki referanslar işin ne denli ciddiye alındığını gösteriyor.

    [6] Çeşitli konularda bilgi edinmek / araştırma yapmak isteyen kişilerin ilk gereksindikleri şey, o alandaki birikimleri incelemektir. Bu ise bilimin vazgeçilmez öğesi demek olan “kaynakça”dır. Ülkemizde ilk kaynakça çalışmalarını yapan Katip Çelebi’den (1609-1657) sonra ilk defa bu konuya eğilen kişi Bülent Ağaoğlu’dur. Söz konusu adresteki kaynakça da kendisince yapılmıştır.