-
May 25 2012 Büyük yanılgı!
Muhteşem çaba..
Bilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır. Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)“, aynı türler içinde benzer olanları “cins“, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür“ler olarak sınıflandırmıştır. Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.
Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş, ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir).
Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü -hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir.
Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup, sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir. Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir.
Fakat o da ne!
Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış, uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.
Daha sonraları çeşitli etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir.
İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta, insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir. Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!
Bu varsayım nereden çıktı?
Sadece insanlarca -çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür. Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak, kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir.
Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor. Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor. Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur.
Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir.
İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu, dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği yalanı, sonunda bu familyanın -belki de gezegenin- sonunu getirecek görünüyor.
İnsan tek “tür” olamaz!
İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış, bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır.
Bilim ise taksonomisinde bu “işine gelme” anahtarı yerine nesnel farklılıkları almıştır. Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır. Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.
Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor.
Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor. Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.
İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği -bu ölçüde- var mıdır?
Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir?
Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!
Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır.
Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor. Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor. Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor.
Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek“tir. Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır.
Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde -dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.
Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.
Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkında olan bir eğitimsiz köylüydü.
Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında -ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir.
Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları -bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir.
Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!
Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur. Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir. Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649).
Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!
Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu. İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir. Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize.
Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz!
Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz.
Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler. Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar. Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.
Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir. Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir. Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir. Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur.
Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir. Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.
Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur!
İşte sorun burada başlıyor. Solon -Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine- ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!
İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci“dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.
“Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur. Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir. O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır.
Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür.
Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir. Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde.
Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?
Mevcut durum tam da budur. Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor. Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457). Bu onlara güç verecektir. Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor.
Perşembe, Ocak 12, 2006
-
May 25 2012 Kimler nelerden korkuyor?
1. Çocuklar;
1.1. anne, baba ya da öğretmen dayağından,
1.2. ailesi olanlar kaybetmekten, olmayanlar sokağın tehlikelerinden,
2. Gençler;
2.1. bir okula girememekten,
2.2. girenler bitirememekten,
2.3. bitirenler iş bulamamaktan,
2.4. iş bulanlar kaybetmekten,
2.5. askerde Güneydoğu’ya gitmekten veya çatışmalarda sakat kalmak ya da ölmekten,
3. Ana babalar,
3.1. gençlerin korktuklarından,
4. Kamu personeli;
4.1. özelleştirme nedeniyle işsiz kalmaktan,
4.2. işini tam yapabilmesi için sahip olması gereken eğitime sahip olmamaktan,
4.3. işini tam yapanlar partizanlığa kurban gitmekten,
4.4. mafyanın tekerine çomak sokmaktan,
5. Kamu yöneticisi;
5.1. siyasal nedenlerle itilip kakılmaktan,
6. Savcı ve hakim;
6.1. siyasal baskıdan,
6.2. yansız kararlarına karşı güvenlikte olamamaktan,
6.3. mafyadan,
7. İşsizler;
7.1. iş bulamamaktan,
8. İşi olanlar;
8.1. kaybetmekten,
9. Geçici işçiler;
9.1. kadroya geçememekten,
10. Sokaktaki insan;
10.1. devlet dairesine bir işi düşüp hırpalanmaktan,
10.2. medyanın, şiddeti övmesi ve cinsellik sömürüsü yapması nedeniyle değer ölçülerinin aşınmasından,
10.3. suçu kanıtlanmadan suçlu muamelesi görmekten,
10.4. ruh sağlığı bozuk insan sayısının çokluğundan,
10.5. yargıda hakkının teslim edilmeyeceğinden,
10.6. kent teröründen,
10.7. rastgele dahi olsa içine dahil olacağı bir anlaşmazlıkta hakkını koruyamayacağından,
10.8. mevcut yasaların yansız uygulanmayacağından,
10.9. tüketici olarak kandırılmaktan,
10.10. üretici olarak peşin hükümle ahlaksız olarak damgalanmaktan,
10.11. medyanın yargısız infazlarına hedef olmaktan,
10.12. askeri darbelerden,
10.13. hastalanıp hastaneye alınmamaktan, alınırsa ehliyetsiz ellerde kalıp ölmekten, alınır ve iyileşirse bu defa da rehin alınıp çıkamamaktan,
10.14. yaşlanınca ortada kalmaktan,
10.15. polisten,
11. Polisler;
11.1. terörden,
11.2. yapması istenen tehlikeli görev için eğitilmemiş olmaktan,
11.3. amirlerinden,
11.4. polisten,
12. Milletvekili;
12.1. doğruları söylediğinde parti lideri ve arkadaşlarının tepkisinden,
12.2. doğruları yaptığında, seçmeninin beklentisine cevap vermemiş olmaktan,
13. Bakanlar;
13.1. milletvekillerinden,
14. Başbakan;
14.1. bakanların itaatsizliğinden,
14.2. cumhurbaşkanından
15. Cumhurbaşkanı;
15.1. askeri darbelerden,
16. Askerler;
16.1. sivillerin işleri çıkmaza sürükleyip kendilerinden darbe beklemelerinden,
16.2. işleri düzeltmek için darbe yapıp daha da berbat etmekten,
16.3. sonra da hem başarısız hem de darbeci olarak aşağılanmaktan,
17. Girişimci;
17.1. bürokrasiden, rüşvet istenmesinden, şikayetlerini dinletememekten,
17.2. fırsat eşitsizliğinden,
17.3. devletin her gün kural değiştirip onu güç durumda bırakacağından,
17.4. sermayesini enflasyona karşı koruyamamaktan,
17.5. rekabet gücünün düşüklüğünden ve bu nedenle de Gümrük Birliği’nden,
17.6. gümrüklere işinin düşebileceğinden,
17.7. borçlarını ödeyememekten,
17.8. yeni borç bulamayacağından,
17.9. işçi sendikasının üretimini baltalayacağından,
18. İşçi sendikası;
18.1. patronun, işçi haklarını çiğneyeceğinden
19. Para sahibi;
19.1. enflasyondan,
20. Kiracı;
20.1. kirayı ödeyememekten ya da atılmaktan,
21. Mal sahibi;
21.1. kirasını alamamaktan ya da gerektiğinde kiracısını çıkaramamaktan,
22. Kadınlar;
22.1.koca dayağından,
23. Erkekler;
23.1. ailelerini geçindirememekten,
24. Kadın ve erkekler;
24.1. ihanete uğramaktan,
24.2. terkedilip ortada kalmaktan,
24.3. çocuklarını iyi yetiştirememekten,
25. Aydın;
25.1. düşüncesini ifade etmekten,
26. Devlet;
26.1. aydının düşüncesini ifade edip düzeni sarsacağından,
27. Öğrenciler;
27.1. basmakalıp bilgileri yeterince ezberleyememekten,
27.2. elemeyi hedef almış sınavlardan,
28. Öğretmenler;
28.1. basmakalıp bilgileri iyice ezberletememekten,
28.2. maaşlarının ay sonuna kadar yetmemesinden,
29. Aleviler sünnilerden,
30. Kürtler Türk milliyetçiliğinden,
31. Türkler Kürt milliyetçiliğinden,
32. Milliyetçiler evrensellik akımlarından,
33. Evrenselliği savunanlar milliyetçilikten,
34. Laikler şeriatçılardan,
35. Dindarlar yobaz sayılmaktan,
36. Laikler dinsiz yerine koyulmaktan,
37. Devlet, mozayiğimizi oluşturan tüm etnik ve dini kimliklerden,
38. ve bunların tümü bizatihi korkularından korkmaktadırlar.
Bunlar, toplumumuzu oluşturan kimi kesimlerin bir bölüm korkularıdır. Aransa daha niceleri bulunabilir. Ama yukarıdaki liste, bu kadarıyla dahi, toplumumuzun nasıl bir “korku iklimi” içinde yaşadığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Bu tür yoğun korkular içinde yaşayan insanların tüm davranışlarına, bu korkuları telafi etmek üzere akli ya da akıl dışı önlemlerin yansıyacağını tahmin etmek güç değildir. Örneğin, toplumumuzun süratle silahlanması, fiziki korkularına karşı bir telafi eğilimi değil midir?
Buradan önemli bir yargıya varmak mümkündür: devlet, korkmama iklimi yaratmalı ve korumalı, bunun dışında hiçbir işe karışmamalıdır!
Çıkarsanacak ikinci sonuç ise devletin başlıca işlevine ilişkindir: Türkiye’de tüm siyasi ve diğer sivil toplum çalışmaları, “korkmama iklimi”nin oluşumuna katkıda bulunacak şekilde misyonlarını yeniden tanımlamalıdır. Hatta denilebilir ki, sadece bu misyon çerçevesinde bir siyasal harekete ihtiyaç vardır. İster mevcutlardan birisi bunu benimsesin, isterse yeniden kurulsun!
Pazartesi, 12 Şubat 1996
-
May 25 2012 Kendini değiştirme iradesi yetersizliği ve bir yaklaşım
Sorun nedir?
Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.
Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.
Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.
İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.
Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.
Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.
İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.
KeDİ yetmezliğinin yapısı..
Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.
Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.
İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.
Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?
KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.
Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:
- pasif içme ortamlarında bulunma,
- sigara ikramlaşması,
- otlanma tabir edilen kültürel kod,
- spor yapmama,
- kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,
- sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi“, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum“, “bırakırsam stres daha kötü“, “filanca içmedi ama kanser oldu“, “hiç zararını görmüyorum” vbg),
- sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,
- sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,
- yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,
- “dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,
- ve diğer birçoğu
Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.
Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.
Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.
KeDİ tümörü??
Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir [1]. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.
Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.
Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim“. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.
KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.
Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..
Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:
Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,
Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,
Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.
Sonuç
Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.
Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?
[1] The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing
21 Aralık 2003
-
May 25 2012 En sevilen dizilerimiz ve “saklı içerikleri”
“Saklı içerik” deyimi medyada zaman zaman kullanılmaya başlandı. Açıkça verilmeyen, ama öyle olduğu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar net anlaşılan mesajlara “saklı içerik” deniliyor. Örneğin, okullardaki sınavlarda öğrencilerin başında bekleyen gözetmenler hiçbir şey söylemeseler de verdikleri mesaj, “siz kopya çekebilirsiniz, biz bunu engellemek için varız” biçimindedir ve bu durumdaki “saklı” içerik budur.
Yalan söylemenin ayıp olduğu konusundaki açık mesajlarla beyni yıkanan çocuğa, evde telefonla arayan birisi için “şimdi evde yok deyiver” şeklindeki telkin ya da sigaranın zararları konusundaki sürekli propagandaya karşın sevilen bir dizideki esas oğlanın bir sigara yakıvermesi hep birer “saklı içerik”tir.
Saklı içeriğin başlıca özelliği, öğretilmek için çabalananların aksine kolayca öğrenilmesidir. Okullardaki resmi müfredatın (açık içerik) öğretmek istediklerinin değil de, hiçbir yerde yazılı olmayanların kolayca öğrenilebilmesi bunu net olarak göstermektedir. (Saklı içerik konusuyla ilgilenenler, bu konuda birkaç yazı bulabilirler).
Saklı içerik çoğu zaman bilmeden, farkında olmadan, bazen de propaganda uzmanlarının bilinçli olarak kullandıkları bir olgu ya da araçtır.
TV dizileri içinde en çok izlenenler “Çocuklar Duymasın“, “Asmalı Konak” ve “Tatlı Hayat” imiş. İlk sıradakiler bunlar mıdır yoksa başka diziler mi öndedir, bu yazının konusu açısından hiç bir fark yaratmayacağını, zaman zaman da olsa izleyenler bilirler.
Her üç dizide -ve diğerlerinde- toplum ortalamasının epey üzerinde bir yaşam düzeyine sahip aileler vardır. Aileleri daha iyi yaşam koşullarına öykündürmek açısından bu abartının bir yararı olduğu söylenebilir.
Konuları, mesajları, mizah türleri gibi açılardan farklar taşıyan bu dizilerdeki çeşitli iş ve ev mekânlarında geçen sayısız sahne içinde tek ortak nokta vardır ve en kuvvetli mesaj da budur denilebilir: çalışmamak!
Bu dizilerin -sanki sözleşmişler gibi- ortak saklı içerikleri “böylesine bir hayat için çalışmaya gerek yoktur” şeklindedir.
Çocuklar Duymasın dizisindeki taş fırın erkeğini -ki bu kadar ilgisiz bir tip nasıl seçildi o da ayrı bir garipliktir- ve onun büro -ki galiba bir mimari bürodur- arkadaşını, bir defa dahi çalışırken gören var mıdır? Tüm yaşam, akşam yemeğinin kimlerde yeneceği, sonrasında nereye gezmeye gidileceği konusundan ve fısfıs İsmail denilen garip tipin kaba cinsel çağrışımlı şakalarından(!) ibarettir.
İnsan kaynakları yöneticisi olduğu anlaşılan hanım ile onun sekreter kankasını hiçbir evraka ellerini dokundururken, bir damlacık çaba gösterirken gören var mıdır?
Buradaki net “saklı içerik”, “ey insanlar, yaşam budur; çalışmanıza gerek yoktur; böyle yaşam çalışmadan olabilir” biçiminde değil midir?
Tatlı Hayat dizisindeki kuru temizleyiciyi bir defa çalışırken gören var mıdır? “Böylesine bir yaşam sadece fırıldak düşüncelerle mümkündür” saklı mesajından başka kuvvetli mesaj alan var mıdır?
Asmalı Konak’taki debdebeyi besleyen kaynak “çalışma” olmadığına göre nedir bilen var mıdır? Bunları uzatmak ve pembe dizilere kadar götürmek mümkündür (oralarda hiç olmazsa ara sıra yönetim kurullarında kararlar filan alınır).
Aziz Nesin’i giderek daha iyi anlıyorum ve tepki toplayan yargısına karşı duyduğum ilk an tepkisinin ne kadar yersiz olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum ve korkuyorum.
Medyanın ne denli bir etkileyici güç olduğunu bilmeyen kalmadı. İntihar etmeyi öğütleyen bir şarkının ardından köprüden atlayan, cinayet filmi seyredip aynısını uygulayan, tecavüz sahnelerini çocuk arkadaşları üzerinde uygulamaya kalkan bebeleri biliyoruz.
Başlıca eğitim kaynağı TV -ve onun basılı türleri- olan milyonlarca insana sürekli biçimde “çalışmanıza gerek yok böyle yaşamanın yolunu bulun” mesajını veren kadrolar (senaristlerden başlayıp TV yöneticilerine kadar) rahmetli Nesin tarafından tanımlanan gruba mı yoksa Göring kategorisine mi giriyorlar? Yoksa her ikisinin de dışında bir üçüncü türe mi aitler?
7 Eylül 2005
-
May 25 2012 “İş Yaratma”nın bir teknoloji olduğu da ıskalandı (mı?)
Kimya, ama neyin kimyası?
Neredeyse sonsuz sayıda maddenin, çok az sayıda temel elementin kendi aralarındaki birleşimlerinden oluştuğu ana fikri “kimya” adı verilebilecek bilim dalını ortaya çıkarmıştır.
Buradaki ana fikir basit ama heyecan vericidir: iki veya daha fazla “şey” birleştiğinde, kendilerine benzemeyen bir başka “şey” oluştururlar.
Bu ana fikirdeki “şey” yerine “organik madde” konulursa organik kimya; “inorganik madde” konulursa inorganik kimya; genel olarak “madde” konulursa da madde kimyası ortaya çıkmaktadır.
Ancak yakın geçmişe kadar pratikte başka türlü bir kimya bulunmadığı için madde kimyası değil sadece kimya denilmekteydi. Ama artık hücre kimyası, biyokimya, boya kimyası ve benzeri alt dallar ortaya çıktı. Bununla beraber bunların hepsi “madde kimyası” olarak adlandırılabilir.
“İki veya daha fazla şeyin birleşerek kendilerinden daha farklı bir şey(ler) oluşturduğu” ana fikri, maddeler dünyasının dışında da kullanılabilir mi, kullanılırsa bir işe yarar mı?
Evet yarar, hem de çok yarar. Eğer yaşam sorun çözme uğraşından ibaretse (Karl Popper, “All life is problem solving”), yukarıdaki ana fikir içindeki “şey” yerine “sorun” kavramı konularak bir de Sorun Kimyası tanımlanabilir. Böylece yaşamlarımızı kaplayan bir uğraşın sistematik biçimde ele alınması imkânı doğmuş olur.
Sorun kimyası hakkında ayrıntılı düşünceler;
https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/konferans-ve-seminerler/
https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/
https://tinaztitiz.com/3360/sorun-kimyasinin-dorduncu-kanunu/
adreslerindeki yazılarda işlenmiştir.
Bu yazının amacı çeşitli sorunlarımızı oluşturan temel sorun elementlerini belirlemek ya da bunun yöntemlerini irdelemek değildir. Bunun yerine, toplumumuzun önemli sorunlarından birisi durumundaki işsizliğe yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan;
– işsiz kalanlara iş bulunamayacağı,
– işsiz kalacak olanlara engel olunamayacağı,
– yasa çıkarılarak işlerin güvenceye alınamayacağı
gibi olguları Sorun Kimyası yardımıyla vurgulamak ve kimi somut öneriler üretebilmektir.
Kök Sorun – Hayalet Sorun
Sorun Kimyası’nın kavramlarından birisi “Kök Sorun – Hayalet Sorun”dur. Birbirinden türeyen sorunlar arasındaki kök-türev ilişkisi düşünüldüğünde, türeyen sorunlara “hayalet”, onları türeten(ler)e ise kök denilmesi kolay anlaşılabilir. Bir zincir gibi birbirinden üreyen sorunların herbirinin hem kök hem de türev olabildiği de yine kolayca görülebilir.
“Kök sorun”lar ilk bakışta göze çarpmayan, etkileri ise şiddetli biçimde hissedilen sorunlardır; aynen elektrik akımı gibi. Çarpılan kişi “elektrik” denilen şeyi göremez, ama dokunduğu çıplak teli görüp müsebbip olarak onu tanımlar. Bu durumda elektrik “kök”, çıplak tel ise “hayalet” sorunlardır.
Bir sürpriz: İşsizlik diye bir sorun yoktur!
Bu açıklamanın ışığı altında şunu söyleyebiliriz: işsizlik bir hayalet sorun’dur. İşsizlik konusu ile herhangi bir düzeyde meşgul olanların;
- işsizliğin ne olduğu ve de nelerin işsizlik sayılamayacağı,
- hangi kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği,
- işsizlik konusundaki hayalet sorunların neler olduğu, bunların köklerinin niçin hiç ilgi çekmediği,
- halen bir işe sahip olanların hangi durumlarda potansiyel işsiz haline geldiği,
- her yeni gelişen teknolojinin bir bölüm insanın işi için bir tehdit, bir bölüm içinse yeni iş imkânları demek olduğu,
- her ihraç edilen mal ve hizmetin aslında işsizlik ihracı, her ithal edilenin ise işsizlik ithali olduğu, ithal ve ihraç işlerine böyle bakıldığında bunların “iyi yönetimi”nin net iş (yani ihraç edilen işsizlik-ithal edilen işsizlik) yaratabileceği,
- işleri devletin yaratamayacağı ve de yaratmaya kalkmaması gerektiği, devletin sadece “işlerin yaratılması için uygun iklim yaratmak” işlevi bulunduğu, işleri ise ancak kişilerin kendilerinin yaratabileceği,
gibi konulara bir zihinsel netlik içinde bakabilmeleri ve nihayet, bu denli çok nedenli bir sorun’un, bir yöntem -örneğin Sorun Kimyası- kullanmadan çözülemeyeceğinin anlaşılması şarttır.
“Üçlü”nün günahı ve sevapları!
Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsü -tabii ki çoğunluğu açısından-, kamuyu ilgilendiren hemen tüm alanlardaki sevap ve günâhların sahipleridir. Başarıda payı olmayanların yanısıra başarısızlıklarda payı olmayanlar da vardır.
Politika belirleme-uygulama-bilim desteği sağlama işlevlerini üstlenmiş bu üçlü, “iş yaratma” kavramının bir “teknikler demeti” olduğunu anlamadan uzun yıllar boyunca şu 2 yolla iş yaratmıştır:
- Yeni yatırımlar yaparak,
- Kamu kadrolarını kullanarak (yerine atama ya da bu yetmediğinde yeni kadrolar ihdas ederek).
Bunlardan birincisi, kamu gelirleri -vergi, borçlanma, özel kaynaklar, tasarruflar vd- yeterli olduğu zamanlar işe yaramış, Türkiye eserler kazanmıştır. Ama uzunca yıllardan bu yana bu kanal kapalıdır. Borçlanmayı artık yalnızca borcumuzun faizlerini ödeyebilmek için kullanıyoruz.
İkinci yol ise başlangıçtan beri tam bir tahribat yaratmıştır. Kamunun en önemli kadroları -aynen içme suyu şebekesine kanalizasyon karışması gibi- iş yaratmak amacıyla kullanılmıştır. Dikkat edilirse, tüm iç ve dış (IMF gibi) baskılara karşın devlet kadroları küçülmemekte, aksine büyümektedir.
İşten çıkarılan, erken emekli edilen kamu görevlilerinin yerine -daha fazlasıyla- eleman alınmaktadır. Bunun durdurulması mümkün değildir. Çünkü, iş=aş eşitliği, gereğinde zorla olsa dahi yeni kadroların ihdas edilmesini, ihdas edilemiyorsa mevcudun işten çıkarılıp yenilerinin o işe alınmasını -ki işin sağlayacağı gelirin dönüşümlü olarak kullanılması demektir-gerektirir.
Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsünün büyük çoğunluğu, herbiri diğerini suçlasa da, kendisine yeterli iltifatın gösterilmediğini iddia etse de, bu 2 yol dışında bir yol düşünememiştir ve halen de düşün(e)memektedir. Aslında 2 yoldan birincisi de -yeni yatırımlar yoluyla iş yaratma- zaten kullanılması zorunlu bir yoldu. Geriye sadece kamu kadrolarının kullanımı kalmaktadır.
Keşif ve icatlar konusunda olağanüstü başarısız olan insanımızın içinden çıkan bu üçlünün, bula bula kamu kadrolarını icadetmesine şaşmamak, ancak üzülmek gerekir.
Bugün halâ 80 üniversitemizin hiçbirisinde -anlı şanlıları da dahil- bir “istihdam mühendisliği” dalı yoktur. Akademik özgürlük, çağdaşlık vs gibi parıltılı sözlerin ötesinde, buna akıl erdirmeye çalışan bir üniversite dahi olmaması, üzerinde çok düşünülmesi gereken, kolay kolay yenilip yutulamayacak bir gerçektir.
Bürokrat ve politikacıların durumu daha farklı değildir. Her biri Türkiye’yi kurtarmaya aday siyasi partilerin hiçbirisinin -bir tanesi hariç, onu da kuranlar kapattı- programında ya da politika dokümanları içinde böyle bir konu yoktur.
İş yaratmak, bütün karmaşık süreçlerde olduğu gibi bir dizi tekniğin bir araya gelip uyumlu biçimde kullanımından ibarettir. Bir uzay aracı nasıl ki yüzlerce farklı sürecin uyumlu biçimde birleştirilmesiyle uzaya yollanabiliyor ise ve bir baraj nasıl ki benzer şekilde bir “teknikler demeti” ise, iş yaratma da öylece bir teknikler demetidir ve bu tekniklerin birlikteliğine istihdam mühendisliği denilebilir.
İş yaratmanın bu özelliğini anlamış ülkelerde bu adla bir dal yoktur, ama her bir tekniği bilen, öğreten, kullanan insanlar vardır. İşin tuhaf yanı bunlar gizli de değildir. Hattâ bu teknikler bir araya toplanmış, yazılmış basılmış kullanması gereken insanların ellerine verilmiştir.
Vedat Özdemiroğlu’nun “Selâm Dünyalı, Ben Türküm” kitabı bir şaka gibi görünse de, bu anlaşılmaz aymazlığı görenler işin pek şaka olmadığını anlayabilirler.
Sözün kısası, iş yaratma konusunu anlamamakta direnildikçe bu sorunun giderek daha tehlikeli hale geleceğini tahmin etmek güç değildir.
Bir sürpriz daha: işsizlik (pek) önemli de değildir!
Dörder kişilik A ve B aileleri düşününüz. A ailesinin tüm bireyleri düşük birer ücretle çalışmaktadırlar. B ailesinin ise yalnızca tek bireyi çalışabilmekte ve yüksek bir ücret almaktadır.
Buna göre A ailesinde işsizlik oranı %0, gelir yetmezliği ise “büyük”tür. B ailesinde ise %75 oranında işsizlik var, fakat gelir yetmezliği “yok”tur. Bu ailedeki işsizlik kimi sorunlara -psikolojik, çalışma motivasyonu azalması vbg- yol açıyorsa da hiçbir şekilde bir yokluk yaşanmamaktadır.
O halde sorun doğru tanımlanırsa “gelir yetmezliği”nin -ki o da bir hayalet sorundur- işsizlikten çok daha önemli olduğu ortaya çıkacaktır.
Gelir Yetmezliği’nin kök sorunları işsizlikten farklıdır ve daha geniştir!
Bu hem iyi hem kötü haberdir. Kötü haber sayılabilir, çünkü daha çok sayıda kök nedenin ortadan kaldırılması gerekecek demektir.
İyi haberdir, çünkü bu çok sayıdaki kök nedende birer iyileşme sağlayabilme olasılığı daha yüksektir ve sonuç üzerine böylece daha büyük etki sağlanabilir.
Örneğin, “tasarruf” bir iş yaratma tekniği sayılmaz. İşsiz olan birisinin geliri olmadığı için bu anlamsız sayılabilir. Ama tasarruf önemli bir gelir yetmezliği azaltma tekniğidir. İngiytere’de bir yerel radyo sadece işsizlere yönelik olarak yayın yapmaktadır. Radyo bir programında, işsiz kalan kimselerin evleri içindeki su depolarına ısıl yalıtım yapmalarını öneriyordu. Dışarıdan soğuk olarak gelen suyu, ev içini ısıtmada kullanılan enerji aracılığıyla boşu boşuna ısıtmamak için yapılan bu öneri, gelir yetmezliğine karşı alınan önlemlerin iş yaratmasa dahi işsizliğin olumsuz etkilerini azaltmada etkili olabileceğini gösteriyor.
Bu tür önlemler Türkiye için büyük potansiyel taşırlar. O halde artık “iş yaratma” teknikler demetine içinde “gelir yaratıcı teknikler”i de düşünmeliyiz.
İş Yaratma teknikleri konusunu bir Politika Dokümanı biçiminde yayımlamış olan BEYAZ NOKTA VAKFI’ndan alıntılayarak bir gelecek yazımda işlemek üzere hoşça kalınız.
18 Nisan 2003
-
May 25 2012 Akü ve panik!
Bir aracın elektrik enerjisi ihtiyacı şarj dinamosu denilen üreteçten karşılanır. Akü ise, şarj dinamosunun devreye girebilmesi için gereken kısa süre içindeki enerji ihtiyacı ile dinamo çalışmazkenki ihtiyaçları karşılar. Bir diğer deyişle akü, çeşitli manevraları mümkün kılar. En pahalı, en iyi araçlar dahi aküsü çıkarıldığı anda bir demir yığınından ibaret kalır.
Bu mekanizma ile, kişilerin bir kenarda tutacakları yedek akçeleri arasında neredeyse bire bir benzerlik vardır. Yüksekçe gelir sağlayabilecek geçerli becerilere sahip iken işini kaybetmiş veya eğitimini yeni bitirip çeşitli gelir sağlama olasılıklarını gözden geçiren ya da geçerli sayılabilecek becerilere sahip olmayan “ne iş olsa yaparım” mesleğindeki bir kişi düşününüz..
Bu insanın ruh halini tanımlayabilecek en belirgin duygu hangisidir? Eğer, zorunlu -saydığı- giderlerini, tekrar bir iş bulana veya oluşturana kadarki süre boyunca karşılayabilecek birikimi ya da yan geliri yoksa, herhalde “panik” en güçlü duygu olacaktır.
Böyle bir panik altında verilecek kararlar sağduyuyu değil derin panik duygusunu yansıtacaktır. Bu durumdaki bir kişinin kendi işini kurması bir yana, bir özgüven duygusu altında iş araması dahi mümkün olamayacaktır.
Buradan hemen görülebileceği gibi, bir gelir yaratabilmek amacıyla yapılması gereken manevralara izin verebilecek bir “yaşam alanı”na sahip olabilmek için bir birikim, bir aracın aküsü kadar zorunludur.
Şimdi sorun, böyle bir birikimin hangi durumlarda yapılabileceğidir. Çoğu kimse buraya kadarki ifadelere katılacak, ama bunların kendi durumu için geçerli olmadığını düşünecektir. Genel inanç -ki “inanç” burada gerçek anlamında kullanılmaktadır-, sözü edilen birikimlerin ancak yeterli gelir düzeyindeki (yani tuzu kuruca) insanların harcı olduğu yolundadır.
Geliri yeterli insanlar ihtiyaçları olmadığı, yetersiz olanlar ise buna imkânları olmadığı “inancı” dolayısıyla tasarruf yapmamaktadırlar. Gerçek ise her ikisi için de farklıdır.
İnsanın davranışları ile fiziksel yetenekleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Usta bir sporcuyu seyrederken insan bedeninin ne denli geniş bir yeterlik alanına sahip olduğu çok iyi görülür. Onlar, normal insanların oturup kalkarkenki rahatlığını en güç hareketlerde dahi gösterebiliyorlar.
Davranışlar ve onlardan oluşan tutumlar da böyledir. Davranışları üzerinde çalışmamış bir kişi için son derece güç görünen kimi tutumlar, bir sporcunun antrenman yapması gibi davranışları üzerinde uğraşmış kişilere çok kolay gelebilir. Bedensel engelli sporcuları seyrederken bu daha da iyi gözlenebilir.
Tasarruf da böyledir. Asgari ücretli -hattâ düzenli geliri olmayan- bir kişinin parasal durumu, bedensel olarak engelli bir kişinin fiziki durumuna benzetilebilir. Her ikisi de ancak çaba göstererek belirli bir yeteneğe sahip olabilirler, ama öyle ya da böyle olabilirler. Bu çabayı göstermeyen fiziki durumu sağlam ve geliri yerinde kişiler ise -çeşitli gerekçelerin ardına saklanarak, fiziki ve parasal- yeteneklerini geliştiremezler.
Uzun sözün kısası tasarruf, gelir düzeyine bağlı bir olgu değildir. Gelir düzeyi yeterli kimseler için “yararlı” olan tasarruf, düşük gelirli olanlar için “zorunlu”dur. Birikimi bulunmayan bir kişinin yaşamını devam ettirebilmek yolunda altında kaldığı duygusal baskı, onun bütün rasyonel davranışlarını bozar, onu paniğe sevkeder. Panik ise parasızlıktan daha vahim bir durumdur.
Bir birikime sahip değilken işini kaybeden bir kişinin aklında sadece “gelecek korkusu” ve onun bir türevi olan “haksızlığa uğramışlık” vardır. Birikim ise hem gelecek korkusunu, he m de türevi olan haksızlığa uğramışlık duygusunu azaltır. Bu iki korkunun azalması, sağlıklı ve yaratıcı düşünebilmeyi, çevresindeki imkânları gözden geçirebilmeyi mümkün kılacaktır.
Her kişinin nasıl tasarruf yapacağı kişisel durumuna bağlıdır. Ancak herkesin uygulayabileceği basit bir reçete vardır. O da, halen az ya da çok geliri olan herkesin şunu varsaymasıdır: patronunuz sizi çağırıyor ve maaşınızdan %25 oranında bir indirimi kabul ettiğiniz takdirde işe devam edebileceğinizi, aksi halde üzülerek işinize son verileceğini size haber veriyor; ve siz de bunu -ister istemez- kabul ediyorsunuz. Çalıştığınız kurumla -ya da eşiniz veya güvendiğiniz bir dostunuzla – anlaşarak, bu kesintinin kolayca dokunamayacağınız bir hesapta tutulmasını sağlıyorsunuz.
Bu durumda yaşamın epey güçleşeceğini, ev kiranızı bile vermekte zorlanacağınızı tahmin etmek güç değildir. Ama gerçekte işinizi kaybetmiş olsaydınız bundan çok daha güç koşullar altında kalacaktınız. Ama şimdi, sizi paniğe düşmekten alıkoyan -hattâ içten içe bir grur duygusu veren- bir durumdasınız ve kendi isteğinizle, plânlı olarak bunu yapıyorsunuz. Bu şekilde beş-altı ay ya da mümkünse daha uzunca süre devam ettikten sonra, tasarrufun sihirli gücünü, o ana kadar keşfetmekten israrla kaçındığınız tekniklerini keşfetmeye başlayacaksınız.
Kendi işini kurmak veya birisi hesabına çalışmak yerine hizmet üretip, ihtiyacı olanlara satmak durumunda olan gençler ya da çalışmakta iken işini kaybetmiş olanlar bu yolu deneyebilirler.
Sigarayı bırakmak ya da kilo vermek ile bunun arasında ilkesel olarak bir fark yoktur. Her ikisi de, “kendini değiştirebilme iradesi” [1] ile ilgilidir.
[1] https://tinaztitiz.com/3705/kendini-degistirme-iradesiyetersizligi-ve-bir-yaklasim/
12.05.2003
-
May 25 2012 Başörtüsü sorunu yoktur!
Bazen başörtüsü kimi zaman da türban olarak adlandırılan sorun üzerinde bir şeyler söylemeden önce birkaç noktayı belirleyip resmi netleştirmek gerekirse:
Kadınlar içinde başını örtenlerin (veya açanların) hepsinin amacı aynı olamaz. Örneğin:
- Saçını göstermenin günah (ya da açmanın doğru) olduğuna içtenlikle inananlar
- Saçını göstermenin günah olup olmadığı konusunda bir kanaati bulunmayıp, eş ve/ya aile ve/ya grup telkini-tavsiyesi-baskısı nedeniyle örtenler (bu ve alttaki maddeler için aynen yukarıdaki gibi örtme/açma ikilisi kullanılabilir)
- Saçını göstermenin gühahla ilgisi konusuyla ilgilenmeyip, bir çıkar gözeterek örtenler
- Aileden gelme alışkanlık nedeniyle örtenler
- Bir sosyal ve/ya siyasal gruba dahil olma nedeniyle örtenler
- Bir sosyal gruba dahil olmadığını gösterme (protest) amacıyla örtenler
- Bu işlerden habersiz olup herhangi bir nedene bağlı olmadan örten ya da açanlar
Yukarıdaki amaçlarla saçını örten (veya açan) her grubun kendi içinde de en azından şu alt-grupların varlığı herkesin gözü önündedir:
- Örtünmenin (açılmanın) ölçüsü açısından:
- Sadece saç örtmenin yeterli olmadığını, hiçbir yerin gösterilmemesi gerektiğini düşünenler
- Saç örtmenin yeterli olduğunu, kapanmayı abartmamak gerektiğini düşünenler
- Saç örtmenin yeterli olduğunu, onun dışındakileri ise sergilemek gerektiğini düşünenler
- Örtünmenin bireysel dürtüsü açısından:
- Kimlik arayışı kaynaklı
-
İdeolojik kaynaklı
-
Siyasal kaynaklı
- Örtünmenin yaygınlaştırılmasındaki misyon açısından:
- Sadece kendi örtünmesinden sorumlu olduğunu düşünenler
- Başkalarının örtünmesinden (veya açılmasından) kendini sorumlu sayanlar:
- Bunu anlatarak yapanlar
- Ara çözüm üretenler (peruk gibi)
- Bunu militanca yapanlar
İlk iki maddedeki farklı grupların oluşturabileceği yaklaşık 250 kombinezonun -ki gerçekte daha fazladır- nasıl olup da başını örtenler ve başını açanlar olarak 2’ye indirildiği ve böylece sorunun bırakınız çözülmeyi, anlaşılmasının bile imkânsız hale getirildiği, bir sorun olarak gündemde yoktur.
Başını örtenler bundan vazgeçip örneğin hepsi yakalarına Arapça harflerle “bizi sevmeyen ölsün!” yazan iri rozetler (buton) taksalar ve başını örtmeyenler de buna karşılık Latin harfleriyle “esas siz ölün!” yazılı olanlardan takmaya başlasalar ne olacağını soran, dolayısıyla sorunun ne olduğunu soran kimse ne hikmetse çıkmamıştır.
Bu birkaç saptamanın çevrelediği alan içinde şu yalın ilke üzerinde bir uzlaşı sağlanabilmelidir: Bireysel yaşam tercihleri kişilerin kendilerince, ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise o yaşam alanının paydaşlarının uzlaşılarıyla belirlenmelidir.
Buna göre:
- Bireysel tercihler -başkalarınınkiler ile kesişmediği sürece- tamamen kişinin kendince belirlenir.
- Ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise, bireysel tercihlerin “ağırlıklandırılmış çoğunluğu”nun uzlaşısı ne yönde ise de o yönde şekillenir.
Burada “ağırlıklandırma” terimi ile kastedilen, koşullandırmaktan kaçınma, örnek olma, ikna etme, zorlama, propaganda, dayatma gibi giderek sertleşen yöntemleri kullanan kişilerin tek kişiden daha etkin olabildikleridir.
Buradan, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşulları belirmektedir: bireylerin, akıl-ahlâk-estetik boyutlarındaki (doğru-yanlış), (iyi-kötü) ve (güzel-çirkin) tercihlerini “yetkinlikle” yapabilir olması birinci koşuldur. Solon’un (M.Ö. 559’da ölmüştür), “demokrasi eşitler arası rejimdir” sözü bunu anlatmaktadır.
İkinci koşul, bu tercihin “özgürce” yapılabilir olmasıdır. Bu da, hangi dozda ve hangi yöntemle olursa olsun koşullandırmaktan kaçınma ile mümkündür.
Bir inanç, bir öğreti, bir teori, bir ideoloji konusunda bilgilendirmek ile koşullandırmak tamamen farklıdır. Bilgilendirmek, talebe bağlıdır. Talep sahibinin arzu ettiği ölçüde ve biçimde bilgilendirme yapılabilir.
Kişinin talebi -ve dolayısıyla da rızası- bulunmaksızın yapılan bilgilendirme koşullandırmadır ve en önemli insan hakkı ihlali sayılmalıdır. Koşullanmama hakkı [1],yaşam hakkı kadar kutsal sayılmalıdır.
Bu kadarcık bir netlik sağlandığında bile görünen, sorun’un başörtüsü olmadığıdır. Sorun, demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu gözardı ederek demokrasiye özgü bir konforu yaşama arzusudur.
Arzu edilen konfor, bireysel tercihlerin özgür, ortak tercihlerin paydaş uzlaşısına dayalı oluşu gibi çok incelikli bir yaşam biçimidir.
Gözardı edilen iki koşul ise yukarıda çerçevelenen koşullardır. Yani akıl-ahlâk-estetik boyutlarında tercih yapabilme yetkinliği ile bu tercihlerin özgürce yapılabilir olması için koşullandırmanın insan hakkı ihlali sayılmasıdır.
Koşullandırmanın ne büyük bir insan onuru çiğnenmesi, ne büyük bir Allah tanımazlık olduğunu anlamaya çalışalım. Tanrının bu müstesna yaratıklarının doğruya-iyiye-güzele doğuştan eğilimlerini yok sayıp, onları köreltip yeniden kendi küçücük akıllarına göre yeniden şekillendirmeye çalışanların bunu çağdaşlık mı yoksa din adına mı yaptıkları hiç farketmez, ikisi aynı kapıya çıkar: İnsanı reddedip yenisini yapmaya çalışmak!
Devletin buradaki rolü, başörtüsünü yasaklamak, serbest bırakmak, biçimini tasarımlamak değil, bilgilendirme ile koşullandırmanın ince sınırını gözetmekten ve bu sınırı geçenlere yaptırım uygulamasından ibarettir.
Okumuş yazmış kesimin rolü ise yukarıdaki 250 kesimden birisine veya bir tarafına yaltaklanmak değil, sorunu anlamaya ve karışık kafaları netleştirmeye çalışmaktır.
Bireyler ve uluslar layık oldukları biçimde yönetilirlersözü -bizim için- acıdır ama çok da gerçekçidir. “Biz, tercihlerimizi yetkinlikle yapabilecek durumda değiliz ama demokrasi de istiyoruz” gibi bir saptamamız varsa yapılması gereken yine de bugünkü kargaşa değildir.
Bugünkü yöntemle 250 kesimden kimin ne gibi bir fayda sağlayacağını kimse bilemez. Ama çoğunluğun zarar etmekte olduğu kesindir.
5 Haziran 2003
-
May 25 2012 BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!
Değerli okurlarım,
İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.
«…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….
Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……
Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»
Değerli kardeşim,
Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.
Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.
· Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:
(1) Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,
(2) Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),
(3) İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.
Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.
İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.
· “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.
· Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.
· Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.
· Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.
· Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.
· Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.
· İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.
· Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:
(1) İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.
(2) İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.
(3) Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:
a. Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.
b. Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.
Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.
· Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.
· Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.
· Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.
· İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:
İlke 1. Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.
İlke 2. Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.
İlke 3. Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.
İlke 4. Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.
İlke 5. Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.
İlke 6. Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.
İlke 7. Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).
İlke 8. Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.
Değerli kardeşim,
Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.
Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.
Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.
Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.
Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.
Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!
Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,
İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.
23 Mart 2003
-
May 25 2012 EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !
“Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.
Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.
Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.
Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.
“Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.
Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.
İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.
Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.
Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?
“Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?
Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!
Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!
Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.
Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.
13 Aralık 1998
-
May 25 2012 Bir yanlıştan diğerine yol vardır..
Sorunlar Kimyası deyimi birçok şeyi anlatan bir deyim olabilir. Kimya biliminin temeli, 104 adet element’e ve bunlar arasındaki birleşmelerin kanunlarına dayanır. Benzer şekilde Sorunlar Kimyası’da, az sayıdaki sorun elementine (Kök Sorunlar) ve bunların çeşitli sorun bileşikleri (Hayalet Sorunlar) üretmelerini düzenleyen kurallara dayanır.
Kimya biliminin yaklaşık yüz yıl içinde hangi ilkel konumundan bugüne geldiğine dikkat edilirse, bugün için henüz kuralları tam formüle edilememiş, elementleri belli olmayan hatta sorun elementleri kavramını dahi tam kabul ettirememiş Sorun Kimyası’nın da gelecek yıllarda daha gelişkin bir konuma kavuşacağını tahmin etmek pek güç değildir.
Bu kimyanın bir kuralı, sorunların -ister Kök ister Hayalet olsun-, devamlı olarak kendi aralarında yeni bileşikler yaparak tepkimeye giren element ve bileşiklere benzemeyen yeni sorun bileşikleri yarattığıdır.
Bu birinci kural pratikte, her türlü bozulmanın ya da düzelmenin olduğu yerde kalmadığını, bir çığ etkisi biçiminde daha kötüye ya da daha iyiye doğru ilerlediğini anlatmaktadır.
Kimya’nın bir diğer kuralı ise, herhangi bir Hayalet Sorun’dan, bir diğerine mutlaka bir yol olduğudur.
Bu kuralın pratikteki karşılığı ise, birbiriyle ilgisiz gibi görünen Hayalet Sorunlar arasında bir ilişki olduğudur. Örneğin, kentlerin aşırı kalabalıklaşması bir Hayalet Sorun, vatandaşın Güneydoğu’da terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı bir diğer Hayalet Sorun’dur. Ve ilk bakışta birinden diğerine bir yol -yani aralarında bir ilişki- yoktur.
Halbuki, Sorun Kimyası’nın ikinci kuralı, bunlar arasında bir yol olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, kentlerin aşırı kalabalıklaşmasının nedenlerinden birisi, “kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” dir. Kuralsızlık ise devletin etkisizliğinin bir sonucudur.
Diğer yandan Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı da devletin onları koruyamadığından yani devletin etkisizliğinden kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi ilgisiz gibi görünen iki sorun arasında bir yol yani bir ilişki vardır.
Bu örnek oldukça kolay bir örnektir. İki sorun arasındaki ilişki belki başka yollarla da görülebilir. Ama bütün sorunlarda bu ilişki bu kadar kolay görünmeyebilir. Bu nedenle de İkinci Kural, mutlaka bir yol olduğunu söyleyerek yol göstermekte, sorunu tahlil edecek olanlara cesaret vermekte, araştırılırsa ilişkinin mutlaka bulunacağını anlatmaktadır.
Terör sorununu çözmeye çalışan toplumumuzda bu kuralları kullanarak çok önemli ipuçları elde edebiliriz.
Terörle ilgisi yokmuş gibi görünen birçok sorunun terörün alt yapısını oluşturduğunu gördüğümüz gün bu belanın kalıcı çözümünü de bulmuş olacağız.
27 Eylül 2001
