-
Eki 05 2025 Türkçe Yetkinliği ve “Gürültü”den Arınmış Düşünme
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk” olarak tanımlanan Türk Milletine ulus kimliğini kazandıran temel öğe Türkçe’dir. Ancak nüfusun bir bölümü Türkçeyi — yabancı diller için kullanılan benzetmeyle — yalnızca “orta düzeyde” konuşup yazabilmektedir[1].
Bu eksikliğin, tahmin edilenden çok daha derin olumsuz sonuçları vardır. Beyaz Nokta®’nın “Önce Anla” ilkesine[2] göre, Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliğinin başlıca nedenlerinden biri, ana dil yetkinliğinin düşüklüğüdür. Bu durum, yapılacaklar listesinde mutlaka yer alması gereken bir eğitim ve dil politikası reformu ihtiyacına, bu ise Beyaz Nokta®’nın Kavram Mutfağı® çevresinde “şimdi ve burada” bir girişime işaret etmektedir.
Türkçe’nin kullanımındaki yetmezlik ile etkileşimli olan bir diğeri Doğru Düşünme[3] becerisi yetmezliğidir[4]. Kendi Kendine içten Konuşma (KKiK) denilebilecek düşünme sürecinin amacı, “istenmeyenden uzaklaşıp istendik’e yaklaşma yolunda, henüz sahip olunmayan bilginin, iç (belleğin taranması, akıl daraltıcıların askıya alınarak tekrar tekrar taranması, sezgiye kulak kabartılması ile) ve/ya dış (başkalarının akılları, makine aklı, AGI/ASI ile) yollardan üretilmesi”dir. İstenmeyen ve/ya istendik şey ne kadar zorlu ise başvurulan yolların çeşitliliği ve gücü de o denli yüksek olacaktır.
Fakat, bu iç ve dış yollar üzerinden yürüyen düşünme süreci sık sık tahminler yaparken[5] içine karışabilen niyet veya akıl daraltıcılar, üretilen bilginin kalite ve güvenilirliğini zedeler. Bu bozucu etkiler (teknik deyimle gürültü), işe yarar bilginin (teknik deyimle sinyal) birbirlerinden ayırt edilmesini çoğu zaman ya da kişi için imkânsız kılar. Katışıksız (gürültüsüz) bilgiye en çok ihtiyaç duyulan yüksek karmaşıklıktaki bekâ sorunları karşısında Doğru Düşünme böylece kritik hale gelir ki Türkiye’deki durum tam olarak budur.
Tablo – Gürültü Türlerine Örnekler
Bazı İç Gürültüler Bazı Dış Gürültüler Eksik / zayıf illiyet halkalarını tamamlamak, süslemek Kirli bilgi kaynağı olarak internet Unvan zorlayıcılığı (“ben …….’ım, bilmem lazım” vb) YZ modellerinden alınan doğrulanmamış bilgiler Bağlı olunan sorgulamaya kapalı ideolojiler, dinler Paralı veya gönüllü Troller Yanlışlanabilirlik kavramının bilinmeyişi Ajanlar Sosyal medyadan viral ve doğrulanmamış alıntılar Yankı Odaları Psikografik tekniklerle kişiye özel koşullandırıcılar Psikolojik harekât Okul öğretileri içine karış(tırıl)mış bilgiden öğrenilmiş Güvenilir olması beklenen kişilerin yalan söylemesi Yanlış ebeveyn öğretilerinden öğrenilmiş Yanıltıcı amaçlı kitap makale vd Eksik mantık eğitimi Yandaş (herhangi bir yönde) medya araçları İkna edici mitlerden (yüzüncü maymun vb) öğrenme Propaganda Patolojik yüksek özgüven / unvan destekli bilgi Zayıf kavram dağarcığını tekrar yoluyla onarma Sorun Çözme becerisinin en güçlü aracı olması beklenen düşünme ve anadilini[6] iyi kullanma konusundaki bu iki derin yetersizliğin, hiçbir diğer sorunla karşılaştırılamayacak derecede yüksek tahrip gücüne sahip olduğu değerlendiriliyor. Her bireyin, içinde yaşadığını algıladığı evrenin büyük ölçüde kavram dağarcığı ve onlardan oluşan bilgi zincirleri yoluyla oluşturulduğu göz önüne alındığında, düşük sinyal/gürültü oranlı bir anadili hakimiyetinin nasıl bir “ek akıl daralması”na yol açacağı kolayca tasavvur edilebilir.
Sinyal/Gürültü Oranı (SGO) nasıl yükseltilebilir?
Bu sorunun olası cevapları, SGO düşüklüğüne yol açan -yukardaki tabloda örneklenen- nedenlere bağlı olduğuna göre, bir gürültü süzücü filtreye ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Bu filtre kişinin kendine sormayı otomatikleştirdiği net bir soru olmalı; üstelik kişi yaşamının sadece ilk evrelerinde değil, herhangi bir döneminde de uygulayabilmelidir. Buna göre bazı soru önerileri; “Bu düşünce, büyük bütünün kendini yenileyebilirliğine zarar verir mi?” ya da kısaca “bütüne zararlı mı?”, “Her şey için de doğru mu?” gibi ifadeler olabilir[7].
Düşüncelerin sürekli olarak filtrelenmesi, özellikle de yöntemin uygulanmaya ilk başlandığı evrelerde, yaş ilerledikçe güçleşebilir. Gürültülerden arındırılmış düşüncelerin yaratabileceği “mutluluk” duygusunun bu güçlüğü aşmada yardımcı bir öğe olması beklenir[8].
SGO yükseltmek için kişilerin kendi kendilerine önerilen formlardaki sorular sormalarına bir seçenek de, YZ dil modelleri yoluyla üretilen “filtreler” kullanılmasıdır.
Chat GPT’nin GPT veya Gemini’nin GEM uygulamalarına sinyal ve gürültünün ne olduğu hakkında örneklerle eğitim verildiği takdirde, bir ses kaydı ya da metnindeki SGO hesaplanabilir. Başlangıçta bir ölçüde rahat iletişimi güçleştirse de giderek kişilerin daha az gürültü içeren ifadeler kullanan iletişim biçimlerine, daha da önemlisi düşünme biçimlerine sahip olması beklenir.
Nitekim GPT yoluyla yapılan Sinyal Gürültü Oranı (SGO) değerlendirmesi[9], metin, ppt sunum veya ses kayıtlarında SGO değerlendirmesi yapılabileceğini gösteriyor. Örneğin, bu metindeki “SGO nasıl yükseltilebilir?” başlıklı paragrafın GPT ile SGO değerlendirmesi şu sonucu vermiştir:
Kısa Özet
Metin genel olarak SGO yükseltme yöntemlerini açıklayan, uygulanabilir öneriler sunan ve teknik çözüm olasılıklarını tartışan bir içerik sunuyor. Gürültü öğeleri çoğunlukla muğlak kavramlar (“büyük bütün”, “mutluluk”) ve sezgi/varsayıma dayalı ifadelerden kaynaklanıyor. Yine de cümlelerin çoğu somut öneri ve mantıklı açıklama niteliğinde olduğundan SGO yüksek sayılabilir.
Hesap: SGO = S / (S + G) = 10 / (10 + 4) = 0.714 (%71.4) ✅
Yapılan değerlendirme[10] bu paragraftaki ifadelerin %70+ oranında anlamlı (sinyal), %30’unun ise (gürültü) niteliğinde olduğunu gösteriyor. ChatGPT’ye öğretilmiş[11] bu algoritma kolayca Gemini’nin benzer GEM uygulamasına da öğretilebilir.
Bu imkânın, yüksek SGO’lu yazılı ve sözel iletişime olumlu etkilerde bulunurken, daha da çok düşünme süreçlerindeki iç ve dış gürültüleri azaltıcı etkilerde bulunması; bunun ise çeşitli durum iyileştirici eylem girişimlerinin “düşünülmesi süreçleri”nde, hatalardan koruyucu ve amaçlara hizmet edici işlevler yapması beklenir.
Beyhan T. Maybach, L. Başar Titiz, M. Tınaz Titiz
5 Eylül 2025, Rev 0
[1] Bkz. https://chatgpt.com/share/68b2a443-b714-800c-a500-9588e39f0ce3
[2] Bkz. “Önce Anla”, https://bit.ly/4lrjTxr No 95
[3] Doğru düşünme; olgulara, kanıtlara ve mantık kurallarına dayanarak, bilişsel çarpıtmalardan ve duygusal önyargılardan mümkün olduğunca arınmış, amacına uygun, tutarlı ve geçerli sonuçlara ulaşma sürecidir. Doğru düşünme mutlak kesinliğe ulaşmak değil, yanılma ihtimalini en aza indirgemek için sürekli ve disiplinli bir çaba göstermektir. Bir varış noktası değil, bir yolculuktur. “Yolculuk” kavramı aslında içinde çeşitli doğruluk tonlarını da barındırdığı için, Etkili Düşünme deyimi de kullanılabilir.
[4] Bkz. https://www.perplexity.ai/search/f0cec6fe-03a6-4cb7-937b-ed43e2807889
[5] İhtiyaca uygun bilgi üretme süreci olan düşünme sırasında beyin sık sık tahminlerde bulunur. Beynin bir Tahmin Makinesi (prediction machine) olduğu ile ilgili bir TEDx konuşması için: https://go.ted.com/eU5WZ
[6] Anneden öğrenilen dil (anadili) ile resmi dil anlamındaki (ana dil) sıklıkla karıştırılıyor. Bu metinde ayrık ve bitişik yazılarak ayırdediş, başka dillerde iki ayrı karşılıkla sağlanmıştır. Bkz. https://bit.ly/4lS6vSu ve https://bit.ly/3VqEZk8
[7] Soru’nun bu hali ister istemez “bütüne yararlı mı?” formunun daha pozitif olması nedeniyle daha doğru olabileceğini akla getirecektir. Yarar ve zarar kavramları hakkındaki şu yazı (www.tinaztitiz.com/15504) bağımsız olarak bir yarar’dan söz edilemeyeceğini, yarar denilen kavramın “zarar vermemek”ten başka bir şey olamayacağı açıklanmaktadır.
[8] Tam olarak doğrulanmasa da “Mutluluk Anlamaktır” sözünün Stephan Hawking’e ait olduğu söylenir ve hemen herkesin bu tür mutluluklara şahit olduğu da bir gerçektir.
[9] Öznel öğelerin ağırlıklı olduğu durumlar için “ölçme” yerine “değerlendirme” terimi; ayrımın belirsiz olduğu durumlarda ise “ölçme ve değerlendirme” ifadesi kullanılmıştır.
[10] SGO değerlendirme metnin her cümlesi için ayrı ayrı yapılıp sonra genel ortalaması kullanıcıya sunuluyor. Cümleler itibariyle değerlendirmeler için bkz. https://chatgpt.com/share/68ba7843-82f0-800c-b32b-8d0c7b48263b
[11] YZ modellerine “öğretme” örnekler yoluyla yapılmakta olup, SGO kavramı da bu metindeki SGO tanımı ve örnekler tablosu yoluyla eğitilmiştir. Bu yolda örnekler arttıkça değerlendirmelerin daha da işlevsel olacağı beklenir.
-
Eyl 28 2025 Toprağımız, dilimiz, dinimiz ve Atatürk
“İnsan kendini beğenmezse çatlarmış” ya da “Kişi kendini över, işi meydana çıkar” gibi deyimler, övünmenin insan -dolayısıyla insan topluluklarına- özgü genel bir nitelik olduğunu söylese de bunun herkes ya da her toplumda eşit olduğu anlamına gelmeyeceği de bellidir.
Ulusal övünç bazı toplumlarda daha fazla açıkça ifade edilir ve teşvik edilirken, bazı kültürlerde kolektif tevazu ve bireysel övgüye mesafe yerleşmiş bir normdur. Örneğin, ABD, Hindistan, Türkiye, Çin gibi ülkelerde “ülkemle gurur duyuyorum” diyenlerin oranı genellikle çok yüksek iken, Almanya, Japonya, Birleşik Krallık gibi ülkelerde toplumsal gurur oranı görece daha düşüktür ve bu, kolektif tevazu kültüründen kaynaklanmaktadır
Bu konuda uluslar ölçeğinde bir sıralama olup olmadığını biraz araştırınca ilginç bazı bilgilere eriştim. Bunlardan birisi de “Janteloven”[1] (ya da Jante Yasası).
Janteloven, toplumsal uyumu, eşitliği ve alçakgönüllülüğü vurgulayan; bireysel sivrilmeyi, gösterişi ve övünmeyi hoş karşılamayan bir yaşam ve düşünce biçimini ifade eder. İskandinav toplumlarında mütevazı, sade yaşamın, düşük gösteriş ve yüksek eşitlik idealinin temelinde bu normların etkisinin olduğu kabul edilir. Janteloven (veya Jante Yasası), İskandinav ülkelerinde (özellikle Danimarka, Norveç ve İsveç’te) kişisel başarı ve bireysel öne çıkmanın hoş görülmediği, alçakgönüllülük ve toplumsal eşitliğin yüceltildiği sosyal bir normlar bütünüdür. 1933’te Aksel Sandemose’nin bir romanında on kural olarak formüle edilen Janteloven özetle şunu der:
• Özel olduğunu sanma.
• Bizden iyi, zeki, önemli veya üstün olduğunu düşünme.
• Bir konuda iyi olduğunu ya da başkalarına bir şey öğretebileceğini varsayma.
Bu kültürel yaklaşım, İskandinav ülkelerinde övünçten uzak, mütevazı ve eşitlikçi bir toplumsal düzenin temel öğelerindendir.
Toplumumuzun en çok övündüğü özelliklerimizin başında ise, bu yazının başlığındaki -bir önceliklendirme îmâ etmeksizin- dörtlü sayılabilir.
Bu açıklamadan sonra, demek istediğimi paylaşayım: Oluşumunda katkınız olmayan üstünlüklerinizle övünmeyiniz ya da aksine neden olmadığınız eksiklerinizden yüksünmeyiniz. Üstünlüklerinize lâyık olmaya, eksiklerinizi ise gidermeye çalışınız.
Gerçekten dört mevsimi bir anda yaşayabilen, nadir elementler dahil doğal zenginliklerle dolu, stratejik konumu nedeniyle herkesin ele geçirmek istediği topraklarımıza lâyık tutum ve davranışlar içinde miyiz, yoksa aksi mi?
Matematiksel yapısı nedeniyle tek sözcük içinde çeşitli anlamlarda farklı sözcükler üretebilme yeteneğine sahip Türkçeyi -ancak bir kursun başlangıç düzeyindeki kadar yetkinlikle kullanabildiğimiz için- PISA testlerinde çocuklarımız okuduklarını anlayamayıp hep son sıralarda yer alıyorlar.
Tüm âleme benimsetmek için uğraşılan İslâm dininin evrensel yol gösterici olabilecek “Kul Hakkı” ilkesindeki “kul” sözcüğünün anlamını dahi merak etmemiş olup, insan dışındaki tüm varlıkları “insana hizmet için yaratılmış” zannetmek acaba ne anlama geliyor?
Ve yabancıların “yüzyılda bir gelen bir dahinin Türklere nasip olduğu” şikayetlerine konu olan M.K.Atatürk’ü sürekli birbirimize övüp, ama onun, zamanının imkânlarını nasıl kullandığından[2] hiç mi hiç ders almadan salt övmeyi yeter sanmak.
Türkçemiz bugünkü kullanım düzeyimiz açısından, üzerine nasıl katma değer ekleyeceğimizi bilemeyip ancak ham olarak satabildiğimiz; üstüne üstlük bir de bu kaynaklara sahip olmak isteyenlerin düşmanlıklarına sebep olan yeraltındaki toryum ya da bor cevherleri[3] kadar değerlidir.
Türkçenin korunması, her yabancı sözcüğe bir Türkçe karşılık üretilmesinden ibaret değildir; hattâ karşılık üretmek sorunun en küçük parçasıdır. Sorun, dilimizin bir sorun çözme aracı olan “yetkin akıl” ile bağlantısını[4] fark edip etmemektir.
Çocuklarımızın ve erişkinlerimizin kalem ve ağızlarından çıkanların kökenlerini bilmeleri[5]; sırf anlamlı görünmesi için ifadelerini süsleyip bir “gürültü”[6] haline getirmeden düşünüp ifade edebilmeleri, dilimize karşı birincil görevimizdir.
28 Eylül 2025
Tınaz Titiz
[1] Janteloven kelimesi Norveççe ve Danca kökenli olup, “Jante Yasası” anlamına gelir. Etimolojik olarak iki öğeden oluşur: “Jante” ve “loven.” “Jante”, Danimarkalı-Norveçli yazar Aksel Sandemose’nin 1933’teki romanında hayali bir kasaba adı olarak geçer ve toplumun kurallarını temsil eder. “Loven” ise bu dillerde “yasa” veya “kanun” anlamındadır.
[2] Bkz. Telgrafı Atatürk gibi kullanmak, https://tinaztitiz.com/15268
[3] Bkz. Trilyon dolarlık kaynaklar, eyvah! https://tinaztitiz.com/3724
[4] Bkz. https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/
[5] Bkz. Ağzından, kaleminden çıkanın kökenini bilmek konulu eBeyin Fırtınası: https://bit.ly/3pesyIJ
[6] Bkz. “Türkçe Yetkinliği ve “Gürültü”den Arınmış Düşünme”. https://bit.ly/46aKad8
-
Haz 16 2025 Ateş olmayan yerden duman çıkabilir mi?
Bu konuda geçen yıl yazdığım bir yazıdan[1] alıntı yaparak başlayım: “Bir sorun çözülemiyor ise, muhtemelen anlaşılmasını kolaylaştırabilecek kavramlar -toplumun kavram dağarcığında- mevcut değildir.”
Bu defa bu savımı destekleyecek birkaç örnek vererek yine o yazıdaki “Toplumlar kavram dağarcıklarının zenginliği ve bunun paylaşımındaki yaygınlık nispetinde varlıklarını sürdürebilir ve de gelişebilirler!” iddiamı yineleyeceğim.
Bu defa bu iki sava ek olarak bir üçüncüyü öneriyorum: “Dağarcıkta bulunan her kavram doğru düşünmeye yardımcı olurken, eksik olan her kavramın yeri mutlaka -eksik olanla ilgili- ama doğru düşünmeye zarar veren bir kavramla dolar”.
Bu yazı bu savla ilgili, doğru düşünmeye yardımcı birkaç örnek verip, olası eksiklikleri halinde doğacak boşluğu dolduracak zarar verici alternatifleri ortaya koymayı amaçlıyor.
- Korkmama Özgürlüğü (korkusuzluk hakkı)[2]
Bu kavram, ne ölçekte ve hangi tür bir rejim altında olursa olsun tüm idare biçimlerinde, idare edilenlere verilecek en temel ve vazgeçilemez güvenceyi ifade eder. Bu kavramı benimseyip yaygın biçimde toplum dağarcığına yerleştirmiş bir toplumda korkutma, gözdağı verme, ibret gösterme vb yollar kullanılamaz; kullanmaya kalkan şiddetli kamuoyu tepkisini görerek zarar göreceğini idrak edip vazgeçer.
Alternatifi
Korkmama Özgürlüğü kavramının dağarcıkta bulunmayışı halinde korkutarak yönetmek bir normdur. Ailede çocuk, iş yerinde çalışan, idarede vatandaş yaşamının her adımında korkutularak yola getirilir. Toplumumuzda Korkmama Özgürlüğü’nün alternatifi “kızını dövmeyen dizini döver”, “öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “karnından sıpa sırtından sopayı eksik etme” vb atasözlerimiz(!) ile veciz ve yol gösterici biçimde ifade edilmiştir.
Korkmama Özgürlüğü konusunun toplum dağarcığına katılması yolunda ciddi girişimde bulunacak bir STK nın bulunmayışı alternatifin gücü hakkında bir ölçüdür.
- Tutukluluğa Karşı Yargı Koruması (habeas corpus)[3]
Habeas corpus, Latince kökenli bir terim olup kelime anlamı olarak “vücudu hazır et” veya “kişiyi huzura çıkar” anlamına gelir. Hukuki olarak ise, bir kişinin hukuka aykırı veya keyfi biçimde özgürlüğünden mahrum edilmesini engelleyen, bireyin tutukluluğunun veya gözaltının yasal olup olmadığının yargı tarafından denetlenmesini sağlayan temel bir hukuk ilkesidir. 1679 tarihli İngiltere’de çıkarılan “Habeas Corpus Act” ile yasal çerçeveye kavuşmuştur. Bu yasa, idarenin keyfi tutuklama yetkisini sınırlandırmış ve tutuklanan kişinin kısa sürede yargıç önüne çıkarılmasını zorunlu kılmıştır.
Alternatifi
T.C. Anayasası ve ilgili yasalar içinde bulunmasına karşın, veciz ve her an hatırlanabilir bir ifadeye kavuşturulmadığı; dahası alternatifinin kültürümüze daha uygun düşmesi nedenleriyle toplumumuzun kavram dağarcığında bulunmayan bu kavramın alternatifi “Ateş Olmayan Yerden Duman Çıkmaz”dır. Bu mükemmel(!) atasözümüz, yaygın linç kültürümüze çok uygun düşmenin yanında herhangi bir kişiden yapay duman çıkararak pasifize edilmesi için de çok yarayışlıdır.
Kamuoyunda 19 Mart darbesi olarak anılan süreçte çok sayıda kişi, savcı talimatı ve kolluk güçleri eliyle tutuklandı. Muhalif kesimde oldukça şiddetli protestolar yer aldı ve halen de devam ediyor. Tüm protestoların temel savı “tutuklananların mahkeme kararı olmadan tutuklanmaları” değil, “suçsuz yere tutuklandıkları”dır. Kitlelerin vardıkları yargı ile tutuklama yapanların ortak noktaları yeterli veriye sahip olmamaları, bunun yerine dumandan ateşe bağlantı kurmaları, niyet ve/ya kuşkularını “usul esastan önce gelir” ilkesi altında değerlendirmeyişleridir. Usulün esastan önce geldiği ya da habeas corpus ilkesi kavram dağarcığında bulunsaydı, bu denli büyük kalabalıkların sesleri duymazdan gelinebilir miydi!
Hukuk dernekleri ve baroların hakim kararı olmadan yapılan tutuklamalara karşı bu iki ilkeyi çok cılız biçimde dile getirmeleri, dağarcık zafiyeti ile yakından bağlantılı değil midir?
- Kirli Çıkar Çatışması[4] (conflict of interest)
“Bir konudaki çıkarın korunması görevini üstlenen birisi, aynı konuda kendisine çıkar sağlayamaz” şeklinde tanımlanabilir.
Alternatifi
Kirli çıkar çatışması’nın genel kabul görmüş alternatifi “bal tutan parmak yalar”dır.
Yakın geçmişte bir bakanın kendi bakanlığına eşinin şirketinden dezenfektan satmasından daha vahimi, kamuoyunda hakim tepkinin “bakan olması ailesinin ticaret yapmasına engel midir!” anlayışıdır. Bu trajedinin nedeni yine dağarcık zafiyetidir.
Uzatmaya gerek yok. Sonuç.
Kişiler, kurumlar ve toplumlar için kavram dağarcığı zenginliğinin önemini daha fazla örneklemek gereksizdir. Uzun yıllar boyunca süren yabancı dil öğretme serüvenimiz boyunca şu temel soruyu soramayışımız ile kavram dağarcığı zenginliğinin önemini merak etmeyişimiz sıkı bağlantılıdır: Yabancı dili niçin öğretiyoruz?
2010 tarihli bir yazıda[5] bu soru epey kurcalanmış ve şöyle bir değerlendirme yapılmıştı: “Bir dil, ait olduğu kültürün üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır. Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınıp öğrenilmesi olmalıdır.”
Buradan varacağım sonuç, halen süren İran-İsrail savaşı sonrası “sıranın Türkiye’ye geleceği” yolundaki tahminlerle ilgilidir. Bu tahminin doğruluğu-yanlışlığı konusunda yargıda bulunmak zordur. Kuantum Süperpozisyonu’nun ne şekilde çökeceği çeşitli olasılıklara bağlıdır. Ama hangi ihtimal olursa olsun şimdiden belli olanlar çeşitli olası sonuçlara hakim rengi verecektir:
- Daha zengin ve yaygınlaştırılabilmiş kavram dağarcığına sahip isek daha iyi sonuçlar içinde yer alabiliriz.
- Harekete geçirebileceğimiz akıl ne kadar yetkin ise o kadar iyi sonuçlar içinde yer alabiliriz
- Bu iki yol gösterici yerine “şimdi yangın var, önce sönsün sonra bakarız” diyenlere kulak vermek isteyenler ise Pascal’ın ünlü sözünü hatırlamalıdır: “Tecrübe pahalı ve zor bir okuldur; ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebileceği başka okul da yoktur.”
16 Haziran 2025
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/dusunme-ve-kavramlar/
[2] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/korkmama-ozgurlugu–korkusuzluk-hakki
[3] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/haksiz-tutukluluga-karsi-yargi-korumasi–habeas-corpus-
[4] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi–conflict-of-interest–cikar-celiskisi
[5] Bkz. https://tinaztitiz.com/yabanci-dilkargasasi-2/
-
Mar 29 2025 Zarar Vermeyen Dünya Vatandaşı (ZVDV) – I
Göç sorunu hemen hemen tüm ülkeleri sardı. Özellikle iki yönüyle, ülke yönetimlerini sınırlarına duvarlar örmeye; uçaklara doldurup başka topraklara -bir mal gibi boşaltmaya- kadar götüren ilkel önlemler alınıyor:
- Genellikle fakir (ve özgür olmayan) toplumlardan daha zengin (ve özgür) toplumlara doğru göçler, zenginlik ve istihdam kaynaklarının paylaşılmasına karşı olanlarca istenmiyor.
- Göçmenlerin bir bölümü, kimi yadırgatıcı alışkanlıklarını (cinsiyet eşitsizliği, dini hoşgörüsüzlük, şiddet gibi) gittikleri ülkede devam ettirerek uyum süreçlerini reddetmeleri nedeniyle toplumsal hoşnutsuzluk yaratıyorlar.
Madalyonun öbür yüzünde ise, kimi zengin toplumların bu zenginliklerinin kaynaklarındaki, sınırlarına bugün göçmen olarak dayanmış bulunan insanların sömürülmeleri olgusu var. Bu o denli belirgin bir gerçeklik ki, “olanlar geçmişte kaldı” ile geçiştirilebilecek gibi değil. Hattâ günümüz A.B.D. Başkanı’nın Ukrayna devlet başkanından nadir mineralleri alenen talep etmesi, bağımsız Kanada’yı topraklarına katmayı teklif (ve tehdit) etmesi gibi örnekler halen sürüyor.
Bütün bu tablo yeni bir dünya düzeni arayışlarının iki kesimini oluşturuyor: Sömürgen alışkanlıklarını devlet olmanın verdiği güçle tahkim etmiş “statükoyu korumaya direnenler” ile sömürü düzeninin sembolü durumuna gelmiş sınırları ortadan kaldırmaya çalışan göçmenler. (Tabii ki her kaostan kendine pay çıkarmak isteyenler gibi göç olgusunu da bir sömürü aracı haline getirip kullanmak isteyenler de mevcut).
Bu kaos ortamında, “Zarar vermeyen[1] ve zararı önlemek için çaba harcayan dünya vatandaşları“ndan oluşan bir toplum tasarımlamak gibi bir amaç yolunda şöyle bir soru sorulsa:
Zarar vermeme ilkesini ise şöyle tanımlasak: “Zarar vermemek, insan ve insan dışı varlıkların oluşturduğu bütünün sürdürülebilirliği ve yenilenebilirliği açısından bakıldığında, gereksiz entropi artışına yol açan tüm eylemlerden kaçınmak ve söz konusu bütüne yönelik herhangi bir zararı önlemeye çalışmak anlamına gelir. Bu yaklaşımda, yarar sağlamak kavramı, zarardan bağımsız biçimde ele alınamaz. Yarar, ancak zarar vermemek veya var olan zararı azaltmak şeklinde gerçekleşebilir.”
Bu tanıma göre ZVDV unvanı verilecek bir kişinin, hiçbir vize süzgecine takılmadan (H1B vizesi gibi özel bir vizeyle) istediği ülkeye girebilmesi, orada istediği kadar kalabilmesi, dilediği işi yapabilmesi, hatta emekli ise yeterli bir gelirle desteklenmesi için somut, denetlenebilir az sayıda nitelik ve koşul neler olabilir?
Bu soruya -YZ uygulamalarından da yardımlar alarak- şöyle cevaplar verilebilir:
Zarar Vermeyen Dünya Vatandaşı (ZVDV) unvanının bu kadar geniş bir özgürlük ve ayrıcalıkla ilişkilendirilmesi için, nesnel ve evrensel ölçülebilir kriterler gereklidir. Aşağıda, bu unvanın “küresel serbest dolaşım ve yaşam hakkı” sağlaması için minimum sayıda, denetlenebilir somut koşul öneriliyor:
Temel Nitelikler ve Koşullar
- Negatif Karbon Ayakizi
- Kriter: Bireyin yıllık karbon ayak izi, bilimsel olarak hesaplanmış küresel ortalama kişisel sürdürülebilir limitin (ör. 2 ton CO₂/yıl) altında olmalı ve telafi mekanizmalarıyla (ağaç dikme, karbon yakalama teknolojilerine finansal destek) nötrlenmeli.
- Denetim: Uluslararası sertifikalı kuruluşlarca (Gold Standard, IPCC metodolojisi[2]) onaylanmış veriler.
- Net Katma Değer[3] Üretimi: Bu katkı 3 alt başlıkta değerlendiriliyor:
- Kriter 1: Sürekli öğrenebilirlik (Yaşam Boyu Öğrenme[4]). Özellikle de YZ’nın üssel hızdaki gelişimine ayak uydurabilecek şekilde Dijital Okuryazarlık[5] kast ediliyor.
- Denetim: Dijital Okuryazarlık kavramının tanımındaki dört ayrı ölçekten herhangi birisi kullanılarak denetlenebilir.
- Kriter 2: Bilim-Teknoloji-Kültür-Sanat alanlarındaki çalışmalarıyla ürettiği mal ve/ya hizmet ürünleri açısından net değer üreticisi3 olması.
- Denetim: DZVZ satüsü verilenler öz-değerlendirme[6] yoluyla kendilerini denetler ve bu denetimde yapabildikleri ölçüde objektif olacaklarını ve aksi varit olduğunda DZVZ statüsünü kaybetmeyi taahhüt etmiş sayılırlar. Bu amaçla rastgele gözlemler yapmak ve değerlendirmek üzere DZVZ Topluluğu kendi içinde bir sistem kurar.
- Kriter 3: Fiili çalışma yaşını (70 varsayılıyor) aşmış kişilerde, birikimlerini -bilgelik birikimleri denilebilir- paylaşmaları beklenir.
- Denetim: Öz-değerlendirme.
- Kriter 1: Sürekli öğrenebilirlik (Yaşam Boyu Öğrenme[4]). Özellikle de YZ’nın üssel hızdaki gelişimine ayak uydurabilecek şekilde Dijital Okuryazarlık[5] kast ediliyor.
- Net-Pozitif Ekoloji Katkısı
- Kriter: Birey, yaşadığı/ziyaret ettiği ekosistemde biyoçeşitliliği artırıcı (ör. yerel tohum bankaları, yaban hayatı koruma) veya kirliliği azaltıcı (plastik toplama, su arıtma projeleri) somut projeler yürütmeli.
- Denetim: Yerel STK’lar veya BM Çevre Programı (UNEP) tarafından doğrulanmış faaliyet raporları.
- Şiddetsiz Varlık
- Kriter:
- Hiçbir şiddet suçu (fiziksel, psikolojik, ekonomik sömürü) kaydı olmamalı.
- Pasif değil aktif barışçıllık: Çatışma bölgelerinde arabuluculuk, insani yardım gibi kayıtlı faaliyetler.
- Denetim: Başlangıçta İnterpol ve yerel adli kayıtlar + en az iki uluslararası STK referansı; üyeliğe kabul sonrası öz-değerlendirme.
- Kriter:
- Ekonomik Şeffaflık ve Adil Katılım
- Kriter:
- Gelirinin en az %10’unu zarar önleyici projelere (iklim adaleti, açlıkla mücadele) aktarmış olmalı.
- Hiçbir vergi cennetiyle bağlantısı olmamalı; tüm finansal hareketleri şeffaf (ör. açık blockchain kaydı).
- Denetim: Uluslararası vergi veritabanları (CRS) ve bağımsız denetçiler.
- Kriter:
- Küresel Dayanışma Taahhüdü
- Kriter:
- Yılda en az 1.000 saat ZVDV topluluğunun küresel projelerinde (iklim grevleri, eğitim kampları) gönüllü çalışma.
- Dil engeli aşma: En az 2 dilde (biri yerel olmayan) temel iletişim becerisi.
- Denetim: Topluluk platformlarında kayıtlı faaliyet logları.
- Kriter:
Ödül ve Ayrıcalıkların Koşulları
- Vizesiz Geçiş: ZVDV pasaportu, ülkelerin “zarar vermeyen bireylere kapılarını açma” anlaşmasına dayanır.
- Çalışma İzni: İşveren, ZVDV etik kurallarına uygun bir iş teklif etmek zorunda (örneğin, fosil yakıt şirketleri hariç).
- Emekli Desteği: Küresel ZVDV Fonu tarafından asgari gelir sağlanır (kaynak: topluluk üyelerinin %10’luk katkıları ve karbon vergileri).
Eleştiriye Açık Nokta (lar)
- ZVDV modeli devasa -henüz küçük bir bölümü harekete geçmiş- göç olgusu karşısında çözüm olur mu?
Çözüm: Eğer halen varlığını bildiğimiz 2 milyon ve tahmin ettiğimiz 8.7 milyon tür içindeki biri (1) olarak varlığımızı devam ettirebilecek isek -ki ettirememe ihtimalimiz de var[7] ve son 12 bin yılda, yılda ortalama 1000 ila 10 bin türün yok olduğu düşünülmektedir[8]– bu ancak tüm canlı ve cansız türler bütününün haklarına zarar vermeme kuralına uyulabilmesine bağlıdır.
Verdiğimiz her zararın Tazmin Yasası[9] uyarınca “bütün”ün tüm türlerine tazmin ettirildiği ise pazarlığa kapalı bir olgudur.
Kısacası insan türü olarak bekamız Zarar Vermeme ile eş anlamlıdır. Bu anlayışı ne hızda gerçekleştirme iradesini harekete geçirebileceğimiz ise tamamen teknik bir ayrıntıdır.
- “Kim denetleyecek?”
Çözüm: DAO (Decentralised Autonomous Organisation- Merkeziyetsiz Otonom Organizasyon) yapısı; tüm ZVDV’ler birbirini denetler, blockchain kayıtlarıyla şeffaflık.
- ZYDV ilkelerine uyan insan sayısı nasıl artırılacak?
Çözüm: Bu ancak çocukluk evresinden başlanarak uygulanabilecek bir eğitimle sağlanabilir. Burada açıklanan sıkı standartlara ancak erişkinlik çağında rastlayan ancak az sayıda insan ZVDV statüsü alabilir. O halde bütüncül bir eğitim kılavuzuna ihtiyaç vardır.
Böyle bir kılavuzun ana hatları için bakınız[10].
Bu sistem, “zarar vermemenin küresel vatandaşlık hakkı doğurduğu” bir dünyanın prototipidir.
29 Mart 2025
[1] Zarar vermeme konusu https://tinaztitiz.com/bir-ortak-ahlak-kurali-zarar-verme-onerisi-uzerine-2/ adresli makalede açıklanmaktadır.
[2] IPCC: Intergovernmental Panel on Climate Change. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel, teknik ve sosyo-ekonomik bilgileri değerlendiren ve karar vericilere yol gösteren bir kuruluştur. IPCC metodolojisi, sera gazı emisyonlarının hesaplanması, iklim değişikliği senaryolarının oluşturulması ve karbon azaltma stratejilerinin geliştirilmesini içerir.
[3] Net Katma Değer: Kişinin yaşam sürecinde ürettiği Brüt Katma Değer’den (Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Gross_value_added) doğrudan veya dolaylı tükettiği değerler çıktıktan sonra geriye kalan değerin ölçüsüdür. Kimi insanlar bir yandan değer üretirken, sebep olduğu zararlar nedeniyle net değer tüketicisi olabilirler.
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ya%C5%9Fam_boyu_%C3%B6%C4%9Frenme
[5] https://kavrammutfagi.com/kavram/dijital-okuryazarlik
[6] Öz-değerlendirme, böylesi bir sistem için zayıf halka sayılabilir. Ancak, -şimdilik- nadir sayılabilecek kişiler için bu yöntem yadırganmayabilir. Bir örnek öz-değerlendirme formu için bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Sorun_Cozme_Kabiliyeti/3.5.2_yasam_alani_360derecetesti.xls
[7] Önümüzdeki altı yüzyıl boyunca %30’luk bir risk öngörülmüştür. Oxford Üniversitesi’nden Nick Bostrom, yakın vadede yok olma olasılığının %25’ten az olduğunu varsaymanın yanlış yönlendirici olabileceğini savunmaktadır. Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_neslinin_t%C3%BCkenmesi
[8] Bkz. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1167246
[9] Tazmin Yasası: “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı ve cansızlar bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp yenilerini üreterek yeni dengeler oluşturur. Bu süreçte, bütünün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla etkileşim halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar diğer varlıklardan orantısız da olabilecek ölçülerde tazmin edilir.”
[10] Yaşam Kılavuzu için Bkz. https://bit.ly/43qPucx
-
Şub 09 2025 Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!
Lütfen başlığa bakıp “benim geri dönüşümle işim olmaz” demeyiniz, anlatacağım konu kâğıtlarla ilgili değil; herkesin her gün uğraştığı “sorun çözme” çabalarıyla ilgili, hattâ daha da ileri giderek toplumumuzun bekası ile ilgili. Ama iyi örnekleyebilmek için geri dönüşümlü kâğıt örneğini kullanacağım.
İnternette yaptığım araştırmaya göre, “4-7 kez geri dönüştürülmüş kağıtlar, selüloz liflerinin kısalması nedeniyle yüksek dayanım gerektirmeyen ürünlerde (ambalâj, yumurta taşıma vbg işlerde) kullanılır ve lifler 4-7 geri dönüşüm sonrası ~0.5 mm nin altına düştüğü için yapısal bütünlüğünü koruyamazmış”.
Kâğıtlar ve geri dönüşümle ilgili konu bu kadar.
Gelelim gerçek yaşama ve sorun çözme çabalarımıza!
Geri dönüşüm örneğinde giderek kısalan “kâğıdın sağlamlığını temin eden selüloz lifleri”nin gerçek yaşamdaki karşılığı olduğu düşünülen kavram, “sorunların anlaşılması ve sonra da çözüm üretilmesi için harekete geçirilmesi gereken akıl düzeyi”dir. Buna göre; kâğıdın kullanım amacına göre sahip olması gereken lif uzunluğu ile, bir düşüncenin bir sorunu anlamak ve çözüm ipuçları1 üretmek için sahip olması gereken akıl düzeyi birbirine benzetilebilir. Kısaca lif uzunluğu ≈ harekete geçirilebilmiş akıl düzeyi denilebilir.
Yaşamımızdaki sorunların karmaşıklığı basitten (örn. hava yağacak gibi, şemsiye alayım mı almayayım mı?) düzeyinden ileri karmaşıklık düzeylerine (örn. Cumhuriyete yönelik yıkım girişimleri nasıl durdurulup geri döndürülebilir?) kadar geniş bir alana yayılmıştır. Tabii ki bunların dağılımı sola çarpık şekilde, büyük çoğunluğu basit tarafındadır.
Bu dağılım böylece, Sorun Çözme Araçları dağarcığımızdaki çeşitli akıl liflerinin de uzunluklarını belirler. Birçok sorun çözme aracının akıl lifleri, aynen 4-7 geri dönüşüm geçirmiş selüloz lifleri gibi iyice kısalmış, ezbere bellenen2 “şipşak kullanıma hazır” ezber kalıplarına3 dönüşmüştür.
Bu olgunun dilimizdeki akıllı / akılsız deyimleriyle hiç ilgisi yoktur. Sadece sık rastlanan sorunlar çoğunlukta olduğu için kısa lifli akıl araçları da duruma uyum göstermiştir. Bu durum sanılanın aksine bir zekâ göstergesidir.
Fakat bir sorun var: Kısa lifli akıl araçları ile karmaşık sorun çözmek!
Gündelik sorunlarımızın dağılımları konusunda bir tahmine4 göre sorunların %90 kadarı basit sayılabilecek düzeyde iken, %10 kadarı da karmaşık seviyededir. İleri karmaşık düzeyinde olanlar ise %1-2 dolayındadır. İşte sorunun başladığı yer de, bu “ileri karmaşıklık düzeyindeki sorunların, alışkın olunan kısa lifli akıl araçları ile çözme girişimlerinden” kaynaklanıyor.
Ne var bunda, biz de daha ileri araçlara geçiveririz!
Bu çözüm önerisine sarılmadan önce, basit sorunlara karşı uzun yıllar (hatta nesiller) boyunca geliştirdiğimiz kısa lifli akıl araçlarının yarattığı bağımlılığın doğasına daha yakın plândan bakmak gerekiyor. Yani daha açık ifadeyle, “bağımlılık yaratan nedir?”
Soru’nun cevabı, %90 lık basit sorunların bir bölümünü oluşturan “yüreklerimizde irili ufaklı sıcaklıklar yaratan hınç alma isteklerinin soğutulması”nda yatıyor. Tartıştığımız bir kişiye içten hak versek de halâ haklı çıkmaya çalışırken oluşan kızgınlıklarımızdan tutun da, karşı koyma gücümüzün olmadığı bir alanda gözümüze baka baka yüreğimizi yakan haksızlıklara varana kadar tümünün yol açtığı yürek soğutma arzusunun yıllar içinde yol açtığı bağımlılık.
Bu bağımlılık ve kısa lifli akıl araçlarının yarattığı yürek soğutucu çareler bir çaresizlik yaratır. Kısa lifli araçların yetersizlikleri giderek ses yükseltmeye, alkışlanabilir ama imkansız5 temennilere dönüşür. (TVlerde avazı çıktığı kadar tek çarenin kendisi olduğunu bağıranları mı hatırlatıyor?)
O halde yüreğimizi susturup uzun lifli akıl üretmeyi öğreneceğiz!
Yürek soğutucu kısa lifli akıl araçları bireyseldir. Kısa sürede uygulanabilir, kullananı rahatlatır, gevşetir. Uzun lifli akıl araçları ise toplumsaldır; durum liderliği6, dayanışma, doğrularından vazgeçme, aklın emrine girme, kendini değiştirme, yeni yetkinlikler edinme ya da var olanları daha iyi kullanma, başarısızlıklardan medet ummadan tekrar başlama, hattâ sahip olduklarından vazgeçme gibi her biri yürek sıcaklığını artırıcı tercihleri yapabilmeyi öğreneceğiz.
9 Şubat 2025
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Yuksek_katmadegerli_Dusunce.ppsx
[2] “Ezber” ve “belleme” sözcükleri genelde birbirinin yerine kullanılsa da, ezber ≈ sorgulamaya kapalılık anlamında; belleme ise sorgulamaya açık olabilecek şekilde bellekte tutma anlamındadır. Bu farkı vurgulamak için “ezbere bellemek” deyimi kullanılmıştır.
[3] Bkz. http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/
[4] Bkz. https://gogl.to/3MGL
[5] Bkz. https://tinaztitiz.com/alkislanabilir-ama-imkansiz/
[6] Bkz. https://tinaztitiz.com/genclere-yeni-rol-durumliderligi-ya-da-durum-girisimciligi/
-
Oca 07 2025 Zamana Yaymak: Fark Yaratıcı bir Sorun Çözme Aracı
Son 20 yıl boyunca giderek artan ölçüde “laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi Cumhuriyet kurumlarına karşı sistemli bir yıpratılma uygulandığı” bir gözlemden yola çıkıyorum.
Bu sürecin en belirgin özelliği özenli biçimde zamana yayılmışlığıdır[1]. Karşı devrim denilebilecek bu sürece karşı muhalefet cephesinin (siyasi partiler, STK, bireyler) bir noktadan direktif almışçasına ortak tutumu ise, sadakatle uygulanan planın her adımına karşı, hemen o an içinde sonuç vermek üzere (yani şimdi ve burada- Ş/B) karşı bir hamle[2] ilan etmesi, ardından da bir sonraki yıkıcı hamlenin beklenmesidir.
Bu tutum yalnız siyasi partilere özgü görünmüyor. Örneğin bir üniversitemize yapılan “operasyona” karşı, akademisyenlerin tepkisi idareyi girişimden vazgeçirmek şeklinde olmuştur.
İdarenin, elindeki güçleri bir defada kullanarak Ş/B sonuç alması mümkün iken, başarı(!) şansını garantilemek uğruna zamana yaydığı operasyona karşı akademisyenler, üstün durumda oldukları soft yetkinlikleri kullanarak stratejik çareler üretip öne geçmek yerine Ş/B sonuçlar beklentisiyle idareyi utandırmak gibi çok zayıf bir koz yardımıyla geri adım attırma yolunu tercih etmişlerdir.
Soft yetkinlikler deyimiyle kastım, daha yetkin kolektif akıl algoritmaları üretebilecek iç ve dıştaki akademisyenler arasında ağlar oluşturmak; bu ağlar yoluyla hem olayı “idarenin münferit bir tasarrufu” görüntüsünden çıkarmak, hem de sanal ortamda üniversite modelleri[3] gibi suyun zaten akmakta olduğu yöne doğru ilerlemek gibi tutumlardır. Bunun yerine zaten asimetrik olan güç dengesini daha da bozan, muhalif kesimlerin Ş/B tutkusunun nedeni ne olabilir?
Sebepler çeşitli olabilir ama sonuç bellidir: Cumhuriyet kurumlarının korunamayışı! Bu başarısızlığın nedenleri çeşitli olsa da içinde kötü niyet olmadığı açıktır. Sebeplerden birisinin saklı kibir olduğunu düşünüyorum. Hayvan ve bitki dostlarımızın sınırlı nöron sayılarına sahip olmaları, aralarında mükemmel dayanışma algoritmaları oluşturmalarına yol açarken; türümüz (büyük çoğunluğu) Ş/B’nın şehveti ve nöron bağlantı zenginliğinin kibirine yenilmiş sonuç olarak da Kolektif Akıl Yetmezliği ile yenik düşmüştür.
YZ destekli insan kümesi zekasına[4] karşı olumsuz yaklaşımların altında, bu kibire eşlik ediyor olabilecek “yeterli çabanın harcanmasındaki çekingenlik” ve “bildiklerinin doğruluğu yönündeki kuşkusuzluk” da yatıyor olabilir.
Cumhuriyetimizin başına gelen, bir üniversite özelinde örneklenen, ama hemen tüm sorunlar karşısında tekrarlandığına şahit olduğumuz trajedi de -kanımca- budur.
Bu durumda doğru bir soru şu olabilir (mi?): Benzer yıkım girişimlerini birer öğrenme fırsatına çevirip, sahip olduğumuz beşeri sermayeden yararlanarak yıkıma eşlik eden ezberlerimizin dışında yapılar[5] kurabilir miyiz? En çok sıkıntısını çektiğimiz sorun alanı olan eğitim bunun için doğal aday değil mi? Kısa yoldan akademik unvan üretimi için apartman dairelerinde kurulan üniversitelere para döküp diploma almaya çalışan potansiyel Faydasız Sınıf[6] üyeleri yerine teknolojinin imkanlarını kullanarak her evi birer Bireysel Öğrenme Evi’ne çevirmek.
Genelde usta zanaatkârlar için söylenen “hangi aracı nerede kullanacağını bilen ve takımlarını da işe göre çeşitlendiren kişi” tanımı, sorunlar -özellikle de ilk defa karşılaşılan sorunlar- için geçerlidir.
Demokratik gelenekler içinde yönetilen kurumlar ve idare arasındaki anlaşmazlıklarda Ş/B türü çözümler işe yararken, kurumları ideolojik amaçlar için zamana yayılı olarak dönüştürmeye kararlı yönetimlere karşı yine aynı türde (zamana yayılı) araçlar zorunlu hale geliyor.
Bunlardan ilki için ezberlerimizde tuttuğumuz listeden alışkın olunan birini seçerken; ikinci durum için mutlaka daha yetkin akıllar üretmek gerekecektir. Bunun kolektif akıllar olacağı, hatta YZ destekli hibrit küme akılları olacağı açıktır. Toplumumuz henüz bunu tartışmıyor. Tecrübeler -Pascal’ın ünlü sözü uyarınca- bunu biraz acıtarak öğretecektir.
07.01.2025
[1] Kaderin bir cilvesi midir bilinmez, ama Beyaz Nokta’nın tam 5 yıl önce Ş/B tutkusuna karşı ortaya attığı Sosyal Tohumlama kavramı (http://bit.ly/2FumYIw), halâ birkaç kişi arasında kalmışken, karşı devrimcilerin bu yöntemi neredeyse kusursuz uygulamalarıdır.
[2] Bkz. Kozsuz Meydan Okuma: https://tinyurl.com/mtsy967p
[3] YZ’nın gelişimi karşısında üniversite eğitiminin nasıl dönüştüğüne ilişkin kısa bir GPT Akademik Arama Uzmanı yorumu için bkz: https://chatgpt.com/share/677d3232-c738-800c-ab97-894bfc78341b
[4] Hybrid Human Swarm Intelligence (HHSI): bkz. https://bit.ly/3BNd5Jb
[5] Bkz: https://chatgpt.com/share/677d3232-c738-800c-ab97-894bfc78341b
-
Tem 30 2019 Dostlara mektup
Değerli dostlar,
Uzun süredir zihinlerimizi meşgul ettiğinden emin olduğum bir konuda düşüncelerimi paylaşmak istiyordum. Bugün okuduğum, toplumun büyük bölümünü kaygılandıran “niteliksizlik” hakkındaki bir yazının son cümlesi beni bu satırları yazmaya itti.O cümle şöyle: “Kaynaklarımızın tahsisindeki politikalar değişmedikçe bu sorunun çözümü için ne fikir üretsek nafile”.
Ben bu yargının, toplumumuzun büyük çoğunluğunca paylaşıldığından eminim. Bu güvenimin dayanağı ise toplumu oluşturan ortalama insanımızın -elinde, otoritenin kendisine verdiği bir güç yok ise- kendini “nafile” saydığı gerçeğidir.
Daha açık ifadeyle “ortalama” insanımız, ne egemen (tercihlerini kendi yapan) bir “cumhur” ne de demokrat (kendini yöneten) “birey” olup; bu iki anahtar alandaki iradesini seçimden seçime kendisine yapılacak vaatler karşılığında ayrı bir sınıfa (siyasetçi) devretmiş, kendini “nafile” kılmıştır.
Yukardaki o son cümledeki “politikalar”, siyasetçi sınıfının uygun göreceği, nafile toplum çoğunluğunun ise en çok önerilerde bulunabileceğine işaret ediyor. Gerçekten de, eğer siyasetçi uygun görüp politikalarını değiştirmezse, boyuna fikir üretmenin ne anlamı olabilir?
Üzerine bu kadar söz ürettiğimiz o son cümle -eğer şöyle düzenlenirse- aslında çıkış yolunu da içeriyor: “Eğer sorunlarımızın en alt katmanında yatan virüsün, bireylerin işlevsizleştirilmesi olduğu fark edilmezse, çözümler için ne fikir üretsek nafile”.
Ya da şöyle düzenlendiğinde bir ışık doğuyor: “Dönüştürücü sosyal tohumlar yoluyla her bireyin önce kendini, paralel olarak da çevresini değiştirerek sorunların çözülebilmesi ve böylece bir yandan da bireyin tekrar cumhur ve demokrat olması mümkündür”.
Burada kısırlık ve doğurganlık arasındaki çizgiyi “fikir üretimi” deyimi çiziyor. Eğer fikir üretimi, bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız ve inandıklarımız ile sınırlı ise gerçekten de çözüm bulma ümidi zayıftır. Çıkış yolu ise bunların dışında olup o da bildiklerimiz, öyle sandıklarımız ve de inandıklarımızın dışında çözümler olduğuna içtenlikle inanmaktır.
Bu üçlü sınırlayıcılar bir yandan da yaşamlarımız için birer konfor alanı yaratıyor. O alanda anılarımız anlam kazanıyor, müktesebatımız bugün için değer kazanıyor. Bir an için düşünsenize, altmışlı yaşlara kadar onca umur, şan şöhret görmüş bir kişinin birdenbire bir lise öğrencisi konumuna indirgendiğini. Tekrar -üstelik de yeni ve meydan okuyucu koşullar altında- yeni bilgiler, alışkanlıklar, değerler edinip kendilerimize birer yeni evren tasavvuru üretmek zorunda kaldığımızı.
Hele, dün savunduklarımızın terslerini savunmak zorunda kaldığımızı. Bu zor katlanılabilir bir durum değil mi? Bunun yerine geçmiş üzerine kurulu bir konfor alanı -yalan da olsa- çok işe yarar değil mi?
Yeni arayışlar nafile değildir. Çözümlerin bitmiş gibi göründüğü yerde bu hatırlanmalıdır. Çözümsüzlükler varsayımlarımızın birer sonucudur.
30 Temmuz 2019 Salı
-
Ara 30 2018 Akla yerleşen her kavram sonrakiler için birer süzgeç olur!
Özellikle küçük yaştaki çocuklar, ama genelde genç denilebilecek yaşlara kadar hemen herkeste gözlediğim bir olgu hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Küçücük çocukların belirli bir ideoloji yolunda nasıl koşullandıklarını, hatta giderek o yolda ölmeye ve de öldürmeye nasıl hazır hale geldiklerini; o fırsatı(!) yakalayana kadar da içlerindekileri nasıl birer nefretle “karşı cephe”ye yönelttiklerine şahit olmuşsunuzdur.
Bu nasıl olabiliyor?
Dünyaya gelirken “içine doğdukları ortamlara zarar vermemek” güdüsünü de beraber getiren insan (ve diğer) türler, nasıl olup da bu hale gelebiliyorlar? Bu geçiştirilebilecek, “efendim nasıl eğitir, koşullandırırsanız öyle olur” gibisinden beylik kalıplarla karşı tezleri susturmaya veya düşünsel çaba harcamaktan kurtulmaya dönük bir soru olamaz. Bu zehirli sürecin nasıl işlediği tam anlaşılamadığı sürece herhangi bir toplum ya da kişi varlığını koruyup sürdürebilme (beka diye de okuyabilirsiniz) misyonunu güvende sayamaz.
Davranışsal psikoloji -çoğu B.F.Skinner’ın hayvan deneylerine dayalı- çok sayıda bulgu ortaya koymuş olsa da çoğu, çevrel koşulların uygun bileşimlerinin bu tür davranışları ortaya çıkardığı şeklinde kısmi bir genelleme şeklindedir; ama esas cevap bulunması gereken, daha da temelde “kendinden sonrasını şekillendiren bir şey”in olup olmadığıdır.
O şey “süzgeç kavram” olabilir mi?
Yaşam boyu çeşitli sorulara cevaplar ararız. Eğer soruların önünü kesecek bir “toplu cevap” (ideolojik, siyasi ya da sorgulamaya kapalı bir dini yorum[1]) ile karşılaştırılmayacak kadar şanslı isek, bulabildiğimiz cevaplarla sınırlı, ama giderek genişlemeye açık bir evren tasavvuru[2] oluştururuz. Bilim de dini imân da ancak öyle bir genişleme süreci yoluyla ortaya çıkabilir.
Bebeklikten başlayarak -çoğu beslenme ve güvenlikle ilgili- sorular ebeveyn tarafından doğrudan fiilen cevaplanırken, daha sonraları okul ve sosyal çevre yoluyla her soru için alternatifli cevaplar ile karşılaşılır; bunlardan önceden (bebeklikte) cevaplanmış olanlarla çatışmayan ve de daha çok soruya cevap veren birileri seçilir ve her bir seçilen cevap aynen bir süzgeç gibi, artık yeni sorulara cevap adaylarını süzer, gerisini “yanlış” olarak niteler.
Bu süreçteki süzgeç kavramlardan birisi kuşku[3] kavramı olup, yaşam boyu yeni sorular sorabilmenin ve “anlama” denilebilecek mutluluğun önünü açar. Kuşkusuzluk ise yaşamı daraltan “sorusuzluk” denilebilecek ölüm türünün eşdeğeri olup toplu cevaplarca oluşturulan bir yan üründür.
Süzgeç kavram konusundaki iki kural önerim: (1) Her süzgeç kendisinden önce oluşmuş süzgeç(ler)in geçirebildiği kavramlar yoluyla oluşabilir, (2) Kendinden önce oluşmuş bir süzgece aykırı kavramlar kişide ya kafa karışıklığına ya da çok nadiren o yeni kavramın yolu üzerindeki eski süzgecin terkedilmesine yol açar.
İster seküler ister dinsel olsun bebeklik ve çocukluk çağlarında karşılaştırılan kavramlar bu nedenle çok belirleyicidir. Toplu cevaplar, soruların önünü kesen tüm doğrular her zaman için hem bireyler hem toplumlar için birer risktir. Toplum sorunlarıyla başa çıkmak isteyenler, toplumu toplu cevaplardan koruyacak rotalar çizebilmek için bu kavramı bir “tohum fikri”[4] olarak kullanılabilirler.
30 Aralık 2018 / https://tinaztitiz.com/8011
[1] “Sorgulamaya kapalı dini yorum için” bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7356
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7922 (parag. 19)
[3] Burada bilimsel kuşku (skepticism) kastedilmekte olup, ucu paranoya’ya kadar dayanan kuşku (suspicion) kastedilmiyor.
[4] Bkz. https://goo.gl/Uz6WCo
-
Ara 13 2018 Ayrık Sorun Alanları Aslında Bir Bütündür
Bir soru: Üzerinde kafa yorulan çeşitli sorunlar gerçekten de birbirlerinden ayrık olarak var mı, yoksa ortada büyük bir bütünlük var, ama onu tüm boyutlarıyla algılamak imkanımız olmadığı için daha küçük parçalara mı ayırıp üzerinde konuşuyor, yazışıyor, uğraş veriyoruz?
Akıl Dışı Eğitim (ADE), Kadınsız Toplum (KT), Din İstismarı (Dİ) ya da Beka vd. sorunlar[1] arasında belirli sınırlar var mı ya da bunlar birbirlerini etkileyerek daha farklı ve aralarında sınırlar olmayan (hücre yapıları farklı) yapılara mı dönüşüyorlar?
Biraz daha ileri giderek, acaba tüm alanlarla bileşik yapmaya istekli ama ayrı -ve saygın- bir alan adı bulunmadığı için önemsenmeyen bazı “kirleticiler” de var mı? Örneğin, kleptoman bir kişi gün içinde girip çıktığı her yerde kimi şeylerin kaybolmasına yol açıyor ve kurnazlığının yardımıyla bunu gizlemeyi de becerebiliyorsa, çeşitli alanlarda ortaya çıkacak sorunları nasıl ele almak gerekir?
Muhtemelen her alan, eşyalarının kaybını önleyebilecek karmaşık denetim prosedürleri geliştirecekler; bir süre sonra işe yaramadığını görünce bu önlemleri daha karmaşık hale getirecekler; giderek de o alanın asli işlevinin çok geri planlara düşüp, gereksiz işlerin asli unsur haline gelmesi gibi bir ucube ortaya çıkmayacak mıdır?
Bu ayrık yaşam alanları -genelde- Dünyayı kendilerinden ibaret sayma eğiliminde oldukları için, sorunları kendi çapları içinde çözmeye çalışacaklar ve de çözemeyeceklerdir. Örneğin, İstanbul’un trafik sistemini yönetmekten sorumlu alan ile sokakların temizliğinden sorumlu alan ilgisiz iki alan olduğuna göre, her iki alanı da derinden etkileyen mesela “saygısız hemşeriler” daima dikkat dışında kalacak ve birinciler sorunları daha çok yol yaparak; ikinciler ise daha çok otomatik süpürge satın alarak çözmeye çalışacaklardır.
Sadece bir adet ”kirletici”nin ne denli karışıklık yaratacağı belliyken, kirletici çeşitlenmesinin ve de kirleticilerin birbirlerinin üremesini özendirmesinin bileşik etkisinin ne kadar büyük olacağı tahmin edilebilir.
Bu hipotetik -görünüşlü- yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuçlardan birkaçı şunlar olabilir:
– Sorunlar ayrı kompartımanlar şeklinde değildirler; bu ayrıştırma, bütünleşik (sistem yaklaşımı) olmayan “parçalara ayırarak algılama” kolaycılığından kaynaklanır. Halbuki “bütün”, “parçalarının toplamından daha büyük” bir şeydir.
Ortada masif hale gelmiş, yapı taşları[1B] kolay ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine geçmiş bir “bütün sorun” mevcuttur. Bu bütün, ilgilenilen alan üzerinde ayrı bir izdüşümü bırakmakta ya da nereye bakılırsa oraya çökmektedir.
– Kompartıman olarak algılanan alanlar zaman içinde etkileşerek birbirlerinin içine geçerler ve umulan işlevlerini kısmen ya da tamamen yitirirler. Bu etkileşimleri dürten sebep, alanların içlerinde bulunan “güç kaynaklarından nemalanma” isteğidir.
Örnek olarak verilen “saygısız hemşeri” kirleticisi durumundaki dürtü, ideal bir trafik düzeninde bulunan “başkasının hakkını çiğnememe” kuralının içerdiği “kuralı çiğneyerek zaman kazanma” dürtüsü; veya yine ideal bir düzende çöpünü atmak için çöp sepeti arama amacıyla harcanan zamanı, çöpü olduğu yere atarak zaman kazanma dürtüsü; ya da ideal olarak vergi affının olmadığı bir düzende vergisini zamanında ödemek yerine, ödemeyip bir seçim affını bekleyerek maddi kazanç sağlama dürtüsüdür. Saygısız hemşerinin bu kazanımlarının hepsi birer güçtür.
Bu örneklerin hepsinde görülen eğriliklerin çözümü, o kompartımanlara sıkı ve giderek karmaşıklıkları artıracak denetimler koyarak, haksız kazanımları önlemek olamaz. Çünkü o tür karmaşıklaştırmalar, sonunda o ayrık alanlardan beklenen işlevlerin giderek gerilere itilmelerine; ayrıca da kural çiğneyenlerin giderek güç sahibi olup bütünü etkilemelerine yol açacaktır. Bu tam bir “çığ etkisi”dir.
– Bu durumda geçerli olabilecek bir çözüm, ayrık alanların -hepsini diyerek genellememek için- çoğunu olumlu etkileyebilecek, sinir uçlarına ekilebilecek “tohum[2]” denilebilecek dönüştürücülerden yararlanmaktır.
– Sinir uçları’nın, “güç kaynaklarından nemalanma” ile ilişkisi anlaşılabiliyor. Her nerede bir eğrilik (kirletici) izi yani sorun varsa, orada mutlaka “istismarı yoluyla sağlanan bir çıkar” vardır. O halde çıkar izlerini sürerek sorunların kaynaklarına varılabilir.
Bu yol çözümlerin de geliştirilebilmesine ışık tutuyor: Süreçler içindeki güç kaynaklarını kaldıramayız; çünkü toplu yaşam zaten bu güç kaynaklarının yönetimi demektir. Ama güç kaynaklarının kullanımını blok zinciri[3] felsefesiyle yaygın denetime açabiliriz. Örneğin trafik dahil onlarca alana “haksız kamu kaynağı kullanma suçu işleyen” saygısız hemşehri sorununa karşı yaygın bir şikayet sistemi[4] oluşturulabilir. Bu bir tohum fikridir.
– O halde, ADE, KT, Di ya da Beka olarak adlandırdığımız sorunların, bir bütünün izdüşümleri olarak ele alınıp uygun birincil (o alana yönelik) ve diğer (diğer alanların etkilerine yönelik) tohumların neler olabileceklerine yoğunlaşılması daha geçerli görünüyor.
Yoğun gücün yaygınlaştırılması (blok zincir) yaklaşımının bir avantajı da, merkezi otoritelerin katkısı olmaksızın tamamen birer sivil yurttaş İnisiyatifi olarak uygulanabilmesidir. Gerek örnek olarak verilen Trafik Şikayet Sistemi, gerek diğer alanlarda uygulanabilecek Yaygın Şikayet (veya denetim) Sistemleri, sivil inisiyatifler olarak uygulanıp, yerel ve/ya merkezi idareyi harekete geçirmek üzere kullanılabileceği gibi, doğrudan etkileri olabilecek şekiller de geliştirilebilir. “Ben ne yapabilirim ki” sloganıyla istirahate çekilmiş geniş bir kesimin toplum düzeni açısından büyük bir atıl potansiyel olduğu bellidir.
13 Aralık 2018 / Rev. 19 Eylül 2025
[1] Bu şekilde adlandırılan sorunlar, Birleşik Akıl Ağı® (BAA) adlı bir platformun üzerinde çalıştığı bazı sorunlardır. BAA bildirgesi için bakınız. https://birlesikakilagi.com/manifesto
[1B] 19.09.2025 eklenti: Sorunlar Bulamacının Yapı Taşları. https://bit.ly/3pPzSuX
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7991
[3] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Blockchain
[4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005121838_Trafik_Sikayet_Sistemi.pps
-
Eyl 05 2018 Daha Sağlam Hapishane Olur mu?
İnsan türünün tüm diğer canlılar gibi doğuştan -büyük ölçüde- meraklı olduğunu biliyoruz. “Büyük ölçüde” deyişimin nedeni, Dünyaya gelirkenki kalıtsal mirasımız ve bir de doğum öncesi süre içinde annenin beslenmesi, içinde bulunduğu kültürel çevre vb. yoluyla henüz doğmamış da olsa bebeğin maruz kaldığı olumlu – olumsuz etkiler[1].
İnsan ya da hayvan, bebekleri sevimli kılan da aslında naif meraklı halleri olsa gerek; fakat çevreyle etkileşim arttıkça bu halleri giderek bozulur. İşte nedenlerden rastgele bazıları:
– Genetik yatkınlıklar (yukarıda belirtilenler)
– Geçmişte edinilen ve/ya halen sahip olunan unvanlar,
– Birikimler (müktesebat),
– Bildiklerimiz (sağlam kanıtlı),
– Bildiğimizi zannettiklerimiz (kulaktan dolma),
– Düşünme becerisi zafiyetleri,
– Ölüm korkusu ve diğer korkular,
– Takıntılar,
– Umutlar,
– Nefret veya beğeniler,
– Rol modelleri,
– Stokta bekletilen intikam duyguları,
– Kıskançlıklar,
– Travmalar,
– İnançlar,
– Tehlikeye girebilecek çıkarlar,
– Kolay ikna olabilirlik, kolay yargılar,
– Koşullanmışlıklar,
– Yakın çevrenin otoriter tavırları,
– Sosyal çevrenin dayattığı sınırlamalar,
– Kendine benzerleri seçip, diğerlerinden uzak durma eğilimi,
– Güven çemberi içindekilerin kasıtsız ve/ya kasıtlı yanlış yönlendirmeleri,
– Zorunluklar,
– Erişilmek istenilen ülküler (vizyon),
– Varlık nedeni olarak benimsenen kavramlar (misyon),
– Yaşam için benimsenen değerler, ahlaki ilkeler,
– İkili (binary), bulanık (fuzzy), doğrusal (lineer), döngüsel mantık hakkındaki tercihler[2],
– Bütün bu etkenlerin kendi içlerinde ve aralarındaki pozitif ve/ya negatif geri beslemeleri (feed-back).
Yukarda bir bölümü sıralanan etkenler aynen ince kevlar liflerden katmanlar halinde dokunmuş kurşun geçirmez bir kumaş gibi, kişileri -gerçekte ayrılmaz bir parçası olduğu- evrenden ayırmakta “ben” denilen sanal (ve acayip) kişiliği ortaya çıkarıyor. Böyle bir kişilikte, parçası olduğu evren ile ilgili bir merak ve o merakı tatmin aracı olan sorgulama isteği kalabilir mi?
Bu açıklama girişimi, evren tasavvuru[3] denilebilecek ve içinde tüm meraklarımızı, cevaplarımızı (yargılarımız) bulunduran “alan”ın herkeste niçin aynı olamadığına da bir açıklama getiriyor gibi. Bazı kişilerde bu alanın genişlemesine fırsat vermeyen etkenler nedeniyle “tek doğrulu, kendine benzemeyenlerden nefret eden, putlarla dolu bir zihin yapısı” içinde yaşamaya -kısmen de kendi katkılarıyla- mahkûm edildiği anlaşılabiliyor.
Cahil, yobaz, sosyopat vb. sıfatlar verdiğimiz bu tür kişilikler, daracık evren tasavvurları içinde, geri kalanlara son derece akıldışı ya da ahlakdışı gelebilecek tutum ve davranışlar içinde olabilirler.
Kuşkusuz, bütün bu sıralanan ve bireysel hapishanelerimizi oluşturan katmanların hepsi birlikte bulunmayabilir. Kişilikleri çevreleyen duvarlarda yer yer delikler bulunabilir ki bunlara da kişinin şansı denilebilir. Çünkü, bazı hallerde, bu deliklerden başlayıp çok büyük alanlara erişebilen büyük sanatçılar, bilim insanları da çıkabiliyor. Aynen, tavşan balon şişirmekte ustalaşan baloncuların, istemedikleri yerleri sıkıp, sadece boşluk bıraktıkları yerlere üfleyerek kol, bacak, kulak yapmaları gibi.
Medeni bir toplumda bu tür kişiliklerin normal dağılım uyarınca marjiinalize olacağı beklenirse de bu olmayabilir de.
Bu durumda bir şey yapılabilir mi? Evet ve hayır!
Hayır; çünkü toplumun “aklı başında” denilen, evren tasavvuru daha geniş, soruları çok cevabı daha az kesimleri, bu tür kişilikleri genelde aşağılamayı seçiyor. Bu ise, o tür kişiliklerin nefret stokunu artırmaktan, kendilerine yeni kanıtlar arayıp, icat etmelerinden başkaca sonuç vermiyor.
Evet; eğer aşağılamanın çözüm olmadığı, “aklı başında” kesimlerin enerjilerinin en nadir kaynak olduğu idrak edilir ise, bu durumda “ümitsiz vakalarla uğraşmayı bırakıp, onlara rol model olabilecek, evren tasavvurunu çevreleyen duvarlarında delikler bulunan kişiliklere yönelmek” gibi bir yol denenebilir.
O delikler “sorular” yoluyla genişletilebilir. Az dirençli kesimlere “kuşku yaratıcı sorular” yöneltilebilir ise ilginç sonuçlar -tavşan balon gibi- alınabilir.
Eğer böylesi bir sonuç mümkün olabilecekse, bu ancak bazı uzak durulması gereken yollarla olabilir. Aklıma gelen birkaçı şunlar olabilir (mi?):
– Aşağılamayın; zaten bireysel hapishanesinde sıkışmış kişiliğin duvarlarını daha da tahkim etmeyin.
– Dini inanç, iman kısmını zorlamayın, oralar savunma mevzileridir, sağlamdır.
– Kişinin içtenlikli olarak “bilmiyorum” dediği yerler iş birliği yapılabilecek noktalar olabilir. Buralar için kesinlikle tek doğrulu alternatifler değil çok doğrulu seçenekler (ve onlar da ancak soru şeklinde) ileri sürülebilir.
– Kişinin “biliyorum, eminim” dediği yerler en kolay kuşku üretilebilecek yerlerdir. Bunun için “Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim” yaklaşımından[4] yararlanılabilir. En sağlam görünüşlü yargıların mutlaka en az bir ön koşulunun bulunduğu, o koşulun dışındaki “eğer … değil ise” alanında ayrı bir evrenin bulunduğu unutulmamalıdır.
5 Eylül 2018
[1] Bakınız. “İkili Kalıtım Kuramı”, https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=132
[2] İki uca indirgemeci (ya bendensin ya karşı) ikili mantık alışkanlığının aksi, gerçek yaşamın çok seçenekli ve seçenekler arası bulanık (fuzzy) mantık. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar? doğrusallığının karşıtı ise “yumurta ve tavuk birbirlerini üretirler” döngüselliği.
[3] Evren tasavvuru için bkz. http://wp.me/p2t6mi-23U, http://wp.me/p2t6mi-23M (parag. 19)
[4] Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim için bkz. https://goo.gl/Ciz2hK
