-
May 25 2012 BİR “SAKLI İÇERİK”: KAR TATİLİ
“Saklı içerik” kavramının kimi okurlarımıza yabancı gelebileceği nedeniyle kısaca hatırlatmak gerekiyor.
“İçerik” ya da eski deyimle “müfredat”, okullardaki eğitim-öğretim faaliyetinin resmi haritasıdır. Okulda -ana okulu ya da üniversite- nelerin öğrenileceği, hangi tutum ve davranışların kazandırılacağı, bu okulların bağlı bulundukları resmi kurumlarca -Milli Eğitim Bakanlığı veya YÖK- belirlenir ve okullara tebliğ edilir.
Bu resmi içerik, resmi kurumlarca belirlenmiş “doğrular”, “iyiler” ve “güzeller” çevresinde, eğitimcilerce tasarımlanmıştır.
Akıl (doğru-yanlış), ahlâk (iyi-kötü) ve estetik (güzel-çirkin) boyutlarının eğitim-öğretime yansıması da denilebilecek “içeriğin” böylece, ders kitapları, öğretmen söylemleri, okul-veli işbirlikleri, velhasıl okul ile ilgili her alan için şaşmaz birer yol gösterici olduğu kabul edilir. Bu nedenle bu içeriğe “resmi içerik” denilmesi doğru olabilir.
Zaman zaman resmi içerik eleştirilir. Ama bu eleştiri içerik kavramına değil, akıl-ahlâk-estetik değerlerin içerikteki temsil şeklinedir. Yoksa herkes bir “resmi içerik” bulunması konusunda uzlaşı içindedir.
Buraya kadar işin kitabî yanıdır. Bu noktada sorulması gereken, bu “resmi içerik”in öğrencilerin -ana okulu ya da üniversitelerde- gerçekten de bilgi-beceri-tutum ve davranışlara yansıyıp yansımadığıdır. Eğer yansımıyor ise de, çocuk ve gençlerin bilgi-beceri-tutum-davranışlarını şekillendiren başka bir içeriğin bulunup bulunmadığı ve varsa onu kimlerin tasarımladığıdır.
İşte “saklı içerik” bu soruya verilen cevap dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Evet, çocuk ve gençlerimiz resmi içerikten değil, ortada görünmeyen -ama gizli olmayıp sadece saklı olan- içerikten öğrenmekte, tutum ve davranışları “saklı içerik” yoluyla şekillenmektedir.
Örneğin, öğrenim yaşamı boyunca girdiği sınavlarda kopya çekmesi olasılığına karşı başında gözetmen bulundurulan bir öğrenciye sürekli biçimde “sen potansiyel bir hırsızsın, şimdi kopya çekmiyor olabilirsin, fakat bu çekmeyeceğin anlamına gelmez” mesajı verilmekte, bir anlamda koşullandırılmaktadır. Bu tür bir koşullandırmanın etkileri, resmi içerik uyarınca yapılan eğitimden daha derin ve daha kalıcı değil midir?
Saklı içerik, öğrenilmesi istenilerek, öğrenilip öğrenilmediği sınav ve not yoluyla denetlenerek öğretilmez, örnekler (rol modelleri) yoluyla öğrenilir. Ama, saklı içeriğin öğrenilmesindeki derinlik ve kalıcılığın nedeni bu değildir. Esas neden, öğrenci üzerinde görünür bir zorlama olmaması, doğrudan bilinç altına hitap edilmesi ve bu işlemin uzun süreler boyunca tekrarlanarak kalıcılık kazanmasıdır.
Saklı içerik yoluyla olumsuzlar kadar olumlular da öğrenilebilir. Örneğin, bir öğretmenin adil davranışları, bir yöneticinin hoşgörüsü, arkadaşlar arası dayanışma ya da sportif konulardaki tatlı rekabet hep saklı içerik ürünleridir. Saklı içerik işte böyle bir şeydir.
Peki ya kar tatili yoluyla öğrenilen nedir?
Hemen her kar yağışında okullar tatil edilir. Nedeni açıktır ve her şeye itiraz eden insanlarımız tarafından dahi kabullenildiğine göre çoğunluk tarafından da onaylanmaktadır.
Hattâ bu kar tatili işi o denli tutmuştur ki, okulların dışına çıkmış resmi dairelere de yaygınlaşmıştır. Zaman zaman hava çok karlayıp soğuduğunda kamu kuruluşlarının tatil edildiği görülmektedir.
Zaten her fırsatta tatil yapan, onunla da yetinmeyip ardından gelen -kaç gün sonra gelirse gelsin- hafta sonlarını da ekleyerek yıllık izin kadar uzatabilen insanımızdan da bu beklenirdi.
Kar tatili yoluyla verilen saklı içerik şudur: «Sevgili çocuklar ve gençler -ve onların velileri-; Yaşam, sıkıntısız olmalıdır. Bu sıkıntılar herhangi kaynaklı olabilir. Kar da bunlardan birisidir. Okula ulaşımınızı güçleştirir, okulda ısınmanızı güçleştirir, yollarda üşüyüp hasta olursunuz. Zaten sizler kendi kendinizi idareden aciz, daima başkalarının kollamasına muhtaç kişilersiniz.
Sizleri götürüp getiren servis araçları da bu tür havalarda hareket edemezler. Şoförleri beceriksiz, tedbirsiz ve tembeldir. Onların görevi sorunsuz ortamlarda para kazanmaktan ibarettir.
Özet olarak böyle güçlükler sizi de bizi de aşar. Siz ancak sorunsuz ortamlarda yaşayabilirsiniz. O tür ortamları sağlamak da bizim değil “bizleri yönetenlerin” görevidir. İnsan zaten dünyaya niye gelir ki? İki günlük ömrümüzde bir de kar kış sorunlarıyla mı uğraşacağız?
Yabancı soğuk ülkelerdeki insanlar alışmışlardır, biz onlarla bir olamayız, bizler ana kuzularıyız. Onlar -20 derecede de okula ya da işe gidip gelirler, en fakirleri dahi ortam koşullarına göre giyinmeyi bilir. Bizler ise bilmeyiz, ama biz de padişahlarımızın doğum tarihlerini, ölüm nedenlerini -pardon onu bilmeyiz-, ülkelerin darı ve yulaf üretimlerini filan biliriz, onlar da bunu bilmezler.
Şimdi gidin ortam sorunsuz hale gelene kadar evlerinizde oturun, sorun kalmayınca tekrar ortaya çıkarsınız.»
Bu kar tatili fikrini icadeden kimdir bilinmez. Fakat eğer melânet mühendisliği diye bir disiplin varsa o dalda uzman olduğundan kuşku yoktur.
Bir toplumun sorun çözme kabiliyetinin gelişmesine imkân sağlayabilecek bu kadar basit -ama etkili- bir durumun kullanılabilmesini dahi bu insanların ellerinden almış, üstelik bunu kimseyi ürkütmeden yapabilmiştir.
Her fırsatta eğitimin önemini başımıza kakanlar, her kar yağdıkça okulları tatil edenler şunu akıl edememektedir: «Öğrenme ancak gerçek yaşam senaryoları yoluyla olur. Bunun dışındaki “şeylerin adlarını belleyip ezberlemek” ile öğrenmenin bir ilgisi yoktur, o sadece dostlar alış-verişte görsün diye yapılan öylesine bir iştir. Zaten eğitim denilen şeyi görenlerin bir işine yaramayışı da bunu gösteriyor.
Gerçek yaşam senaryoları ise mutlaka sorunları içerirler. Çünkü yaşamın temeli sorun çözmek ve-bireysel, ailesel, kurumsal, toplumsal ve de türsel- varlığını sürdürebilmektir.
Çocuk ve gençleri sorunlu durumlardan uzak tutmak onların ve onlardan oluşan toplumun varlıklarını sürdürme şanslarını ellerinden almak demektir.
O halde biz erişkinlere düşen görev, sorunlu durumların yönetimidir. Yani, o durumla gerçekten başa çıkamayacak olanları -bebekler, çok yaşlılar, hastalar ve ölüler- korumak, diğerlerini ise kontrollu olarak zorluklarla temas ettirmek ve böylece en güç koşullarla dahi başa çıkabilme yetisi kazanmalarına yardımcı olmaktır. Eğitimin gerçek anlamı da budur.»
Bu saklı içerik, kar tatili gibi masum görünüşünü terketmiş bir tümör gibi toplumu sarmıştır.
Artık iş işten geçmiş, saklı içerik çoğunluğun bilinç altına şu şekilde yerleşmiştir: “Yaşam sorunsuz olmalıdır; sorunlar olmaması gereken şeylerdir; ama olursa birilerinin -bizleri yönetenler- sorunları çözmeleri gerekir. Bizler, sorunsuz ortamlarda kebap yapıp yemekle meşgulüz!”
Eğer birileri gerçekten bir şey yapmak istiyorsa, tüm illerin valilerine şu 4 kelimelik emri versin: “okullar hiçbir nedenle kapatılmayacaktır”. 20 Şubat 2003
-
May 25 2012 ESKİ OYUN BİTTİ!
Yaklaşan -ya da öyle gösterilen- ABD-Irak savaşına Türkiye’nin -bir şekilde- dahil olup olmaması uzunca süredir gündemde ve öyle kalacağa da benziyor.
Ta başından beri konu iki uç noktadan birisini seçme sorununa indirgendi ve kamuoyu, birisi kalabalık ve etkisiz diğeri ise seyrek fakat etkili iki uç görüşü savunur hale geldi: savaşa hayır yanlıları ve (örtülü) savaş yandaşları.
Bu görüntü, tüm sorunlar karşısında hemen çift kale maç yapmaya hazır toplumumuza ve özelde de okur-yazar kesimimize gayet uygun bir duruştur. Türbandan yana ve karşı olanlar, laikler ve olmayanlar, Türkler ve Kürtler, çalışanlar ve çalıştıranlar, Aleviler ve Sünniler vd..
Toplum gerçekte böyle net siyah ve beyazlardan mı oluşmaktadır? Kuşkusuz ki uçların aralarındaki gri tonların toplamıuçlardaki siyah ve beyazlardan daha fazladır.
Ama bu tür konuları modellemek -adı konulmasa da yapılanın teknik adı budur- durumunda olan okur-yazar kesimimizin çoğunluğunun benimsediği düşünce biçimi ancak iki durumlu mantık olduğu için bu kalabalık ara tonlar hangi uca yakınsa o uca dahil edilir.
Toplumumuzun inanç profilini tanımlamaya çalışanların sık sık “%99.5’u müslüman” diye başlayan betimlemeleri de yine böyle bir “iki durumlu mantık” ürünüdür. Tam müslüman olanlarla müslümanlıkla sadece nüfus kağıdı bağı olanlar arasında kalan gri çoğunluk, istek sahibinin meşrebine göre genellikle tam müslüman sayılır. Ama bu büyük gri çoğunluk yeri gelince de bu defa tam aksi uca itilir ve geride kalanlar “inananlar” adlı özel gruba dahil edilirler. Yani duruma göre hangi uç gerekiyorsa oraya dahil etme. Buna da herhalde “dinamik lojik”(!) demek gerek.
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu iyice tanımlayabilecek bir benzetme “iki ucu değil tamamı kirli değnek” olabilir. Rest çekip “bu benim savaşım değil” dese yarınki oluşumlardan zarar görebilecek; ben de varım dese hem komşusu ile bozuşacak hem de bir insanlık suçuna katılmış olacaktır.
Bu açmaz durum aslında ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da içinde barındırıyor. Ne ekonomik, ne diplomatik ne askeri ve ne de bir başka açıdan direnebilme gücü -toplumsal bağışıklık sisteminin gücü denilebilir- bulunmayan Türkiye’nin, bu durumunun farkına varması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Çünkü, bundan evvelki toplumsal belâlar tek tek geliyor kâh ekonomik kriz, kâh deprem, kâh etnik terör ya da Kıbrıs sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.
“Bireysel belâlı durumlar” denilebilecek hallerin bir bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli dışavurumları olduğu ise çok az kişi istisna edilirse dile getirilmiyor ve eğer o anki sorun çözülürse düze çıkılacağı varsayılıyordu. Tek arzusu “sorunsuz yaşamak” olan geniş halk toplulukları için de bundan daha uygun bir beklenti olamazdı.
Bu defa durum değişiktir. Cumhuriyet tarihimizin en köklü krizi ile karşı karşıyayız. Bu duruma bir talihsizlik, bir felâket olarak bakmak mümkündür ama daha iyisi, bunu bir “iyi şans” olarak görmektir.
Sağlığını ihmal etmiş, yapılmaması gereken ne varsa hepsini yapmış bir insanın bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılması ailesi açısından benzer bir felâket sayılabilir. Ama akılcı düşünce bunun bir şans olduğunu, bütün yanlış yaşam alışkanlıklarının muhasebesini yapmak için zorlayıcı bir neden ortaya çıktığını söylemektedir.
Türkiye, elindeki kartlarla kimseye rest çekebilecek durumda değildir. Bunu herkes -hattâ belki kendi de- bilmektedir. Çeşitli vesilelerle duyduğumuz kükreme sesleri, orman hayatını biraz bilenlere yabancı değildir ve tamamı korkudan çıkarılan seslerdir.
Ancak bu önemli -ve çok yararlı- gerçeği bildikten sonra neler yapılması gerektiği düşünülebilir.
Sorun ABD değil düşük olan “toplumsal bağışıklık gücümüz”dür. Nitekim bu yetersizlik sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ, her yıl bir savaştaki kadar yurttaşımızı yitirdiğimiz trafik terörü de, yılda bir Kıbrıs kadar toprak kaybetmemize yol açan erozyon da, her yıl çeşitli okullarımızdan mezun ettiğimiz çocuk ve gençlerimizin özgüvenlerini yokedip kendilerini “potansiyel hırsız” olarak kabul etmeleri sorunu da bu bağışıklık gücü yetersizliğinin farklı görüntülerinden ibarettir.
O halde yapılması gereken, sorun çözme kabiliyeti yetersizliği olarak her fırsatta ortaya çıkan bu bağışıklık sistemi yetmezliğini gidermektir.
Bunun nasıl yapılacağının tartışılacağı ortam bir yazının kapsamı dışındadır. Ama önemli olan, bu tanıda birleşebilmektir. Sorun çözme kabiliyetinin bileşenlerinin neler olduğu ve onların nasıl olup da hiç tartışılmadığı kuşkusuz böyle bir tanı birliğinden sonra konuşulabilir.
Sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesi orta-uzun vadeli çözümleri içerebilir.
Karşı karşıya bulunduğumuz çoğu uluslararası nitelikli belâlarla başa çıkabilmek içinse daha kısa-orta vadeli çözümlere ihtiyacımız vardır.
Bu bağlamda ise bir kavramsal buluşçuluğa ihtiyaç var. Bugüne kadar ve de halen uluslararası ilişkilerimize esas oluşturagelmiş kavram “Doğrudan Güç Kullanımı” ya da “Doğrudan Koz” denilebilecek bir konsepttir. Bu, bir isteğimizi yaptırmak istediğimiz ya da bir isteği karşısında pazarlık edebilecek durumda bulunmak istediğimiz bir ülkeye karşı sahip olduğumuz doğrudan koz(lar) ve o ülkenin Türkiye’ye karşı sahip olduğu koz(lar) demektir.
Osmanlı İmparatorluğu, bu konsepte dayalı pazarlık gücü yetersiz olduğu için dayanamamış, parçalanarak yok olmuştur.
Ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar, Osmanlı’yı parçalayan dış dinamiklerin kendi içindeki dengesi nedeniyle varlığını sürdürebilmiştir.
Şimdi artık o denge bozulmuş -ya da daha iyi deyimle değişmiş-, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden öğeler ortaya çıkmıştır.
Dünya enerji kaynaklarının %35’ine doğrudan komşu, yavaş yavaş ekonomik olmaya başlayan petrol rezervlerine ise doğrudan sahip -ki Türkiye’nin rezervleri kayaçlar içinde olup klasik madencilik metotları ile işlenebilecektir- bir ülkede bulunmamız, artık doğrudan tehdit altında olmamızın başlıca nedenidir. Ve, geleneksel uluslararası ilişkiler konsepti -Doğrudan Koz konsepti- ile bu tehditlere karşı koymamız mümkün değildir. Bunun da bilinip üzerinde tanı birliğine varılması, çözüm yolunda önemli bir adım sayılmalıdır.
Yeni kavram: Harekete Geçirilebilir Güç
Yeni kavram “Harekete Geçirilebilir Güç” olarak adlandırılabilir. Türkiye, sadece doğrudan ilişkide bulunduğu değil, ilişkide bulunduklarının ilişkide bulundukları, onların da ilişkili oldukları, ilh. ülkelerin birbirlerine karşı tüm kozlarını bilmek, ihtiyaçlarına göre bunlardan oluşan yeni etki güzergâhları oluşturabilmek zorundadır.
Geleneksel konseptin en büyük dayanağı, yıllardır her şeyi sadece iki boyuta (siyah ve beyazlar, evet ve hayırlar) indirgemiş mantık sistemimizdir. “Savaştan yana mıyız karşı mı” kıskacından kurtulabilmeli, “gevşek mantık” (bulanık mantık, fuzzy logic) uyarınca hem bu durum hem de gelecek durumlar için neler yapmamız gerektiğinin hesabını yapabilmeliyiz. Kuzey Irak’a girip çıkamamak kötüdür, ama daha kötü olan bu ikili (evet-hayır) mantık kıskacıdır. İlk kurtulunması gereken, bu düşünsel cenderedir.
Bunun da nasıl yapılacağı bir yazının kapsamı dışındadır, ama önemli olan yine tanı birliğidir.
En kısa vadeli sorun ise olası savaş karşısındaki tutumun ne olması gerektiğidir.
Bugün ortaya çıkmış bulunan kamuoyu duyarlığı ve onu dikkate alma konusunda olabildiğince dikkatli davranmaya çalışan idare, eli son derece zayıf bir oyuncunun yapabileceklerini yapmaya çalışmaktadır.
Bilinmesi gereken, bugün ne yapılmak gerektiği değil, bugünleri kullanarak yarınlardaki benzer durumlarda elimizi nasıl güçlendireceğimizdir.
Bu el ile hiçbir oyun kazanılamaz. Eski oyun bitti.
26.02.2003
-
May 25 2012 BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!
Değerli okurlarım,
İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.
«…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….
Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……
Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»
Değerli kardeşim,
Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.
Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.
· Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:
(1) Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,
(2) Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),
(3) İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.
Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.
İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.
· “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.
· Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.
· Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.
· Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.
· Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.
· Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.
· İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.
· Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:
(1) İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.
(2) İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.
(3) Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:
a. Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.
b. Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.
Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.
· Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.
· Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.
· Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.
· İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:
İlke 1. Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.
İlke 2. Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.
İlke 3. Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.
İlke 4. Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.
İlke 5. Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.
İlke 6. Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.
İlke 7. Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).
İlke 8. Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.
Değerli kardeşim,
Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.
Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.
Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.
Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.
Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.
Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!
Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,
İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.
23 Mart 2003
-
May 25 2012 PİŞMİŞ GİRİŞİMCİNİN BAŞINA GELENLER !
Üç kareli bir karikatür vardı. Birincisinde, çok yaşlı bir hanımla gençten bir adam bir odada uygunsuz durumdalar. İkinci karede oda kapısı açılmış ve yaşlı bir general olan, hanımın kocası bu uygunsuz durumun üzerine gelmiş. Generalin göğsü madalya dolu. İki aşık şaşkınlıkla, koca ise hem hırs hem de şaşkınlıkla kısa bir süre bakışıyorlar. Nihayet son karede koca, korkudan titreyen genç adamı tutup, göğsündeki madalyalardan birisini ona takıyor.
Türkiye’deki girişimcilerin hepsine böyle birer madalya takmak lazım. El birliği ile tüm sistem onların girişimciliğini öldürmeye uğraşsa da onlar yılmadan çabalıyorlar.
Girişimcilik nasıl özendirilip desteklenebilir? Bu, bu köşenin hacmini çok aşar. Merak edenlere önerim, Müteşebbisler Kulübü (Ayazağa asfaltı, 3ncü yol, Maslak-İstanbul) tarafından hazırlanmış bir raporu (Girişimciliğin Özendirilmesi) okumalarıdır. Raporda bu konu iyice incelenmiş.
Benim, okurlarıma ayrı bir önerim var: Ülkemizde girişimciler, bürokraside öyle işlerle karşılaşmışlardır ki, bunları bir editör bir araya toplasa, hem girişimciler ve hem de girişimciliği özendirmek isteyebilecek yetkililer (KOSGEB, İş ve İşçi Bulma Kurumu, İstihdamdan Sorumlu Devlet Bakanlığı, Üniversiteler vbg) için son derece değerli bir “vaka kolleksiyonu” (case collection) ortaya çıkar.
Girişimciler birbirlerinin başlarına ne geldiğini, devlet de onların başlarına neler getirdiğini öğrenir ve bakarsınız birileri bunları düzeltmeye çalışır.
Şimdi ben bu köşe aracılığıyla bir çağrı yapmak istiyorum. Kendisini “müteşebbis” olarak adlandıran kim varsa onlara bir çağrı: Başınıza gelen ve girişimcilik açısından ilginç olduğunu düşündüğünüz “vaka”ları bana yazınız. İsterseniz adınızı saklı tutalım, isterseniz adınızla birlikte yayımlayalım. Bu işin editörlüğünü yapmayı ve sonra da bastırmak için bir sponsor arayıp bulmayı ben üstleniyorum.
Eğer bu kitap olur ve hele de satarsa, tüm gelirini Müteşebbisler Kulübüne bırakalım. Böylece o kuruluş da çalışmalarını daha iyi yürütebilir. Bana herhangi bir yolla (BAROMETRE ya da TBMM) ve GİRİŞİM VAKALARI rümuzuyla yazabilirsiniz.
Ne dersiniz?
-
May 25 2012 “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”
Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri
Kötüye kullanımı önlemek için
Mevzuat yoluyla yapılabilecekler
Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları
Zamanındalık
Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:
-
Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:
-
Kamu kesiminde
Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..
-
Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,
-
Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,
-
Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,
-
Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,
-
Yalan söyleme yaygınlaşır,
-
Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:
-
gereksiz masrafa yol açar,
-
yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.
-
Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,
-
Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.
SONUÇ
-
Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.
-
Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.
Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.
-
-
May 25 2012 TOPLUM YAŞAMINA BİLİMİ EGEMEN KILMAK!
Sorulara yanıtlar aramada öncelikle, zihinsel enerjimizin yanıtlarla ilgisiz alanlara kayabileceği yolları kapamalıyız. Enerji yutucu yolların başında, “bir şey hakkında bilgili olmanın, o şeyi anlamak demek olduğu yaygın anlayışı” geliyor.
Bir şey hakkında bilgili olmak, o şeyin tarihçesi, terminolojisi, yararları, kullanımında dikkat edilecekler, diğer şeylerden farkları, çeşitli kültürlerdeki durumları, o şeyle ilgili sorunlar, çözümleri, toplum kesimlerinin o şey hakkındaki kanaatleri, kanaatlerin doğru ve eğri yanları ve birçok konuda bilgi sahibi olmak olarak anlaşılması adêt olmuştur.
O şeyi anlamak ise, bütün başka şeylerle ilişkilerinin anlaşılabilmesine yarayacak kritik soruları sorabilmektir. O şey böylece, bütün içinde doğru yerine oturtulmuş olabilecektir. Bu “doğru yerine yerleşme” haline “anlama” diyebiliriz. Bu durumda, anlaşılan şey ve diğer şeyler bir “bütünleşik doğru” (uni-verse) oluşturacaktır.
Bilgi üretmek ve anlamak iki farklı ve yararlı iştir. Bir şey hakkında toplumu bilgilendirmek, duyarlık veya şaşkınlık yaratmak isteyenler, kendisinden bilgi talep edilen danışman ve mentorlar ve bunlar gibi çok sayıda kişi ve kurum bilgi üretir ve paylaşırlar. Bunlar yararlı işlevlerdir.
O şey üzerinde bilgi üretimini taşıyacak olan omurgayı kuracak olanların işlevi ise farklıdır. Onlar bilgileri de kullanırlar, ama işlevleri yukarıda tanımlanan bağlamda “anlamak”tır. Böylece birinci işlev için bir temel oluştururlar. Dolayısıyla bu da yararlı bir işlevdir. İki ayrı işlev arasındaki ilişki, ikincisi olmaksızın birincinin anlam taşımadığı, hattâ giderek anlamayı güçleştirdiğidir.
Kişilerin kendilerine, «nelerin cevaplarını aramaları gerektiği» doğal merakını sürekli olarak hissedip bu yolda çaba harcamaları, bilimden asıl beklentidir.
Onları uzun yaşam mücadelelerinden galip çıkaran “doğal merak ve onun sonucunda doğan öğrenme arzusu” bilimsel gelişmeyi sağlamıştır. Bunu özendirenler gelişmişler, caydıranlar geri kalmışlardır. Buna göre:
a. Toplumumuzda merak ve uzantısı olan öğrenmeye yatkınlık hangi nedenlerle zayıftır?
b. Bunlar nasıl ortadan kaldırılabilir?
c. Bilim Merkezi (BM) organizasyonları nasıl rol oynamalıdırlar?
d. BMnin yaygınlaşması için toplumsal destek yetersiz olduğuna göre, ilk hareket nasıl oluşturulabilir?
İpuçları:
a. Sorunlar bir süre sonra “kendisinin nedeni“ni oluştururlar. Bu sorunlardan başlıcası “tek doğrululuk”tur. Merak edip sormayı gereksiz kılan bu salgının eğitim sistemlerimizdeki izdüşümü “ezber”, aile ve kurumlarımızda “otoriter yönetim”, siyasette ise “lider sultası”dır.
Öneri: (….mi?) ve (…dir.) üzerine iletişim kampanyalarıyla (…dir.)in başladığı yerde sorunların, (…mi?)nin başladığı yerde ise çözümlerin başladığının işlenmesi(1).
Öneri: Eğitimden kuşkusuzluğun ayıklanması için eylem planı (EP).
Öneri: Kurum kültürlerinden otokratik pratiklerin ayıklanması için EP yapılarak yöneticilerde, “otokrasi çaresizliğin dışavurumudur” anlayışının uyarılması için EP.
Öneri: Siyasetteki lider sultasının liderlerden değil, lider kararlarından kuşkulanmayanlardan kaynaklandığının işlenmesi için EP.
Öneri: Her türlü ifadenin, “veriler”, “gözlemler”, “varsayımlar”, “çıkarımlar”, “öneriler” biçiminde dile getirilmesi için EP(2) .
b. Bu gerçeklerin farkındakilerin bir ağ oluşturması için EP.
c. BM yönetimlerinin, nelerin yapılmaması gerektiği(3) konusunda kuvvetli bir etkileşim[1] içinde bulunması için EP.
d. BM kaynaklarının birer “katalitik para(4)” olduğu bilinci için EP.
e. Değişimler vizyoner liderlerce gerçekleştiriliyor. Cumhurbaşkanımıza, büyük sıçramayı gerçekleştirebilecek olan (…dir/…mi?) devriminin, başta eğitim kurumları olmak üzere tüm kurumlarımızda gerçekleştirilmesi direktifini vermesinin beklendiği anlatılmalıdır.
-
May 25 2012 -
May 25 2012 KENDİNİ DEĞİŞTİRME İRADESİ YETERSİZLİĞİ ve BİR YAKLAŞIM
Sorun nedir?
Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.
Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.
Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.
İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.
Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.
Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.
İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.
KeDİ yetmezliğinin yapısı..
Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.
Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.
İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.
Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?
KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.
Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:
-
pasif içme ortamlarında bulunma,
-
sigara ikramlaşması,
-
otlanma tabir edilen kültürel kod,
-
spor yapmama,
-
kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,
-
sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi”, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum”, “bırakırsam stres daha kötü”, “filanca içmedi ama kanser oldu”, “hiç zararını görmüyorum” vbg),
-
sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,
-
sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,
-
yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,
-
“dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,
-
ve diğer birçoğu
Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.
Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.
Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.
KeDİ tümörü??
Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.
Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.
Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim”. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.
KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.
Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..
Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:
Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,
Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,
Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.
Sonuç
Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.
Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?
The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing
Sayfa 1 / 3
-
-
May 25 2012 “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”
Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri
Kötüye kullanımı önlemek için
Mevzuat yoluyla yapılabilecekler
Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları
Zamanındalık
Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:
-
Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:
-
Kamu kesiminde
Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..
-
Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,
-
Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,
-
Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,
-
Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,
-
Yalan söyleme yaygınlaşır,
-
Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:
-
gereksiz masrafa yol açar,
-
yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.
-
Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,
-
Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.
SONUÇ
-
Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.
-
Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.
Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.
-
-
May 25 2012 KREDİ FAİZİ PARANIN
FİYATIYSA !
Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.
Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.
Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.
Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.
Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.
Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.
Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.
Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.
Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.
Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.
İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.
Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.
Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.
Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.

