• Bizim ev!

    Yakınma değil

    İnternette de olsa kamuya açık yazılar, yazarlarının kişisel sorunlarını sergilediği araçlar haline gelmemeli. Bu yazıda “oturduğum ev”den söz etmemin nedeni kişisel bir sorunumu aktarmak değil, biraz fıkra gibi -ama tamamen gerçek- bir olguyu kullanıp bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

    Kadıköy’de bir kooperatif sitesinde oturuyorum. 1989 yılında topraktan girdiğimiz kooperatif inşaatı için o zaman verilen banka kredisini almaya gittiğimde ilk gariplikle karşılaşmıştım.

    Banka müdürü dosyamı inceledikten sonra “maalesef kredi veremeyeceklerini” belirtti ve gerekçesini açıkladı.

    –        Beyefendi, biz yeni evleri kredilendiriyoruz. Sizin eviniz ise 5 yıllık.

    –        Müdür bey nasıl olur, daha inşaat sürüyor!

    –        Ben bilmem, bakın iskan ruhsatı 1985 tarihli.

    –        ??????

    Sonradan anladık ki, 1985 yılında çıkan bir yasa ile 5 kattan yüksek binalara yangın merdiveni zorunluğu getirilmiş; inşaatı yapan da bu yükten(!) kurtulmak için inşaat ruhsatı ile birlikte iskan ruhsatını da 1985’te alıvermiş.

    Evimizin ilginç özellikleri olacağını -bu ipucuna bakarak- o tarihte pek farketmemiştim, sonraları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

    Yanyana, onbirer katlı iki bloktan ibaret apartmandaki dairemizi alınca kapı numarasının, ruhsata esas plana göre yan bloktaki olduğunu görmüş ve inceleyince ortaya şu çıkmıştı: Orijinal planda apartman giriş kapısı ana caddeye bakıyorken, müteahhit kapıları arka sokağa almak için planı ters çevirmiş. Belediye ise ters çevrilmemiş plana göre numara verince kapı numaraları değişivermiş.

    Şimdi toplam 46 daire sahibi, birbirlerini mahkemeye verip evlerinden çıkarabilir ve birbirlerinin dairelerine taşınabilirler, Allahtan uyumlu insanlarız.

    Biz onuncu katta oturuyoruz ve daire kapı numaramız 39. Günlerden bir gün asansör bozulup da merdivenleri yayan ininceye kadar, her katta 2 daire hesabıyla 10. kattaki daire numarasının nasıl 39 olacağını hiç düşünmemiştim. Her ne kadar 5 tabanlı sayı sistemi kullanarak daireleri numaralandırmak gibi bir olasılık var ise de müteaahhidimizin bunu akıl edemeyeceğini tahmin edebildim.

    Sistemi çözümleyebilmek için birkaç defa aşağı yukarı inip çıktım ve evet; numaralar, zeminden itibaren şöyle gidiyor: 1-2, 5-6, 9-10, …, 39-40. Daire numaralarının her katta ikişer ikişer değil dörder dörder arttığı görülüyor. Acaba 3-4, 7-8 … gibi numaraların bir uğursuzluk getirdiğine mi inanılıyor yoksa insanların bu hesaplara akıl yorarak biraz olsun aritmetik çalışmaları mı amaçlanıyor anlamamıştım ki bir komşum imdada yetişti ve problemin çözümünü açıkladı: Her katta numaralama bitince yandaki diğer apartmana geçiliyor, onun da aynı kattaki dairelerine numara veriliyor ve tekrar bizim apartmana geçiliyor; böylece 4 atlamalı numaralama sistemi ortaya çıkıyor.

    Sonraki yıllarda böyle ayrıcalıklı bir evde oturmanın keyfini sürerken bir yandan da olmayan yangın merdivenini yaptırmak için çaba harcamaya başladım. Her yıl düzenli olarak apartman genel kurullarına katılarak yangın merdiveninin oldukça yararlı bir şey olduğunu savunmaya çalıştım.

    Fakat itiraf etmeliyim ki her genel kurul sonrası gururdan koltuklarım kabarıyordu. Komşularım ne kadar yaratıcı fikirler ürettiğimi, bunlara her zaman ihtiyaç olduğunu, hatta benim gibi kişilere hükümette bile ihtiyaç olduğunu belirtiyorlardı. E kim olsa biraz gurur duyar.

    Her ne kadar 10 yıl kadar bu gurur verici iltifatlandırma sürdüyse de yangın merdiveni kararı -mermer cephe kaplaması, doğalgaza geçiş, iç hacimlerin boyanması nedenlerle- bir türlü çıkmadı. Sonunda ben de 5,136,275 nolu patente konu olan “Yüksek Binalardan Aileleri Yangından Kurtarma Aparatı” satın alarak sorunu çözdüm. Galiba İstanbul’da yangın merdiveni yerine böyle bir çözüm uygulayan tek aile biziz, yani komşularımın dediği kadar da var.

    Bütün bu anlattıklarım e-devlet uygulamalarından önce (yani taş devri gibi) idi. Şimdi artık öyle değil. Yaşamımızın her safhasında artık bilgisayarlar var.

    Siz öyle sanın, esas felaket şimdi başlıyor!

    İşin içine insanlarımızın yanısıra insanlarımızın işlettiği bilgisayarlar da girince işler acaba düzelir mi derken sorumun cevaplarını yavaş yavaş almaya başladım. TC kimlik numaramı internetten almaya kalkıp da “böyle bir kişi bulunmamaktadır” mesajını alınca, bunun henüz teknolojiyi yeterince özümseyememe ve bir de yeterince yüksek teknoloji işin içine girmediği için doğan bir aksaklık olduğunu düşünmüştüm.

    Cevabı dün buldum..

    Nihayet aradığım cevap dün internetten geldi. Kadıköy belediyemizin internet sitesinde, uydu haritalarından yararlanılarak evimizin yerini bulabileceğimiz hatta fotoğrafını görebileceğimiz müjdeleniyordu.

    Bunca yılın deneyimiyle (yani evimiz konusundaki), bu işte bizim apartmana özgü mutlaka bazı gariplikler olacağını içgüdümle (evet bende var) hissettim. Ve de yanılmadım

    Adresimizi mahalle, sokak ve kapı numarası ile verip heyecanla beklerken karşıma bizim ev yerine caddenin karşısındaki manav çıktı. Her şey tıpa tıp tutuyor, fakat manav. Fotoğrafı bile tamam. Acaba bir numara aşağısı ya da yukarısı olur mu derken bambaşka caddelere düştüm tekrar geri gelip kurcalarken birden bire nasıl oldu bilinmez, başka bir arama imkanının olduğunu gördüm: Parsel sorgulama!

    İşte buldum dedim ve arayıp evin tapusunu buldum, ada, parsel vs öğrendim. Heyecanla mahalle adını ve ada numarası da girince artık apartmanın bulunduğu yere bir tık’lık mesafe kaldı. İşin tadını çıkarmak için yavaşça son bilgi olan parsel numarasını girmeye kalkınca “böyle bir parsel yoktur” ile karşılaştım.

    Bundan evvelki sorunlar küçüktü, komşular arasında çözülebilirdi. Bu defa iş devletle ve “tapun sahtedir” gibisinden bir mesaj aldım. Doğrusu buna inanmıyor da değilim. Bu kadar acayiplik normal tapu sahibi birisinin başına gelemez. Mutlaka bizim tapu sahte.

    (Daha sonra rastgele ararken tesadüfen bizim apartmanın yerini buldum ve fotoğrafına tıkladım. İşte o an tapumun sahteliğine iyice kani oldum. Fotoğraf başka bir yerdeki bir dükkanın fotoğrafıydı.)

    Ama uydu teknolojisi!

    Şimdi düşünüyorum. Tanrı bizi teknolojinin her türünden, özellikle de yükseğinden korusun. Çünkü teknoloji ilerledikçe bizim insanımızla arasındaki uyum sorunu büyüyor.

    Taş devrindeki insanların şaşırmadan becerebildikleri sıradan birer birer sayma işini bile karmakarışık hale getirebilen insanlarımızın eline uydu haritalarını verince neler olmaz.

    İyi bir hukukçu arıyorum.

    Aklıma gelenlere sövmeyi suç olmaktan çıkarabilecek ipuçlarını bana verebilecek bir hukukçu arıyorum. Bulayım ki, e-devlet diye iri iri laf edenlere, vizyon 2023 olarak şu cümleyi oluşturanlara iyice bir içimi dökeyim,

    Vizyon 2023

    Bilgi Toplumu olmayı sürdürülebilir kalkınmanın ana ekseninde kabul eden; bilim, teknoloji ve yenilikçilik (inovasyon) alanlarında yetkinlik, farkındalık ve üretkenliğin sürekli gelişimine odaklanmış, küresel seviyede yüksek rekabet gücüne sahip bir Türkiye“.

    Ben de aynen sizin.

    Pazar, Mart 12, 2006

    (14 Ağustos 2012 itibariyle bir not: Aradan geçen yıllarda -yine teknolojinin yardımıyla- epey gelişmeler oldu. Şöyle: 1989’da apartman girişinde, bina numarası olarak 81-1,  blok numarası olarak da M3A vardı. Bununla uzun süre idare ettik. 20 yıl kadar sonra, belediyemiz o numaranın biraz yanına yeni blok numarasını daha iri olarak yazdı: 5/A/A. Bina no yine aynı kaldı.

    Bir ay kadar sonra, adrese bağlı kimlik sistemini de kullanarak, evin bize ait olduğunu tescillemek için(!) e-devlet uygulamaları içinden http://bit.ly/m8ScL adresini kullanarak devletin tanımladığı kapı ve blok numarasını buldum. Artık bina ve blok numaraları kalkmış tek kod verilmişti: 5/A. Yalnız bu defa da, apartmanın bulunduğu cadde ismi değişmiş ve 24 küsur yıl evvel belediyenin onadığı ruhsattaki cadde -her ne kadar kapımız o caddede olmasa da- yeni caddemiz olarak verilmişti. Herhalde e-devlet, kapınızı o caddeye taşıyın demek istiyordu.

    Yıllar sonra, herkes gibi basit, akılda kalabilir bir apartman numarasına sahip olmanın gururunu içimde kutlamakla yetinemedim ve sipariş ettiğim bir şey için teslim adresi olarak e-devletin verdiği yeni adresimi verdim.

    2 günde teslim edilmesi gereken kargo 15 gün geçip gelmeyince, yine teknoloji yardımıyla Kayserili kargo firmasının telefonunu bulup kolinin ne zaman teslim edileceğini sordum. Cevap şöyleydi: “Beyim, biz o semti avucumuzun içi gibi biliriz, ama o cadde üzerinde öyle bir numara yok; kolinizi Kayseriye geriye yolladık“.

    Bütün bunları niye yazdım? Bazı konular uzmanlık gerektirir, para gerektirir, uluslararası ilişkiler gerektirir vs vs. Yer küresi üzerinde sabit bir noktaya adres vermek için bunlardan hiçbirisi gerekmez. Okur-yazar olmak yeterlidir. Şimdi aklıma gelen soruların sizin de aklınıza geldiğinden eminim.

    Bu arada hukukçu aramaya devam ediyorum.

    14 Ağustos 2012

  • Demokrasinin tahribi laf atmakla başlar..

    Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul çalışmaları sırasında, milletvekillerinin kürsüde konuşana laf atması, konuşmacının bu sataşmalara cevap vermesi, hatta oturumu yöneten Başkan’ın da zaman zaman bu “laflaşma”lara katılması, Meclisimizin (ve de herhalde bütün meclislerin) bir geleneğidır.

    Bu sataşmalar belirli bir üslup içinde yapıldığı, hatta bir mizah ögesi taşıdığı sürece, konuşanla dinleyenler arasındaki “iletişim ortamı”nı olumlu etkiliyebilir, bir hoşgörü iklimi yaratır. Nitekim, tarihte ve yakın geçmişimizde, bunun hoş örnekleri vardır.

    “Sataşma” bu sınırı aşıp, konuşmacının konuşma düzenini bozmaya, hele hele onu konuşturmamaya dönüşünce, bunun yukarıdaki “olumlu katkı”larla ilişkisi yok olur, ortam despotluğa açık hale gelir.

    Konuşana fiziksel müdahale ise kabalık sınırının da ötesinde bir “orman davranışı”dır, ne parlamento ve ne de başka bir yerin adabıyla ilgisi yoktur.

    Pekiyi, birincisi demokrasiye katkıyı, diğeri de demokrasiyi tahribe yol açan bu iki davranış türünü birbirinden ayıran faktör nedir?

    Bu faktör, esprili, kibar sataşmalar sınırını aşan atışmaları hoş karşılayan -ki yanlış olarak hoşgörü olarak nitelenmektedir- milletvekilleri ve bu “hoşgörme”den işaret alan “müzakere yönetim biçimi”dir.

    Burada ki ince nokta, “hoşgörü” ile “acz” arasındaki farktır. Birbirine yakın zannedilebilecek bu iki kavram, matematikteki “artı ve eksi sonsuza uzanan fonksiyonlar” gibidir. Belirli bir değerin bir yanında artı sonsuz, hemen yanı başında ise eksi sonsuz nasıl ki birbirinden “çok” farklıysa, terbiyeli bir espri ile kaba bir sataşma da -sonuçları açısından- “çok” farklıdır.

    Birincisi, müzakereyi yöneten tarafından gülümseme ile karşılanması gerekirken, ikincisi son derece kesin biçimde caydırılmalıdır. Bu caydırma, ona sebep olan(lar)’ı uyarmaktan, oturum dışına çıkarmaya kadar uzanmalıdır. Nitekim oturumların “düzen”ini sağlayacağı öngörülen “içtüzük” de böyle söylemektedir.

    Her fırsatta içtüzüğün yetersizliğini öne sürenler, mevcut içtüzüğün bu hayati hükümlerini uygulamazsa, düşünceleri ifade özgürlüğü, jandarma destekli yeni bir İç Tüzük’le mi sağlanacaktır?

    Şu unutulmamalıdır ki, Meclis’in havası Türkiye’de daima sokağın havasını etkilemiştir. Mecliste iki kişinin kavgası sokakta onbinleri birbirine saldırtmış, aksine, Meclis’teki yumuşamalar halkı daha barışçıl olmaya yönlendirmişlerdir.

    Büyük Millet Meclisi’nin (ve Dünyadaki tüm parlamentoların) ritüel’lere (kılık-kıyafetten, davranışlara varıncaya kadar) bu denli “fazla” önem vermesinin nedeni orijinallik merakı değil, parlamento içi düzenlerle sokak düzenleri arasındaki bu yakın ilişkinin farkında olunmasıdır.

    Oturumları yöneten ve çeşitli siyasi partilere mensup Meclis Başkan Vekilleri’nin, bir geleneği oluşturmak üzere işbirliği yapmaları ve takınacakları kesin tavrı partili arkadaşlarına izah ederek anlayış göstermelerini istemeleri gerekmektedir.

    Türkiye’mizin, “hayalet” sorunlarını çözmeye -boşyere- çabalayanların, onların “kökteki” nedenleri görmeleri ve “laf atma” sorununun bu bağlamdaki önemini takdir etmeleri dileğiyle!

    Pazar, 25 Aralık 1994

  • Bir test: Laikçi misiniz dinci mi?

    Birçok toplumda ortak konu..

    Uzunca yıllardan bu yana toplumumuz -hattâ giderek diğer toplumlar- laiklik konusuyla meşgul. Öyle görünüyor ki bu yoğunluk azalmayacak, aksine artacak ve belki de küresel ısınmadan daha ön sıralara oturacak.

    Bu işin bu denli yaygınlık kazanmasının çeşitli nedenleri içinde bir tanesi de tanımlar konusundaki belirsizliklerdir. Laik, laikçi, dindar, dinci kimdir? Hangisi nerede başlar nerede biter?  Acaba laik dindar olabilir mi? Bunlar siyah-beyaz kadar net çizgilerle ayrılabilir mi? Ve daha buna benzer nice sorular.

    Bir test önerisi..

    Bu konularda kısa ve belirsizliği -nisbeten- az bir test olabilse ne kadar işe yarardı. Bu kadar iddialı olmasa da, en azından daha iyilerini geliştirecek olanlara malzeme oluşturabilecek bir test önerisi şöyle olabilir:

    Testin hareket noktası, neyi saptamak istediğimizdir. Madem ki düşünce ve inançlar dışa vurulmadıkça kimse tarafından bilinemiyor, en keskin düşünce sahiplerinin dahi “dışa vurulmamış inançlara”  laf etmesi söz konusu değildir.  Sorun, düşünce ve inançta değil bunların dışavurumlarında başlıyor.

    Şimdi bir adım ileri gidip, yalnız din konusunun taraflarını değil, diğer ideolojik konuların -örneğin siyasal veya ekonomik ideolojiler- taraflarını da test geliştirme çabamızın içine katalım. Serbest ve düzenlenmiş piyasa yanlıları, globalizm yandaş ve karşıtları, androposentrik yaklaşım ve bütüncül yaklaşım yandaşları gibi yüzlerce karşıtlığın hangi açı(lar)dan sorun yarattığına bakalım.

    Bu düşünce ve inançların dışavurumları çeşitli biçimlerde olabilir.  Bu dışavurumların hangi biçim(ler)i konusunda sorun olduğuna göz atalım. Düşünce ve inançlarını örneğin saçlarını kısa ya da uzun kestirerek ya da renkli gözlük takarak ifade etmek isteyenler ne zaman sorun yaratırlar?

    Pratikte görünen odur ki, sorun, ifade edilen eğilimlerin başkalarınca da benimsenmesi isteğinin kabul ya da reddinden geliyor. Eğilimlerini örneğin renkli gözlük takarak dile getiren bir kişi, bir anlamda bunu bir meydan okuma olarak dışavurmuş sayılıyor ve bir anlamda “benim eğilimlerimi onaylamayanları onaylamıyorum” demek istiyor; daha da trajik olanı belki böyle demek istemiyor fakat böyle anlamlandırılıyor.

    Taraflara dışarıdan bakan kişiler -örneğin toplumsal düzeni sağlamak durumunda olanlar- tarafların ne düşünerek bu dışavurum stillerini seçtiklerini bilemeyecekleri için bu defa dışavurum stillerine ait normlar ortaya koymaya başlıyorlar. Ama ikinci büyük sorun da burada başlıyor: Bu kişiler bizzat bir ideolojinin tarafı durumunda iseler bu defa kavga doğrudan taraflar arası kavgaya dönüşüyor.

    Uygulamak istediğimiz testin ipuçları burada yatıyor. Düşünce ve inançların dışavurumundaki niyetin ne olduğu bilinebilse mesele çok kolaylaşacak. Bunu ise doğrudan gösterebilecek bir gösterge bilmiyoruz.

    Ama bir çözüm yolu var. Gerek pozitif bilimlerde gerekse sosyal bilimlerde, doğrudan ölçülemeyen olgular dolaylı yollarla bilinir kılınabiliyor.

    Uzak bir yıldızda yaşam olup olmadığı oradakilerin seslerini dinlerek ya da resimlerini çekerek doğrudan belirlenemiyor, ama o yıldızda su olup olmadığı gibi dolaylı bir ölçütle tahmin edilebiliyor (tabii su bulunması orada yaşam olduğuna mutlaka kanıt olmayabilir).

    Benzer biçimde, yönetim biliminde kurumların performansları çok sayıda dolaylı ölçüte bakarak değerlendirilebiliyor. Yeter ki neyi ölçmek istediğimizi iyi bilelim.

    Düşünce ve inançların dışavurumları konusunda da bilmek istediğimiz, amaçların ne olduğudur. Kişi, seçtiği dışavurum stilini (gözlük, saç, türban, açık göbek vs) sadece “ben böyle düşünüyor ve/ya inanıyorum; hoşuma böyle gidiyor” amacıyla mı yapıyor, yoksa “ben böyle yapıyorum ve ifade aracımı sizin de böyle yapmanız için size bir çeşit manevi -ve fırsatını bulursam maddi- baskı yapma aracı olarak kullanıyorum” amacıyla mı? Doğrudan ölçemeyip de dolaylı olarak ölçmek -değerlendirme demek daha doğrudur- istediğimiz tam olarak budur.

    İfadeciler ve benimseticiler..

    İşi kolaylaştırmak için yukarıdaki iki farklı eğilime birer sembolik isim de verilebilir. Birincisine -salt ifade amaçlı olanlara- “ifadeciler“; ikincilere -başkalarına da benimsetmeye çalışanlara- ise “benimseticiler” diyelim.

    Bu durumda aradığımız test, laik ve dindar adlandırması gibi tanımı gri  tonlar içeren, içtenlikli dindar ile din simsarının ve/ya içtenlikli laik ile laikliği istismar edenlerin karışmasına yol açan sakıncaları da ortadan kaldırabilecektir.

    Bunu dolaylı değerlendirmeyi becerebilir isek, sadece kendisi için bir dışavurum stili seçenlere (ifadeciler) şapka çıkarıp başkalarına baskı yapmayı amaçlayanlara ise (benimseticiler) bir yolla engel olur ve böylece insanların en önemli özgürlükleri sayılması gereken “koşullanmama özgürlükleri“ni savunmuş oluruz.

    Evet, kavramlar konusunda bir netleştirmeye gidince testin ne olması gerektiği de ortaya çıktı: Kendi doğrularınınızın (akıl alanı), iyilerininizin (ahlâk alanı) ve güzellerininizin (estetik alanı) mutlak olduğuna ve başkalarınca da benimsenmesi gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “benimsetici” denilebilir.

    Bunların göreceli olabileceğini, kendi doğru-iyi-güzellerinizi içeren bir yaşam alanı içinde yaşayabilmeniz için başkalarının yaşam alanları ile kesişen yaşam kesitlerinde -ki gerçek kamusal alan- üzerinde uzlaşılan ve uzlaşanların bütününe yarar sağlayan -ki gerçek kamusal yarar- doğrular, iyiler ve güzeller bulmak gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “ifadeci” denilebilir.

    Kendisine laikçi veya dinci denilen kimselerin gerçekte kendi doğru, iyi ve güzellerini başkalarına dayatmaktan başka düşünceleri olmayan kimseler oldukları, her iki kesimin ne kadar birbirinin içine geçmiş olduğu, bunun da altında “kendi fikrini başkalarına benimsetme” denilen masum görünüşlü melânetin yattığı daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Tek ve mutlak doğru-iyi-güzel’lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa ile niçin bir adım ileri gidemeyecekleri ve bunun günahının kendi doğru-iyi-güzellerini ezberleyen (yani sorgulamayan) ama kendisine de aydın diyen kesimlerimiz olduğu daha iyi görülebiliyor mu?

    Esas savaş açılması gerekenin dindarlık ya da laiklik olmadığını, en büyük insanlık suçunun “başkalarını koşullandırmak” olduğunu, Tanrının -bütün diğer varlıklar gibi- kendi doğru, iyi ve güzellerini bulma genetik kodu ile donattığı insana bir şeyleri ezbere belletip bunları sorgulama dışı bırakmanın, üstüne üstlük bir de bunları başkalarına dayatmanın ne din ne bilimle bağdaşmayacağını, bunun günahının bu dünyada geri kalınarak başka boyutlarda başka cezalarla mutlaka tecziye edileceğini akıl etmek gerekmez miydi?

    Bu zihinsel katliama yüzyıllar boyunca maruz kalmış bir toplumda üremiş her düzeydeki ve unvandaki “benimsetici” ile şimdi ne yapacağız? Toplumun hemen tüm kurumlarına egemen olmuş bu “benimseticilik” kültürünün bir “toplu yok olma” kültürü olduğunu idrak edip edememek. İşte bütün mesele budur!

    Mart 14, 2004

  • Turizmde arazi tahsisleri için yeni bir model: “paket proje”

    2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası (TTY) uyarınca turistik tesis kurmak isteyenlere, kamu arazileri uzun süreli tahsis edilebilmektedir. Nitekim bu enstrüman, bugün sahip olduğumuz birçok tesisin ortaya çıkmasına ve bugün hala turizm yatırımı yapmak isteyenleri özendirmeye yardımcı olmuş ve olmaktadır.

    Arasında, sahillerin bozulması, haksız rekabet araçlarının kullanımına yol açması gibi olumsuzluklara sebep olanlar bulunsa da, arazi tahsisi yaklaşımı genelde faydalı bir araç olarak değerlendirilmelidir.

    Bugün geldiğimiz noktada yapılması gereken, sistemin iyi işlemeyen yanlarının gözden geçirilip daha yararlı hale getirilmesidir. Uygulanan modelin ana felsefesi değişmemek kaydıyla sakıncalı yanlarının düzeltilmesi için Şubat-1989’da Turizm Bakanlığında bu yolda bir çalışma da başlatılmıştı.

    Gözden geçirilmesi gereken başlıca beş sorun, arazilerin küçük parçalar halinde bölünmesi ve her parçanın ayrı bir yatırımcıya tahsis edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunlar:

    • Turizm Bakanlığı (TB) başta olmak üzere bürokratik merciler çok sayıda yatırımcı ile karşı karşıya gelmekte, bunların kimi yersiz veya haksız taleplerine karşı koymaya çalışmaktadırlar.
      Mevcut sisteme göre yatırımcıların sayılarının çok ve mali güçlerinin sınırlı olabilmesi, onları kimi zaman yasal vecibelerini yerine getirmek yerine yan yollar bulmaya itmektedir.
    • Bir “bütün” arazi parçası üzerinde çok sayıda yatırımcı, birbiriyle uyumsuz yapılaşma yaratmaktadırlar.
      Her yatırımcı, kendisine tahsis edilen araziden azami geliri sağlayabilmek için yoğunluk sınırlarını zorlamaktadır. Bugün turizm alan ve merkezlerinde bile rastlanan betonlaşmanın bir nedeni budur.
      Ayrıca, bu tür tesislere ortak hizmet verecek tesisler hiç birinin sorumluluk alanına girmemekte (sahillerdeki kafeterya, duş, WC gibi tesisler), bunları devlet yapmak zorunda kalmaktadır.
    • Yapılan yatırımların halka açılması genellikle mümkün olamamaktadır. Çünkü ortalama tesis büyüklükleri, halka açılmayı mümkün kılmamaktadır.
    • Kredilerin geri ödenme döneminde zorluğa düşen yatırımcılarla devlet arasında sorunlar doğmakta, yatırımcılar çeşitli yollarla erteleme yollarını zorlamaktadırlar.
      Ayrıca, yapısı nedeniyle “kırılgan” bir sektör olan turizmde iç ve/ya dış konjonktürdeki dalgalanmalar nedeniyle gelirleri azalabilen turizmciler, eğer mali bünyeleri yeterince güçlü değilse gerçekten de ödeme güçlüğü içine düşmektedirler.
    • Yatırımcılar, küçük tesislerinin pazarlanmasında gerekli beceriyi her zaman gösterememekte, bunun sonucunda da mali güçlükler ya da tesisin elden çıkarılması tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar.

    Özet olarak mali gücü ve Dünya ile ilişkileri sınırlı ve de küçük bir alandan azami geliri sağlamaya güdülenmiş çok sayıda yatırımcıya arazi tahsisi birçok soruna yol açmaktadır.

    Bunun yerine önerilen modelin ana hatları ise şu şekildedir:

    • Bir turizm alanının içinde bulunması gereken bütün tesisleri, belirli yoğunluk sınırları aşılmaksızın bulundurabilecek arazi parçaları seçilir.
      Sık rastlandığı şekliyle, bir kişinin yerini kendi seçip belirttiği ufak bir alanın tahsisine bu modelde yer yoktur. Böyle bir istek halinde, aynen imar planlarındaki yönteme benzer şekilde, önce o yörenin bütünüyle turizm planı yapılır.
    • Bu şekilde belirlenen alanlar bir yatırımcıya değil, bir konsorsiyuma tahsis edilir. Konsorsiyum içinde bulunması gereken asgari kuruluşlar şunlar olacaktır:
      1.  Kapital sahip(ler)i,
      2.  Banka(lar),
      3.  Turizm işletme şirketi,
      4.  Pazarlama şirketi,
      5.  Yatırımın belirli bir yüzdesini (örneğin %30-40 gibi), hisse senedi satın alarak finanse eden halk

    Bu kuruluşlardan uygun birisi konsorsiyum liderliğini yapar ve devlete tek muhatap olur. Konsorsiyumu oluşturan kuruluşların, konularında deneyimli ve güvenilirliğini kanıtlamış olmaları zorunluğu vardır.

    Konsorsiyum ortakları içindeki banka(lar), gerek hisse senetlerinin pazarlanması, gerekse finansman temini işlevlerini yerine getirirler. Ayrıca fonlarını sağlam bir yatırımla değerlendirmiş olurlar.

    • Tahsis edilen arazi için öngörülen amaç ve bu amaca yönelik proje, konsorsiyum tarafından yapılır ve halka açıkça ilan edilerek eleştirilmesi sağlanır.
      Bu eleştiriler ve Turizm Bakanlığının önerileri doğrultusunda revize edilip onaylanır.
      Projeler, bakanlığın turizm master planlarına ve/ya genel olarak öngördüğü ilkelere uygun olmak zorundadır.
    • Konsorsiyum, projesinde öngörülen tesislerin bir kısmını başka yatırımcılar eliyle yapabilir. Aynen bugün Turizm Bakanlığının küçük arazi parçalarını yatırımcılara tahsis etmesi gibi, konsorsiyum da bütün arazi içindeki bölümleri yatırımcılara tahsis edebilir. Yani kendisine tahsis edilmiş arazinin parçaları üzerinde üçüncü şahıslara irtifak hakkı tesis edebilir.
      Ancak, bunun bugünkü durumdan farkı, yatırımcıların istedikleri tesisleri yapmak yerine belirli ve tutarlı bir projeye uymak zorunluluklarıdır.
      Konsorsiyum, arazi tahsisleri karşılığında uygun göreceği teminatı isteyebilir. Yatırımcılarla doğabilecek tüm sorunları kendisi çözer.
    • Halka açılan hisseler, yatırımın belirli parçalarını temsil eden hisse senetlerinin satışı yoluyla yapılabileceği gibi, “yatak satışı” şeklinde de yapılabilir. Böylece, 1 yatak satın alarak onun yatırımını sağlayan bir kişi, senenin belirli bir döneminde yatağı kendisi kullanma hakkını da elde etmiş olabilir. Geri kalan zamanda ise yatağın sağladığı geliri alarak yatırımının nemasını geriye almış olacaktır.
      İç turizmin hareketlendirilmesi, sermayenin tabana yayılması ve finansman darboğazlarının aşılması ve küçük tasarruf sahiplerinin gelirlerinin artırılması gibi yanları, bu yöntemin bir kaç avantajıdır.

    Özet olarak bu model, yalnızca küçük güzel koyların değil, çok daha büyük alanların entegre biçimde değerlendirilmesi imkanını yaratmaktadır.

    Gerek Turizm Bakanlığı gerekse diğer devlet kurum ve kuruluşları açısından da, yüzlerce küçük -kimisi çıkarını artırabilmek için her yolu denemeye kararlı- yatırımcı yerine, daha ciddi ve denetimi kolay kurumlarla ilişki mümkün olabilecektir. Bu, rüşvet ve yolsuzluktan bunalmış sistemimiz açısından bu önemli bir avantaj olduğu gibi “küçük ve güçlü devlet”e yaklaşmak bakımından da iyi bir adım olacaktır.

    Yatırımcılar yalnız direkt turizm yatırımları değil, turizme dolaylı girdi olan el sanatları üretimi ve pazarlaması, çiftlik işletimi gibi konuları da projeleri içine dahil edebileceklerdir.

    Bu yaklaşım, kırılganlığı (fragility) yüksek bir sektör olan turizmin çeşitli krizler karşısındaki davranışını da olumlu olarak etkileyebilecektir.

    12 Kasım 2001

  • Saklı içerik 2

    Eğitim terimleri ile ilgili bir sözlükten alıntı:

    Saklı İçerik (hidden curriculum) okul müfredatının açıklanmış olmayan, kamusal olan kısmıdır. Hem okulun hem de dersanenin kültürlerinin öğrenci gelişimi üzerinde büyük etkisi vardır.

    Örneğin bir sınıfta öğrenci başına düşen metre kare, öğretmenlerin öğrencilerle olan ilişkisi, ödüllendirme yöntemi, hatta okulun fiziksel ortamı bile müfredat unsurlarındandır. Sabır, rekabet, ve yumuşak başlılık, gizli müfredatın muhtelif boyutlarının sonucu olarak öğrenilen becerilerdir.

    Zaman da, yazılı olmayan müfredatındandır. Örneğin sanat dersleri, okula henüz “yeni” başlayan çocuklara öğretilmez pek. Önce, temel beceriler’in zorunluluklarıyla karşı karşıya bırakılıp, derslere kendilerinin öncelik vermesi sağlanmış olur. Derslerin zaman bölümlerine yerleştirilmesinin öğrencinin derse kendini vermesi üzerinde etkisi vardır; 50 dakikada bir ders değiştirmek, öğrencinin öğrenmesi, konunun da öğretilebilmesi için gerekli dikkatin verilmesini sağlayamaz.

    Saklı içeriğin en iyi örneği Philip Jackson’un Life in Schools adlı klasik kitabındadır. Jackson, bir takım şeylere dikkat çektikten sonra, öğrencinin zamanının çoğunun, başkalarıyla birlikte çalışma ve araştırma için harcayacağına, beklemekle geçtiğine dikkat çekmektedir.

    Bu açıklamaların ışığı altında acaba okullarımızda -saklı içeriğin sonuçları olarak- neler öğrenilir? Buradaki “öğrenme” deyimi ile bir şeylerin adlarının bellenmesinin değil, “kişinin yeteneklerinde, bilgilerinde, algılamalarında ve kişinin kendini ve başkalarını duyumsamasındaki değişim“in kastedildiğine özellikle işaret edilmelidir. [1]

    Zaman içindeki gözlemlerimize göre “öğrenilenler” içinde şunlar bulunmaktadır:

    • Sağlıksız beslenme (okul kantinlerindeki uyduruk besinlere zaman içinde oluşan bağımlılık yoluyla),
    • Kuşkusuzluk (öğretilenlerin mutlak doğru olduğu inancının işleri çok kolaylaştırması nedeniyle),
    • Ter kokusu normaldir (her ders arasında takım elbiseyle enerji boşaltıcı hareketler -top oynama vbg- yoluyla),
    • “Ben de başkaları da güvenilmez kişileriz, kimse başımızda yoksa çalabiliriz” ya da “insanlar potansiyel suçludur” (sınavlardaki gözetim yoluyla),
    • “Ben öğrenemem, ancak başkası bana öğretebilir” (öğretme merkezli eğitim yoluyla),
    • “Temiz hava önemli değildir” (dershanelerin bozuk havaları yoluyla),
    • Omurga eğrilikleri (biçimsiz oturuşlar ve bozuk sıra tasarımları yoluyla),
    • “Tekdüzelik esastır” (boy sırası, okul üniforması, defter ve kitap kapları vb yoluyla),
    • Bilmemek cezalandırılma nedenidir; ama, anlamadan bellemenin veya sorgulamadan kabullenmenin veya merak edip öğrenmeye çalışmamanın hiçbir sakıncası yoktur (sınavlar yoluyla),
    • Fikirler koşullandırma yoluyla benimsetilir (öğretme yoluyla),
    • Ad bellemek öğrenmek demektir,
    • Eğitimde işe yarayan pek bir şey öğrenilmez, ama bu söylenmemelidir,
    • Eğitim, sınıflarda yapılabilecek bir faaliyettir. Güç ortamlardan -kar gibi-, lise ve üniversitelerdeki erişkin öğrencilerin dahi öğrenecekleri bir şey yoktur (kar tatilleri yoluyla),
    • İyi ahlâk bir lükstür. Bir risk bulunmaması ve de birilerinin emir -hem de yazılı- vermesi halinde ahlâklı davranılabilir.
    • Eğri-büğrülük, özensizlik doğaldır, yeter ki kozmetiği yerinde olsun. (Mimarlık ve mühendislik fakültelerinin binalarının bile, uyduruk, çürük, ama yönetici odalarının şatafatı yoluyla).

    [1] Handbook of Educational Terms and Applications, A.K. Ellis, J.T. Fouts, 1996

    Cuma, 25 Ocak 2002

    Rev. Pazar, 13 Ekim 2002

    (Bkz Saklı İçerik 1)

  • YABANCI DİL KARGAŞASI

    Okullarımızda Türkçe dışında ikinci – bazen iki ve üçüncü- dil öğretimi konusundaki yaklaşık 100 yıllık serüven -ki gerçekten de bir maceradır- sonunda geldiğimiz nokta -büyük resim açısından- kocaman bir “hiç”tir. Özel yetenek ve/ya çabasıyla bu resim dışına çıkabilenler bu acı  gerçeği değiştirmez. Bozuk telâffuzla da olsa Türkçe’yi kısa sürede ve yüksek içerik değerinde öğrenebilmiş yabancılar ile, uzun yıllar boyunca ünlü okullarda yabancı dil öğretilen insanlarımızın düşük içerikli Türkçe ve yabancı dil becerilerini karşılaştırınca bu yargının hiç de haksız olmadığı görülecektir.

    En yaşamsal ulusal çıkar müzakerelerinde hiç olmazsa bir nebze daha hakim olduğu düşünülebilecek Türkçe yerine, pratik İngilizcesini kullanmaya çabalayan, bunu da, “anlamazsan çok anlamış tavrı takın” ilkesiyle aşmaya çalışan insanlarımız bir genel hastalığın belirtisidir.

    İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, “her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap” reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.

    Hastalığın neden(ler)i içinde Türk ırkına özgü bir yeteneksizliğin olması çok küçük bir olasılıktır. Benzer genleri taşıyanlar içinde az da olsa bu karakteristiklere uymayanlar olduğuna göre bu bir ırk özelliği olamaz.

    Sorunun kök nedenlerinden birisi -belki de başlıcası-  insanımızın  -çoğunun-  Türkçe’yi bilmemesi, ama  reçete uyarınca “biliyor gibi yapması ve de sanması”dır.

    Bu yargının kanıtı Tofita reklamındaki iğrenç Türkçe, BBG sakinlerinin düzeysiz dilleri ya da bilmem hangi VJ’ in -ayıp olmasın diye onlara böyle deniliyor- nece olduğu belli olmayan Türkçeleri değildir.

    Onlara takılıp “değerlerimiz aşınıyor” ya da ” televole kültürü bizi yok edecek” teşhislerine kapılmak sorunu hiç ama hiç anlamamak demektir.

    Televole, BBG vs. gibi öğeler, sorunun anlaşılmasını güçleştiren, perdeleyen, saptıran unsurlardır. Köken orada değildir.    O tür rezillikler, dil öğesini yüzyıllardır bir  “stratejik araç”  olarak kullanagelen anglo-sakson toplumlarında dahi misliyle yaygındır.

    Sorunu görmeye çalışalım

    Bir yabancı şöyle diyor: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimiz ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir

    Uluslararası alanda çıkarlarımızı savunurken, Türkçe dilini kullanıp,  bu dile daha hakim profesyonellerden yardım almayı akıl edemeyenleri – ve bunu akıl ettiremeyenleri- gördükçe nasıl bir zafiyet içinde olduğumuz daha iyi anlaşılıyor.

    Evet işin kökü Tofita-BBG alanında değildir. Sorun, en iyi okullarda -dahi- Türkçe dışında 2 yabancı dil öğretilen “elit” kesimin, ağzından çıkan sözcüklerin ne anlama geldiğini bil(e)memesi, kendisine ezberden belletilen kalıpları değiştire değiştire kullanarak konuşup  yazmasındadır. Böylece dış görünüşü Türkçe’ye benzeyen, içeriği son derece düşük düzeyli ( bkz. Değerli İçerik, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=554 ) bir ifade biçimi doğmaktadır.

    İşin ilginç yanı insanlarımız bu zafiyetlerinin farkındadır. Konuşmalar sırasında şu 2 kalıbı sık duyarız:

    –          beni yanlış anladınız

    –          kendimi tam ifade edemiyorum

    Bu ” kendini ifade yetmezliği” Türkçe ve yabancı dillerde şu metotlarla giderilmeye çalışılır:

    –          Tavır taklidi: Yabancılara özgü tavırları taklit ederek “bende öyleyim” telafi çabası.

    –          Sürekli itiraz (futbolcularımız da hakeme sürekli itiraz ederek yetersizliklerini  telafiye çalışıyorlar.)

    –          İkna edici ses tonu “taklidi”

    –          “Maymuncuk” ifadeler kullanmak: “ne gibi?”, “yani nasıl?”, “aa öyle mi?”, “çok ilginç”,  “evet anladım” vb.

    Lütfen çevrenizde şu 10 kelimelik -isterseniz artırın- küçük testi uygulayın ve her birisine niçin öyle denildiğini sorun: “efendi, tornavida, hipotenüs, tetanoz, ayna, ezber, mıknatıs, Manisa, repo, eğitim.”

    Ağızdan çıkan bu -veya diğer- sözcüklerin ne gibi somut ve ortak karşılıkları olduğunu -ya da olmadığını- görünüz. Bu insanlar ikinci, üçüncü ya da onuncu dil öğrenseler ne ifade eder?

    Peki yabancı dilin bu denli düşük düzeyli öğrenilmesi niçin bu denli önemseniyor / özendiriliyor?

    Soru’nun yanıtı çok basit ve o düzeyde de aşağılayıcıdır. Özellikle Anglo-sakson dillerini konuşan  toplumların zenginliklerinin kaynağı, sahip oldukları teknolojileri içeren ürünlerin sahip olmayanlara satılmasındır. Bunun için çatpat düzeyinde yazıp konuşan halk yığınları ile, biraz ileri çatpat düzeyli yazıp konuşan elite ihtiyaç vardır. Onlar teknoloji üret(e)meyecekleri için sadece kullanma kılavuzları, proforma faturalar vb. belgeleri anlayacak düzeyde yabancı dil bilmeleri yeterlidir.

    Ayrıca Türkçe’yi doğru dürüst kullanamamaları gerekir. Çünkü onu becerirlerse yabancı dili de “anlayarak kullanmaya” kalkışabilirler.

    Bu denli basit bir strateji halk arasında büyük bir -kabuk- yabancı dil tutkusuna yol açmıştır. Çünkü gerçekten de, çatpat bilenler, çatpat bilmeyenlere göre daha kolay iş bulmaktadırlar. Hattâ istihdam edecek olanların ihtiyaçları pek belli olmasa dahi.

    Yabancı dil nasıl konumlanmalı?

    Bir dil, ait olduğu kültürün  üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır.

    Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınması olmalıdır.

    Yabancı dilin konumlanmasında ikinci bir nokta, Türkçe ile birlikteliğinin tanımlanmasıdır. Bugün birçok dilde bu birliktelik bir “füzyon” şeklinde gerçekleşmiştir. Singlish, Japlish, Russlish, Deutschlish,  Swinglish  vb. olarak adlandırılan diller Singapur’ca,  Japonca, Rusça, Almanca ve İsveç’cenin İngilizce ile “füzyon”undan böylece doğmuştur.

    Türkiye’de yabancı dille “öğretim” yapan kurumlarda oluşan Turklishde benzer bir hibrittir. Kanımızca bu bir zenginleşme değil bir fakirleşmedir. Bu olgu “teknolojiyi üreten adını da koyar” yazısız kuralının bir sonucu değildir. Dil milliyetçiliği ile  ünlü Fransızlar dahi İngilizce (chip) sözcüğünü olduğu gibi alıp (Le chip) şeklinde kullanıyorlar. Benzer milliyetçiliğe sahip Almanlar software, computer, flipflopve benzer terimleri aynen kullanıyorlar.

    Füzyon yoluyla yozlaşma bunlardan tamamen farklıdır. “Beni andırestimeyt etme”  gibisi bir söz ise bir teknoloji  dolayısıyla dilimize girmemiş, dil öğrenmedeki başarısızlığımızı telafi(!) için uydurulmuş onlarca kalıptan sadece birisidir.

    Buna göre, Türkçe’nin korunup geliştirilmesi, yüksek kültürel ve teknolojik terimlerin katılmasıyla zenginleştirilebilmesi için, neredeyse “ikinci dil” olarak tanımlanabilecek şekilde iyi öğrenilmiş yabancı dillere ihtiyaç vardır.

    İngilizceyi iyi öğrenemeyip bunun acısını Türkçe’yi yozlaştırarak çıkaran insanlarımızın önüne iyi bir ikinci -mümkünse üçüncü- dil “öğrenme teknolojisi”nin konulabilmesi, hem Türkçe hem de yabancı dille “kendini ifade etme”de  bir eşiğin aşılmasını sağlayacaktır.

    Peki yabancı dilleri niçin öğrenemiyoruz?

    Bu soru’nun yanıtı ile şu iki soru’nun yanıtı muhtemelen aynıdır.

    (1)      Eğitim sözünün bu denli sık kullanmasına, her sorununun getirilip getirilip eğitime bağlanmasına karşın, acaba eğitim işini niçin beceremiyoruz?

    (2)      Bilim, en vahşi kabile insanlarının bile sorunlarını çözmede yardımcı oluyorken, acaba niçin toplumumuzda sadece makale yazıp para kazanmaya, ya da ünvan şişirmeye yarıyor, niçin yüzlerce sorunumuzun çözüm yolunu bulmada kullanılmıyor?

    Soruların olası yanıtı şudur:  Eğitim ve de bilim, insanlarımızın somut ihtiyaçlarının giderilmesinde bir katkı yapabilecek içerikte anlaşılıp kullanılmıyor. Bu içerik zafiyetini giderebilecek olan “elit” (seçkin) kesimin büyük çoğunluğu da -maalesef- bu hastalıktan muzdariptir. Soru sormaya devam edilirse sıradaki şudur: Peki, eğitim ve bilim, toplum yaşamımızdaki çeşitli ölçekteki sorunların çözümüne niçin somut bir katkı sağlayamıyor?

    Bunun olası yanıtı ise, geleneksel sorun çözme kültürümüzün yerleşik araçlarında, bu yerleşik araçlara olan bağımlılığımızda yatıyor olabilir. Yabancı dil eğitimindeki olağanüstü başarısızlığın nedeni buna göre bu “işe yaramazlık”ta yatıyor.

    İngilizce öğretim yapan bir kolejin İngilizce öğretmenlerine sorulan “niçin İngilizce öğretiyorsunuz?” ve öğrencilere sorulan “niçin İngilizce öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, net ve somut yarar(lar)ın neler olabileceğinin hiç düşünülmediğini göstermektedir. (bkz. “Yabancı dil”, sh 303, Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası, 3.basım, PEGEM Yayınevi, Ankara veya www.tinaztitiz.com).

    Epey ilerlemiş yaşına rağmen bir elinde -çok kullanılmaktan- parça parça olmuş bir sözlük, öbür elinde Türkçe gazete, yakın ve orta-yakın gözlüklerini ikide bir değiştirerek Türkçe gazete okuyan bir ABD büyükelçisi -kişisel gözlemimdir- somut sorunların çözümünde yabancı dilin nasıl kullanıldığına ibret verici bir örnektir.

    Bir diğer ibret örneği de, eğitim fakültelerimizin  ezberci geleneği altında yetişmiş öğretmenlerimizin, gencecik beyinlere “the”  sözcüğünün okunuşunda dilin alt ve üst dişler arasına nasıl sokulacağını öğretmeye çalışması, bunun ne işe yarayacağını hiç düşünmemiş olmasıdır.

    Peki sorun çözmeye yaramıyorsa bu denli yabancı dil merakı nedendir? Bu yalnızca eğitim sistemimizin değil, seçkinlerimizin, ailelerin, tüm toplum kurumlarının, bu soruyu sormayan herkesin ortak ayıbıdır.

    Özelde yabancı dilin, genelde eğitimin ve bilimin birer sorun çözme aracı olamayışları, onların ancak süs, övünme aracı, yüzeysel farklılıklar yaratma gibi amaçlarla kullanımına yol açmıştır.

    Kişiler -ve kurumların- sorunlarını çözmekte kullandıkları araçlar, dil, yabancı dil, eğitim ve bilim değil, onların bağımlılık yaratmış alternatifleridir.

    Nedir bu bağımlılık yaratmış sorun çözme araçları?

    –          Bir tanıdığın -veya tanıdığın tanıdığının- tanışıklığını istismar etmek“,

    –          doğrudan ve/ya dolaylı rüşvet vermek”, 

    –          yasal ve/ya ahlaki kuralların etrafından dolaşmak“,

    –          istemeye istemeye sineye çekmek“,

    –          kader olarak kabul etmek“,

    –          bir başkasına ihale etmek“,

    –          görmezden gelmek“,

    –          sorundan uzak durmak

    ve bunların çeşitli ton ve bileşimleri, bilgi -ve onun araçları olan dil, yabancı dil, eğitim ve bilim- ile sorun çözmenin “daha ucuz” alternatifleridir.

    Bir kural gibi genelleştirmek doğru mudur bilinmez ama, ” bir sorunun çeşitli çözüm yolları içinde en  kolay olana yönelinir ve bu yol zamanla bağımlılık yaratır” gibi bir doğa yasası var gibi görünüyor.

    Bu “kolay” ve “alışılmış” yollardan vazgeçilmedikçe, “zor ve alışılmamış” konumdaki araçlar devreye giremeyecek, suretâ kullanılıyor (gibi) yapılacaktır.

    Alışkanlık yaratmış bu yolların her biri, değerler sistemimiz içinde dallanmış birer sosyal tümördür (bkz. www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=561). Bu tümörlerin yok edilmeleri ancak sistemli ve yaygın bir çabayla olabilir.

    Bu yollar toplumun önce seçkin tavırlı kesimlerince, sonra da çoğunluğunca “ayıp” olarak kabul edildikçe onların yerlerini, bilgi, eğitim, bilim gibi yüksek değer alanları almaya başlayacaktır.

    Kimilerince “toplum mühendisliği” sayılabilecek bu yaklaşım, “toplum değerlerinin tümörlerden arındırılması” olarak özetlenebilir ve kötü kullanımlara da pekalâ açıktır.

    Birileri, kendi kafalarındaki dünyaları, yine aynı yaklaşımla -değerlerin tümör sayılanlarından arındırılması- gerçekleştirmeye çalışabilirler ve bu zaten insanlık tarihi boyunca hep olagelmiştir.

    Ama görünen o ki başka bir çıkış yolu da yoktur. Hasta toplumlar (R.B. Edgerton, Sick Societies, 1992, The Free Press) ya yok olacaklar ya kendilerini iyileştirecek yolları kendileri bulacaklardır. Toplum müh. nin -haklı olarak- aşağılanan “dıştan müdahaleci” değerler sistemi yeniden yapılandırma girişimleri ile, hasta toplumlara özgü bir demokrasi yolunun arasındaki fark işte budur. Bu süreci kimin başlatacağı, kimlerin destek vereceği, bütünüyle toplumsal dinamiklerin çıktılarıdır. Ama neredeyse kesin olan, bu sürecin, sıradanlığın (bkz. Tragedy of Commons) eseri olamayacağıdır. Seçkin tavır sahibi ve aralarında dayanışma ağları kurabilen yurttaşlara sahip olup olamamak bir toplumun kaderini belirleyecek gibi görünüyor.

    Eğitim açısından ne yapalım?

    Ailesi içinde “merak” duygusu çeşitli -masum- yollarla köreltilip, okulun bilgi pompalayıcı eleyici mekaniğine terk edilen çocuklarımız için yapılabilecek şeyler ne yazık ki çok azdır.

    En küçük yaşlardan itibaren belirli -ve kaldırabileceği- sorumluluklarla yüklenen ve sayılan “kolay” sorun çözme yolları kapatılan bir çocuk, doğanın kendine hediye ettiği merakı -eğer özel yollar ile öldürülmez ise- nedeniyle “bilgi yoluyla sorun çözmeyi”yi bir alışkanlık olarak edinecektir. Araştırmak ve öğrenmek, böyle bir çocuğun-hiç farkında bile olmayacağı- doğal özellikleri haline gelecektir.

    Eğitim sürecinin aile ayağında yapılması gereken budur:  Sorumluluk ver; ucuz yolları kapa; merakını öldürme!

    Aile içinde bu şansı kaybetmiş olanlar, aynen bedensel veya zihinsel engelliler gibidir ve ancak özel ilgi ile bilgi yoluyla sorun çözmeye yöneltilebilirler. Bunu hedeflemiş bir okul sisteminin nasıl olması gerektiği ayrı bir konudur (bkz. Okulda Yeni Eğitim, Aralık 2000, Beyaz Yayınları, İstanbul).

    Her iki grup açısından da yabancı dil eğitiminin çerçeve çizgileri şöyle çizilebilir:

    –          Okul yaşındaki çocuklar -özellikle de ana ve ilköğretim- yabancı dil yoluyla sorun çözme gibi bir hedefe sahip değillerdir. Zorlama (tehdit, ceza, ödül) ile ancak ezbere bellerler ve bu yolla ancak bir papağan kadar katma değer yaratabilirler.

    –          Bu yaşlardaki çocukların yabancı dil öğrenmeleri için, gerek aile, gerek okul ve gerekse kitle iletişim araçları  yoluyla “ağzından / kaleminden  çıkanın farkında olmaya yönlendirilmeleri  gerekir. Ana dillerinde kullandıkları masa, sandalye, kardeş vb. sözcüklerin “ne demek”  olduğu şu demektir: Bunların, duyu organlarımızın somut olarak algıladığı duyularla bağlantısının tam olarak farkına varmak. 

    Yabancı dil öğreniminin temeli, Türkçe’nin (ana dilinin) bu yüksek hakimiyet düzeyinde kullanılması; daha ileri sınıflarda (orta, lise) ise, Türkçe dili içinde mevcut diğer kökenli (Arapça, Farsça, Yunanca, Latince gibi) sözcüklerin Türkçe’de ne anlama geldiğinin farkına vardırılmasıdır.

    Orta okuldan itibaren, termometrenin sıcaklık ölçer, kalorimetrenin ısı ölçer, kalorifer’in ısı yayan demir vbg. olduğunun farkında olan çocuklar ile, bunları birer “ses”  olarak -aynen papağan gibi- tekrarlayan çocuk ve gençler arasındaki farkı düşünebiliyor musunuz?

    TV haberlerinde ve hava raporlarında hava sıcaklıkları yerine ısrarla “ısı derecesi” diyen eğitimliler yerine ağzından çıkanı bilen insanlar böyle yetişebilir.

    Akılda az şey tutup, ihtiyaç oldukça bu az şeyden türetmek, çocukların çok sevdiği -ve de en doğru- bilgi saklama yoludur.

    Yabancı dil konusunda normal olarak henüz pek bir hedefi olmayan çocuklara yabancı dilin kalıpları, grameri, okunuş incelikleri gibi saçmalıkları öğretmeye çalışmak yerine, yabancı ve kimi Türkçe sözcüklerin yapılarındaki az sayıda ön ve ard ekleri vererek, bunlardan ne çok sözcük üretilebileceğini göstermek onlar için heyecan verici olmaktadır ( bkz. Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası sh. 322)

    Okul kurumunun yabancı dil konusunda vermesi beklenen, anlamını tam bilmediği, ne işine yarayacağı konusunda net olmadığı “sesler çıkarmayı öğretmek” değildir. Bir ana okulundaki 3-5 yaşındaki çocukların 1’den 10’a kadar  yabancı dilde saymaları ya da basit gündelik konuşmalara alıştırılmaları bir papağanın sayı saymasından farklı mıdır?

    Hattâ, ana dili Türkçe olan bir çocuğun 1’den 10’a  sayması ve bunlar üzerinde 4 işlem yapması “denklik” kavramı oluşmamış ise ne değer taşır. Bunları bir başka dilde yapması bir değer taşır mı?

    Yabancı dil konusunda, kişi sayısı kadar özgün hedef olabilir. Bu denli farklı hedef, tek tip bir öğretiyi ezbere belleterek öğretilemeyeceğine göre, çocuk ve gençler açısından öncelikle yapılması gereken, bu farklı hedeflerin, üzerinde yapılanabileceği bir temel inşa etmeye çalışmaktır.

    Bu temel, yabancı dil kitaplarının (introduction) ciltleri içindekiler kesinlikle olamaz.

    Ben Aritmetiği niye öğreneyim?” sorusuyla “yabancı dili niye öğreneyim?” sorularının temelleri aynıdır. İkisinde de ilk göze çarpan -ama pek işe yaramayan- yanıtlar vardır.

    Gündelik yaşamında hesap gerektiren durumlarda kullanmak” ilk bakışta aritmetiğin varlık nedeni (bkz. Misyon, www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=131) gibidir. Ama bir işe yaramadığı da hemen görülebilir. Çünkü bu yanıtın ardından  ” ee peki öyleyse ne yapalım?” gibisinden bir çıkmaz sokak gelir.

    Halbuki şöyle bir temel neden daha anlamlıdır: Tüm yaşam, ihtiyaçlar ve imkânları denkleştirme çabasıdır. Aritmetik bu çabanın aletidir. Yabancı dil için de böyle bir temele ve bu temelin çocuk ve gençlerce benimsenmesine ihtiyaç vardır.

    Yabancıdil neye yarar?

    Turistlerle konuşmak“, “roman okumak“, “iş ilanlarının talebini karşılamak“, “arkadaş edinmek” gibi hedefler bir dili lâyıkıyla -hem de zevkle- öğrenmeye yeterli itici gücü sağlayamaz. Bunlar “çatpat” düzeyli hedeflerdir.

    Ana dilin gündelik yaşam için  gereken basit kavramları ve o kavramlar için gereken birkaç yüz sözcüğü  dışındakiler fazlaca işine yaramayan bir çocuk veya gence yabancı dil öğretilemez, öğretmek için çaba da harcanmamalıdır. O çaba, daha yüksek hedefleri olan ya da daha yüksek hedefleri sahiplenebilecek olanlardan çalınmış bir çaba olacaktır.

    Ana dilini bir sorun çözme aracı olarak kullanma becerisi edinen bir kişi, öğreneceği yabancı dilin, ana dilinde bulunmayan daha yüksek değerli kavramları yoluyla yaşamını kolaylaştıracak, zenginleştirecektir. Ama bunun ön koşulu, ana dilindeki konuşma açısından, “ses çıkarma” düzeyinden “bir anlam ifade etme” düzeyine geçiştir.

    Çocuk ve gençlerimiz ile erişkinlerimizin içinde bu geçişi yapabilmiş olanları bulup, yabancıdil öğretme çabalarımızı -ki artık o öğretme değil onların öğrenme çabalarına katkıdır- oralara yönlendirmeliyiz.

    Okullarda yabancı dil öğreniminin hedefi, “dili çözülmüş papağanlar” yetiştirmek olmamalıdır. Dil çözülmesi ancak somut hedefler edindikten sonra olabilir. Öyle bir durumda ise istenilse dahi öğrenmesine engel olunamaz. Okulun yapması gereken bu sürecin kolaylaştırılması için hazırlıktır.

    Sözcük kökenlerinin (etimoloji) heyecanlı serüveni, ön ve ard ekler ve kökler yoluyla sözcük türetme, Türkçe’de bulunmayan  kavramların heyecanını tatmak, Türkçe’de kullanılan birkaç bin dolayında Latince kökenli sözcüğü fark etmek ve bu gibi unsurları içeren bir yaklaşım bu hazırlığı oluşturacaktır.

    Bu tür yetişmiş çocuklar okulda İngilizce, Almanca  ya da Fransızca konuşamayabilirler. Ama yaşamlarının bir noktasında gerek duyarlarsa -ihtiyaçları nedeniyle- İspanyolca ya da Çince öğrenebilirler. O halde önce biz kendimize şu soruyu -derin bir iç sessizlik hali içinde- soralım: “biz ne yapmak istiyoruz?”

  • TARIM MI SANAYİ Mİ?

    Çocukken sorulan “anneni mi yoksa babanı mı çok seviyorsun?” sorusunun, çocuğun yeni gelişmeye başlayan aklına ne kalın bir pranga vurduğunu yıllar sonra idrak ettim.

    Çok boyutlu olaylar dünyasını tek boyuta indirgeyen bu ilk yapı taşı yıllar geçtikçe çoğalıp, “sağcı mısın solcu mu?”, “terörün sebebi nedir?”, “benden yana mısın karşı mısın?” ve daha yüzlerce öldürücü yanlışa götürüyor. Bu zincirden kurtulup, olayların tek nedenli olmadığını, sağcılığın da solculuğun da insanları esir etmenin iblisçe bir yolu olduğunu idrak etmek ise her zaman mümkün olmayabilir.

    İşte bu düşünsel esaretin bir örneği de “tarım mı sanayi mi?” sorusudur. Aslında bu bir soru değil bir yargıdır. Yani ancak ya tarım ya da sanayi olabilir demektir.

    Nasıl ki “kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun doğru cevabı, “hayır, ikisi de değil” ise, tarım-sanayi seçmecesinin cevabı da “her ikisi de” dir. Doğru soru, “tarım mı sanayi mi?” değil, “nasıl tarım?” veya “nasıl sanayi?” dir.

    Ülkelerin arasında yüksek gümrük duvarları varken tarım ya da sanayide ileri ülke tanımı, o sektördeki ürünleri çok üretmekle ölçülüyordu. Bugün bu duvarlar alçalmış (yer yer kalkmış) ve artık çok üretmek anlamını kaybederek yerini o sektördeki rekabet gücüne bırakmıştır. Bugün Dünya’nın en ileri tarım ülkesi, aynı zamanda en ileri sanayi ülkesidir.

    Bunun nedeni, artık tarımın köylü, sanayinin de kentli yurttaşların uğraşı alanı olmaktan çıkıp her ikisinin de teknoloji esaslı hale gelmiş olmasıdır. Senenin 3-4 ayı, yüzyıl önceki usullerle tarlada çalışıp geri kalan zaman da politikacıları yarıştırıp, Dünya fiyatlarının 2 katı taban fiyat sağlamaya çalışan kesimin yaptığı işin adı tarım değil tarım gibi bir şey dir.

    Aynen, bir yabancı firmayla lisans anlaşması yapıp rekabet gücünü lisansörünün kontroluna bırakan ve en yüksek gümrük duvarı sözü veren partiye oy veren kesimin yaptığı işin adının sanayi olmayıp sanayi gibi bir şey olduğu gibi!

    Artık ister sanayi ister tarım isterse bambaşka bir alan olsun, ortak bileşen rekabet gücü, onun da ana girdisi teknoloji üretimi dir. Teknoloji üretimi ise önce o alandaki mevcut bilgilere erişmekle başlayıp, o bilgileri ve kişisel bilgi-beceri-yaratıcılığı kullanıp daha ucuz ve/ya daha kaliteli ürünler üretebilme sürecidir

    Bu sürecin bir çok şeyle ilgisi yoktur. Ama en çok ilgisi olmayan şey ise, kendisine rekabet gücü sağlayan teknolojileri üretmiş olanlardan, onların eski teknolojilerini satın almaktır. Denilebilir ki yüksek rekabet gücü edinmenin bir şartı da, teknolojiyi satın alınabilir bir nesne sanan insanların yaşadığı ülkelerin mevcut olmasıdır.

    Pekiyi, bugün bulunduğumuz ve ne tarım ne de sanayi ile ilgisi olmayan noktadan, bu yeni anlayışın belirlediği noktaya geçilebilir mi, geçilebilirse nasıl?

    Aynen diğer sorunlarda olduğu gibi bu sorun da tek boyutlu değildir. Yani ortada, bir düğmeyi öbür tarafa çevirerek değiştirilebilecek bir tablo yoktur.

    Buna rağmen, öbür tarafa çevrilmesi gereken bir ilk düğme vardır. O da, tarım ve de sanayi kesimine, yaptıkları işin tarım ve sanayi olmadığını, bunun bundan böyle desteklenmeyeceğini, buna izin vermenin, hükümetlerin değil rakiplerin elinde olduğunu, onların da bu izni verecek kadar avanak olmadıklarını cesaretle söyleyebilmektir.

    Çevrilecek ikinci düğme ise, geleneksel siyaset anlayışımızın, geleneksel tarım ve geleneksel sanayimizden daha farklısını yaratamayacağını aynaya bakarak söyleyebilmektir. Gerisi nisbeten kolaydır.

  • “MİLYARDA BİR RİSK OLSA ÇOCUĞUMU YOLLAMAM”!

    Kızılay’dan aldığı kandan HIV virüsü bulaşan Y.O. ile ilgili bir TV programında bu konuda uzman bir bilim adamı, Y.O.’nun anne ve babası ile Y.O.’nun gitmekte olduğu okuldan çocuklarını alan iki anne veli görüşlerini dile getirdiler. Görüşlerin özetleri şunlardı:

    –         Bilim adamı: Sınıftaki diğer çocuklara bulaşma riski “asla” yoktur.

    –         Y.O.’nun anne ve babası: Çocuğumuzun okuma hakkı elinden alınmamalıdır.

    –         Y.O.’nun sınıfındaki iki arkadaşının anneleri: Çocuklarımızı milyarda bir bile risk olsa okula yollamayız.

    Bu “net” görüşler hakkında şunlar söylenebilir:

    (1)   Bilim için yapılan çeşitli tanımların ortak yanı denilebilecek nokta, asla, mutlaka, kesinlikle ve bu gibi kesinlik ifade eden yargılara yer olmadığıdır. Aynı sınıfta okuyan iki çocuğun kanlarının birbirine bulaşması riskinin sıfır olduğu söylenemez.

    Sınıfta oturmakta olan çocuğun başına ömrünü doldurmuş bir uydu parçasının düşme olasılığı dahi “asla” değildir.

    Olsa olsa, eğer varsa sayısal bir ölçüm sonucunu belirterek (binde 3, on binde 8 gibi) ya da bu bilinmiyor ama mertebesi hakkında bir ipucu var ise “az”, “çok az” gibi bir öznel tanımlamayla belirtim yapmaktır.

    Konusunun uzmanı olduğu belli olan bir bilim adamının “asla” demesi ve bilimi-hangi niyetle olursa olsun- başkalarında yanıltıcı kanılar uyandıracak şekilde kullanması yanlıştır.

    (2)   Esas dikkat çeken ifade, çocukları Y.O. ile aynı sınıfta okuyan annelerin -kesin, kendilerinden emin, bilmiş tavırlarıyla destekli- “milyarda bir risk olsa bile..” deyimleridir.

    Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, doğal olarak çocuklarını koruma kaygısı içindeki anneler, “risk” ve “olasılık” kavramları hakkında bilgi sahibi değillerdir. Bu anlaşılabilir.

    Ama daha önemlisi, matematik terminoloji ile olmasa da, yaşam denilen sürecin, “riskler denizi içinde varlığını sürdürmeye çabalamak” demek olduğunu ve de aile, okul ve toplum üçlüsünün vermesi beklenen eğitimin, “çocuk ve gençlerin, bu çabanın araçları ile tanıştırılmak ve alışkanlık kazandırmak” demek olduğunu anlamamış olmaları, o kendilerinden emin ifadelerinden anlaşıldığına göre de bunu anlamaya pek istekli olmadıklarıdır.

    Daha da ötesi, çoğu anne ve babanın -iyi niyetlerle olduğundan kuşku bulunmayan- koruma eğilimlerinin, çocukların bu tanışma ve alışma imkanlarını ellerinden aldıkları, yaşamın riskler denizine birdenbire atılmalarına ya da aksine koca koca insanların her şey için abi, baba, dayı, bacı ya da kurtarıcı aramalarına yol açtığıdır.

    (3)   “Riskler ortamı içinde varlığını sürdürme” süreci boyunca kullanılacak bir kavram, katlanılabilir risk kavramıdır. Denilebilir ki, tüm insanların tüm çabaları yüksek gördükleri riskleri katlanılabilir düzeylere indirmek, hatta mümkünse bu riskleri birer fırsata çevirebilmektir.

    Evindeki eşyaları devrilmeye karşı sabitleyen kişi deprem riskini ortadan kaldırmaya değil, karşılaşma olasılığı bulunan yüksek riski katlanabileceği bir düzeye indirmeye çalışmaktadır.

    (4)   İlkokula giden bir çocuğu çevreleyen ve çoğu AIDS bulaşma olasılığına göre çok daha yüksek olan risklerden kimileri şunlardır:

    –         Okul helasından, kantininde ya da okul önünde açık satılan yiyeceklerden Hepatit kapmak,

    –         Okul kantinindeki sağlıksız yiyecekler nedeniyle obezite hastalığına yakalanmak,

    –         Okul servis aracı ile gidip gelirken kazaya uğramak,

    –         Okul saatleri dışında trafik kazasına uğramak,

    –         Uyuşturucu satıcılarının bir pazarlama yöntemi olarak kullandıkları, okul önlerinde satılan yiyeceklere uyuşturucu karıştırılması yoluyla uyuşturucu bağımlısı olmak,

    –         İnternet yoluyla olumsuz cinsel alışkanlıklar edinmek,

    –         Ezber yoluyla yaratıcılığının öldürülmesi,

    –         Tanrı’nın kendisine verdiği en etkili yaşam sürdürme aracı olan “öğrenme” yeteneğini, “öğretme illeti” nedeniyle okulda kaybetmek; daima başkalarının öğretmesini bekler hale -bir çeşit engellilik durumu- gelmek,

    –         Sınavlarda uygulanması adet olan gözetim yoluyla “potansiyel suçlu” olduğuna inandırılması ve böylece herkesi potansiyel suçlu olarak görme alışkanlığı edinmek,

    –         Annesi ve babası başta olmak üzere tüm yakın çevresindekilerin ortak çabaları sonucu, kendine yeter hale gelememek, her şeyden korkar hale gelmek, ancak başkalarının desteğiyle yaşamını sürdürebilecek şekilde “kalıcı sakatlık” sahibi olmak vd.

    Bütün bunlar için kullanılabilecek karşı önlem anahtarı, bu risklerle karşılaştırmamak değil, tam aksine kontrollü olarak karşılaştırmak ve başa çıkma yöntemleri konusunda yaşına uygun yollarla “katlanılabilir risk” düzeylerine indirmeye çalışmaktır.

    Çocukları, HIV ya da bir başka fiziksel ya da zihinsel soruna sahip yaşıtları ile aynı ortamda bulundurmak ve bu durumların gerektireceği “riskleri katlanılabilir düzeylere indirme araçları”nın neler olduğunu araştırıp uygulamaktan daha iyi bir eğitim olamaz. Hatta bütün diğer dersler bırakılıp yalnız bunlar öğrenilse daha da iyi olur (hiç olmazsa ezber ve gözetimli sınavlar yapılmamış olur).

    Bunun sorumluluğunu -ya da gerektirdiği sabır ve çabayı- üstlenmeyip, risk ortamlarından uzak tutmak ise kısa süre için riskleri azaltır gibi görünmesine rağmen orta ve uzun vadede mutlak bir risk ortamının içine atmak demektir.

    Kendi başına bir başka ülkeye seyahat etmeyi ve bunu ucuz yollarla gerçekleştirmeyi hayal eden bir gencin, karşılaşabileceği çeşitli risk ortamları ile baş etmeyi öğrenmesinden daha iyi bir okul olabilir mi? Böyle bir okula çocuğunu yollamayı kabul edebilecek kaç anne ve baba vardır?

    Ama her gün öykündüğümüz çağdaş ülke insanları ancak böyle yetişebilmektedir. Kendi başlarına seyahat eden, dağlara çıkan, yaşamın çeşitli yüzlerine ellerini sürebilen, bazen ayağı sürçüp eli yanan ama ayakta kalmayı başarabilen insanlardan oluşan bir toplum, milyarda bir risklerden uzak kalmayı yeğleyen bilmiş tavırlı insanlarla gerçekleştirilemez.

    28 Eylül 2003

  • İstanbul’da neler oldu?

    İstanbul’daki son terör olayları çok sayıda yorumu da beraberinde getirdi. Geniş bir alana yayılan buyorumların bir ucu “insanlıktan nasibini almamış birkaççapulcunun…..” olarak başlayan yorumlardır. Kaçınılmaz olaraksonları da “polisimizin ve yüksek teknolojinin vs dolayısıyla 12saatte aydınlatılmış…..” şeklinde bitmektedir.

    Yorum spektrumunun diğer ucunda ise gayet alışık olduğumuz EYBAGOA tipinde yorumlar bulunmaktadır. (EYBAGOA, “Eksik ve/ya Yanlış Bilgilerin Ardarda Getirilmesiyle Oluşturulan Analizler” demektir.

    İstanbulda son olarak meydana gelen olayların nasıl bir büyük resim içinde yer aldığını bilenler -Türkiye içinde ve/ya dışında- kuşkusuz vardır. Ama diğer yandan da her tür olayı kendi sabit düşüncelerini destekleyecek şekilde yorumlayan insanların çoğunlukta olduğu bir gerçektir ve bu normaldir de. Sıradan çoğunluk ve nadir azınlık yalnız toplumumuzun değil, tüm toplumların kompozisyonudur. Hattâ böylesine bir bileşim belki de gündelik yaşamı kolaylaştırmaktadır.

    Benzer beğenileri, nefretleri, değer yargılarını paylaşanlar, suyu arayan bitki kökleri gibi, her türlü olayı filtre ederek kendi değerlerini destekleyecek hale getirebilirler. Böylece ortaya, o değerler için giderek “sağlam gibi” görünen dayanaklar çıkmaya başlar. Bu düşüncelerin iletildiği diğer sıradan insanların, bütün bu ikna edici dayanakları sorgulamaya ne vakitleri ne imkânları ne de becerileri vardır. Yapabilecekleri tek şey, kendi önlerine koyulan analizlere kendi eksik ve/ya yanlış bilgilerini katarak “değer yandaşları”nı motive edebilecek katkılar üretmekten ibarettir.

    Ama mesele burada değildir. Mesele, sıradanlığın nedreti aşmasında, sıradan düşüncelerin egemen hale gelmesindedir.

    Son terör olayları hakkında her birey ve kurum kuşkusuz kendi veri-tabanı ve kendi sonuç çıkarsama algoritmaları uyarınca analizler yapacaktır. Ünlü bir yabancı şirketin merkezi ile aynı sokakta evi bulunan vatandaşın veri-tabanındaki bilgi -ki çıkaracağı sonuçlar için yeterlidir-, “terör olaylarının genellikle bu tür yerlerde yoğunlaştığı“dır. Kullanacağı algoritma da yine yalındır: “imkânım varsa buradan taşınırım, yoksa tevekkül ederim.” (Nitekim, tüpgaz dolum tesisleri ile altlı-üstlü oturanlar genelde bu ikinci ölçütü kullanırlar.)

    Kendini, mahalle kahvesindeki arkadaşlarına dünya olaylarını açıklamak zorunda hisseden emekli vatandaşın veri-tabanı ve algoritması ise bu denli yalın olamaz, mahallenin raconu daha sofistike analizler ister. Yani hem heyecan yapacak, hem fantezilerini besleyecek, ama hiçbir şekilde de somut bir şeyler yapmasını, kendine bakmasını, yargılamasını, gerekirse değiştirmesini gerektirmeyecek analizler.

    Mahalle kahvesi raconunda şu soru yasaktır: “nereden biliyorsun?” Bu yasağın nedeni, aynı düşünce biçiminin kahvedeki diğer kişilerce de sık sık kullanılması, bu silahın her an herkese dönebileceğinin iyi bilinmesidir.

    Diğer yandan kurumlar da olayları kendi amaçları doğrultusunda analiz edeceklerdir. Örneğin istihbarat kurumları ile ilçe belediyeleri ya da başbakanlığın analizleri farklı veri-tabanlarını ve farklı algoritmaları kullanacaklardır.

    Bu nedenle, neler olduğu konusunda kişiler ve kurumlar adına yorum yapmak yerine, onların yorumlarının sohbetten ya da iç boşaltmadan öte bir anlam taşımasına yardımcı olabilecek sorular soralım. Bu sorulara cevaplar -ama tam ve güvenilir cevaplar- vermeye hazır olmayan yorumların, ancak kahvehanelerde sanal heyecan arayan emeklilerin işlerine yarayabileceğini lütfen hatırdan çıkarmayalım. İşte, amacı yeni sorular sormayı özendirmek olan birkaç soru önerisi:

    ·         Son terör olaylarını doğru analiz edebilmek için sorulması gereken doğru sorular hangileridir, bunlar nasıl bir yöntemle bulunabilir?

    ·         Bu iki soruya verilecek yanıtların doğru olup olmadığından nasıl emin olunabilir?

    • Çoğunun sınırları örtüşmeyen aşağıdaki olgularla ilgili veri-tabanları ve bunların son terör olayları ile bağlantıları bilinmeksizin yapılabilecek akıl yürütmelere ne ad verilebilir?
      • Coğrafi sınırlar,
      • Siyasi egemenlik sınırları,
      • Fiili egemenlik sınırları,
      • Egemenlik emelleri sınırları,
      • Çokuluslu şirketlerin egemenlik sınırları (herbir mal ve hizmet için ayrı ayrı),
      • Uyuşturucu üretimi-dağıtımı-tüketimi,
      • Silah üretimi-dağıtımı-kullanımı,
      • Kara para üretimi ve aklaması,
      • Yüksek nema arayan uluslararası serbest paranın dolaşımı,
      • Kaçak işçi üretimi-dağıtımı-istihdamı,

    o        Yukarıdaki her bir haritanın, kendilerine yönelik tehditlere karşı kullanabileceği kozlar.

    ·         Bu bilgilere kimler sahiptir, nasıl sahip olunabilir, nasıl güncel tutulabilir?

    ·         Meydana gelen olayların açıklamalarını yapmaya başlamak için bir ritüel sadakatiyle şunların yapılması istenilebilir mi?

    • Açıklamasında yararlanacağı tüm varsayımları -kendisine ne denli aşikâr görünürse görünsün- baştan ortaya koyması,
    • Açıklamasında yararlanacağı tüm verileri ve kaynaklarını açıklaması; kaynaklarının açıklanması sakıncalı ise gerektiğinde açıklanabileceğinin güvencesini vermesi,

    o        Bir başka nedenle yermek ya da övmek istemlerinin -varsa- açıklama içine sokuşturulmaması.

    ·         Terör nedir?

    o        “Akıl sağlığıyerinde olmayan, insanlıktan nasibini almamış, psikopat yaratıkların eylemidir

    o        “Türkiye’yi bölmek isteyenlerin manipülasyonlarıdır

    o        “Türkiye’yi ABD yanına çekmek isteyenlerin oyunudur

    o        “İslamı karalamak isteyen fanatik Hristiyanların komplosudur

    o        “Türkiye’yi İslamdan dönmüş sayanların bir öç alışıdır

    o        “Terör bir jenerik adlandırmadır. Herhangi bir, ama “belirli” bir amaçla yapılan, tasarımlanmış, yapanlarca haklılığından hiç kuşku duyulmayan, bu nedenle de her türlü aracın kullanımının mubah sayıldığı, tasarım ve uygulanmasında her türden insanın yer alabildiği, tasarımın güvenliği açısından herbir aşaması arasında firewall’ların yer aldığı, yandaşları açısından kutsal, karşıtları açısından ise aşağılık bir süreçtir

    tanımları ne kadar doğrudur?

    ·         Terörün sonuçlarına karşı oluşan boşalma, öç alma duygularımızla karıştırmaksızın terörü objektif olarak anlamamız gerekir mi, yoksa bu bir vakit kaybı mı olur?

    ·         Xerox şirketi (fotokopi makineleri üreticisi) Polo Alto’daki araştırma merkezinde, makinelerin kullanımındaki hataları analiz etmek için antropologlar çalıştırmaktadır. Fotokopi makinesinden daha karmaşık olduğu şüphe götürmeyen terör olaylarını “anlamak” için ise polislerimiz ve valimiz yeterli sayılmaktadır. Xerox mu işi abartıyor biz mi anlamıyoruz?

    Bu kadar uzun bir süzgeçten geçirmeye kalkınca söz söyleme ya da yazmanın epey güçleşeceği tahmin edilebilir. Ama kasıtlı ya da kasıtsız bilgi kirlenmesinin önüne başka türlü geçilemeyeceği de açıktır.

    Bu sınırlamalar kesinlikle kahvelerdeki yurttaşlarımız için geçerli değildir ve olmamalıdır. Onlar gönüllerince fantezilerini kurabilir, kızgınlık ve beğenilerini olayların açıklamalarının içine sokabilir, temennilerini, tahminlerini, bilgilerini, bilmediklerini birleştirerek kurgular yapabilir ve çevrelerindekileri eyleme -ya da en azından açıklamalarını onaylamaya- davet edebilirler. TV’deki “Ekmek Teknesi” dizisindeki hahve sohbeti tam böyle değil midir?

    Bu geniş kesimin dışındaki azınlık için en sağlam yol sorular sormaktır. Doğru sorular doğru cevaplar elde etmenin biraz uzun ama en güvenilir yoludur. (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=563).

     

     

     

     

     

     

     

     

  • ÇOCUKLARIMIZ VE SORUMLULUKLARIMIZ

    Hemen tüm anne ve babaların bu soruyu kendilerine -değişik biçimlerde de olsa- sık sık sordukları biliniyor. “Çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim? Ortama uyum gösterecek şekilde mi yoksa evrensel doğru-iyi-güzel ölçülerine göre mi? Ben uzman olmadığıma göre bu konuda kime güvenmeliyim?” ve benzer birçok soru.

    Pedagoji bu soruların daha çok “nasıl” kısmıyla ilgili. Bir bakıma “ne”ler öğretileceği belli, “nasıl” öğretileceği konusu işin güç yanı imiş varsayılıyor.

    Pedagoglar bu “öğretme” işiyle uğraşadursunlar, “neler” öğretileceği işin en karışık tarafı oluyor. İşte eğitim sistemi burada devreye giriyor ve tüm yurttaşlara -ilköğretim sırasında- şu öğreti ezbere belletiliyor: aklınıza gelenler -her neler ise- doğrudur; onları sorgulamayın ve sorgulatmayın; bunları çocuklarınıza da ezbere belletin!

    Bunun yalnız ülkemize has bir insan hakkı ihlâl türü olduğu sanılmasın. En medeni sayılan ülkelerde de bu paradigma böyledir. Örneğin 2.5 milyon ev okulunda (home schooling) eğitim gören ABD’li çocukların neler öğreneceklerine ebeveynleri karar verir. Danimarka’da örgün eğitim almak istemeyenler evlerinde eğitilebilirler ve onların neler öğreneceklerine yine aileleri karar verir.

    Buradan, ailelerin kategorik olarak yanlış şeyler öğrettikleri yargısı çıkarılmamalıdır. Böyle bir şey istatistik bilimine aykırıdır. Değerli mankenlerimizin sunduğu kültür ve magazin programlarından dahi doğru birşeyler öğrenilebilir.

    Şu birkaç öneri, “acaba neleri nasıl öğretsem ve neleri nasıl öğrenmese” çelişkisi içindeki anne ve babalara yardımcı olabilir. Böyle bir kuşkusu bulunmayanlar içinse zaten sorun yoktur.

    o        İnsanlar (ve tek hücreliler dahil tüm canlılar), ana rahmine düştüğünden itibaren -belki de daha önce- öğrenmeye başlayan birer süper öğrenme makinesidirler. Neleri nasıl öğreneceklerini herkesten iyi bilirler. Ondan sonraki tüm “öğretme” girişimleri bu yeteneği giderek azaltır.

    o        İnsanlar dışındaki tüm canlılar, türlerinin bu müthiş yeteneğinin farkına varmışlardır. Yalnızca insan, o çok övündüğü aklı sayesinde “öğretme” denilen zihinsel dondurma metodunu keşfetmiş, sonra da bunu akademik bir disiplin haline getirerek sorgulama dışına çıkarmıştır. Tanrının sorgulandığı günümüzde  tek sorgulanmayan kesim eğitim akademisyenleridir.

    o        İnsan dışındaki canlılar ve onlara bakmayı akıl edebilen çok az sayıdaki insan, yaşam sürdürme sırasındaki sorun çözme girişimlerinin izlenip, henüz o beceriyi kazanmamış yavrularca (yani çocuk ve gençler) tekrarlanmasının “öğrenme” olduğunu keşfetmiştir.

    o        Bunu keşfedememiş olanlar ise, , “yapılmasını istedikleri şeyleri sürekli söylemek ve bir yandan da onların aksini yapmak” gibi bir yolun “öğretme” olduğunu sanırlar.

    o        Öğrenme konusunda anne ve babanın birkaç sorumluluğu ise şunlardan ibarettir:

    ·         Çocuğunuz, ihtiyaçlarını saptama ve bunları çevresine iletme konusunda doğuştan bir uzmandır; bu iletim becerisini -korkutma, hoşnutsuz tavır takınma vb yollarla- köreltmemeniz yeterlidir. Bu nedenle onun adına ihtiyaç varsaymayın, sadece ilettiklerini anlayabilecek şekilde kendi iletişim becerinizi geliştirin.

    ·         Öğrenme ortamları hazırlayınız, doğrudan öğretmeye çalışmayınız. Yaşamın her saniyesi bir öğrenme ortamıdır. Çocuklarınızın, sizi her an izlediklerini, yaptıklarınızı, yapmadıklarınızı, tavırlarınızı, hattâ duygu ve düşüncelerinizi okuyarak, sizin yaşamınızı sürdürme yolunda akılcı, ahlâklı ve güzel davranmakta olduğunuzu varsaydıklarını biliniz. Komşuya söylediğiniz küçük yalanın, içtiğiniz sigaranın, yüzünüzdeki ya da sesinizdeki gerginliğin hep “yaşam sürdürme” gereği olduğunu varsaymakta ve onları -olağanüstü bir başarıyla- öğrenmektedirler. İşte bütün bu anlar onlar için birer öğrenme ortamıdır.

    ·         Oluşturduğunuz öğrenme ortamları ile öğretmeye kalkıştıklarınızın çelişmesi ise bütünüyle yanlıştır. Söylediği ile yaptığı uyuşmayan insanlar ancak böyle yetiştirilebilir. Bunun için her an ne yapıp ne söylediğinize dikkat edin. Ayrıca da az söyleyin.

    ·         Kendi özlemlerinizi, tutkularınızı, beğeni ya da nefretlerinizi kendinize saklayın, çocuklarınıza da benimsetmeye çalışmayın. İdeolojik tercihlerinizin yalnız size ait olduğunu açıkça belirtin, çocuklarınızın farklı tercihlerde bulunmalarını güçleştirici ortamlar hazırlayarak dolaylı benimsetme yoluna sapmayın.

    ·         Çocuklarınızı yaşamın çeşitli güçlükleri karşısında çaresiz bırakmak istiyorsanız onları gereğinden çok koruyunuz. Unutmayınız ki onları risklerden korumanın en iyi yolu kontrollu risk ortamlarıyla tanıştırmaktır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=631). Sorunlardan uzak tutulan çocuklar korkak, çaresiz ve dolayısıyla da saldırgan olurlar.

    ·         Yaşadığınız dönem ebeveyninizinkinden daha hızlı, daha müşkülpesent, daha yarışımcıdır. Her şeyi onlardan daha hızlı ve daha iyi yapmak, daha çok rekabet etmek zorunda olduğunuzu biliyorsunuz. Anne veya babanız bir yabancı dili şöyle böyle bilebilir, ama siz daha iyi bilmek zorundasınız. Onların zamanında en karmaşık alet daktilo idi. Siz bilgisayar kullanmak zorundasınız.

    Çocuklarınız ise sizinkinden daha hızlı, daha iyi ve daha yarışımcı olmayı gerektiren bir ortama doğdular. Bu gerçeği kavrayın ve öğrenme ortamlarını ona göre oluşturun.

    Bu bağlamda önünüzdeki en büyük engel, sahip olunması gereken becerilerin (yabancı dil, bilgisayar vbg) adlarıyla oynaşıp içeriği ile ilgilenmeyen yüzeysel yaklaşımlardır. Bu kargaşa içinde çocuklarınız için tatminkâr birer öğrenme ortamı oluşturmanız güç olabilir. Ama biliniz ki onları bekleyen yaşam ortamı sizin sahip olduklarınızdan daha fazlasını isteyecektir.

    Çevrenizdeki yapaylıklar, yüzeysellikler, üstünkörülükler sizi kızdırabilir, hattâ bu becerilere karşı antipati duymanıza neden olabilir. Bu tür duygularınıza dikkat ediniz. Çocuğunuzun geleceğine antipati duyamazsınız.

    ·         Çocuğunuz hangi yaşta olursa olsun, en iyi öğrenme ortamları onlara sorumluluk vererek yaratılabilir. Bunun için tüm imkânları kullanıp sorumluluk yükleyin. Aksi halde yaşamı boyunca sadece talep eden, kendi dışındaki dünyayı kendisine refah ve mutluluk sağlamaya zorunlu sayan, ama kendisinin hiçbir vecibesi bulunmadığına inanmış bir kişilik ortaya çıkacaktır.

    o        Bütün bunlar çok karmaşık ve güç geliyorsa kondom kullanınız!