• BEN BU “VATANDAŞ”LARDAN KORKUYORUM!

    Bu başlığı okuyanlar, bilgi teknolojileri, bilgi toplumu ve bu gibi kavramlarla ne gibi bir ilgisi olabileceğini düşünecekler ve muhtemelen de kuramayacaklar-dır.

    Başlık, bir gazete haberinden esinlemedir. Habere göre, İstanbul Kapalıçarşı’da bir kuyumcu çırağı, naylon torbaya doldurmuş olduğu altınları bir yerden bir yere götürürken poşet patlamış ve altınlar yere saçılmış. Bunu önce bir kamera şakası sanan “vatandaş”lar, daha sonra kamera filan olmadığını anlayınca altınları bir anda kapışmışlar

    Gazetede kapışmanın fotoğrafının altında aynen şöyle yazıyor: “altınları kapış kapış toplayan vatan-daşlar, küçük çoçuk altınları saçınca ağlaya ağlaya uzaklaştı dediler” !

    Bu habere konu olan, altınları dökülen çocuğun ağ- lamalarına aldırmadan, çocuğun ustası karşısındaki durumuna boş veren “vatandaş”ları hepimiz çok iyi tanıyoruz. Çünkü çevremiz hemen hemen bütünüyle bunlarla sarılı. Bu çocuk şu anda muhtemelen işinden kovulmuş, ayrıca da dayak vs gibi yollarla aşağılanmıştır.

    Otoyolda güvenlik şeridini kullanıp ambulans ve itfaiye araçlarına geçilmez yapan ve böylece hastaların ölmesine, evlerin yanmasına aldırmayıp kendi 3-5 dakikalık çıkarını kollayanlar, kuyumcu çırağının ağlamasına gülüp geçen, aynı “vatandaş”lardır.

    Apartmanlarda toplu yaşamın kurallarını hiçe sayanlar, rüşveti iş yaptırmanın standart yolu yapanlar, toplumu kendine hizmet etmek zorunda varsayan, ama kendinin tek görevinin kendi çıkarlarını gözetmek olduğunu sananlar da yine aynı “vatandaş” lardır.

    Çocuk ve gençleri zehirlemek pahasına onlara uyuşturucu satan, bu maddelerin kolayca kullanımı için disko açıp işleten, insanların şans deneme eğilimlerini en acımasız biçimde sömürmek üzere kumarhane işletenler de bu “vatandaş”lardır.

    Birbirinin hak ve özgürlüklerine saygı gösterme sorumluluğunun bilincinde olan gerçek “vatandaş”lara göre bir rejim olan demokrasi, bu “sahte vatandaşlar”ın becerebileceği bir oyun değildir.

    Bilgi toplumu, yaşamının çeşitli kesitlerindeki sorunlarını çözmek için bilgi tüketen ve de bilgi üreten “vatandaşlar”dan oluşan toplumdur.

    Ama bunlar, küçük kuyumcu çırağının ağlamasına aldırmadan yere dökülen altınları kapmağa çalışan kan emici “vatandaş” lar değildir.

    Ben bu vatandaşlarla aynı vatanı paylaşmaktan utanıyorum.

  • İNANILMAZ GİBİ AMA GERÇEK!

    Geçtiğimiz haftalar içinde İzmit’te BRİSA’nın düzenlediği “iyileştirme çemberleri” (kalite çemberleri de deniyor) toplantısına katıldım.

    İşletme içindeki çeşitli İyileştirme Çemberleri, kendi çalışma alanlarındaki bazı sorunları ele almış, bunlara bazı sorun çözme tekniklerini uyguluyarak çözümler geliştirmişler, sağlanan düzelmeyi de ölçülebilir hale koymuşlar. Toplantı, “çember” lerin bu çalışmalarının şirket üst yönetimine sunulmasını amaçlamış.

    Kalite veya iyileştirme çemberleri, bazı firmalarımızda bir süreden beri uygulanmaya çalışılan bir yöntemdir. İşaret etmek istediğim nokta bu değildir.

    Beni büyük şaşkınlığa uğratan birinci konu, ortalama eğitimleri ortaokul civarıda olan çalışanların, “beyin fırtınası”, “pareto analizi”, “kılçık diyagramı” gibi sorun çözme tekniklerini- tam hakim bir biçimde-kullanmaları oldu.

    Bunun önemi açıktır. Toplumumuzun ve özellikle de onu yöneten, yönlendiren kadrolarımızın sorun çözme performansları oldukça düşüktür. Çünkü kullandıkları sorun çözme araçları az ve nitelikçe ilkeldir.

    Doğrusu, uzun süredir bu konudaki performansın geliştirilmesine katkıda bulunmaya çalışan birisi olarak neredeyse “bu iş olmaz” demeye ramak kalmışken gördüğüm bu tablo beni çok şaşırttı.

    Demek ki, uygun eğitim metodları kullanılabilirse kamu yöneticilerine de bu teknikler öğretilebilir. Bu çok ümit vericidir.

    İkinci şaşırtıcı ve sevindirici nokta, yakın bir geçmişe kadar “uzlaşmaz sendikacılık” anlayışına sahip olduğu ifade edilen sendikanın, “işçinin ve işverenin çıkarları karşıt olmamalı” anlayışını benimsemiş olmasıdır.

    Bu düşünce basit gibi görünmesine rağmen sanayi ve çalışma hayatımız için bir ümit güneşinin doğmakta olduğunun işaretidir.

    Bu iyi yorumlanırsa, bir “çalışan-çalıştıran çıkar birliği deklarasyonu”nun yayımlanması gündeme gelebilir.

    Hep olumsuz şeyler olmuyor. Bu tablonun arkasındaki isimsiz kahramanları kutluyorum.

  • BEYAZ NOKTA, BİR “HİZMET” KURULUŞU DEĞİL, BİR “DEĞİŞİM HAREKETİ”DİR

    Hizmet Kuruluşları, bir toplumun sosyal sorumluluk bilinci düzeyinin en iyi göstergelerinden birisidir. Okulların onarılmasından kimsesizlerin giydirilmesine, ülke tanıtımına katkıda bulunmaktan köylere kitap yollanmasına, atık toplamaktan ağaç dikimine kadar uzanan geniş alanda, yapılabilecek -ve de yapımı gereken- yüzlerce toplum hizmeti vardır.

    Herbiri, bunlardan bir veya birkaçı çevresinde örgütlenmiş, bu konu(lar)da emeğini, bilgisini, parasını harcamaya hazır bireyleri içinde barındıran Hizmet Kuruluşları, önlerinde şapka çıkarılması gereken sosyal sorumluluk örnekleridir. Vatandaşlar olarak bizlere düşen, bu tür örgütlenmelere aktif olarak katılmak, kamu yönetimlerine düşen ise, bu tür örgütlenmelerin önünün açılması ve olabildiğince desteklenmesidir.

    Hizmet Kuruluşları’nın yanısıra ama onlardan değişik amaçlı bir örgütlenme türü de Değişim Hareketleri’ dir. Bunlar, toplumun bir veya birkaç niteliğini değiştirmeye yönelik hareketlerdir.

    Her iki hareket türü arasındaki farkların başlıcalarından birincisi, eylemlerinin kapsamı açısındandır. Hizmet kuruluşlarının eylemleri -genellikle- dar kapsamlıdır. Bu kapsam darlığı hem coğrafi hem de hitap ettiği kesimin sayısal kalabalığı açısındandır. Ancak daha seyrek olarak geniş kapsamlı hizmet hareketleri de olabilir. Örneğin, kimsesizlere yardım böyle bir “hizmet hareketi” olup ülkedeki tüm kimsesizleri hedef almış olabilir. Dolayısıyla, “hizmet” ve “değişim” hareketleri arasındaki esas fark, kapsam bakımından değildir.

    “Hizmet Hareketleri”, toplumun çeşitli “niteliklerini” değiştirmeksizin, yalnızca “sonuçları” değiştirmeye yönelikken, “Değişim Hareketleri” o sonuçların “nedenlerini” değiştirmeye yöneliktir.

    Bu özellikleri, Değişim Hareketleri’ne bir başka nitelik de kazandırır: “sonuçlara yol açan nedenler”in değiştirilmesi, yalnızca hizmete konu olan “sonuç”un değil, başka “sonuçlar”ın da değişmesine yol açar.

    Örneğin, kimsesizlere yardım hareketi yalnızca kimsesizlerle sınırlı iken, kimsesizliğe yol açan nedenlerden mesela, “şiddetli aile anlaşmazlıkları”nın giderilmesi bu defa “adalet sisteminin yükünün azalması”, “iş verimlerinin yükselmesi”, “ruh sağlığı bozuk çocukların sayılarının azalması” ve daha birçok “türev sonuç”un ortadan kalkmasına -ya da azalmasına- yol açar.

    “Hizmet” ve “değişim” hareketlerinin somut sonuçlarının alınabileceği süreler açısından da farklar vardır. Hizmet hareketleri’nin somut sonuçları daha kısa süre içinde alınabilir ve böylece, harcadığı emeğin ürünlerini kısa sürede görmek isteyen kişiler açısından daha süratli (ve kolay) tatmin yaratır.

    Değişim hareketleri’nin sonuçları ise, hem daha uzun süreye yayılır ve hem de somut sonuçlarının gözlenmesi güçtür, dolayısıyla da daha sabırlı kişilere ihtiyaç gösterir.

    İki hareket türü arasında bir de örgütlenme açısından farklılık bulunmaktadır. Hizmet kuruluşları’nın üyeleri arasında yüksek bir uyum ve güven’e ihtiyacı yoktur. Dar bir amacı paylaşıyor olmak yeterlidir. Değişim hareketi üyeleri arasında ise yüksek bir uyum ve güven bulunmalı ve özel eğitimlerle daha da pekiştirilebilmelidir. Bu gereksinim de, üyelerin daha sabırlı, “iğneyle kuyu kazmaya daha razı” olmalarını gerektirir.

    Her iki hareket biçimi arasındaki birçok farklılıktan sonuncusu olmayan bir diğeri de, hareketin, ona katılan üyelerden beklentileridir.

    Hizmet hareketleri’nde dar hizmet alanı çevresindeki bireysel çabalar bile sonucu olumlu etkileyebilir. Değişim hareketleri’nde ise bir “takım oyunu” söz konusudur. Bu gereksinimden dolayı, bir değişim hareketi’ne katılacak olanların mutlaka bir “duyarlık eğitimi”, “iletişim becerisi”, “kanonik ifade becerisi” gibi konularda grup eğitiminden geçmeleri gerekir.

    Beyaz Nokta Hareketi, bir “Değişim Hareketi”dir. Toplumumuzun düşünme biçimini değiştirmeye, toplum yaşamımıza erdemi egemen kılmaya yöneliktir.

    Bu amacı, üye kompozisyonu, üyelerin ihtiyacı olan sorunların nedenlerini arayabilme becerisi ve sabır ihtiyacı açılarından, Beyaz Nokta ile diğer hizmet hareketleri temelden ayrılmaktadır.

    Beyaz Nokta Dernekleri’nin proje seçimlerine esaslı etkiler yapabilecek bu farklılıklar, geleneksel hizmet kuruluşlarına daha alışık insanlarımızca başlangıçta yadırganabilir.

    Ama, amaç yönünde adımlar atılmaya başlandıkça, bu yadırgama, yerini derin bir tatmin hissine bırakacak, ülkemizin geleceğinin mimarisine katkıda bulunmanın hazzı birlikte duyulacaktır.

    Pazar, 23 Ekim 1994

  • FARKLI BOYUTTAKİ OLGULAR TOPLANIP ÇIKARILABİLİRLER Mİ, NASIL?

    “Çoklukları teke indirgeme arzusu”, denilebilir ki medeniyet tarihiyle yaşıttır. 3 elma ile 3 inciri toplamayı kafasına koymuş ilk matematikçi bunu (3,3) şeklinde göstermeyi, böylelikle boyutları karıştırmadan, çoklukları ifade etmeye imkan veren bir ifade tekniği sağlamayı becermiştir.

    Benzer meraka sahip başka düşünürler de bir başka yol keşfetmişler ve birimleri ortak bir başka birime (mesela meyva) çevirme usulünü geliştirmişlerdir. Böylece, örneğin 3 elma ve 3 incir toplanıp 6 meyva olmaya başlamıştır.

    Bu yaklaşımların genişletilip hemen her alanda kullanımı mümkünken, insanın kolaycı -ve çoğu zaman yanıltıcı- yapısı elmalarla incirleri -boyutlarının farklılığına aldırmaksızın- toplama yolunu icat etmiştir. Bütünüyle yanlış olmasına rağmen, işleri çok kolaylaştırdığı için inanılmaz bir kabul görmüş, insanlar hemen her konuda bu toplama işlemini yapar olmuşlardır.

    O çağlardaki tartışmaları bilmemekle birlikte, bu işin yanlışlığını bilen kişilerin bu acayip toplama işlemine ne denli karşı çıktıklarını tahminlemek pek de güç değildir.

    Günümüzde medeniyetin iyice ilerlemesiyle artık bu tartışmalar geride bırakılmış, hep birlikte incirlerle elmalar toplanır hale gelmiş, bununla da yetinilmeyip yalnız meyva vs gibi şeylerle uğraşılırken sosyal ve ekonomik olgulara da el atılmıştır.

    Örneğin günümüzde, “hırsız”, “zeki”, “bilgisiz” ve “ruh sağlığı bozuk” birisi için “nasıldır?” diye sorulduğunda böyle bir dörtlüyle değil, soranın da isteklerini kavrayacak biçimde “eh işte şöyle böyle” gibi bir “toplama”nın sonucu söylenmektedir.

    Bu “kolay toplama” yöntemi artık bütün ilgi alanlarına girmiş bulunmaktadır. Örneğin ekonomide “devletçilik” ve “özel girişimcilik” arasındaki tek ortak yan, ikisinin de girişimci olması gibi toplama işlemi açısından hiç önemi olmayan bir ayrıntı iken, ikisini bu terim çevresinde toplayıp “karma ekonomi” denilen garabet icat edilmiştir.

    Devletçilik ve özel girişimcilik iki ayrı küme olup, bu kümelerin toplanması (ya da çıkarılması), özel koşullara bağlıdır ve çoğu zaman mümkün de değildir.

    Birbirleriyle toplanılıp çıkarılmak istenen olguların bir çizgi üzerinde birer nokta ile işaretlenip, aralarındaki yerlerin bierer “uzlaşı noktası” olarak işaretlenmesi işleri çok kolaylaştırıcı ve o derece de saçma bir gösterim biçimidir.

    “Sağ” ve “sol” ideolojiler birer ayrı kümedir. Bu iki ayrı kümenin elemenlerinden uygunları seçilerek başka kümeler oluşturulabilir ve onlara çeşitli adlar verilebilir. Örneğin, “üretim”, “bireycilik”, “muhafazakarlık” gibi temel ögeleri bulunan sağ kümenin üretim elementi ile; temel ögeleri “paylaşım”, “toplumculuk” ve “değişimcilik” olan sol kümenin paylaşım elementi alınıp, temel elemanı “üretirken paylaşmak” olan bir yeni küme yaratılabilir.

    Ama artık bu yeni küme, ilk iki kümeden tamamen farklıdır ve adı da mesela “sağ solculuk”, “sol sağcılık”; “ortacılık”, “ortanın sağı” ya da “ortanın solu” değil, bu yanlış toplamayı çağrıştırmayacak bir başka ad, örneğin “sosyal piyasa sistemi” dir.

    Bu yanlış toplama örneklerinin sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Bu yalnız bir adlandırma hatası olsaydı üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Pratikte bu yanlış toplamaya dayalı felsefelerin tanımlanmaya kalkışılması işin esas önemli yanıdır.

    Kendini, bir baskın özelliği ile (kürt, dindar, liberal, devletçi, yerel, evrensel vb.) tanımlayan kümelerin biraraya getirilip bu kümelerin toplanmaya çalışılması, siyasi tarihimizde zaman zaman görülmektedir.

    Aslında bu yapılabilir ve çok da iyi olur. Ama bu toplamayı yapabilmek için bir yeni “boyut” tanımlanmalı ve bu boyut etrafında yeni bir küme tanımlanmalıdır.

    Örneğin yerel ya da evrensel değerlere bağlılık, bir çizgi üzerinde gösterilip ikisinin ortasındaki bir nokta “yereli dışlamayan evrensel” olarak tanımlanamaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bir kişi biraz yerel biraz da evrensel olamaz.

    Bu toplama yapılmak isteniyorsa yeni bir element tanımlanmak zorundadır ve bu da “evrensel değerlere göre yeniden tanımlanmış yerel değerler” olabilir.

    Tek sesli geleneksel Türk Müziği ile çok sesli senfonik müzik iki ayrı kümedir ve toplanıp ifade edilemez. Ancak yeni element olan “geleneksel ezgilerin çok sesli ifadesi” olabilir.

    Benzer şekilde bireycilik ve toplumculuk da toplanarak “toplum çıkarları söz konusu olmadığı sürece bireycilik” denilemez . Onun yerine “toplum çıkarlarıyla çatışmayacak şekilde anlaşılacak bir yen i bireycilik” sözkonusu olabilir.

    “Rekabetsiz işbirliği” ve “rakibini tahrip eden rekabet” de iki ayrı kümedir ve bu iki noktanın arasınd a biraz yıkım biraz işbirliği değil, “işbirliği içinde rekabet” denilen yeni element mümkündür.

    Toplumsal olguları rasgele toplayıp çıkararak yeni ideolojiler üretmek isteyenlere bu basit aritmetiğin yararı olabilir. Aksi halde yanlışlar bazen çok pahalı ödenebilir. İnanmayanlar örneklerini inceleyebilirler.

  • BİREYSEL VE TOPLUMSAL AKIL!

    Bir artı bir’in her zaman iki etmediğini, daha doğrusu çok nadir hallerde iki ettiğini ancak biraz düşünerek kabul edebiliyoruz.

    Aynı birimle ölçülemeyen iki ayrı bir, toplanamaz, dolayısıyla iki de etmez.

    Ama aynı birime sahip gibi görünen iki ayrı ‘bir’ dahi her zaman iki etmez. Örneğin 1 litre su ile 1litre alkol karıştırılırsa 2 litre etmez, biraz büzüşür ve daha az eder. Böyle düşününce nadir denebilecek hallerde iki edebildiğini anlıyoruz.

    Çok zeki bireylerden oluşan grupların da benzer bir davranış gösterdiği gözlenmiştir. Apollo uzay aracı projesi sırasında oluşturulan yüzlerce proje grubu içinde en başarısızları, en yüksek IQ’lu bireylerin biraraya getirilmesinden oluşanlar olmuş ve bu olaya “Apollo Sendromu” adı verilmiştir.

    Bütün bunlar “birey aklı” ile “grup aklı” nın farklı olabileceği gerçeğine işaret etmektedir.

    Örneğin, akıldan hesap yapmada çok yetenekli olan birisiyle, hesap makinesi kullanmada olağanüstü becerisi olan bir diğeri birlikte hesap yapmayı gerektiren bir iş içinde uyum sağlayamayacak ve aralarında sürtüşmeler doğacaktır.

    Bu örnekler ilerletilir ve gruptaki birey sayısı daha artırılırsa bu defa bir “toplum”a varılabilir ve şu iddiada bununulabilir: “bir toplumun kollektif aklı,onu oluşturan bireylerin tek tek akıllarından bağımsızdır. Uygun koşullar yaratılabilirse bireysel akıllardan daha yüksek bir kollektif akıl, aksi halde daha düşük bir kollektif akıl ortaya çıkar. Bunu yönetmesini beceren uluslar gelişir, beceremeyenler ise geri kalırlar.”

    Bu yaklaşımın ışığında toplumumuza bakılır ve diğer ulusların bireyleri ile karşılaştırılırsa ortalama bireyimizin farkedilir biçimde “akıllı” , ama bu bireylerden oluşan toplumumuzun ise yine farkedilir biçimde “akılsız” olduğu sonucuna varılacaktır.

    Akılsız bir bireyi akıllı hale getirmek güç hatta imkansızdır. Ama “akılsız toplum ” öyle değildir. Çünkü, toplumu akıllı ya da akılsız kılan ögeler, bireyleri akıllı ya da akılsız kılan ögelerden tamamen farklıdır.

    Bu gerçeğin bilinip kabullenilmesi ise akıllı bir topluma varabilmenin ilk, ama oldukça güç bir adımıdır.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • FARKLI MALZEMELERİN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜZİKSİZ OLMAZ!

    Her nerede “ek” varsa oraya dikkat ediniz. Büyük ihtimalle, “ek” kaçırıyordur. Daha doğrusu, genellemeden söylenecek olursa, “ülkemizdeki ek’lerin çoğu kaçırıyordur!”..

    Su, elektrik, gaz, kanalizasyon ve benzeri bilumum borular, ek yerlerinden -yurdumuzda- kaçırırlar. Tesisat işleriyle uğraşan ustalar bu ek yerlerine “keten” denilen lifleri sarıp üzerine de “ilaç” dedikleri yapıştırıcı-doldurucu malzemeyi sıvarlar ve böylece bir süre için kaçağı önlerler. Keten ve ilaç kuruyup esnekliğini kaybedince ek yerleri tekrar kaçırmaya başlar.

    Bazı uyanık ustalar ise bu tür ekleri ekmek kapısı yapabilmek için bilerek uyduruk iş yaparlar.

    Yeni yetme mimarların pek meraklı olduğu kiremitsiz düz çatıların birleşim yerleri de -yurdumuzda- kaçırır ve alt katlarda oturanları hayatlarından bezdirir.

    Çekomastik denilen ve icat edildiği ülkeden çok daha fazlası yurdumuzda satılan dolgu macunu, bu kaçağı önlemek için inşaat ustalarımızca tonlarca kullanılır.

    Hava alanlarında uçakların “taksi”yaptıkları beton yolların ek yerleri, viyadüklerin birleşme yerler -yurdumuzda-birer zıplama noktasıdır ve bunlar da birer kaçak türüdür.

    Daha genel bir ifadeyle camların çerçevelerle, fayansların döşemelerle, ıslak hacimlerin kurularla birleştiği ek yerleri -yurdumuzda- kaçırırlar.

    El becerisinin eksikliğini (Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksizliği) gösteren bu örneklerin dışındaki “ek” yerleri de kaçırırlar. Bir yasaya göre çıkarılması gereken, yani yasa ile ek yapacak olan kararnameler, anayasa ile ek yapması gereken yasalar yine eklendikleri noktalardan kaçırırlar ve Anayasa Mahkemesi keten ve ilacı ile onarılmaya çalışılırlar.

    Dindarlarla olmayanlar, alevilerle sünniler, kürtlerle Türkler, çalışanlarla işverenler, devletle vatandaşlar daima ek yerlerinde sorunludurlar.

    Bu değişik örneklerden çıkarılabilecek sonuç, toplumumuzun teknik ve sosyal alanlardaki “ek” işlerini beceremediğidir. Becerememekte ve doğan kaçakları gidermek için kaynaklarını harcamakta, başka iş yapmaya imkanı kalmamaktadır.

    İşçisi, ustası, mühendisi, hukukçusu, bürokratı ve politikacısı, sürekli olarak ek yerlerinin kaçaklarını önlemeye çalışmakta, bol bol keten ve ilaç tüketmektedirler.

    Pekiyi, bu bizim beceremeyip başkalarının becerdiği bu “ekleme” işinin sırrı nedir? Bizim neyimiz eksik olduğu için yaptığımız ekler hep kaçırmaktadır?

    Bunu anlayabilmek için, “ek” denilen olguya daha yakından bakılmalıdır. Ekleme işlemi, iki farklı nesneyi yanyana getirip arasına, ikisiyle de iyi birleşebilen bir “arakesit malzemesi” koymakla yapılır. “Arakesit Malzemesi” nin bir özelliğİ, her iki nesneyle de tam birleşip bir “bütünlük” sağlamasıdır. Bir diğer özelliği ise zamanla bozulmaması, esneklik ve bu gibi niteliklerini kaybetmemesidir.

    Ekleme işleminin başarılı olabilmesinin bir diğer koşulu ise, eklenecek her iki malzemenin de, ekleme işlemine hazır hale getirilmesi, bir diğer deyimle ek noktasındaki farklılığı farkedebilecek duyarlıkta olmasıdır.

    İşte, bizim beceremeyip başkalarının yapabildiği bunlardır. Bizim arakesit malzemelerimiz, sayıca az ve özellikleri de yetersizdir. Ayrıca, eklenecek malzemeler, ekleme işlemi için yeterli duyarlığa -esnekliğe- sahip değildir.

    Teknikte olduğu gibi sosyal alanlardaki ekleme işlemleri için de Dünya’da her gün yeni arakesit malzemeleri geliştirilmektedir. Bunlar, tarafımızdan da benimsenip uyarlanıp kullanılabilir. Bu, nisbeten “yapılabilir” bir iştir.

    Güç olan, birleştirilecek farklı malzemelerin, eklemenin gerektirdiği duyarlığa sahip kılınmasıdır. Bu ise doğrudan insan malzememizin nitelikleriyle ilgilidir ve ne ithal ne de transfer yoluyla sağlanamaz.

    İnsanları bu duyarlığa kavuşturan araç müziktir. Sesler arasındaki ince farkları ayırdetmeyi öğrenmiş, bu farklılıklara tepki üretebilen insan, yaptığı boru ekleme, viyadük birleştirme, kararname hazırlama ya da farklı düşünceleri birlikte yaşatabilme işlerini kaçaksız yapabilir.

    Bu ayırdetme özelliğini kazanmış dindar, dindar olmayanla, alevi sünniyle, kürt Türk ile ve işçi işverenle kaçaksız arızasız yaşayabilir.

    Ne tek sesli geleneksel müziğin mesajlarını, ne de çok sesli müziğin çok boyutlu algılanmasını beceremeyen insanlar ise sürekli olarak keten ve ilaç kullanırlar.

    Salı, 09 Mayıs 1995

  • “BİRŞEYLER” YAPMAK LAZIM!

    Nasıl ki insanları bazen küçücük bir söz ele verirse, toplumları da ele veren deyimler oluyor. “Birşeyler yapmak” deyimi de bunlardan birisidir. Bu deyim, “yapılması gereken bazı şeyler var. Fakat ben o şeylerin ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde boş durmak da ayıp oluyor. İşe yarasa da yaramasa da “birşeyler” yapayım da bu ayıp pek belli olmasın” demektir.

    Ortaya çıkmasaydı toplum içinde herkese dürüstlük ve işbilirlik hocalığı yapacak kimselerin yolsuzlukları ortaya çıkınca, kamuoyundan sesler yükseliyor: “bu ne rezalettir, bu kadar da çalınır mı?” (demek ki daha az çalınabilirmiş!), “milletvekilleri işe el koysun” (merak edilmesin, işlere zaten el koyulmuş durumdadır), “müsebbipler meydana çıkarılsın” (o kadar geniş bir meydan var mı?) gibi..

    Düz vatandaşın tepkisini anlamak kolaydır ve o gayet haklıdır. Anlaşılmaz olan, toplumu yönetmek veya yönlendirmek sevdasında olanların yaklaşımlarıdır.

    Toplumu yöneten veya yönlendiren kesimlere girebilmek için inanılmaz çaba harcayan insanlar, emellerine ulaştıktan sonra, asli ilgi alanı sayılabilecek karmaşık sorunlar karşısında, “birşeyler yapmak lazım” ın dışında bir marifet sergileyemezler.

    Son olarak ortaya çıkan ve toplumumuzun kirlilikler portföyünün “küçük ve orta ölçekli yolsuzluklar” sınıfına giren bir kamu bankası soygunundan sonra yine bu tür yaklaşımlar ortalığı kapladı.

    Fazla şüpheci bir senaryoya göre, bu “kim çaldı, kim vurdu, kim vurdurdu?” gibi magazin soruları ve cevaplar, sorunların mekanizması açısından hiç bir işe yaramaz, ama kamuoyundaki tepki birikimini deşarj etmek açısından birebirdir. Bu nedenle bu tür sorular bilinçli olarak tartıştırılmaktadır.

    Bir rüşvet hesaplaşmasında son olarak tetiği çeken gariban kişi, bir paratoner gibi, insanların tepkilerini toprağa akıtır ve yeni yolsuzluklar için gereken “tepkisiz toplum” şartının ilk taşını yerine koyar.

    Evet, “temiz toplum”a erişmek için “birşeyler” yapmak lazım. Ama o “birşeyler”in, hangi nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik birşeyler olduğu acaba hiç merak edilir mi?

    Bu tür sorunlar karşısında pratik reçetelere pek meraklı insanlar vardır (yani otuz-kırk milyon kadar). Üç-dört (tercihan tek) ve basit (ama çok basit) ve de kimseye (özellikle de kendisine) zararı dokunmayacak bir çare (sihir gibi “birşeyler”) bulunmalıdır!

    Düşünce tembelliğinin ve kalıpçılığın tam bir örneği olan bu yaklaşımlardan nefret etmekle birlikte, bu denli yaygın bir arzuyu es geçmek de doğru değildir. Buna göre, yolsuzluklarla mücadele etmek isteyenler için şöyle bir reçete önerilebilir:

    1. “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.

    Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk” tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.

    Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

    1. “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.
    2. Toplumdaki kirlenmenin, küçük bir kesimin işi olmadığının, en saygın, en tartışılmaz kesimlerin bile boğazına kadar pisliğin içine batmış olduğunun bilincine varıldığı bu ikinci adımdan sonraki sağlam adım, adına “yolsuzluklar ağı” denilebilecek mekanizmanın TAM anlaşılmasıdır.

    Toplumumuzun bir özelliği, sorunların nedenleri yerine doğrudan doğruya çözümleriyle uğraşmasıdır. Ve, sorunların bir türlü çözümlenemeyişinin başlıca nedenlerinden birisi de bu “çözüm merakı”dır.

    Örneğin, kamu bankalarının soyulmasına dayalı yolsuzlukların “nedenleri” üzerinde tek kelime edilmeden derhal “çözüm” üretilmiştir: Kamu bankaları özelleştirilirse yolsuzluklar da bitecektir!

    Ama, ülkemizde yalnız kamu bankası soyan özel bir hırsız türü bulunmadığını, kamu bankaları özelleşince bu kişilerin bu defa başka yerleri soyacakları, bu nedenle özelleştirmenin yanında mutlaka, “soygunlara yol açan diğer nedenleri” yoketmeye yönelik diğer önlemlerin de gerektiği nedense düşünülemez!

    İşte bu nedenle, “yolsuzluklar ağı” nın bir plan gibi çizilip bir resim gibi görülmesi çok önemlidir. Bu önemli adımın atılmasını önleyen başlıca engel ise “çözüm merakı”dır. Bu meraka yenilmeyip önce mekanizmanın tam anlaşılması gerekir

    “Yolsuzluk” adı altında tek sözcükte toplanan her tür melanetin tüm olası kaynaklarını “bu önemlidir, şu önemsizdir” gibisinden peşin yargılardan uzak durarak ortaya koymak, işin güç ama can alıcı noktasıdır. Bu yapıldığında, toplumun, üzerinde hiç konuşmadığı örneğin “Kalabalık Kamu Kadroları” ya da “Mali Sistemimizin Belgeye Dayalı Olmayışı” gibi nedenlerin ne inanılmaz sonuçlara yol açtığı, milyon dolarlık rüşvetlerin bu ve benzeri masum yapı taşlarından nasıl örüldüğü hayretle görülecektir.

    1. Bu adımlar atılırken geçecek süreye tahammülü olmayan acilciler, yolsuzlukların önemli desteklerinden birisidirler. Acilciler ikiye ayrılır: Yolsuzlukların “hemen” önlenebileceğini, bunların küçük fakat henüz bilinmeyen bir kesim tarafından yapıldığını, bunlar bulunup etkisiz kılınırlarsa toplumun temiz olacağını düşünen saf vatandaşlar ile, mekanizma’nın anlaşılmasını bilinçli olarak önlemeyi amaçlamış ve bunun için de toplumsal tepkileri kısa vadeli -ve kendileri için bir zarar veremeyecek- önlemlere yönlendirmeye çalışan uyanıklar..

    Ancak, çözümü, kamuoyunun desteğine mutlak ihtiyaç gösteren yolsuzluk sorunları için “çabuk” sonuç bekleyen kesimleri de ihmal etmemek gerekir.

    Bu nedenle, “yolsuzluklar ağı”nın analizinin yanısıra, “Temiz Siyaset Yasası” adlı bir “şemsiye yasa” nın çıkarılması gerekmektedir.

    Altında, “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’nın TBMM’nden çıkarılabilmesi, yolsuzluklar konusunda bu denli sığ görüşlere sahip bir “yöneten ve yönlendirenler” topluluğu karşısında hemen hemen imkansızdır.

    İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, bu sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.

    İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.

    Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü aranılan çözümün ta kendisidir.

    Pazar, 25 Eylül 1994

  • BU KONU UZUN BİR DİZİ OLABİLİR: “SAYGISIZLAR”!

    Eskiden sinemalarda şimdilerde ise televizyonlarda çok tutulan dizilerin bir ortak yanı vardır. Bu yerli yapımlar kadar yabancı yapımlar için de geçerlidir. Ödül kazanmış filmlerin hemen tümü, bu ortak yanı konu almış olanlardır. Bu ortaklık, “konunun, toplum yaşamındaki gerçek olayları ne ölçüde yansıttığı ” alanındadır.

    Yaşamımızı oluşturan kesitler, bir sosyal tomogram gibi ince dilimler biçiminde gözden geçirildiğinde, bunlara temel rengi veren ögenin “saygı eksiği” olduğu kolayca görülebilir.

    Trafik kurallarını hiçe sayarak araç kullananlar, kurallardan önce başkalarının haklarını çiğnemektedir. Bakımsız araçla yola çıkan sürücü, aracın bakımı için gereken masraftan kaçan araç sahibi, aracı doğru dürüst kontrol etmeyen trafik görevlisinin niteliği yine “saygısız”dır.

    Apartmanlarda toplu yaşam kurallarını hiçe sayan kişiler, trafik kurallarını hiçe sayanlarla aynı kişilerdir. Kendi inançlarını -her ne ise- başkalarına zorla benimsetmeye çalışanlar, ticarete hile karıştırarak bundan çıkar sağlayanlar, sokak hayvanlarını katledenler, bunlara emir veren ya da göz yumanlar, binlerce konuda torpil arayanlar ve bunlara torpil yapanlar yine aynı kişilerdir ve bunlar da “saygısız”dırlar.

    “Saygısız” yüzlerce değişik kılığa girer. Bilim adamı (kılığında), sanatçı (kılığında), medya patronu (kılığında), politikacı (kılığında) ya da başka bir kılıkta!

    Bu kılıktakiler, toplum yaşamımızın büyük bir bölümünü derinden etkileyecek kadar kalabalıktırlar.

    Her konuda konuşan Türkiye her ne hikmetse bu konuda konuşmamakta, yüzlerce çeşit saygısızlığı sergileyerek, bu konuda bir bilinçlenme oluşmasına imkan yaratamamaktadır.

    Yapımcılar, karikatüristler, yazarlar için tükenmez bir kaynak olan saygısızlık, “bizimkiler”, “sizinkiler”, “aşağıdakiler-yukarıdakiler”, “bizim-city” gibi dizilerin bir-iki bin katı kadar potansiyel içermektedir.

    Saygısızlığın temelinde, kişinin kendine zarar vermeme konusundaki eksiği, kendine zarar vermemenin yolunun başkalarına zarar vermemekten geçtiği bilincinin eksiği yatmaktadır. İlginçtir ki, herkesin hakkına tecavüz eder görünen “saygısızlar”, aslında kendi çıkarını korumaktan aciz zavallılardır.

    Bu konunun işlenmesi, hem saygısızlara hem de onlardan zarar göreceklere yarar sağlayacaktır.

    Salı, 12 Kasım 1996

  • ÇALIŞAN KADINLARIN ÜCRETİ % 15 YÜKSEK OLSUN!

    Bir gazete haberine göre Türkiye’de, çalışan kadınların ücretleri Japonya’ya göre neredeyse bir misli yüksekmiş. Gazete bunu övünebileceğimiz bir nokta yakalamış olmanın gururuyla haber veriyor.

    Malta’lı ünlü düşünür E.De Bono, feministlerin bir toplantısında hazır bulunan kadın dinleyicilere hitaben verdiği bir konferansta şöyle bir öneride bulunur: “Kadınların ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre %15 daha yüksek olmalıdır.”

    Salon alkıştan yıkılır. Kadınlardan daha fazla kadınları düşünen bir kişi, dinleyicileri çok mutlu etmiştir. Ancak, ön sırada, hiç alkışlamadan oturan ve sert bakışlarla De Bono’yu süzen bir hanım vardır.

    De Bono, yaptığı önerinin gerçek anlamını anlayan bu tek kadını görmüş ve bazı çok açık gerçeklerin çoğu zaman geniş kitlelerce nasıl olup da anlaşılamadığını dehşetle o zaman anlamıştır.

    Alkışlar durulunca konuşmacı, önerisinin ne anlama geldiğini açıklar: İşgücü piyasasında kadınların ücretleri erkeklere göre yükselince, herkes kadın çalışan istihdam etmekten uzaklaşacak ve böylece çoğu kadınlar işlerini kaybedeceklerdir. Dolayısıyla böyle bir öneri kadınların gönüllerini fetheder ve de işlerini kaybettirir.

    Gazete haberine konu olan Japonya’da işsizlik oranı ortalama %1-2 civarında olup, bu oran kadınlar için %4-5 civarındadır.

    Türkiye’de ise ortalama işsizlik %15 civarında olup, kadınlar için %50’den daha yüksektir.

    Japonya’da kadınların ücretleri erkeklerin yarısı, Türkiye’de ise erkeklerinkine eşittir. Yani Türk kadınları daha yüksek ücretli ve de işsizdir.

    Bu düşündürücü haber (haberin içeriği değil kendisi düşündürücüdür) ve onun altında yatan acı gerçek, zaman zaman tartışılan yüksek ücret zamlarının nelere yol açtığını göstermek bakımından ilginçtir.

    Çeşitli toplu sözleşme görüşmelerinin sürdüğü ve çoğunun uyuşmazlığa gittiği bu günlerde, bu olaydan gerekli dersin çıkarılabileceğini ve suların yukarı akıtılamayacağının anlaşılabileceğini umarım.

  • GÜÇ DURUMDAKİ KURULUŞLAR İÇİN BİR ÖNERİ !

    Dünya’da genel olarak yaşanan ekonomik çalkantı ve özelde ülkemizdeki ekonomik kararsızlık (instability), hemen hemen tüm şirketleri “güç durum”a sokmuştur.

    Bu genel fırtına içinde ülkemize özgü niteliklerden birisi de, çarelerin daima devletten beklenmesidir. Bu olguyu yalnızca bizim işadamlarımıza özgü bir kusur olarak yorumlamak doğru değildir. Ekonomik hayata bu denli yersiz müdahalelerde bulunagelmiş kamu yönetimi anlayışları sonunda, herşeyin devletten beklendiği bir ortam yaratmıştır.

    Bu anlayış, halen içinde bulunulan durumu daha da dramatik hale getirebilir ve kuruluşlarımız çareleri devletten bekleye bekleye batabilirler. Çünkü devlet de, birçok sorunun kuruluşlarca çözümlenebileceğini sanmaktadır. Böylece, her iki taraf da birbirinden birşeyler bekleye bekleye batabilirler.

    Bu spiral’i kırmak için yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu yaklaşım, güç durumdaki kuruluşlarla, onların batmasına göz yumması halinde kendileri de güç duruma düşebilecek kuruluşlar arasındaki bir işbirliği ile aşılabilir.

    Yaklaşımın özü, devletin birşey yapacağını ümit ederek beklemeden -ki yapacağa benzemiyor- bu iki grup arasında konsolidasyon anlaşmaları’ na gitmektir.

    Sanayi kuruluşları, bu kuruluşlara borçlu olanlar ve bunlardan alacaklı olanların (başta bankalar) oluşturacağı kümeler, kendi aralarında birer “belirli süreli anlaşma” yaparak, borç ve alacaklarını dondurmalıdırlar.

    Ayrıca, sanayi kuruluşları sendikalarıyla ya da yoksa doğrudan doğruya çalışanlarıyla benzer şekilde “belirli süreli anlaşma”lar yaparak ücret ve fiyat artış oranlarını dondurmalı ve böylece bir ölçüde de olsa kriz ortamının sıcaklığının yükselmesini durdurmalıdırlar.

    Bu formülün karşısındaki en büyük engel kamu bankalarıdır. Kamu bankalarının, kendilerine borçlu olan kuruluşlarla konsolidasyon anlaşmalarına girmesine yasalar engel değildir. Herhangi bir siyasi yandaşlık gütmeden yapılabilecek erteleme anlaşmaları kamuoyunda da anlayışla karşılanacaktır. Kamu bankalarının sağduyularına güvenerek bunu ummaktan başka çare yoktur. Özel bankalar ise siyasi yandaşlık yerine hesaplarıyla hareket edecekleri için bu tür anlaşmalara yanaşacaklardır.

    Zincirleme iflasları önlemenin başka çareleri maalesef işlemez görünmektedir.