-
May 25 2012 BİREYSEL VE TOPLUMSAL AKIL!
Bir artı bir’in her zaman iki etmediğini, daha doğrusu çok nadir hallerde iki ettiğini ancak biraz düşünerek kabul edebiliyoruz.
Aynı birimle ölçülemeyen iki ayrı bir, toplanamaz, dolayısıyla iki de etmez.
Ama aynı birime sahip gibi görünen iki ayrı ‘bir’ dahi her zaman iki etmez. Örneğin 1 litre su ile 1litre alkol karıştırılırsa 2 litre etmez, biraz büzüşür ve daha az eder. Böyle düşününce nadir denebilecek hallerde iki edebildiğini anlıyoruz.
Çok zeki bireylerden oluşan grupların da benzer bir davranış gösterdiği gözlenmiştir. Apollo uzay aracı projesi sırasında oluşturulan yüzlerce proje grubu içinde en başarısızları, en yüksek IQ’lu bireylerin biraraya getirilmesinden oluşanlar olmuş ve bu olaya “Apollo Sendromu” adı verilmiştir.
Bütün bunlar “birey aklı” ile “grup aklı” nın farklı olabileceği gerçeğine işaret etmektedir.
Örneğin, akıldan hesap yapmada çok yetenekli olan birisiyle, hesap makinesi kullanmada olağanüstü becerisi olan bir diğeri birlikte hesap yapmayı gerektiren bir iş içinde uyum sağlayamayacak ve aralarında sürtüşmeler doğacaktır.
Bu örnekler ilerletilir ve gruptaki birey sayısı daha artırılırsa bu defa bir “toplum”a varılabilir ve şu iddiada bununulabilir: “bir toplumun kollektif aklı,onu oluşturan bireylerin tek tek akıllarından bağımsızdır. Uygun koşullar yaratılabilirse bireysel akıllardan daha yüksek bir kollektif akıl, aksi halde daha düşük bir kollektif akıl ortaya çıkar. Bunu yönetmesini beceren uluslar gelişir, beceremeyenler ise geri kalırlar.”
Bu yaklaşımın ışığında toplumumuza bakılır ve diğer ulusların bireyleri ile karşılaştırılırsa ortalama bireyimizin farkedilir biçimde “akıllı” , ama bu bireylerden oluşan toplumumuzun ise yine farkedilir biçimde “akılsız” olduğu sonucuna varılacaktır.
Akılsız bir bireyi akıllı hale getirmek güç hatta imkansızdır. Ama “akılsız toplum ” öyle değildir. Çünkü, toplumu akıllı ya da akılsız kılan ögeler, bireyleri akıllı ya da akılsız kılan ögelerden tamamen farklıdır.
Bu gerçeğin bilinip kabullenilmesi ise akıllı bir topluma varabilmenin ilk, ama oldukça güç bir adımıdır.
Pazar, 18 Aralık 1994
-
May 25 2012 FARKLI MALZEMELERİN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜZİKSİZ OLMAZ!
Her nerede “ek” varsa oraya dikkat ediniz. Büyük ihtimalle, “ek” kaçırıyordur. Daha doğrusu, genellemeden söylenecek olursa, “ülkemizdeki ek’lerin çoğu kaçırıyordur!”..
Su, elektrik, gaz, kanalizasyon ve benzeri bilumum borular, ek yerlerinden -yurdumuzda- kaçırırlar. Tesisat işleriyle uğraşan ustalar bu ek yerlerine “keten” denilen lifleri sarıp üzerine de “ilaç” dedikleri yapıştırıcı-doldurucu malzemeyi sıvarlar ve böylece bir süre için kaçağı önlerler. Keten ve ilaç kuruyup esnekliğini kaybedince ek yerleri tekrar kaçırmaya başlar.
Bazı uyanık ustalar ise bu tür ekleri ekmek kapısı yapabilmek için bilerek uyduruk iş yaparlar.
Yeni yetme mimarların pek meraklı olduğu kiremitsiz düz çatıların birleşim yerleri de -yurdumuzda- kaçırır ve alt katlarda oturanları hayatlarından bezdirir.
Çekomastik denilen ve icat edildiği ülkeden çok daha fazlası yurdumuzda satılan dolgu macunu, bu kaçağı önlemek için inşaat ustalarımızca tonlarca kullanılır.
Hava alanlarında uçakların “taksi”yaptıkları beton yolların ek yerleri, viyadüklerin birleşme yerler -yurdumuzda-birer zıplama noktasıdır ve bunlar da birer kaçak türüdür.
Daha genel bir ifadeyle camların çerçevelerle, fayansların döşemelerle, ıslak hacimlerin kurularla birleştiği ek yerleri -yurdumuzda- kaçırırlar.
El becerisinin eksikliğini (Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksizliği) gösteren bu örneklerin dışındaki “ek” yerleri de kaçırırlar. Bir yasaya göre çıkarılması gereken, yani yasa ile ek yapacak olan kararnameler, anayasa ile ek yapması gereken yasalar yine eklendikleri noktalardan kaçırırlar ve Anayasa Mahkemesi keten ve ilacı ile onarılmaya çalışılırlar.
Dindarlarla olmayanlar, alevilerle sünniler, kürtlerle Türkler, çalışanlarla işverenler, devletle vatandaşlar daima ek yerlerinde sorunludurlar.
Bu değişik örneklerden çıkarılabilecek sonuç, toplumumuzun teknik ve sosyal alanlardaki “ek” işlerini beceremediğidir. Becerememekte ve doğan kaçakları gidermek için kaynaklarını harcamakta, başka iş yapmaya imkanı kalmamaktadır.
İşçisi, ustası, mühendisi, hukukçusu, bürokratı ve politikacısı, sürekli olarak ek yerlerinin kaçaklarını önlemeye çalışmakta, bol bol keten ve ilaç tüketmektedirler.
Pekiyi, bu bizim beceremeyip başkalarının becerdiği bu “ekleme” işinin sırrı nedir? Bizim neyimiz eksik olduğu için yaptığımız ekler hep kaçırmaktadır?
Bunu anlayabilmek için, “ek” denilen olguya daha yakından bakılmalıdır. Ekleme işlemi, iki farklı nesneyi yanyana getirip arasına, ikisiyle de iyi birleşebilen bir “arakesit malzemesi” koymakla yapılır. “Arakesit Malzemesi” nin bir özelliğİ, her iki nesneyle de tam birleşip bir “bütünlük” sağlamasıdır. Bir diğer özelliği ise zamanla bozulmaması, esneklik ve bu gibi niteliklerini kaybetmemesidir.
Ekleme işleminin başarılı olabilmesinin bir diğer koşulu ise, eklenecek her iki malzemenin de, ekleme işlemine hazır hale getirilmesi, bir diğer deyimle ek noktasındaki farklılığı farkedebilecek duyarlıkta olmasıdır.
İşte, bizim beceremeyip başkalarının yapabildiği bunlardır. Bizim arakesit malzemelerimiz, sayıca az ve özellikleri de yetersizdir. Ayrıca, eklenecek malzemeler, ekleme işlemi için yeterli duyarlığa -esnekliğe- sahip değildir.
Teknikte olduğu gibi sosyal alanlardaki ekleme işlemleri için de Dünya’da her gün yeni arakesit malzemeleri geliştirilmektedir. Bunlar, tarafımızdan da benimsenip uyarlanıp kullanılabilir. Bu, nisbeten “yapılabilir” bir iştir.
Güç olan, birleştirilecek farklı malzemelerin, eklemenin gerektirdiği duyarlığa sahip kılınmasıdır. Bu ise doğrudan insan malzememizin nitelikleriyle ilgilidir ve ne ithal ne de transfer yoluyla sağlanamaz.
İnsanları bu duyarlığa kavuşturan araç müziktir. Sesler arasındaki ince farkları ayırdetmeyi öğrenmiş, bu farklılıklara tepki üretebilen insan, yaptığı boru ekleme, viyadük birleştirme, kararname hazırlama ya da farklı düşünceleri birlikte yaşatabilme işlerini kaçaksız yapabilir.
Bu ayırdetme özelliğini kazanmış dindar, dindar olmayanla, alevi sünniyle, kürt Türk ile ve işçi işverenle kaçaksız arızasız yaşayabilir.
Ne tek sesli geleneksel müziğin mesajlarını, ne de çok sesli müziğin çok boyutlu algılanmasını beceremeyen insanlar ise sürekli olarak keten ve ilaç kullanırlar.
Salı, 09 Mayıs 1995
-
May 25 2012 “BİRŞEYLER” YAPMAK LAZIM!
Nasıl ki insanları bazen küçücük bir söz ele verirse, toplumları da ele veren deyimler oluyor. “Birşeyler yapmak” deyimi de bunlardan birisidir. Bu deyim, “yapılması gereken bazı şeyler var. Fakat ben o şeylerin ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde boş durmak da ayıp oluyor. İşe yarasa da yaramasa da “birşeyler” yapayım da bu ayıp pek belli olmasın” demektir.
Ortaya çıkmasaydı toplum içinde herkese dürüstlük ve işbilirlik hocalığı yapacak kimselerin yolsuzlukları ortaya çıkınca, kamuoyundan sesler yükseliyor: “bu ne rezalettir, bu kadar da çalınır mı?” (demek ki daha az çalınabilirmiş!), “milletvekilleri işe el koysun” (merak edilmesin, işlere zaten el koyulmuş durumdadır), “müsebbipler meydana çıkarılsın” (o kadar geniş bir meydan var mı?) gibi..
Düz vatandaşın tepkisini anlamak kolaydır ve o gayet haklıdır. Anlaşılmaz olan, toplumu yönetmek veya yönlendirmek sevdasında olanların yaklaşımlarıdır.
Toplumu yöneten veya yönlendiren kesimlere girebilmek için inanılmaz çaba harcayan insanlar, emellerine ulaştıktan sonra, asli ilgi alanı sayılabilecek karmaşık sorunlar karşısında, “birşeyler yapmak lazım” ın dışında bir marifet sergileyemezler.
Son olarak ortaya çıkan ve toplumumuzun kirlilikler portföyünün “küçük ve orta ölçekli yolsuzluklar” sınıfına giren bir kamu bankası soygunundan sonra yine bu tür yaklaşımlar ortalığı kapladı.
Fazla şüpheci bir senaryoya göre, bu “kim çaldı, kim vurdu, kim vurdurdu?” gibi magazin soruları ve cevaplar, sorunların mekanizması açısından hiç bir işe yaramaz, ama kamuoyundaki tepki birikimini deşarj etmek açısından birebirdir. Bu nedenle bu tür sorular bilinçli olarak tartıştırılmaktadır.
Bir rüşvet hesaplaşmasında son olarak tetiği çeken gariban kişi, bir paratoner gibi, insanların tepkilerini toprağa akıtır ve yeni yolsuzluklar için gereken “tepkisiz toplum” şartının ilk taşını yerine koyar.
Evet, “temiz toplum”a erişmek için “birşeyler” yapmak lazım. Ama o “birşeyler”in, hangi nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik birşeyler olduğu acaba hiç merak edilir mi?
Bu tür sorunlar karşısında pratik reçetelere pek meraklı insanlar vardır (yani otuz-kırk milyon kadar). Üç-dört (tercihan tek) ve basit (ama çok basit) ve de kimseye (özellikle de kendisine) zararı dokunmayacak bir çare (sihir gibi “birşeyler”) bulunmalıdır!
Düşünce tembelliğinin ve kalıpçılığın tam bir örneği olan bu yaklaşımlardan nefret etmekle birlikte, bu denli yaygın bir arzuyu es geçmek de doğru değildir. Buna göre, yolsuzluklarla mücadele etmek isteyenler için şöyle bir reçete önerilebilir:
- “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.
Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk” tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.
Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
- “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.
- Toplumdaki kirlenmenin, küçük bir kesimin işi olmadığının, en saygın, en tartışılmaz kesimlerin bile boğazına kadar pisliğin içine batmış olduğunun bilincine varıldığı bu ikinci adımdan sonraki sağlam adım, adına “yolsuzluklar ağı” denilebilecek mekanizmanın TAM anlaşılmasıdır.
Toplumumuzun bir özelliği, sorunların nedenleri yerine doğrudan doğruya çözümleriyle uğraşmasıdır. Ve, sorunların bir türlü çözümlenemeyişinin başlıca nedenlerinden birisi de bu “çözüm merakı”dır.
Örneğin, kamu bankalarının soyulmasına dayalı yolsuzlukların “nedenleri” üzerinde tek kelime edilmeden derhal “çözüm” üretilmiştir: Kamu bankaları özelleştirilirse yolsuzluklar da bitecektir!
Ama, ülkemizde yalnız kamu bankası soyan özel bir hırsız türü bulunmadığını, kamu bankaları özelleşince bu kişilerin bu defa başka yerleri soyacakları, bu nedenle özelleştirmenin yanında mutlaka, “soygunlara yol açan diğer nedenleri” yoketmeye yönelik diğer önlemlerin de gerektiği nedense düşünülemez!
İşte bu nedenle, “yolsuzluklar ağı” nın bir plan gibi çizilip bir resim gibi görülmesi çok önemlidir. Bu önemli adımın atılmasını önleyen başlıca engel ise “çözüm merakı”dır. Bu meraka yenilmeyip önce mekanizmanın tam anlaşılması gerekir
“Yolsuzluk” adı altında tek sözcükte toplanan her tür melanetin tüm olası kaynaklarını “bu önemlidir, şu önemsizdir” gibisinden peşin yargılardan uzak durarak ortaya koymak, işin güç ama can alıcı noktasıdır. Bu yapıldığında, toplumun, üzerinde hiç konuşmadığı örneğin “Kalabalık Kamu Kadroları” ya da “Mali Sistemimizin Belgeye Dayalı Olmayışı” gibi nedenlerin ne inanılmaz sonuçlara yol açtığı, milyon dolarlık rüşvetlerin bu ve benzeri masum yapı taşlarından nasıl örüldüğü hayretle görülecektir.
- Bu adımlar atılırken geçecek süreye tahammülü olmayan acilciler, yolsuzlukların önemli desteklerinden birisidirler. Acilciler ikiye ayrılır: Yolsuzlukların “hemen” önlenebileceğini, bunların küçük fakat henüz bilinmeyen bir kesim tarafından yapıldığını, bunlar bulunup etkisiz kılınırlarsa toplumun temiz olacağını düşünen saf vatandaşlar ile, mekanizma’nın anlaşılmasını bilinçli olarak önlemeyi amaçlamış ve bunun için de toplumsal tepkileri kısa vadeli -ve kendileri için bir zarar veremeyecek- önlemlere yönlendirmeye çalışan uyanıklar..
Ancak, çözümü, kamuoyunun desteğine mutlak ihtiyaç gösteren yolsuzluk sorunları için “çabuk” sonuç bekleyen kesimleri de ihmal etmemek gerekir.
Bu nedenle, “yolsuzluklar ağı”nın analizinin yanısıra, “Temiz Siyaset Yasası” adlı bir “şemsiye yasa” nın çıkarılması gerekmektedir.
Altında, “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’nın TBMM’nden çıkarılabilmesi, yolsuzluklar konusunda bu denli sığ görüşlere sahip bir “yöneten ve yönlendirenler” topluluğu karşısında hemen hemen imkansızdır.
İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, bu sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.
İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.
Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü aranılan çözümün ta kendisidir.
Pazar, 25 Eylül 1994
-
May 25 2012 BU KONU UZUN BİR DİZİ OLABİLİR: “SAYGISIZLAR”!
Eskiden sinemalarda şimdilerde ise televizyonlarda çok tutulan dizilerin bir ortak yanı vardır. Bu yerli yapımlar kadar yabancı yapımlar için de geçerlidir. Ödül kazanmış filmlerin hemen tümü, bu ortak yanı konu almış olanlardır. Bu ortaklık, “konunun, toplum yaşamındaki gerçek olayları ne ölçüde yansıttığı ” alanındadır.
Yaşamımızı oluşturan kesitler, bir sosyal tomogram gibi ince dilimler biçiminde gözden geçirildiğinde, bunlara temel rengi veren ögenin “saygı eksiği” olduğu kolayca görülebilir.
Trafik kurallarını hiçe sayarak araç kullananlar, kurallardan önce başkalarının haklarını çiğnemektedir. Bakımsız araçla yola çıkan sürücü, aracın bakımı için gereken masraftan kaçan araç sahibi, aracı doğru dürüst kontrol etmeyen trafik görevlisinin niteliği yine “saygısız”dır.
Apartmanlarda toplu yaşam kurallarını hiçe sayan kişiler, trafik kurallarını hiçe sayanlarla aynı kişilerdir. Kendi inançlarını -her ne ise- başkalarına zorla benimsetmeye çalışanlar, ticarete hile karıştırarak bundan çıkar sağlayanlar, sokak hayvanlarını katledenler, bunlara emir veren ya da göz yumanlar, binlerce konuda torpil arayanlar ve bunlara torpil yapanlar yine aynı kişilerdir ve bunlar da “saygısız”dırlar.
“Saygısız” yüzlerce değişik kılığa girer. Bilim adamı (kılığında), sanatçı (kılığında), medya patronu (kılığında), politikacı (kılığında) ya da başka bir kılıkta!
Bu kılıktakiler, toplum yaşamımızın büyük bir bölümünü derinden etkileyecek kadar kalabalıktırlar.
Her konuda konuşan Türkiye her ne hikmetse bu konuda konuşmamakta, yüzlerce çeşit saygısızlığı sergileyerek, bu konuda bir bilinçlenme oluşmasına imkan yaratamamaktadır.
Yapımcılar, karikatüristler, yazarlar için tükenmez bir kaynak olan saygısızlık, “bizimkiler”, “sizinkiler”, “aşağıdakiler-yukarıdakiler”, “bizim-city” gibi dizilerin bir-iki bin katı kadar potansiyel içermektedir.
Saygısızlığın temelinde, kişinin kendine zarar vermeme konusundaki eksiği, kendine zarar vermemenin yolunun başkalarına zarar vermemekten geçtiği bilincinin eksiği yatmaktadır. İlginçtir ki, herkesin hakkına tecavüz eder görünen “saygısızlar”, aslında kendi çıkarını korumaktan aciz zavallılardır.
Bu konunun işlenmesi, hem saygısızlara hem de onlardan zarar göreceklere yarar sağlayacaktır.
Salı, 12 Kasım 1996
-
May 25 2012 ÇALIŞAN KADINLARIN ÜCRETİ % 15 YÜKSEK OLSUN!
Bir gazete haberine göre Türkiye’de, çalışan kadınların ücretleri Japonya’ya göre neredeyse bir misli yüksekmiş. Gazete bunu övünebileceğimiz bir nokta yakalamış olmanın gururuyla haber veriyor.
Malta’lı ünlü düşünür E.De Bono, feministlerin bir toplantısında hazır bulunan kadın dinleyicilere hitaben verdiği bir konferansta şöyle bir öneride bulunur: “Kadınların ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre %15 daha yüksek olmalıdır.”
Salon alkıştan yıkılır. Kadınlardan daha fazla kadınları düşünen bir kişi, dinleyicileri çok mutlu etmiştir. Ancak, ön sırada, hiç alkışlamadan oturan ve sert bakışlarla De Bono’yu süzen bir hanım vardır.
De Bono, yaptığı önerinin gerçek anlamını anlayan bu tek kadını görmüş ve bazı çok açık gerçeklerin çoğu zaman geniş kitlelerce nasıl olup da anlaşılamadığını dehşetle o zaman anlamıştır.
Alkışlar durulunca konuşmacı, önerisinin ne anlama geldiğini açıklar: İşgücü piyasasında kadınların ücretleri erkeklere göre yükselince, herkes kadın çalışan istihdam etmekten uzaklaşacak ve böylece çoğu kadınlar işlerini kaybedeceklerdir. Dolayısıyla böyle bir öneri kadınların gönüllerini fetheder ve de işlerini kaybettirir.
Gazete haberine konu olan Japonya’da işsizlik oranı ortalama %1-2 civarında olup, bu oran kadınlar için %4-5 civarındadır.
Türkiye’de ise ortalama işsizlik %15 civarında olup, kadınlar için %50’den daha yüksektir.
Japonya’da kadınların ücretleri erkeklerin yarısı, Türkiye’de ise erkeklerinkine eşittir. Yani Türk kadınları daha yüksek ücretli ve de işsizdir.
Bu düşündürücü haber (haberin içeriği değil kendisi düşündürücüdür) ve onun altında yatan acı gerçek, zaman zaman tartışılan yüksek ücret zamlarının nelere yol açtığını göstermek bakımından ilginçtir.
Çeşitli toplu sözleşme görüşmelerinin sürdüğü ve çoğunun uyuşmazlığa gittiği bu günlerde, bu olaydan gerekli dersin çıkarılabileceğini ve suların yukarı akıtılamayacağının anlaşılabileceğini umarım.
-
May 25 2012 GÜÇ DURUMDAKİ KURULUŞLAR İÇİN BİR ÖNERİ !
Dünya’da genel olarak yaşanan ekonomik çalkantı ve özelde ülkemizdeki ekonomik kararsızlık (instability), hemen hemen tüm şirketleri “güç durum”a sokmuştur.
Bu genel fırtına içinde ülkemize özgü niteliklerden birisi de, çarelerin daima devletten beklenmesidir. Bu olguyu yalnızca bizim işadamlarımıza özgü bir kusur olarak yorumlamak doğru değildir. Ekonomik hayata bu denli yersiz müdahalelerde bulunagelmiş kamu yönetimi anlayışları sonunda, herşeyin devletten beklendiği bir ortam yaratmıştır.
Bu anlayış, halen içinde bulunulan durumu daha da dramatik hale getirebilir ve kuruluşlarımız çareleri devletten bekleye bekleye batabilirler. Çünkü devlet de, birçok sorunun kuruluşlarca çözümlenebileceğini sanmaktadır. Böylece, her iki taraf da birbirinden birşeyler bekleye bekleye batabilirler.
Bu spiral’i kırmak için yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu yaklaşım, güç durumdaki kuruluşlarla, onların batmasına göz yumması halinde kendileri de güç duruma düşebilecek kuruluşlar arasındaki bir işbirliği ile aşılabilir.
Yaklaşımın özü, devletin birşey yapacağını ümit ederek beklemeden -ki yapacağa benzemiyor- bu iki grup arasında konsolidasyon anlaşmaları’ na gitmektir.
Sanayi kuruluşları, bu kuruluşlara borçlu olanlar ve bunlardan alacaklı olanların (başta bankalar) oluşturacağı kümeler, kendi aralarında birer “belirli süreli anlaşma” yaparak, borç ve alacaklarını dondurmalıdırlar.
Ayrıca, sanayi kuruluşları sendikalarıyla ya da yoksa doğrudan doğruya çalışanlarıyla benzer şekilde “belirli süreli anlaşma”lar yaparak ücret ve fiyat artış oranlarını dondurmalı ve böylece bir ölçüde de olsa kriz ortamının sıcaklığının yükselmesini durdurmalıdırlar.
Bu formülün karşısındaki en büyük engel kamu bankalarıdır. Kamu bankalarının, kendilerine borçlu olan kuruluşlarla konsolidasyon anlaşmalarına girmesine yasalar engel değildir. Herhangi bir siyasi yandaşlık gütmeden yapılabilecek erteleme anlaşmaları kamuoyunda da anlayışla karşılanacaktır. Kamu bankalarının sağduyularına güvenerek bunu ummaktan başka çare yoktur. Özel bankalar ise siyasi yandaşlık yerine hesaplarıyla hareket edecekleri için bu tür anlaşmalara yanaşacaklardır.
Zincirleme iflasları önlemenin başka çareleri maalesef işlemez görünmektedir.
-
May 25 2012 ÇALIŞMADAN PARA KAZANILMAZ!
Kamuoyuna Titan olayı adıyla yansıyan para toplama usulünü uygulayan kişiye gazeteci soruyor: “Sizin, insanları kandırdığınız, saadet zinciriyle para topladığınız söyleniyor. Titanzedeleri çıldırmaya kadar götüren bu iddialar doğru mu?”..
Kişi cevap veriyor: “Hayır katiyen doğru değildir. Ayrıca Titanzede diye kimse yoktur. Yalnızca çalışmadan para kazanmak isteyen kişiler çıkmıştır. Tabii ki beleş, çalışmadan para kazanılmaz. Gayret etmek, çalışmak lazımdır”..
Kimilerinin saadet zinciri olarak adlandırdığı sistemin bilindiği üzere iki esası vardır: Birisi matematiksel esası olup, geometrik dizi denilen sayı dizisinin şaşırtıcı artışıyla ilgilidir. Gazete kağıdının 50 defa katlanması, satranç tahtasının her karesine bir öncekinin 2 katı buğday koyulması gibi örnekler hep geometrik dizi örnekleridir. Ancak, şaşırtıcı sonuçların görülebilmesi için dizi elemanlarının sayısının bir miktar çok olması lazımdır. Aksi halde, mesela satranç tahtasının sadece 10 karesi bulunsaydı herhangi şaşırtıcı bir sonuç elde edilemeyecekti.
İkinci esas, bu sistem kullanılarak paraları toplanacak olan kişilerin akıl ve fikir düzeylerinin iyice düşük olması gereğidir. Fakat bu yeterli olmayıp, bu tür kişilerin sayılarının, birinci kuralın gerektirdiği kadar “çok” olması da şarttır.
Titan olayının bence ilgi çekmesi gereken kısmı, uyanık bir kişinin çıkıp tarih kadar eskiden bu yana bilinen bir metotla para toplaması değildir. Çünkü aynı yöntem, temizlik malzemelerinin ve kozmetik ürünlerinin pazarlanması için de halen kullanılmaktadır ve gerek yasalara gerekse ahlaka aykırı bir tarafı da yoktur. Pirimle çalışan pazarlamacılar hemen her sektörde son derece yaygındır.
Bu tür pazarlama zincirlerinde görev alan kişiler, gerçekten de çok çaba harcarlarsa çok para kazanabilmektedirler. Ayrıca zincire giren herkes, kazanabileceği söylenen paranın kaynağını görmekte, bu paraların yapılabilecek satışların bir bölüm gelirinden kaynaklandığını bilmektedirler.
Titan konusunda ilginç olan, kaynağı sadece ahmaklık olan bir paradan pay almak isteyebilecek bu kadar çok kişinin varlığıdır.
Bilim ve teknolojiyle uğraşan kişi ve kuruluşlar, fen dersleri okutan okullar, ülkemizin geleceğinin bilimle ilgili olduğunu düşünenlere, Titan olayından daha iyi bir inceleme konusu olamaz.
Bu kadar çok insanın ahlaksız olduğuna, “ben senden alırım, sen de başkasından al” gibi bir mantığın, hırsızlık denilen olgunun mantığıyla tamamen aynı olduğunu bilmediklerine katiyen inanmıyorum. Bu zincire giren insanlar ahlaksız değillerdir.
Bu insanlar ahlaksız değillerdir ama, “yoktan bir şey var olamayacağı” temel yasasını bilemeyecek kadar bilgisiz; durup duruken bu kadar para kazanılamayacağını akıl edemeyecek kadar da akılsızdırlar.
“Hiçbir şey yoktan var olmaz” kuralını gerçekten anlamış (farkına varmış) bir kişinin, “patron kar etmese de verebilir”, “devlet, vergi almasa da memuruna zam verebilir”, “enflasyonu telafi edici ücret zamları yapsak da kararlı bir politikayla enflasyon düşürülebilir”, “medeni insanlar gibi katma değiri yüksek ürünler üretemesek de, insanca yaşamak hakkımız vardır” ve daha onlarca biçimde dile getirilen “yoktan var etmek mümkündür” hülyasına kapılması mümkün değildir.
Bilim, yalnızca evrenin sırlarını anlamak değil, o sırlar arasındaki bağları kurmak için de gereklidir. Lavoisier yasasını bir bilim yasası olarak bilen (hatta dersini veren), ama yukarıdaki örneklerdeki yaşam olgularıyla bunu bağlayamamış bir kişi, ünvanı, mesleği, şöhreti ne olursa olsun bilim cahili konumundadır.
Titan olayını toplum olarak iyi anlamalıyız. Dünyanın her yerinde saf insanları kandıran uyanıklar olmuştur ve olacaktır. Zaten Titan da bir yabancı kuruluştan sağlanan teknoloji (!) ile çalışmaktadır. Ama Türkiye’deki olay kandırma – kandırılma boyutunun dışında değerlendirilmelidir. Bu kadar çok insan, dinlerin “yoktan var etmek Tanrıya özgüdür” ve bilimin “hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan da yok olmaz, ancak yer ve şekil değiştirir” temel yasasıyla boğuşarak para kazanmaya çalışmaktadır.
Titan zincir(ler)ini yasaklamak için yasa çıkarılmasının düşünüldüğü gibi haberlerin doğru olmaması temenni edilir. Hatta eğer yasa çıkarılacaksa bu tür “yoktan var etme girişimleri”ni özendirmek üzere çıkarılmalıdır. Ayrıca bir yasa da bunu akıl edip yaşama geçiren uyanık kişileri ulusal hizmet ödülüyle ödüllendirmek de gerekir. Çünkü, doğal seçim yoluyla bu ve benzeri işlerin peşinde koşanların ayıklanması (çıldırma, intihar ve benzeri yollarla) sonunda geriye düzgün bir nüfus kalacaktır.
Tabii ki Türkiye gibi geniş toprakları olan bir ülke için kalacak olan nüfus çok az olacaktır. Ama ziyanı yok nasıl olsa çok çoğalıyoruz!
-
May 25 2012 ÇALKANTILAR MUTLAKA İYİ SONUÇLAR DOĞURUR MU?
Siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan “çok boyutlu çalkantı ortamı” denilebilecek bir ortam içindeyiz. Çoğu kimse, “birşeyler”in olup bu ortamın “birdenbire” değişeceğine inanıyor. Buna gerekçe olarak da insanların, belirli bir çizgiye kadar dolup, “böyle geldi ama böyle gitmemeli” diye düşüneceklerini gösteriyorlar.
Bu varsayım gerçekten de insana huzur ve güven veren bir tahmindir. Çünkü, içinde bulunulan ve insanı rahatsız eden koşulların değişeceği bir “taşma çizgisi”nin var olduğunu söylemektedir.
O halde, binlerce sorun, birdenbire tek soruna indirgenmiş olmaktadır: “henüz taşma çizgisine erişilmemiş olmak!”.. En güçlü sakinleştirici ilaç bile bu denli rahatlatıcı bir etki yapamaz!
Ama acaba gerçek böyle midir? Acaba kaç insan ya da toplum, yaşamlarını bu “taşma çizgisi”ne ulaşmayı bekleye bekleye yitirmişlerdir?
Acaba bu insanlar, “taşma çizgisi”nin sabit olmadığını, sorunlar arttıkça o çizginin de yavaş yavaş daha yukarılara kaydığını bilseler bu denli rahat olabilirler miydi?
Tarihe bir göz atıldığında, bu tür çizgilere çok nadir olarak erişildiği, onların da çok azının da -Fransız ihtilali gibi- mutlu sonuçlara yol açtığı görülecektir.
İnsanlığın yaşam tarihi evrimsel bir süreçtir. Aslında fizik Dünya da öyledir. En keskin gibi görünen çentikler dahi yakından incelendiğinde tedrici geçişlerden oluştuğu görülecektir.
İçinde bulunulmaktan şikayetçi olunan bir “durum”dan, daha özlenir bir başka “durum”a geçmek isteyenlerin bilmeleri gereken birinci kural budur.
İkinci yanlış kanı, çalkantıların mutlaka iyi sonuçlar doğuracağıdır. Çalkantıların doğası, düzensizliğin azalacağını değil aksine artacağını emretmektedir. Çevremizdeki herhangi bir “düzenli nesne ya da olay”a (benzin motoru, vergi sistemi ya da bir başkası) bakıldığında, “düzen”in ne denli seyrek, düzensizliğin ne kadar yaygın olduğu kolayca görülebilir.
Bir düzensiz “durum”un, çalkalana çalkalana düzenli bir “durum”a dönüşmesi, bir daktilonun tuşları üzerinde gezinen bir farenin tesadüfen bir şiir yazmasından daha büyük bir olasılık değildir. Hatırda tutulması gereken ikinci kural da budur.
Bu iki basit kuraldan çıkarılabilecek bazı somut sonuçlar da vardır: Mevcut toplumsal sorunların derinleşip, insanları bir taşma çizgisi’ne getireceğini, bunun ise bu sorunların çözümüne yol açacak iklimleri yaratacağını, bunun da dönüp bu çözüm söylemlerine sahip kişi ya da kurumları öne çıkaracağını beklemenin boşunalığı, bu sonuçlardan birisidir. Bu boşunalığın nedeni, sorunlar derinleştikçe bunların çevresinde yeni anlayış iklimlerinin de oluşması, böylece taşma çizgisinin yukarılara kaymasıdır.
Sorunlara ilişkin söylem sahibi kişi ve kurumlar bu gerçeği gözardı etmeksizin “iğneyle kuyu kazmaya” hazır olmalı, kendilerini birdenbire “aranır” yapacak bir sihirin bulunmadığını kabul etmelidirler.
Kaynar suya atılan kurbağanın derhal dışarı fırlaması, ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağanın ise buna alıştığı ve bir süre sonra haşlanarak öldüğü deney, toplumsal sorunların rahatsız ediciliğine alışıp sonunda da yok olmanın çok güzel bir örneğidir.
Cuma, 03 Kasım 1995
-
May 25 2012 ÇATIŞMA, KENDİNİN SEBEPLERİNDEN BİRİSİDİR!
Kişiler ya da onlardan oluşan toplum kesimleri arasındaki çatışmaların çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin bir bölümü süreklilik arzederken bir bölümü de bir ateşleyici (başlatıcı) rolü oynar ve sonra yok olabilir.
Burada ilginç olan hal ikinci durum olup, ateşleyici neden yok olsa dahi çatışmanın sürebilmesi, hatta şiddetlenerek sürebilmesidir. Denilebilir ki her ateşleyici neden, kişi ya da toplum kesimlerinin yeni bir paradigma sahibi olmalarına ve olayları eskisi gibi değil de bu yeni paradigma ile değerlendirmelerine yol açar. Bu durum aynen bir çakmak ile yakılan ateşin, çakmak söndükten sonra kendi kendini sürdürmesi olayına benzemektedir. Çakmak, başlangıçta ateşin nedeni ise de daha sonra ateşin nedeni bizzat kendisidir.
Halk arasında “gıcık kapmak” diye adlandırılan bu olguya göre bir kişi herhangi bir nedenle bir diğer kişiye karşı duyarlık kazanmışsa, artık onun tüm davranışları diğerine “batmaya” başlar ve sonunda incir çekirdeğini doldurmaz bir nedenle taraflar çatışmaya başlayabilirler.
Çatışma bir defa başladıktan sonra taraflar yeni gözlükler takacakları için, birbirlerinin olağan tutum ve davranışlarını dahi eskisinden farklı değerlendirmeye, bunları çatışmanın tırmandırılması için gerekçe olarak kullanmaya başlarlar. Yani, çatışma çatışmanın bir nedeni -hatta en etkin nedeni- olmaya başlar.
Ülkemizde, çeşitli toplum kesimleri birbirlerine karşı duyarlık kazanmışlardır. Bu kesimleri çevreleyen sosyal ve ekonomik koşullar ise kesimler arasındaki çatışmaları kolaylaştırabilecek niteliktedir. Toplumumuzun sorun çözebilme, çatışma önleyebilme gibi konulardaki birikimsizliği ise çatışma iklimini daha bir hazır hale getirmektedir. Bunların üzerine bir de iç ve/ya dış kaynaklı kasdi “ateşlemeler” binince çatışma süreci başlayabilmektedir. Çeşitli zamanlarda bu mekanizma aynen böyle işlemiştir.
Bu basit mekanizma, çatışmaların azaltılması ya da mümkünse yok edilmesi için çok önemli bir araç olarak kullanılabilir. Çatışan taraflar, çatışmanın bu dinamiği konusunda bilinçlendirilebilirlerse, kendi kendini sürdüren bu yanma olayı sönmeye dönüşebilir.
Bu mekanizmanın bir diğer önemi idareler açısındandır. Haklı ya da haksız nedenlerle ortaya çıkan ve önlenemeyen küçük çatışmalar, daha büyük çatışmalar için çakmak görevi görebilir. Bu nedenle idarelerin bir numaralı görevi, çatışmaları önlemek, iki numaralı görevi ise potansiyel çatışma süreçlerini erken algılayıp sürecin başlamasına izin vermemektir.
Çatışmaların önlenemeyişi, potansiyel çatışma ateşleyicilerine en büyük cesareti veren unsurdur. Örneğin, her aklına gelenin aklına geldiği biçimde sokaklara dökülmesine izin vermeyi demokrasi sanan çok insan vardır. İnsanların şikayetlerini dile getirmesi için kurallara göre gösteri yapmasıyla, aklına gelen yerleri basarak popülist pirim toplamaya çalışanların yapmaya çalıştıkları arasındaki benzerlik, fille bağımsızlık arasındaki benzerlik kadardır.
Çatışma potansiyellerinin azaltılması için yapılması gerekenlerin en önemlisi ise çatışabilecek kesimler arasında iletişimi sağlayacak, bu kesimlerin kendi istekleriyle “çatışma önleyici araçlar” geliştirmelerini kolaylaştırabilecek, bunların uygulanma sonuçlarını birlikte izleyip değerlendirmeler yapabilecekleri platform(lar) geliştirilmesidir.
Bu tür platformlar, çatışmanın, kendinin sebeplerinden birisi olduğu konusundaki bilincin gelişmesine de katkıda bulunacak araçlardır.
Pazar, 09 Nisan 1995
-
May 25 2012 “ÇETE” ANATOMİSİNİ İYİ ANLAMALIYIZ!
Eski Yunan Tanrı sistemi durup dururken ortaya çıkmamıştır. İnsanlar çevrelerinde olup biten olayları açıklamak ihtiyacıyla sürekli teoriler geliştirmek, sonra da bunların olayları ne genişlikte açıklayabildiğini test etmek dürtüsüyle çeşitli Tanrılar tanımlamışlardır. Sonuç bu sistemin terkedilmesine varmışsa da, zamanında çok işe yaradığı, çok karmaşık bir çok olayı anında açıklayabilmiş olduğu da kuşkusuzdur.
Günümüzde terkedilen bu “olayları açıklama” yöntemi ülkemizde halen geçerliğini korumakta, mühendislikten ekonomiye, tıptan sosyal bilimlere kadar birçok alanda başarıyla kullanılmaktadır.
Karayollarında can ve mal kaybına neden olan olayları birçok gelişmiş ülke hala tam önleyemez ve bunlara gayet sofistike çözümler geliştirmeye gayret ederken, Türkiye’de sorun çözümlenmiş, eski Yunan Tanrılarının geliştirilmiş bir sürümü olan “canavar”lar yoluyla olay açıklanmıştır.
“Çete” adıyla adlandırılan olgu da, canavar’ın özel durumundan başka bir şey değildir. Birçok karanlık olayı açıklayıp misyonunu tamamlayan “canavar” ile karşılaştırıldığında “çete”, abaküs ve mikroişlemci arasındaki kadar fark yaratmıştır.
İşte bu nedenle, “çete” denilen olgu üzerinde daha dikkatli durulmak gereği vardır. Nasıl ki deprem felaketlerinden Yunan mitolojisi’ndeki Poseidon sorumlu tutulamazsa, çetelerin sorumlu olmadığı birçok sorun da onların üzerine yıkılıp kaçılamaz.
Bulgarca “çeta” (orduya ait olmayan küçük ve silahlı birlik) sözcüğünden Türkçeye aktarılmış bulunan bu kavram orijinal anlamından epey sapmış, herhangi bir melanet alanında icrayı sanat etmek amacıyla bir araya gelmiş silahlı ya da silahsız küçük toplulukları ifade etmeye başlamıştır. Çete kavramının tam anlaşılabilmesi için ilk sorulması gereken soru, çete’nin nerede başladığı ve nerede bittiği, bir diğeri ise çete’nin eylemlerinde kullandığı metodolojidir.
Gerek orijinal gerekse kaymış anlamına göre çete, mutlaka birden fazla kişiden oluşması gerekir. Bununla beraber bu kişilerin mutlaka el ele dolaşmaları gerektiğine ilişkin bir zorunluk yoktur. Hatta düşünülürse, böyle bir eleleliğin çeteyi derhal deşifre edeceği ve bu nedenle de birlikte bulunmaması gerektiği de hemen anlaşılacaktır.
Aynı üniformayı giymek, benzer şivede konuşmak, daima benzer iddiaları savunmak gibi, “çetenin tanınmasına yol açabilecek” her türlü ipucundan kaçınmanın, çete olabilmenin olmazsa olmaz koşullarından olduğu da kısa bir akıl yürütmeyle bulunabilir.
İyi bir çete, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen, ama gerçekte aynı amaca hizmet eden tutum, davranış ve eylemlerde bulunan kişi ve kurumlardan oluşmalıdır. Hırsızlık, yol kesme ve benzeri alanlarda çalışan çetelerde çok önemli olan misyon, vizyon ve değer birliği, çete üyelerinin söylem birliği içine girmelerine ve dolayısıyla çabucak teşhis edilmelerine yol açar. İşte bu nedenle bu tür basit çeteler teşhis edilmemek için saklanmak zorundadırlar. Çete teşkili ve işletmecilginde ileri gitmiş toplumlarda ise tam aksine olarak tüm çete ögelerinin, çete misyonu, vizyonu ve değerlerinin benzemezliğinin temini çok önemlidir. Bunun için, takiyye gibi yöntemlerin yanısıra, çeteye dahil olduğunu bilmeyen kişi ve kurumların da çetelere katılması ve çağdaş örgütlenmenin bilinen metodu olan “sanal ağ” teşkil edilmesi yoluna gidilir. Bu nedenle de saklanmak gibi bir gereklilik olmadığı gibi, elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşmak neredeyse zorunludur. İşte, toplumumuzda hemen her olayı çetelerle açıklayan birçok vatandaşımızın bizzat birer çete üyesi olmalarının teorik temelleri böyledir.
Çete oluşumlarıyla ilgili olarak sorulması gereken ikinci soru, çetenin oluşum koşullarıyla ilgilidir. Şu soru kritiktir: İsteyen bir ya da birkaç kişi, gönüllerinin çektiği bir konuda çete oluşturabilirler mi? İlk anda, “tabi kurabilirler, bunu düzenleyen bir yasa mı var?” diyenler çıkabilir. Ama kazın ayağı öyle değildir. Anayasa bile yorum cambazlığı gibi nedenlerle çiğnenebilir, ama çete teşkili ile ilgili yazılı olmayan kanunlar çiğnenemez.
Bir çetenin oluşabileceği alanlar, toplumun onayına tabidir. Toplumun onayından geçmemiş bir alanda, ne denli gözü kara olursa olsun hiç kimse çete kuramaz. Kurmasına kurar ama birkaç günde dağılır gider, yani uzun ömürlü olamaz.
Toplum, bir çetenin var olup olmamasına, benimsediği değerlerle onay verir ya da vermez.
Nasıl ki bir evde üreyen böcekler, böceklerin arzusu yoluyla değil de o ev sahibinin pasaklılığı yoluyla oluşuyorsa, çeteler de toplumun çeşitli değerlerinin yarattığı iklim içinde var olabilir ya da olamazlar.
Eğer bir çete var ise, orada bazı değerlerde sorunlar var demektir. Değerleri bozulmamış bir yerde kimse çete kuramaz. Buna “çete kurmanın altın kuralı” denilebilir!
Türkiye’nin en büyük 4 üniversitesinden birisinin, içinde yaklaşık 100 kişinin görev yaptığı saray yavrusu rektörlük binasındaki tuvalet, yalnızca rektör tarafından kullanılabiliyor. Burada, bilgi toplumu ile ilgili olarak yapılan bir toplantıya çağrılan davetlilere ise yandaki bir binanın tuvaleti gösteriliyor. Orada ise kapının üzerinde şu yazıyor: sular akmadığından dolayı tuvalet kapalıdır! Bu basit görünüşlü olayın çetelerle ilişkisi ilk bakışta görülemeyebilir. Ama çok ilişkilidir.
Her sorununun tek nedeni olarak okul eğitiminin yetersizliğini görüp kaynaklarını bu yolda mobilize etmiş olan ülkemizde, bu basit (!) olay çok değerli bir yol göstericidir. İnsanlarımızı okutup hepsini birer profesör yapsak, 59 üniversitemizi kurduğumuz illerimizin her birini birer İstanbul yapsak, sonuçta varacağımız yer, tuvaletin ve suyun önemini anlamamış ama beklentileri, iddiaları, tafraları, ihtirasları artmış bir sürü yardımcı çete üyesi oluşturmaktan ileri değildir.
Çetelerin yok edilmesi, temizlenmesi gibi isteklerimizi gözden geçirmeli, hangi çetelerin üyeleri olduğumuzu keşfetmeye, ondan sonra da gerçek mücadele yöntemlerini bulmaya çalışmalıyız.
28 Eylül 2001