-
May 25 2012 YUHALAMA İLLETİ !
Gazetelerde sık sık fişmanca toplantıya katılan bir politikacının yuhalandığı ya da yuhalanma korkusuyla bir toplantıya katılmadığı gibi haberler yeralır.
Gelişmiş ülkelerde, sevilsin ya da sevilmesin politikacıların yuhalanması değil, onun seçilmişliğine gösterilen bir saygının -ki toplumun kendi oyuna saygı göstermesidir- ifadesi olarak politikacıların alkışlanması adettir. Alkışlama, o kişilerin takdir edildiğini ya da sevildiğini değil sadece onları seçen “sistemin” takdir edildiğini göstermektedir. Ülkemizde ise böyle bir adet olmayıp bunun tam tersi vardır.
Başlıca belirtisi “yuhalama” olan bu illetin acaba sebepleri nelerdir?
Nedenlerden birisi, insanlarımızın tepkilerini dile getirme konusundaki çekingenlikleri ve bu nedenle de bu konudaki beceriksizlikleridir. Uzun süre herşeyi içine atarak tepkisini bastıran bir kişi, birgün birdenbire bıçağı çekip anlaşılmaz bir biçimde karşısındakini doğramaktadır.
Yuhalama biçiminde bir çeşit saldırganlıkla ortaya çıkan illetin ikinci nedeni ise, insanlarımızın tek tek birşeyler yapmaktan korkmaları, bunun yerine ancak toplumun arkasına sığınarak tepki koyayabilmeleridir.
Ama bu iki nedenin de altındaki Kaynak Sebep, insanlarımızın daima suskunluğa yönlendirilmiş, konuşmanın başkaldırı olarak sayılmış olmasıdır. Eski neslin edep ve terbiye ölçütlerinden birisinin de küçüklerin büyükler yanında konuşmasına izin verilmeden konuşmaması olduğuna göre, yaşı büyümüş insanların da hala “büyüklerimiz izin verirse konuşabiliriz” geleneğinden kurtulamaması doğaldır.
Yuhalama, iletişimi tamamen kesen, durumu daha da içinden çıkılmaz yapan bir illettir. Muhtemelen, insanımızın konuşmasını istemeyenler, onları yuhalamaya teşvik etmekte böylece iletişim ortamını tamamen tahrip etmektedirler.
Yuhalamak yerine bir kişinin kalkıp yumuşak ve terbiyeli bir ses tonuyla, “ sayın politikacı, siz anlamlı konuşmuyor bizleri aptal yerine koyuyorsunuz. size güvenmemizi istiyor ama bir yandan da size güvenmemizi gerektirecek hiçbirşey yapmamış olduğunuzu biliyorsunuz. Lütfen bizim zamanımızı bu şekilde almayınız. Ya bizi ciddiye alınız ya da biz sizi daha fazla dinleyemeyeceğiz ve de bundan sonra size oy vermeyeceğiz. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum” dese, bu çok daha unutulmaz bir ders olmaz mıydı?
-
May 25 2012 ZAYIF BÜNYE HER HASTALIĞA AÇIKTIR!
Trafik katliamları, içlerinde canavar bulunan bazı sürücüler tarafından yaratılmaktadır.
Orman yangınları, tarla açmak, anız yakmak için ve terör örgütlerince çıkarılmaktadır.
Laiklik, köktendinciler tarafından, demokrasimiz ise politikacılar ve askerlerce tahrip edilmektedir.
Turizmimiz Yunanistan, Boğazlar Rusya, İşçilerimiz Dazlak’lar tarafından tehdit edilmekte; kamu arazileri mafya’ca yağmalanmakta; topraklarımız aşırı yağmur nedeniyle erozyona uğrarken, İstanbul ise aşırı yağmursuzluk nedeniyle susuz bulunmaktadır.
Özet olarak tüm Dünya ülkeleri, doğa ve bizzat kendi insanlarımız, toplumumuza karşı düşmanca bir tutum içindedirler.
İç ve dışındaki tüm ögelerin kendine düşman sayılması halinin bir ruhsal hastalık olduğunu biliyoruz.
Türkiye’nin bu denli çeşitli düşmanı yoktur. Daha doğrusu düşman sahibi olmak bir “dışsal olay” değildir. Her toplum, gücü ile ters orantılı olarak düşman çeşidi ve etkinliğine maruzdur. Ülke ne denli güçsüzse o kadar çok düşmanı vardır. Güçlendikçe düşman sayısı azalır, zayıfladıkça artar.
Hayatın kaynağı denilebilecek olan yağmurun, sel baskınlarına, trafik kazalarına, dere yatağı içine gecekondu inşa etmiş vatandaşlarımızın evsiz kalmalarına, havada asılı duran sülfür dioksidin asit yağmuru olarak tepemize yağmasına neden olabilmesi, bu Tanrı vergisi bereketin bize “düşman” olmasından değil, bizim beceriksizliğimizden türemektedir.
Ülkemizin güçsüzlüğü, doğa’nın ve diğer toplumların doğal davranışlarının düşmanlığa dönüşmesine yol açmaktadır. Yani bizim düşmanımız tektir ve o da, bizim yetenek, bilgi-beceri, ruhsal sağlık ve erdem konularındaki yetersizliklerimizdir. Buna toplumun “nitelik dokusu yetmezliği” diyebiliriz.
Düşünme stilimizi kalıpçılıktan nedenselliğe dönüştürebildiğimiz ölçüde bu gerçek düşmanı daha iyi teşhis edecek ve onu yenebileceğiz. Aksi halde düşmanlarımız her geçen gün çeşitlenecek ve de güçleneceklerdir.
Pazar, 18 Eylül 1994
-
May 25 2012 NE OLUR VATANI BU KADAR SEVMEYELİM!
Medyayı izleyip çeşitli makamlara gelmek için yarışan kişileri gördükçe, vatanımızı bu kadar çok seven bu denli çok yurttaşımızın olduğunu biraz sevinç biraz da kuşkuyla gözlüyoruz. İnsan bu örnekleri izledikçe aşağılık duygusuna kapılıyor ve bu vatan sevgisinin nasıl ürediğini öğrenme isteği depreşiyor.
Yerel ya da genel yönetimlerde görev almak için birbirlerini çiğneyen bu insanlara hemen her yerde rastlamak mümkün. Özel sektörde, gönüllü kuruluşlarda, bürokraside, siyasette ve her yerde.
Bu kişiler dikkatle dinlenildiğinde, hepsinde ortak olan noktanın “hizmet aşkı” olduğu, vatan sevgisinin, ise bu aşkın bir dışavurum biçimi haline geldiği görülecektir.
Kuşkusuzluk (ezber) illetini biraz aşıp, bu “hizmet aşkı”nın kaynağı araştırıldığında, genel kanının aksine, maddi çıkar beklentilerinin pek büyük pay oluşturmadığı görülecektir. En azından, bir bölüm kişi için böyle bir çıkar katiyen söz konusu değildir. Hizmet aşkı hastalığının temelinde şu dürtülerin bulunması olasıdır:
- Ezilmişlik : Herhangi bir veya birkaç nedenle ezilen ve kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan kişiler, en tehlikesiz yol olarak hizmet aşkını seçmektedirler. Böylelikle verdikleri zararın faturasını daima başkaları ödemektedir.
- Değeri kendinden menkul olmak : Bilgilerinin kaynağı kendi olan ve inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için bunu başkalarıyla karşılaştırmayan kişiler, bunları uygulayarak başkalarının da yararlanmasını sağlamak ve böylece takdir toplamak yolunu seçerler. Fatura yine başkalarınca ödenir.
- Bilgisizlik : Hizmet aşkını bir meslek haline getirdiği için dünyadan kopan, çevresindeki insanların ayaküstü söylediklerinden oluşan doğrularla yaşamak zounda kalan kişilerin durumu böyledir.
- Tek doğrululuk : İlkokul üçüncü sınıftan sonrasını okumuş olanlara musallat olmuş kuşkusuzluk (tek doğrululuk, ezber) illetinin gündelik yaşama yansımasıdır. (Not: Bütün çabalara rağmen ezber üçüncü sınıftan aşağı indirilememiştir.)
Bu tablo karşısında bir de şöyle bir gözlem vardır: Aklı başında insanlar, düşünebildikleri tüm yolları kullanarak, hizmet aşkı ve vatan sevgisiyle dolu bu insanlara uyarılarda bulunmakta, üretimsizliğe, buluşsuzluğa, mişgibiciliğe dayalı yolların sonunun hüsran olacağını anlatmaya çalışmaktadırlar.
Fakat esas bu yol çıkmazdır. Bu hastalığa tutulmuş, illa da kendi usulleriyle vatana hizmet etmeyi kafasına koymuş kişilere hiçbir güç doğru yolları gösteremez. Dolayısıyla bu yolda harcanacak çabalar zaman kaybıdır.
İzmirli iş adamımız Sayın Uğur Yüce’nin, sessiz yürüttüğü son derece önemli bir faaliyeti var. Önemli eserlerin 30-40 sayfalık çeviri özetlerini, bir dağıtım listesi uyarınca dağıtıyor. Son özetin adı “İFLAS 1995” (Bankruptcy 1995, Harry E.Figgie Jr., Gerald J.Swanson).
Borcu borçla ödeme sarmalının, borcun faizini borçla ödeme noktasına geleceğini ve sonunda A.B.D. ekonomisinin kısa sürede iflas edeceğini rakamlarla açıklayan kitabın yazarları, bu fasit çemberin nasıl durudurulabileceğini tartışıyorlar. İlginç olan nokta, bütün analızlerin sonunda geldikleri yer, bu uyarıların bir işe yaramayacağı, vatandaşların inisyatifi ele alıp her türlü yolu kullanarak Amerikalı hizmet aşıklarını tuttukları yoldan vazgeçirmeleridir.
Belli ki bu tür kaynaklara dayalı hizmet aşkları ve bunlara dayalı vatan sevgileri evrensel birer hastalıktır. Türkiye’de de kolay başa çıkılamayacağı anlaşılıyor. Bu durum karşısında yapılabilecek tek şey görünüyor: Bir bölümü ekonomik, geri kalanı sosyolojik olan ölümcül sarmaldan kurtulabilmek için, vatanı çok sevenlere güvenip ihale etmekten vazgeçmek ve vatanı sevdiğini daha anlamlı yollarla gösterebilen gerçek vatanseverleri teşhis ederek onlarla işbirliği içinde sorunlarımıza kendimizin sahip çıkması.
Kaynağı olmayan sosyal politikaların uygulanması, verimlilik, rekabet gücü yüksek sistem tasarımı ve benzeri dayanakları bulunmayan ücret artışlarının durdurulması, ücret ve fiyat artışlarının sınırlanması gibi radikal önlemleri vatandaşlar alamayacağına göre ne yapılmalıdır.
Bugünkü siyaset anlayışımızın ülkeyi felakete götürdüğünü; siyasetin, işsiz insanların geçim kaynağı olmaktan çıkarılmadığı sürece bu sarmalın kırılamayacağını anlamış insanlarımızın yeni bir siyasi ahlak normu oluşturmak için bir ağ oluşturmaları gerekiyor.
“Yeni Siyaset Andı” denilebilecek bu etik kod, siyasetten başka bir geçim yolu olmayan insanların, vatanı ne kadar çok severlerse sevsinler siyaseti bırakmalarını, siyasetin tam-zamanlı bir ekmek parası kazanma aracı olmaktan çıkarılmasını istemelidir.
Vatanı biraz daha az seven, akıllı ve cesaretli insanlara ihtiyaç olan günler gelmiştir.
5 Şubat 1999
-
May 25 2012 NİHAYET BİZ DE KENDİMİZE VİZE KOYUYORUZ!
Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. En çok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.
İstanbul’a pasaportla girilmesi -ve tabii ki pasaportun zaman zaman vize ettirilmesi-, şehrin kalabalıklaşması karşısında bir önlem olarak yine gündeme geldi. Bu önlemi düşünenler ve onaylayanlar muhakkak ki düşüncelerini beğenmekte, böyle bir şeyi ilk defa yaşama geçirecek olmanın heyecanını duymaktadırlar.
Bu heyecanı kontrol altına alarak, bu girişimin olası sonuçlarını, vize ya da pasaportun gerçek anlamının ne demek olduğunu, gerçekteki sorunun İstanbul’un artan nüfusu mu yoksa başka birşey mi olduğunu anlatmak biraz güç görünüyor. Ama bu konuda biraz olsun derinlikli düşünmeye katkıda bulunmak hepimizin ortak sorumluluğudur.
Adı her ne olursa olsun, bir ülke vatandaşlarının o ülkedeki bir kente giriş-çıkışlarının, harp, salgın hastalık ve bu gibi geçici-zorunlu hallerin dışında kamu otoritesince izne bağlanması, hatta bağlanmak istenmesi bütün vatandaşlarının yüzlerine atılmış bir şamardır.
Seyahat özgürlüğü, anayasamızın şimdiye kadar zedelenmemiş maddelerinden birisiydi. Böylece o da hizaya gelmiş olacaktır.
Ekonomik faaliyetlerindeki yoğunluk nedeniyle iş bulma ya da kurma imkanlarının daha geniş olduğu bir yere göç etmek, en doğal sayılması gereken olgulardan birisidir. Bırakınız engellemeyi, özendirilmesi gerekir. Esas kaçınılması gereken, kırsal kesimde oturup yeterince katma değer üretmeden milli gelirden daha fazla pay talebetmektir.
Bu tür iç göçmenler, göç ettikleri yerin kurallarına uymak kaydıyla bir sistemin dinamizmine katkıda bulunurlar. Kaçınılması gereken, kontrolsuz göç denilebilecek olgudur. Bu, hastalanan şişman bir kişinin kontrolsuz biçimde kilo kaybetmesi gibidir ve tehlike işaretidir. Kontrollu kentleşme ise istendik bir durumdur.
Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.
Peki durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, çoğu durumda olduğu gibi bu konuda da yanıltıcı çözümlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır
İlk cevaplanması gereken soru, İstanbul nüfusunun hangi kaynaklardan beslenerek arttığıdır.
Bir yerden -dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden-, mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.
Sokaktaki insan bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktaki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.
İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.
İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.
İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs. Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.
Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup, yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.
Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!
Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.
Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Taksim meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.
Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?
Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.
İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.
Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.
İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.
Peki bu, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek demektir? Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden; yani kente gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermelerini sağlayacak ve gerekirse yaptırım uygulayarak sağlayacak önlemleri uygulamadan, hiç kimseye yeni bir hizmet götüremez, götürmek sözü veremez. Bunun aksi, kuralsızlığın özendirilmesidir.
Bazı iyileştirmelerin kısa süreli sonuçları yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açılırsa gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür.
Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.
Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, bu savın gerçekliğini göreceklerdir. O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.
Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı kişilerin kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işleyerek hapishaneye girdiği herkesçe bilinir.
Bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu yapılmazsa ne olur? Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, kente göç etmekte bulunanlardan, kente yararlı işler yapanlar ve kent yaşamına uyum gösterenler göçten vazgeçerler. Geri kalanlar ise dha da kolay gelmeye başlar ve bir “İstanbul pasaportu borsası” doğar.
Mevcut nüfus içinden bazı uyanık (kural tanımazlık anlamında) kişiler, “filan kişiye, yanımda iş ve evimde yatak vermeyi taahhüt ediyorum” biçiminde pasaport koşulu pazarlamaya başlarlar. Bunun denetimi ise, denetimi yapacakları zengin eder.
-
May 25 2012 SORUNLAR İMKANLARDIR!
İyi bir İş Fikri (İF) yaratmak için kullanılabilecek ilkelerden birisi de, “çevrenizdeki sorunların her biri, para kazanılabilecek birer imkandır” demiştim. Bu ifade ile ne demek istediğimi biraz açmak istiyorum. İlk anda biraz sivri görünen bu ilke ilginç ama doğrudur.
Bunun için A.B.D.’ne bakmak yeterlidir. Orada girişimciler akla hayale gelmeyecek sorunları para kazanmak için birer işe çevirebilmektedirler. Bu beceride, o toplumun gelir düzeyinin yüksekliğinin payı göz ardı edilemez. Ama Türkiye’de de gelir düzeyimizle ilgili olarak, sorunlar işe çevrilebilir demektir. Yeter ki sorunları bu gözlükle görmeye, görebilmek için de onlara dikkatli bakmaya alışalım. Ayrıca o ülkede devlet de buna ortam yaratmaktadır. Bu da önemli bir farklılıktır.
Türkiye’de de benzer örnekler gelişmektedir. Ev soygunlarının artması -ki bir sorundur- birçok kişiye İF ilham etmiştir. Alarm sistemleri, takviyeli kapılar, görüntü sistemleri, bayıltıcı spreyler hep bu “sorun”dan kaynaklanmaktadır.
Yalnız yaşayan insanlara yönelik saldırılar -ki bu da bir sorundur-, kurusıkı tabancaları ve benzer araçları ortaya çıkarmıştır.
Davaların çokluğu, özel arabulma mahkemelerini; bakıma muhtaç kişilerin yalnızlığı ise öğrencilerin okul harçlıklarına katkı yapabilecek İF’lerini gündeme getirecektir. Özetle, çevresine farklı şekilde bakabilen insanlar, ülkemizde de giderek artmaktadır.
Şimdi yapmanız gereken şudur: Oturduğunuz evdeki çevrenizden başlayarak yavaş yavaş çemberi genişleterek, gözünüzün önünden çeşitli sorunları geçirip bunları bir kağıda alt alta yazınız. Ama hiç bir şeyi gözden kaçırmayınız.
Aile kavgalarından alınmayan çöplere, bozuk çıkan kutulu yiyeceklerden bakıma muhtaç yaşlı insanlara, gazetesini muntazam aldıramayan aileden, çocuğuna her sabah süt içirmek isteyip de aldıramayan anneye, arabasının lastiklerini zaman zaman çaprazlamanın ona kazanç sağlayacağını bilip de vakitsizlikten bunu yapamayan kişiden, elektrik faturalarını zamanında ödeyememek dolayısıyla ceza ödemekten bıkan kişilere kadar herşeyi yazınız.
Her sorunu bilmenize imkan yoktur. Bunun için tanıdıklarınızdan yararlanın, çok kimseyle ahbaplık edin. İlgilenmediğiniz konuları tanıyın. Etrafınızın irili ufaklı binlerce sorunla dolu olduğunu göreceksiniz. Bunların çoğu gelire dönüşebilecek birer İF’ni içinde taşıyor. Ancak bunların hepsi de size arzuladığınız düzeyde gelir sağlamayabilir. Bunları siz yapmak zorunda değilsiniz. Başkalarına yaptırabilir, siz de işi organize edebilirsiniz.
Şimdi lütfen kağıt ve kalemi elinize alın ve etrafınıza bakmaya başlayın. Şaşıracaksınız!
15 Kasım 1992
YEREL POTANSİYELLER İŞ İMKANLARI DEMEKTİR!
Bir İF (İş Fikri) yaratmanın bir yolu da yerel potansiyelleri görmek ve onlar üzerinde İF geliştirmektir. Yerel Potansiyel (YP) ne demektir?
İnsanlar bir şey ararken en son baktıkları yer genellikle ayaklarının dibidir. Bunun gibi, bir İF arayan kişiler de genellikle uzaklara bakmak eğiliminde olurlar. Daha doğrusu insanlar hangi bilgi-becerilere sahiplerse o alanların dışına bakamazlar. Bu doğaldır da. İnsan bilmediği bir konuda ne düşünebilir ki? Yeni beceriler kazanmak da bunun için önem taşır.
Dünyanın en zengin bitki örtüsü Türkiye’dedir. Bitkilerin ilaç yapımındaki önemleri ise bilinen bir gerçektir. Ama her gün o bitkilerin üzerine basıp geçen bir insanımız, bastığı bitkinin hangi ilaçlara girdi olduğunu (daha doğrusu bir işe yarayıp yaramadığını) bilmediğinden o potansiyel, bir gelire dönüşemez.
Hergün rüzgar esen bir yörede (mesela SİNOP böyledir), onun bir enerji ve dolayısıyla para demek olduğunu bilmeyen bir kişi, bir çevirici aracılığıyla bu enerjiden yararlanamaz. Bir girişimci de bunu bilmezse SİNOP’ta rüzgar jeneratörü ile elektrik enerjisi üretip, akaryakıtla elde edilen ısı enerjisinin maliyetini düşürmeye dayalı bir İş Planı geliştiremez.
Prensip olarak herşey satılabilir. Bir doğa güzelliği bunu isteyen turistlere, çoraklık ise inziva arayan turistlere (böyle bir turizm türü var), dağlarımıza yakın sağlık merkezlerinin bulunmayışı bile, riski ve dolayısıyla puanı yüksek dağlara tırmanmak isteyen iç ve dış turistlere satılabilir.
Bugün kuş cenneti olarak bilinen yerde yerli yabancı yüzbinlerce insana satılan şey sadece, yörenin “kuşların konaklama yeri” olmasıdır ve bizler tarafından değil, bu tür potansiyelleri kolayca gören yabancılar tarafından keşfedilip Dünyaya tanıtılmıştır.
İnsanımız, yaşadığı yerdeki potansiyelleri görebilmesi için “neyin neye yaradığını” öğrenmelidir. O halde yeni İF’nin bir kanalı da çevremizdeki “şey” lerin, ne(ler)e yarayabileceğini araştırmaktan geçmektedir.
Ancak şunun hiç unutulmaması gerekir. Becerilerini geliştirmeyen ve sadece başkalarından yardım bekleyen kimselere yardımcı olabilecek bir sistem yoktur.
YP’in görülebilmesi bir ölçüde o yörede yaşayan insanların işiyse de bu işi “meslek” olarak edinmiş kişilerin varlığı da gerekmektedir.
Batı ülkelerinde bu tür kişilere “Yerel Potansiyel Araştırmacısı” adı verilmektedir. Tabii ki bunların yetiştirilmesi kişilerin değil idarenin (yerel veya merkezi) işidir. Bu nedenle, yöresinde ekonomik gelişme sağlamak isteyen idare mensuplarının (belediyeler veya diğer merkezi idare görevlileri) bu gerçeğe dikkat etmeleri, bu tür kişilerin yetişmesini sağlamaları gerekmektedir.
22 Kasım 1992
HER YENİ KAZANILAN BECERİ, YENİ BİR İŞ İMKANIDIR
İyi bir İş Fikri yaratmanın bir yolu da yeni beceriler kazanmaktır. Bu aynen, boyalı bir cam ardındaki kişinin durumuna benzemektedir. Bir iğnenin ucu ile camın boyasını biraz kazıdığınızda dışarının bir bölümünü görebilirsiniz. Her kazanılan yeni beceri, kazınan boyanın biraz daha genişlemesi demektir. Bu durumda yepyeni alanlar görmeye başlayacaksınız.
Bunun doğruluğunu, geçmişteki yaşantınıza bakarak da anlayabilirsiniz. Her yeni öğrendiğiniz şey, önünüzde yeni ufuklar açmadı mı?
Öğrenmeyi bir zevk değil bir külfet haline getirmiş olan eğitim sistemimiz, yeni beceriler kazanmayı gözünüzde büyütmenize neden olabilir. Ama bunu yıkmadan, çağımız ile uyum içinde yaşayabilmeye de imkan yoktur.
Yeni beceriler kazanma deyimi ile yeni meslekler edinmenizi değil, bilgi -beceri dağarcığınızı kastediyorum. Örneğin, hızlı okuma ya da konuşma becerisi kazandığınızı düşününüz. Her ikisine de ihtiyacı olan binlerce insanın olduğunu, ama bu insanlara bu becerileri kazandırabilecek imkanların çok az olduğunu göreceksiniz. Bu bir iş fikri olabilir.
Ya da, zamanınızı iyi kullanmayı sağlayan “zaman yönetimi” becerisi kazandıysanız bu da benzer şekilde bir iş imkanı olabilir.
İş aramanın tekniklerini öğrenmeniz, onbinlerce işsize bu teknikleri öğreterek, iş bulabildiği takdirde de paranızı ödemesine yol açabilecek bir iş fikridir.
Örnekleri verilen bu ilke, iş fikri yaratmanın yollarından birisi olmanın yanısıra bir başka açıdan da önem taşır.
Ülkemizdeki işsiz insanların çoğunun geçerli bir becerisi olmadığı bilinen bir gerçektir.
Ama onlar, buna rağmen birilerinin kendilerine iş verebileceği ümidini taşırlar. Belki verebilir ama verilebilecek iş ancak çok basit, dolayısıyla da ücreti çok düşük bir iş olacaktır. Onbinlerce insana da zaten bu şekilde basit işler bulunamaz. Bulunabilse dahi, o tür işlerden başka bir iş yapamayan insanlardan oluşan bir toplum varlığını sürdüremez. Beceri kazanmanın önemi de işte buradadır.
Elektronik eşyaların hayatımızı tıkabasa doldurduğu bir Dünyada yaşıyoruz. Fakat bunların çoğunun bakım ve onarımını doğru şekilde yaptıramayız. Televizyonunun içindeki tozları yılda bir defa temizleten kimse hemen hemen yoktur. Yaklaşık 10 milyon TV alıcısının %20’sinin yılda bir defa temizlenmesi, 1600 kişiye ayda yaklaşık 5 milyon liralık gelir demektir. Yatırımı ise hemen hemen hiçtir. Beceri hariç!
Şimdi lütfen etrafınıza bir de böyle bakınız. Hangi becerileri kazanırsanız, hangi iş fikirleri doğar?
29 Kasım 1992
İSTANBUL PATENT KÜTÜPHANESİ: MİLYONLARCA İŞ FİKRİ!
Bir İş Fikri yaratmanın yollarından birisi de, Dünya’da icadedilmiş ve patenti alınmış her ne varsa, bunların patentlerinin bulunduğu kütüphanelere başvurmaktır. Bunlara “Patent Kütüphanesi” ya da “Patent Arşivi” denilebilir. Bu kütüphanelerden birisi de -belki inanmayacaksınız ama- ülkemizdedir ve İstanbul’dadır. Türk Standartları Enstitüsü binasının ikinci katındadır.
İçinde 6 milyon adetten fazla patentin mikrofilmleri bulunan bu kütüphaneye giriş serbesttir. Ancak, ilgilendiğiniz patentlerin fotokopisini istediğiniz takdirde biraz fotokopi ücreti alırlar (onu da almasalar, hatta gelenlere şeker tutsalar daha iyi olur).
A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş tüm patentleri -ki bu, Dünyanın çoğu patenti demektir- içeren bu kütüphane, girişimcilere iş fikirleri verebilecek çok değerli bir kaynaktır.
Çeşitli iş fikirleri geliştirme yolları üzerinde durup, patent kütüphaneleri konusunu biraz erteledim. Bunun nedeni, okurlarımın konuya iyice ısınmalarını, bir diğer deyimle aramızda sağlam bir iletişimin doğmasını beklememdi. İşte bu yüzden, iş fikri kaynaklarının en değerlisini en sona bıraktım.
1987’de Türkiye’ye getirilen bu kütüphane, bu güne kadar belki iyi duyurulmadığından belki de girişimcilerimizin devletten korkularından (!) dolayı, girişimcilerimizce yeterince tanınmamaktadır.
Patent genellikle, bir “püf noktası” olan, bazı yanları mutlaka “gizlenen” bir sır olarak sanılır. Gerçek ise öyle değildir. A.B.D. Patent Yasasına göre, bir buluşa patent verilebilmesi için, o konudaki tüm bilgilerin açıklanmış, buluşun, o konunun ortalama bir uzmanınca bir miktar deney yaparak tekrarlanabilir açıklıkta olması gerekmektedir.
Eğer varsa “püf noktası”nın saklanması değil tam aksine “iyice açıklanması” gerekir ki patent yasası buluş sahibini koruyabilsin.
Patentlerin, girişimcilikte ne denli önemli olduğunu çok güzel anlatan bir kitabı girişimcilerimize duyurmak isterim:
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ:
MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ
Tamer Özel, 1992
İNKILAP KİTABEVİ
Patentlerden en kolay yararlanabilecek olanlar, halen bir mal üreten ve ürününü geliştirmek ya da yeni bir iş fikri bulmak isteyenlerdir.
Bunun yanısıra, kafasından yüzlerce düşünce geçiren girişimciler de bu kütüphaneden yararlanabilirler.
Bu kütüphaneye her hafta, A.B.D.’de yayımlanan bir de “Patent Resmi Gazetesi” gelir. Her hafta ortalama 5000 patent başvurusu yapılan bu ülkede kabul edilip incelemeye alınan başvurular, bu resmi gazetede bir özet ve bir kroki ile birlikte yayımlanmaktadır. Ayrıca başvuruyu yapan kişinin tam adresi de yayımlanır. Böylece, daha patent alınmadan dahi bazı ilişkileri kurabilirsiniz.
Bu resmi gazete bile, bu ülkede nasıl bir “buluş fırtınası” yaşandığını, insanların nasıl birbirlerinin fikirlerini anlayıp öğrenmek ve sonra da daha iyisini geliştirmek için yarıştıklarını göstermeye yeterlidir. 250 yıldır süren bu yarış Amerika’yı Amerika yapan sırdır.
Bu kütüphanenin, ülkemiz girişimcileri açısından bir dönüm noktası olacağına inanıyorum. Lütfen bir defa gidiniz.
17 Ocak 1993
YÜKSEK TÜKETİM GÜCÜ İHTİYAÇ, İHTİYAÇ İSE “İŞ” DEMEKTİR
Bir iş fikri yaratmanın yollarından birisi de, tüketim gücü yüksek olan kesimlerin tükettikleri mal ve hizmetler üzerinde gözlem yapmaktır.
Düşük ve orta gelirli kişilerin tüketim ‘örnek’leri (patern) genellikle sade ve temel gereksinimleri gidermeye yöneliktir.
Kişinin gelir düzeyi yükseldikçe bu defa bu örnek içine yeni mal ve hizmet tüketimleri girer. Gelir düzeyi ne kadar yüksekse, bu yeni mal ve hizmetler de o denli çeşitli ve miktarca çoktur.
Tüketim gücü yüksek kesimlerle ilgili olup da piyasada yeterince bulunmayan çeşitli ihtiyaçların, zaman zaman “el altından” yani kaçak olarak dahi sağlanmasının altında bu gerçek yatmaktadır.
Kolay yoldan “köşe dönmek” isteyip uzun vadeli kazanç peşinde olmayan ve kuralları çiğnemekte sakınca görmeyenler (birileri de onların haklarını çiğniyor!) kaçakçılık vb yollarla bu ihtiyaçları giderirken, daha uzun vadeli ve dürüst düşünen gerçek girişimciler ise yasal yollardan ithalat yapıp aynı ihtiyaçları gidermektedirler.
Bu kesimlerin ihtiyaçları nasıl saptanır?
Bunun belirli bir metodu yoktur. Ama, akla gelebileceklerden en pratiği, bir anket formu düzenleyip, tüketim gücü yüksek kesimlerden belirli sayıda insana dağıtmaktır.
“Hangi mal ve hizmet gereksinimlerinizi karşılamakta güçlük çekiyorsunuz?” gibi bir soru ya da çoktan seçmeli soruları içeren bir anket formu kullanabilirsiniz.
Cevaplama oranı yüksek olmayabilirse de bir fikir vereceği şüphesizdir. Daha da basit bir yöntem, bu kesimlere dahil olduğu bilinen bir iki kişiyle yüzyüze görüşmeler yapmaktır. Size “niçin zaman ayıracakları” konusunda ikna edici ve karşınızdakileri gururlandırıcı bir yaklaşım yapabilirsiniz: “İşimi kurmak için sizin desteğinize ihtiyacım var!”. Bu şekilde bir yaklaşıma hemen herkes olumlu tepki verecektir.
Tüketim gücü yüksek kesimlerin başında, özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerde yaşayan yabancılar gelir. Bu kesimler girişimcilik açısından 2 nedenden dolayı önemlidirler: Birincisi, gelirlerini dövizle sağladıkları ve döviz-TL ilişkisi dolayısıyladır. A.B.D.’de pek önemli bir işe yaramayan 1$, Türkiye’de 9000TL civarındadır.
İkinci neden, bu insanların ülkelerinde alıştıkları bazı mal ve hizmetleri bulamama durumlarıdır. Bir Japon’un alıştığı yiyecekleri bulabilmesinde ya da bir Pakistanlı’nın dinlemeketen seyretmekten hoşlandığı kasetleri temin edebilmedeki güçlüğü, birer iş fikri olabilir.
Bu kesimlere -hele kendi dillerinde- hitabeden bir anket formunun cevaplanma olasılığı çok yüksektir.
Yüksek tüketim gücünün işaretleri nelerdir?
Bunun işaretlerinden başlıcası semtlerdir. Her şehrin belirli semtleri, binalarının görüntüsü, insanlarının kılık kıyafetleri, hatta dükkanların vitrinleriyle, o semtte oturanların tüketim güçlerinin birer göstergesidir.
Özet olarak, çevrenizi gözlemleyerek, iş fikri üretme çabalarınıza, yüksek tüketim gücüne sahip kesimlerden başlayınız.
Bu, daha düşük tüketim gücü olan kesimler yoluyla iş fikri üretilemez demek değildir. Bazı kesimlerin tüketimleri neredeyse gelir düzeylerine bağlı değildir. Örneğin kadınlar ve çocuklar böyledir.
Çevrenize göz attığınızda hemen tüm hanımların kuaförlük hizmetinden yararlandığını göreceksiniz. Bu, onların gelirlerinin mutlaka yüksek olduğunu değil, bu hizmeti mutlaka kullanmak istediklerini gösterir.
Düşük gelirli kesimlerin tüketim gücü yerine bu defa “tüketim özlemleri” vardır. İyi gözlem yapabilen yabancılar bu gerçeği saptamışlar ve bu özlemleri birer gelire çevirmenin yolunu bulmuşlardır. Örneğin, araç telefonlarının birer prestij sembolü olduğunu, buna sahip olmanın onlara en azından manevi tatmin sağladığını gözlemleyen girişimciler, A.B.D.’de “dummy-phone” denilen araç telefonlarını üretmişlerdir. Normal olarak 2-3000$’a satılan araç telefonları yerine, dış görünüşü aynen aslına benzeyen ama içleri boş telefon taklitleri yapıp 100$’a peynir ekmek gibi satmışlardır.
Görüldüğü gibi mesele iyi gözlem yapmaktan geçmektedir.
14 Şubat 1993
DÜŞÜK TÜKETİM GÜCÜ ÖZLEM, ÖZLEM İSE İŞ FİKRİ DEMEKTİR!
Bundan evvelki yazımda, bir iş fikri üretmek isteyenlere ilk hedef olarak yüksek tüketim gücüne sahip kesimler üzerinde gözlem yapmalarını önermiştim. Burada ise tam aksini önereceğim: Düşük tüketim güçlü kesimlere bakınız!
Bu önerimle, o kesimleri gereksiz tüketime özendirebilecek mal ve hizmetleri önermek istemiyorum. Ama işin mekanizmasının öğrenilmesi bakımından bunun bilinmesinin önemi vardır.
Düşük ve orta gelirli kesimlerin, bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır:
(1) Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri,
(2) Gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.
Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.
Geliri kendisi ve/ya ailesine ancak yeten hatta yetmeyen insanları gözlemleyiniz. Bu kesimlerin, son derece mantıklı harcamalarının yanısıra, mantığı pek kolay açıklanamayacak tüketimleri ve bir o kadar da “özlem”leri vardır.
Yevmiye ile şoförlük yapan bir gencin yaşamsal gereksinimleri yerine getirilmemişken, taksisine takıştırdığı çeşitli aksesuarlar onun iç dünyasını yani “özlem”lerini dile getirmektedir. “Aksesuar Endüstrisi” işte böyle bir özlemler dünyasını hedef alan bir ticari alandır.
Ralli pilotlarına (muhtemelen pilot adını da onlar takmıştır) özenerek küçülttükleri direksiyonları ya da yükselttikleri araba arkaları teknik açıdan sakıncalı olsa da, dünyanın masrafını yapmaktan çekinmemektedirler.
Ya da asgari ücretten daha düşük ücretle çalışan genç kızların minicik servetler harcadıkları perma’ları, genç şoförün aksesuar merakının bir benzeridir. Bunları gözlemlemek çeşitli iş fikirlerinin doğmasına yol açacaktır.
Bir de ikinci gruptakiler vardır. Gelirlerinin % 15’ine yakınını ısınma masrafına harcayan bir ailenin gerçek ihtiyaçlarından birisi, evlerinin ısıl yalıtımıdır.
Her yakılan 100 kilo kömürün ancak 40 kilosunun faydalı ısıya dönüştüğü, geri kalan 60 kilo kömürün ise bacadan, camdan, duvardan veya kapılardan kaçtığı bilinmektedir. Bu ailelere makul bir ödeme planı içinde önerilecek bir yalıtım projesi, onların bütçelerine “net katkı” demektir.
İngiltere’deki bir yerel radyo istasyonu, işini kaybetmiş kişilerin ailelerine, çeşitli faydalı önerilerde bulunmaktadır. (İnşallah bir gün bizim radyolarımızdan bir veya birkaçı da benzer programlar yaparlar!)
Bu önerilerden biri de, evlerin içindeki su biriktirme deposu veya bidonlarının yalıtılmasıdır (evin içindeki ısı, gereksiz yere bu suları ısıtmasın diye).
Benzer bir “gerçek ihtiyaç” da beslenme konusudur. Beslenme konusu yalnız karın doyurma anlamında alınmamalıdır. Ardışık sonuçları açısından hem kısa ve hem de uzun dönemde, beslenme kadar önemli sonuçlar doğuran bir başka alan neredeyse yoktur.
Düşük ve orta gelirli kesimlerin beslenme ihtiyaçlarının ucuza karşılanabilmesi konusu, hem size hem onlara ve hem de topluma yarar sağlayabilecek bir konudur.
Bu konulardaki teknik bilgi eksiklerinizi karşılayabilecek epey kaynak vardır.
Şu söz unutulmamalıdır: “Bir doğru, en az iki yarar getirir”.
21 Şubat 1993
KENDİ İŞİNİ KURMANIN VAZGEÇİLMEZ KOŞULU:
BİR SÜRE TASARRUFLU YAŞAYABİLMEK!
Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır:
-
Bu gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye çalışmak,
-
ya da kendi işinizi kurmaktan vazgeçmek.
Sabit gelire (ücretli çalışmak vbg) alışmış insanların kendi işlerini kurmaları bu nedenden ötürü biraz güçtür. Bu sadece bizde böyle değildir. Örneğin İngiltere’de de, sabit gelirle çalışmaktayken kendi işini kurmak isteyenlerin bu çekingenliklerini yenebilmek için “enterprise allowance scheme” -ki buna ‘girişim izni programı’ denilebilir- adı verilen bir yöntem uygulanmaktadır. 1 yıl süreyle haftada 40 pound (ki oraya göre az bir ücrettir) ödeme yapılarak izinli sayılan ücretliler, böylelikle cesaretlendirilerek girişimciliğe ayak atarlar.
Ülkemizde ise bu türlü bir destek imkanı henüz yoktur. Ama, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi sırasında mutlaka böyle bir önlem gündeme gelecektir, gelmelidir.
Özellikle uzun süre sabit ücretle çalışmış kişilerde (kamuda ya da özel sektörde), bir “girişim korkusu” oluşmaktadır. Bu korku, gelirine göre – az ya da çok- harcama alışkanlığının yarattığı, “ya bu kadar kazanamazsam” korkusu olup, bir ölçüde de doğal sayılmak gerekir. İşte bu yüzden, kendi işini kurmaya karar veren kişilerin, bir “aile boyu” kampanyaya ihtiyaçları vardır. Bu bir “tasarruflu yaşayabilme kampanyası”dır.
Özellikle geçim sıkıntısı çekenlerin tasarruflu yaşayabilmesi ilk anda pek mümkün görülmezse de bu doğru değildir. Hele amaç kendi işinin sahibi olmaksa bu daha da mümkündür.
Düşük gelirli kesimler üzerinde gözlem yapmış olanların yakından bildiği bir gerçek, onların yüksek gelirli kesimlerden daha az tasarrufa eğilimli olduklarıdır (bu gariptir ama gerçektir). Tasarruflu yaşayabilmenin anahtarı bütçe yapmaktır. Genel kanı, bütçenin ancak yüksek gelirli aileler ya da kişiler için geçerli olabileceği ise de gerçek bunun tam aksidir. Bütçe yapmak herkese lazımdır, ama en çok da düşük gelirlilere lazımdır. Yüksek gelirliler bütçe yapmadan da belki geçinebilirler ama düşük gelirliler asla!
Girişimci adaylarının, bu nedenle ilk yapmaları gereken, kişi ya da aile düzeyinde gelir ve giderlerini bir bütçe içinde denkleştirmeleridir. Tasarruflu yaşayabilmek için bütçe yapmanın yanısıra ikinci ve çok önemli bir koşul daha vardır: İhtiyaçları daha ucuza giderebilmenin yollarını bulmak!
Beslenme ihtiyaçları en ucuza nasıl karşılanabilir?
Daha ucuza nasıl ısınılabilir?
Sabit giderler nasıl azaltılabilir?
Bütün bunlar biraz kafa yormakla hafifletilebilir sorunlardır. Ama bunlardan evvel bir soru’nun açık yürekle cevaplanması gerekir: Kendi işimi kurmayı gerçekten istiyor muyum?
Cevabınız “evet” ise gereken çözümleri bulacağınızdan şüpheniz olmamalıdır.
31 Ocak 1993
TASARRUFLU YAŞAMAK: AMA NASIL?
Geliriyle giderlerini bir türlü denkleştiremeyen bir kişiyi en çok kızdırabilecek önerilerden birisi, tasarruf yapma tavsiyesidir. Ama kızmanın bir yararı olmadığı da bir gerçektir.
Aile giderlerinin gözden geçirilmesiyle, hangi gelir düzeyinde olursa olsun bazı ipuçları elde edilebilmektedir. Bunlar şöylece sıralanabilir:
-
Aile bütçelerinin iki yakasını biraraya getirmedeki en önemli sıkıntı, öngörülemeyen giderlerdir. Bir anda çıkagelen bir ödeme zorunluğu, zaten sıkıntıda olan bir aileyi çok zor duruma düşürebilir. Bu gibi durumlarda düşülen panik, harcamaları daha da “mantık dışı” hale getirir. Bir yangın halinde -eğer evvelce bir önlem alınmamışsa- nasıl ki insanlar şaşırır ve gereksiz işler yaparak yangını daha da büyütürlerse, ani ödeme ihtiyaçları da böyledir. Buna karşı yapılabilecek tek şey, “önceden hazırlık”tır. Yani geliriniz ne olursa olsun, bir kenara ufak ufak bir “acil durum parası” ayırmaktır.
-
Bütçeleri kemiren ikinci konu, “yanlış öncelikler”dir. Sınırlı gelirlerin hangi önceliklere tahsis edileceği, çok önemsenmeyen ama en çok önemsenmesi gereken konudur. Aile bireylerinin beslenme sorunu varken çamaşır makinesi taksidi ödemek, bu öncelik yanlışlığının bir örneğidir.
-
Bütçeleri sıkıntıya sokan bir üçüncü nokta, aile bireylerinin bir bölümünün “sıkışık durumu dikkate almayan harcama eğilimleri”dir. Bu yüzden, tüm aile bireylerinin -paniğe kapılmadan ve hatta birez de zevkle- bu işi bir ortak sorumluluk şeklinde algılamaları sağlanmalıdır.
-
Nihayet, giderleri azaltmanın en etkin yollarından birisi, ihtiyaçların en ucuza nasıl karşılanabileceği konusunda “bilgi” edinmektir.
Hangi besinin neyin yerine geçtiği, nasıl daha ucuza ısınılabileceği, ulaşım masraflarının nasıl azaltılabileceği, giyim ihtiyaçlarının hangi alternatiflerle karşılanabileceği gibi konular, biraz düşünme biraz da yaratıcılığı gerektirir.
Bütün bunlar ilk bakışta güç görünebilir. Ama girişimcilik de kendiliğinden olabilecek basit bir iş değildir.
Bunlara katlanabilmenin bir yolu, ileride sağlanabilecek daha yüksek gelir beklentisidir.
7 Şubat 1993
-
-
May 25 2012 İRTİCA İLE MÜCADELEDE STRATEJİ ARAYIŞLARI!
İrtica ile mücadelede bir Milli Strateji hazırlandığı yolundaki bir gazete haberleri, Cumhuriyetimizin 75. yılında hala ortaçağ karanlıklarıyla uğraşıyor olduğumuz sorununun, görünenlerden farklı nedenleri olduğu, hem de hiç umulmayan nedenleri olduğu kuşkusunu destekler niteliktedir.
“Sıra politikacısının çeşitli çıkarlar uğruna verdiği tavizler” ya da “sürekli olarak kaşınacak noktalar yaratarak Türkiye’yi kontrol amacı güden yabancı devletlerin varlığı” gibi nedenlerin, o umulmayan “neden”in basit türevleri olduğuna dikkat edilmelidir.
Canlı organizmaların biyolojik bağışıklık sistemine benzetilebilecek olan sosyal bağışıklık sistemimiz, çeşitli iç ve dış kaynaklı sorunları çözebilme konusunda antikorlar üretebilmeliydi. Bunun üremesine engel bir şeyler yapıyor olmalıyız. Nitekim, Güneydoğu terörü de bu zayıf bağışıklık sisteminin bir ürünüdür. Sorun bugün için kuvvetli bir kortizon hücumu ile yavaşlatılmıştır; ama bağışıklık sistemimiz güçsüzlüğünü korumaktadır.
Bu güçsüzlük yalnız irtica ve terörde değil, başka alanlarda da kendini göstermektedir. Her yıl, bir savaştaki kadar kayıp verdiğimiz trafik terörü de bir zayıf bağışıklık sistemi türevidir. Enflasyonla 20 yıldır başa çıkamayışımız da yine aynı yetersizliğin bu defa ekonomik alandaki bir sonucudur.
Bu güçsüzlük, bizzat irtica, etnik terör, enflasyon ya da trafik teröründen daha önemlidir. Çünkü, üretebileceği “melanet ürünleri”nin sayısı neredeyse sonsuzdur. Bu, diğer devletler de dahil tüm niyet sahiplerince bilinmektedir ve de Türkiye’nin yumuşak karnıdır.
Sorun çözme kabiliyeti de denilebilecek bu bağışıklık sisteminin bu denli güçsüz olması, bütün sistemlerin temel girdisi olan insan malzememizde bir yanlış yaptığımızı gösteriyor. Öyle bir yanlış ki, gayet yaygın olarak ve daha da kötüsü, iyi bir şeyler yaptığımızı sanarak, tüm kaynaklarımızı seferber ederek, giderek süresini artırarak ve de irticayla mücadelede tek araç olarak benimseyerek yaptığımız bir eylem sonunda sürekli olarak üremektedir.
Bu yanlış, tüm okullarımıza egemen olan, kimsenin aksini düşünemediği, eğitim denilince ilk ve tek akla gelen kavram olan “koşullandırma” konseptidir. Laik eğitim verdiğini düşündüğümüz okullarımız da dahil olmak üzere, din eğitimini açık ya da gizli, örgün ya da yaygın, kısa ya da uzun süreli olarak veren tüm okullarımızda ve de ana okullarından üniversitelerimize kadar, her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretilmekte, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda koşullandırılmaktadır.
İşte, sorun da bu noktada başlıyor: Bilinçli ve bilnçsiz ne kadar karanlık odak varsa hepsi, kendi kısır doğrularını koşullarma yoluyla dayatabilmenin peşine düşmek için çok uygun bir aracın, bizzat devlet tarafından kullanılabildiğini görüyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, bu odakların itaat etmek zorunda oldukları hiçbir yasal ya da ahlaki sınır olmadığı için, eylemleri devletin koşullandırıcılığından çok daha etkin olmaktadır.
Bu tek doğrular yolunda koşullanan insanların, yaşamın çeşitli ortak kesitlerinde karşılaşıp çatışması kaçınılmazdır; bugün etnik, dini, ideolojik ya da herhangi kökenli çatışmaların altında hep bu tek doğrular bulunmaktadır. Toplumumuz, çeşitli anahtarlar çevresinde, “…..den yana ve ….ye karşı” olmak üzere ikişerli kesimlere ayrılmışlar, kamu düzenini sağlayan güçlerin izin verdiği ölçülerde çatışmaktadırlar. Ama unutulmamalıdır ki, o düzeni sağlamakta olan güçlerimiz de aynı toplumun bireyleridir. Eğitim sisteminin koşullandırma ve kuşkusuzlaştırma geleneğine onlar da aynı derecede açıktırlar.
Her hangi bir yolla bu güçlerin kontrolunu eline geçiren, toplumu kendi doğruları yönünde koşullandırmayı başarabilir. Zaman zaman ortaya çıkan olaylarda asıl hedefin, bu kontrolu ele geçirmek olduğu ve bunun da aslında koşullandırma hakkını ele geçirmek anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.
Üçüncü bin yılda evrensel değerlerin nerelere gideceğini tahminlemek güçtür. Ama bir şey kesindir: Devletlerin eğer tek görevi kalacaksa o da, HER KİM TARAFINDAN, HER NE AMAÇLA, HER NE YOLLA YAPILIRSA YAPILSIN KOŞULLANDIRMAYA İZİN VERMEMEK şeklinde özetlenebilir. Böylece, karanlık amaçlı odakların en etkin silahları ellerinden alınmış olacaktır.
Bu önerinin altında ideolojik bir tercih değil, birisi yeni yeni farkedilmeye başlanan, diğeri de teknolojik gelişimin getirdiği imkan olan iki olgu yatmaktadır: Yeni farkına varılmaya başlanan, insanın, herhangi bir koşullandırmaya tabi tutulmazsa doğuştan doğru, iyi ve güzel‘e eğilimli olduğu gerçeğidir. Geleneksel inanç olan, “insan kötüye eğilimlidir; onu ancak yoğurarak koruyabilirsiniz” görüşü artık çağdışı sınıfına girmeye başlamıştır. Teknolojinin getirdiği imkan ise, her türlü bilgiye erişimin kolaylaşması, bunun için aracılara değil yardımcılara ihtiyaç olduğudur. Bu nedenle de öğretmenlere artık öğrenme ortağı denilmeye başlanmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca din kurumunu, kitleleri doğru, iyi ve güzel yönünde etkilemek için kullanan toplumlar gelişebilmişler, bu kurumun siyasal amaçlara aracılık etmesini önleyemeyen toplumlar ise -bizim gibi- yok olagelmişlerdir. Bugün, laiklik ve inançlılık birbirinin karşıtı hale gelmiş, “…den yana ve …ye karşı” tuzağının kurbanı olmuşlardır.
Din kurumunu, siyasal -ve o yolla da toplumu, kendi kısır doğruları yönünde koşullandırma- amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin tasallutundan kurtarabilmek için uygulanması gereken strateji, her tür koşullandırmanın koşulsuz olarak önlenmesi; devletin bu konuda gözetim ve yaptırım sağlaması biçiminde özetlenebilir.
Bu ilke, uzun bir süredir devam eden, din eğitiminin nasıl ve ne zaman yapılması, hatta yapılıp yapılmaması gerektiği sorununu da çözebilecektir. Bugün dini eğitim konusundaki sorun, ne eğitimi verildiği değil, verilen eğitimin koşullandırıcılığı ve bunun da dönerek başkaları üzerinde baskıya dönüşmesidir. Koşullandırıcılık ve kuşkusuzluk bakımından ise din eğitimi veren okullarla diğer bütün okullarımızın, hatta teknik eğitim veren üniversitelerimizin bir farkı yoktur. Her iki kurumda da “dogmalara dayalı yani kuşkusuz ve koşullandırıcı” öğretim yapılmaktadır.
Nitekim, şeriat sistemi peşinde koşanların önemli bir bölümünün teknik öğrenim görmüş olması ilginçtir. Bağnazlığı besleyen kaynak din eğitimi değil, koşullandırıcı ve kuşkusuzluğa dayalı eğitim anlayışımızdır. Eğitim yaşamı boyunca bu anlayıştan kendini tesadüfen ya da bilinçli olarak koruyabilenlerin dışındakiler, dini, etnik, ideolojik ya da herhangi diğer bir tür bağnazlığın doğal adaylarıdır. Avrupa ülkelerine dahi ihraç edebilecek kadar çok sayıda bağnaz insanımız, laik diye nitelediğimiz okullarımızda, kendilerini laik sanarak yetişmektedirler.
Acı gerçek budur ve bunun, eğitim süresini sekiz ya da daha fazlaya çıkararak çözümlenebilmesi mümkün değildir. Aksine, koşullayıcı anlayış sürdüğü sürece eğitim süresinin uzaması, daha fazla fanatik insan yetişmesine yol açacaktır. İnanması güç olabilir, ama maalesef durum budur.
Geliştirilmesi öngörülen stratejinin odak noktası, koşullandırıcılığın bir çeşit suç ilan edilmesi ve kuşkusuzluk tuzağından uzak durulması olmalıdır. Her kim, hangi konuda istiyor ise yalnızca bilgilendirme yapmak, ama hiçbir şekilde koşullandırıcı bir faaliyette bulunmamak ve kuşkusuzluk yaratmamak kaydıyla eğitim verebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Kendi doğrusunun tek doğru olduğu yolunda koşullandırılmamış insanların bilgilenmesinin bir zararı olamaz. Devlet, bunun güvencesi olmalı, bizzat ve vatandaşları kanalıyla sağlayacağı yaygın denetim ortamı ve elindeki yaptırım gücünü kullanarak koşullandırıcı faaliyetlere kesinlikle izin vermemelidir.
Bunun, kamuoyunda olumlu karşılanabilmesi için ise, koşullandırıcılığın ve kuşkusuzluğun bir zihinsel jenosit olduğu anlatılabilmeli, yaygın TV ağından bu şekilde yararlanılmalıdır. Bunun dışındaki yollarla yapılacak mücadeleler, kendi doğruları yönünde koşullanarak kuşku duyma imkanını kaybetmiş insanlarımızı çeşitli kamplar olarak karşı karşıya getirecektir. Derinleşmiş kutuplaşmaları çözmek ise her geçen gün daha güçleşecektir.
Eylül 2000
-
May 25 2012 KALABALIK KAMU KADROLARI NASIL AVANTAJA ÇEVRİLEBİLİR?
KİT’lerin özelleştirilmeleri karşısındaki önemli bir engel, yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de bu kuruluşlardaki kalabalık kadrolardır.
İşsizlik sorununu gerekli enstrümanları geliştirerek değil de kamu kuruluşlarına adam alarak çözmeyi yeğleyen gelmiş-geçmiş idarelerin yarattığı bu sorun aşılmaksızın bugün KİT’ler ancak bir yolla özelleştirilebilir: O da, mevcut kalabalık kadroların bir biçimde işten çıkarılmaları ve az sayıda fakat yüksek nitelikli elemanların istihdam edilmesidir.
Diğer yandan, teknolojisi dolayısıyla açık tutulması yararlı olmayan KİT’lerin ise kapatılmasıdır.
Gerektiğinde işe alıp gerektiğinde çıkararak (easy hire-easy fire), ekonomik konjonktüre uyum göstermek A.B.D.’deki sistemin esasıdır. Bu sistem, bugünkü halimizle Türkiye’de uygulanamaz. Aynen, Nasrettin Hoca’nın “adamı belindeki iple çekerek kurtarmıştım, ama damda mıydı yoksa kuyuda mıydı?” öğretisindeki nedenle uygulanamaz.
A.B.D.’de, işten çıkarılan kişinin, geçimini-hem de aynı, hatta daha yüksek standartta- sürdürmesi için alternatif yollar mevcutken, Türkiye’de bu yollar mevcut değildir. A.B.D.’de, işten çıkarılan bir kişinin, eğer bir başka iş bulma şansı yoksa, en önemli güvencesi kendi işini kurmak için uygun bir ortam içinde bulunmasıdır.
Buradan kolayca görülebileceği gibi, KİT’lerin özelleştirilebilmesi (ve daha birçok sorun), kalabalık kadroların, açlığa mahkum edilmeden işten çıkarılabilmelerine bağlıdır. Bu ise ancak 2 yolla yapılabilir:
-
İşten çıkarılacak insanlara, yeni beceriler kazandırılarak yeni işler bulmalarına yardımcı olarak.
(LİMME veya İstihdam Garantili (!) vs gibi zorlama yollarla değil, işgücü açığı bulunan alanlarda, özel girişimcilerin beceri kursları düzenlemelerine TEKRAR izin vererek)
-
Kendi işini kurmak isteyenlere gerekli destekleri sağlayarak.
(TBMM’de bekleyen Girişim Destekleme Şirketleri kanun teklifi bu amaçla yapılmıştır)
Birçok sorunun kaynağı durumunda olan Kalabalık Kamu Kadroları ve işsizlik sorunları, ancak bu araçlar devreye sokularak çözülebilir.
-
-
May 25 2012 TÜRKİYE ÜZERİNE ÜTOPYALAR
Gelmiş ve gelecek tüm çatışmaların içinden türetebileceği bir kavram aransa, acaba “yalıtma” (izolasyon) dan daha uygunu bulunabilir mi?
“Küçük yapay ortamlar yaratıp”, onun içini arzularımıza göre düzenlemek, dışını ise ya içeriyi düzenlemek için gerekenlerin temin kaynağı olarak kullanmak ya da kendi haline bırakıp aldırmamak, “yalıtım” ın bir tanımı olabilr.
Bu mantık bireysel yaşamdan Dünya düzenine denk her alanda yaygın olarak kullanılmaktadır.
Elektrik enerjisi yetmediği için düşen voltajı regülatör kullanarak yükselten kişi, bireysel “yalıtım” için bir örnektir.
Kendisi için yapay bir ortam yaratmakta, yapay ortamın içi için gereken ilave elektrik enerjisini, başkalarından çekmektedir.
Başka ülkelerdeki doğal kaynakları kendi ülkesine aktararak (kolonyalizm vb yollarla), ülkesi içinde yapay bir zenginlik yaratan ülkeler de “yalıtım” kavramını kullanmış ve kullanmaktadır.
Yalıtımın en yaygın örneği “coğrafi yalıtım”dır. A köyü B köyü ile, A şehri B şehri ile veya A ülkesi B ülkesi ile coğrafi olarak yalıtılmıştır. İster köy, ister il isterse ülke olsun (A) dakilerle (B) dekiler arasında bir çıkar zıtlaşması vardır. Bu çıkar zıtlaşması hiyerarşik bir yapı oluşturur. İllerin çıkarları söz konusu ise köyler, ülkelerin söz konusu ise iller bir cephede toplanır ve üst çıkar birliğinn çıkarını savunurlar.
Yalıtım, kısa süre için avantaj sağlasa da bir süre sonra tıkanmaya başlar. Regülatör kullanarak evinin voltajını yükseltmeyi beceren kişi, bir süre sonra komşularının da bu yolu keşfetmesi üzerine sahip olduğu avntajı kaybedecektir.Bu durumda genellikle başvurulan çare, yalıtım alanını genişletmek, mesela apartman için daha büyükçe bir regülatör satın almaktır.
Bu süreç, mahalledeki trafonun değiştirilmesine, o da yetmeyince yeni enerji santralı yapımının tartışılmasına kadar gidecektir.
Bu örnekler çoğaltılarak olayın mekaniği irdelenirse görülecek olan, yalıtım olgusunun avntajları azaldıkça yalıtım çevresinin büyütülerek karşı konulduğudur.
Avrupa Birliği fikri, Avrupa ülkelerinin -ki herbiri yalıtılmış birer alandır- tek başlarına yetersiz kalmaları sonucunda yalıtım çevresini genişletme biçiminde buldukları çözüme tipik bir örnektir.
Bir süre sonra bu defa, bu “büyük yalıtılmış çevre” ile dışı arasındaki çatışma büyüyecek ve daha geniş yalıtımlar düşünülmeye başlanacaktır.
Bu sürecin uzanacağı noktanın, yalıtımın ortadan kalkacağı yepyeni bir Dünya düzeni olacağı, bugününe kadarki gelişime bakarak söylenebilir.
Bu girişin nedeni, Türkiye’yi Dünya’dan yalıtmaya dayalı ütopyaların, kısa dönem için Türkiye’ye avantaj, ama uzun vade için dezavantaj yaratacağına işaret etmek içindir.
Bu yaklaşımın pratiğe nasıl uygulanacağı, aralarında “çıkar çatışmaları” yerine “çıkar birlikleri” bulunan belki onbinlerce şehir devletlerinin hangi süre içinde kurulabileceği ayrı düşünülmesi gereken bir konudur.
Ama ne olursa olsun, “yalitım”ın ancak kısa erimli bir çatışma durdurma yöntemi olduğu bellidir. Türkiye üzerine tezler geliştirirken bu genel ve güçlü eğilimi gözden uzak tutmamak gerekir.
Yalıtım olgusunun coğrafi boyutunun yanısıra bir de “varlık boyutu” bulunmaktadır.
Bugün Dünyanın insanlara ait olduğu genel kabul görmektedir. Ancak bir kısım insan, eko-sistem’in daha güvenilir bir ev sahibi olduğunu savunuyorlar.
Bu kesimden de daha küçük bir kesim ise, yalnız canlıların ve yalnız Dünya’nın değil tüm evrenin tüm varlıklarının bir bütün olduğunu, bunu daraltabilecek her yalıtma girişimi ya da uygulamasının yalnız insanı değil tüm sistemin işleyişini etkileyieceğini savunmaktadır.Bu etkilemeyi olumlu ya da olumsuzolarak nitelemek doğru değildir.
İnsan (ya da başka canlı ya da cansız ögeler) sisteme ne etki yaparsa yapsın sistem sonunda yeni bir denge oluşturmaktadır. Bu kesindir.Kesin olmayan, yeni oluşan dengelerin mutlaka insana (ya da o etkiyi yapan diğer ögelere) yaşam şansı tanıyıp tanımayacağıdır.
Bu yaklaşımın somut bir örneği insan hakları ihlalleridir. Bütün Dünyada bir numaralı sorun olan insan hakları ihlallerinin yine bir numaralı kaynak sorunu, bizatihi insanın başka varlıklardan üstün tutulması yani insanın yalıtılmasıdır.
İnsan, sistemin bütünlüğü, onu oluşturan ögelerin her birinin diğerini etkilediği gerceğini bir yana bırakıp, bu ögelerden birine ayrıcalık tanıdığı anda felakete ilk adım atılmış olmaktadır.
İnsan, kendinin üstünlüğü kararını alırken kendi dışındaki hiç bir varlığa (hayvan, bitki, taş, toprak) danışmamış, buna gerek dahi duymamıştır.
Bunun haklı nedeni olarak da o varlıkların kendisiyle iletişim kuramadıklarını ileri sürmüştür.
Amerikan zencileri de aynı nedenle yüzyıllarca köle olarak yaşamış, hiristiyanlar da aynı nedenle işkenceye uğramış, Bosnalı müslümanlar da aynı nedenlerle katledilmiştir.
Doğayı kontrol etmeye soyunan insan, bu kararını yalnız kendine onaylatmış ve böylece sonsuz büyüklük ve çeşitlilikteki bir evrenin patronluğuna soyunmuştur.
Bilinen tarihte acaba hiçbir başka yaratık, böylesine boş, böylesine aptalca bir serüvene girişmiş midir ?
Coğrafi ve türsel yalıtımın bu gelip geçiciliği v e de yanlışlığı karşısında geleneksel Türkiye tezleri yerine, daha bütüncül bir bakış açısı hem daha alçakgönüllü hem de daha akıllıca olur.
Bu coğrafyada yaşayan insanlarımız, içinde yeraldığı eko-sistemin ve de büyük sistemin bir parçası olduğunu unutmadan, sistemin geri kalan ögeleriyle çıkar çatışması değil çıkar birliği içinde yaşamını sürdürmeyi amaç edinmelidir.
İçinde ve dışında bu amaca aykırı girişimler, küçük ya da büyük yalıtılmışlıklar yaratmaya kalkışmalar mutlaka olacaktır.
İnsan, varlığını sürdürme haricinde tüm fonksiyonlarını aklı ile yerine getirir. Bu, “varlık sürdürme” işlevinin Tanrısal bir değer olduğu anlamına gelir. O halde, varlığnı yok etmeye yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı yalıtım girişimine karşı koymak, onu caydırmak “zorunda” dır. Ama bunu, karşı yalıtım amacıyla yapmamak zorunda olduğunu unutmadan!.
Varlığını korumak için şiddet kullanmakla, çıkar sağlamak için şiddet kullanmak arasında büyük fark vardır. Ama dışarıdan her ikisi de aynı görünebilir.
Tüm resme böyle bakılınca Türkiye coğrafyası içinde yaşamakta bulunan insanlara, onların görevlendireceği yöneticilerine, bilim adamlarına ve de sokaktaki insana düşen temel görevlerle, Yunanistan, Suriye ya da Cezayirde yaşayan insanların temel, görevleri tamamen benzerdir.
Bu temel görevleri doğru anlayıp doğru yapabilmenin bilinen tek yolu da nitelikli bir insan dokusu için durmadan çaba harcamaktır. Tüm diğer insan faaliyetleri bu amaca hizmet edecek şekilde yeniden tariflenmek zorundadır.
Milli gelir artışı, refah ve mutluluk gibi ara amaçlar daima daha yüksek zeka, bilgi -beceri, ruhsal sağlık ve ahlaka -ki bunlara kısaca nitelik denilmektedir- sahip insan dokusuna yönelik olmalıdır.
Ancak böyle bir doku, kendini Dünyanın efendisi ilan etme sapıklığından uzak tutabilir ve diğer varlıklara “zarar vermeden”, onlarla “uyum içinde” yaşamı sürdürür.
6 kasım 1995
-
May 25 2012 ÜMİTLER BİTTİ, YAŞASIN YENİ ÜMİT !
Ümit kadar iki yanı keskin bıçak yoktur. Yaşamın, bazen çekilmez hale gelen güçlüklerini, felaketlerini hep birşeyler ümidederek aşarız. Ümit olmasaydı, en küçük güçlükler bile insanları intihara sürükleyebilirdi.
Ama aynı ümitler, birçok fırsatın heba edilmesine de yol açar. Daha iyi bir eş bulmak ümidiyle evlenmemiş bekar, daha iyi bir iş bulmak ümidiyle iş tekliflerini geri çevirmiş işsiz ya da kendiliğinden geçer ümidiyle doktora gitmeyip yatağa düşmüş hastayı o hallere düşüren de yine aynı ümit değil midir?
Bu olumsuzluklara yol açan ümitlerin sönmesi, bu bakımdan insanoğlu için bir şans ya da yeni bir ümit, ama bu defa yüz güldürebilecek bir ümittir.
Ekonomik çöküntülerin olumsuz yanları yanında yeni atılımlara gebe oluşunun nedeni işte bu “yanıltıcı ümitler” in bitişidir.
Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturaları tabii ki ödenecektir. Bunların keyif verecek bir yanı yoktur. Ama, bir uzun rüyadan uyanıp gerçeklerin soğuk yüzüyle karşılaşmanın verdiği bir güven hazzı da yok mudur?
Evet, artık aklı başında olanları yıllardır korkutan “üretmeden tüketme” rüyası bitmek üzeredir. Bitmek “üzeredir”, çünkü hala tam bitmemiştir ve işin kötü yanı da burasıdır.
Hala, filan ülkeden gelebilecek bir borç, fişmanca borsada satılacak devlet garantili tahvil vs’nin uyuşturuculuğu altında, hala aynı imkansız rüyayı sürdürme peşinde olanlar ya da buna inananlar bulunabilir. O ümitler de tükendiği gün, toplumumuz gerçek sağlığına kavuşma şansını elde etmiş sayılmalıdır.
“The Day After” da ne yapılmak gerektiğine gelince;
İlk yapılması gereken, bizleri bu rüyaya sürükleyen anlayışların derin beton çukurlara gömülmesi ve bir nükleer artık gibi hiçbir yolla tekrar yaşam zincirimize girmeyeceğine emin olunmasıdır.
Çünkü bu yapılmadığı takdirde, aynı rüyanın tekrar gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Zira o filmi tekrar tekrar oynatmak isteyenlerin bulunacağından kimsenin şüphesi bulunmamalıdır.
Bu “betona gömme” işlemi açık, anlaşılır bir Ekonomik Manifesto ile yapılmalıdır. Ekonomik Manifesto iki ana bölümden oluşmalı, birinci bölümü tüm topluma, ikinci bölümü ise toplumun çeşitli kesimlerine hitabetmelidir. Şöyle ki;
TÜM VATANDAŞLARIMIZA BİLDİRGE !
Bir ekonomik kriz ve onunla iştirak halinde sosyal krizler yaşıyorsunuz. Bu durumdan kurtulabilmenin çaresi, bu bildirgede açıklanan durumu tam olarak anlamanız, içinize sindirip benimsemeniz ve sonra da gereklerini yerine getirmenizdir. Buna göre:
-
Toplum olarak geleceğinizi ipotek ederek ve birbirinize borçlanarak hak etmediğiniz bir hayat yaşadınız. Bir bölümünüz diğerlerinden çok daha müreffeh yaşamakla birlikte, genel olarak sürdürdüğünüz yaşam düzeyi, sürdürmeye hakkınız olanın çok üzerindeydi.
Çok çok küçük bir kesim ise gerçekten hak ettiğinden daha düşük standartlarda yaşamaya mecbur kaldı.
Bu bir saadet zinciri idi. Şimdi ise zincir kopmuş bulunuyor. Bu saatten itibaren eski yaşam alışkanlıklarınızı bütünüyle değiştirmek durumundasınız.
Bununla beraber, karşı karşıya bulurduğunuz durumu tam anlayabilir ve gereklerini yerine getirebilirseniz, sağlıklı bir toplum yaşamını kurma şansınız da olacaktır.
-
Bu saatten itibaren, evinizin, işyerinizin görünür yerlerine ve mümkünse caddelere şunları yazıp iyice ezberlemelisiniz:
-
Yaratılmamış bir değerden pay istenemez.
-
Bir değer yaratmayan, bir karşılık alamaz. Bir değer yaratamayan ise, yaratanların yardımına muhtaçtır
-
Değer, ancak “nitelikle” üretilir. Daha yüksek nitelik, daha yüksek değer demektir.
-
Niteliğe dayanmayan değer ancak hırsızlıkla yaratılır.
-
iki toplumdan rekabet gücü yüksek olan, diğerini sömürür. Sömürülmek istemeyen rekabet gücünü yükseltmelidir.
-
Bİr toplumun rekabet gücü, bireylerinin rekabet güçlerine bağlıdır
-
Postacıları daha hızlı yürüyen toplumlar yavaş yürüyenlerden, daha zeki toplumlar daha az zeki olanlardan, daha az uyuyan toplumlar ise çok uyuyanlardan daha yüksek rekabet gücüne sahip olurlar.
-
Rekabet gücü yarışında torpil, rüşvet ve ukalalık sökmez. Hakemi Tanrı’dır.
TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE !
Politikacılarımıza
-
Geçimini sağlayabilecek bir mesleği ve işi olmayanlarınız, yani mesleği politikacılık olanlar -ne denli ünlü olurlarsa olsunlar- politikayı derhal bırakınız.
-
Temiz Siyaset Yasası adlı bir yasa çıkarınız (EK-1).
Sanayici ve İşadamlarımıza
-
Rekabet Gücü’ nüzü artırmanın dışında ayakta kalma şansınızın bulunmadığı, Rekabet Gücü’ nün ana belirleyicisinin innovation olduğu, her innovation’ un bir teknoloji üretimi demek olduğu, teknoloji transferi denilen sürecin yurt dışından lisans ücreti ödeyerek teknoloji satın almak demek olmadığı gerçeklerini içinize sindiriniz.
-
Ucuz işçi ile ucuz işçilik’ in farkını anlayınız. Ucuz ve kaliteli ürünleri ancak daha iyi sistemler kurarak üretebileceğinizi, bunun ise daha ucuz işçi çalıştırmakla mümkün olmadığının bilincine varınız.
Çalışanlarımıza
-
Çalışan ve çalıştıranların çıkarlarının çatıştığı yalanını unutunuz. Çalışabilmeniz, sizleri çalıştırabilecek birileri olduğu sürece mümkündür. O halde ayakta kalabilmeniz, çalıştıranların ayakta kalmasıyla mümkündür.
Çalıştıranları zorlamanız gereken tek nokta, daha iyi sistemler kurmaları, rekabet güçlerini artırmaları noktasıdır.
Hükümetlerimize
-
Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.
-
Kilit kadrolarda bulunan ve oralarda bulunması gerektiği için değil de mağduriyetlerini önlemek vs gibi nedenlerle oralara getirilmiş bulunan bürokratları bir defada emekli ediniz.
-
Güvenlik güçleri dışında, devlet memurlarının sayısını onda bire indiriniz. Gerisini emekliye sevkediniz. Kalan memurların maaşlarını birkaç misli artırınız. Sonra da hepsini gruplar halinde eğitime tabi tutup yeniden yapılanma için gerekli becerilerle donatınız.
-
Emeklilere ikinci iş yasağını kaldırınız.
-
Özel kesimle rekabet halindeki tüm KİT’leri bir defada kapatınız, birikmiş zararlarını siliniz. Öncelikle işletmeciliklerini, arkasından da mülkiyetlerini özelleştiriniz.
-
Tekel durumunda olan KİT’lerin, ana amaç dışı işlevlerini özelleştirmek için T.B.M.M.’de beklemekte olan teklifin yasalaştırılmasını sağlayınız.
Çalışan kadrolarını üçte bir azaltınız.
Türkiye Taşkömürü Kurumu için ise özel yasa çıkarınız. Bu amaçla T.B.M.M.’de beklemekte bulunan teklifin yasalaşmasını sağlayınız.
-
Her kapatılan KİT’in işsiz kalacaklarına yeniden istihdam imkanı yaratmak için T.B.M.M.’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirktetleri yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.
-
Ücret ve fiyat artış oranlarını iki yıl süreyle %20’de sınırlayınız.
-
Tüm götürü vergileri kaldırıp gerçek usulde vergiye çeviriniz.
-
Tüm sübvansiyonları ve destekleme alımlarını kaldırınız. Koşulsuz teşvik ve desteklemeleri durdurup yeniden tanımlayınız (EK-2).
-
Belgesiz hiçbir mal ve hizmet dolaşımı olmayacak şekilde belge düzenini kurunuz.
-
Vergi oranlarını düşürüp, vergi iadesi oranlarını yükseltiniz.
-
Kredi kartı kullanımını yaygınlaştırıp kayıt dışı ekonomiyi küçültünüz.
-
Sanayi kuruluşlarının, kendi bankaları üzerinden kendilerini kredilendirmesini önleyiniz.
-
Medya işletmeciliğinin hiçbir başka işle birleşmemesini sağlayınız.
-
DPT’yi bütünüyle ve bir defada kapatınız. Özerk statülü bir Stratejik Planlama Enstitüsü kurunuz.
-
Kamu arazilerinin işgaline karşı af niteliği taşıyabilecek kanun çıkarılamayacağı yönündeki Anayasa değişikliği önerisinin T.B.M.M.’den geçirilmesini sağlayınız.
-
Kamu bankalarının az sayıda, konforlu ve ucuz konut yapması şeklindeki geleneksel uygulamayı durdurunuz. T.B.M.M.’de bekleyen Konut Edinimini Destekleme Sistemi yasa teklifinin yasalaşmasını sağlayınız.
-
Ve nihayet, yukarıdaki önlemlerin hepsinden daha önemli olarak, “buluşçuluğu ve yenileştirmeciliği” (invention ve innovation) tam olarak destekleyiniz. Bu amaçla Patent Yasasını yenileyiniz. Her coğrafi bölgeye bir adet Patent Kütüphanesi ile bir adet Büyük Kütüphane kurunuz.
Bu sıralanan ve bir “Acil Ekonomik Toparlanma Paketi”’ nin ana çizgileri niteliğinde olan maddeler, Türkiye’nin sosyal sorunlarını çözmesi için bir hazırlık mahiyetindedir.
Bunların hemen ardından hatta mümkünse bu önlemlere paralel olarak iç barışı sağlayabilecek olan bir İç Barış Manifestosu’ na ihtiyaç vardır.
-
-
May 25 2012 ÜST ÜRÜN -ALT ÜRÜN
Bir toplum alt ürünler üretemiyorsa üst ürünler de üretemez!
Burada üst ürün (super products) deyimiyle, ekonomik kalkınma, iç barış, özgürlük ortamı gibi toplumun ihtiyaç duyduğu, ama daha basit yapı taşlarının biraraya gelmesinden oluşan kavramlar; alt ürün (sub products) deyimiyle de üst ürün’leri oluşturan bu yapı taşları kastedilmektedir.
Sokaktaki insan normal olarak daima üst ürün’lerle meşguldür. Onun hangi bileşenlerden oluştuğu, hatta bileşenlerden oluşup oluşmadığı onu ilgilendirmez. Bu kavramlar, toplumu yöneten ve yönlendiren ya da yönetme veya yönlendirmeye talip olanların dağarcıklarında bulunması gereken malzemelerdir.
Soyut görünümlü bu kavramlar, söz konusu bu kesimlerin kavram dağarcıkları içinde yer almamışsa, bu takdirde yerine getirilmesi imkansız vaatlerde bulunulması ama sonra da bunların yerine getirilemeyip güç durumlara düşülmesi kaçınılmazdır.
Çirkin politika adı verilen olgunun başlıca özelliklerinden birisi olan “tutamayacağı sözü verme” hastalığının nedeni işte bu habersizliktir.
Toplumumuz bugün, çirkin politika yerine alternatifler aramaktadır. Mevcuttan şikayetçidir ama yerine ne istediğini tam ifade edememektedir. Daha çok gelir, daha çok özgürlük istemektedir. Ama bunların birer üst ürün olduğunun farkında değildir. Bu ürünleri başkalarının üretip kendilerine sunacağını zannetmekte, politikacılar da bunları sunabileceklerini sanıp söz vermektedirler.
Bu ürünler bizzat toplum, yani bireyler topluluğu ve dolayısıyla da bireylerce üretilebilir. O halde bireylerin ürettiği alt ürün’ler, onların tüketebileceği üst ürün’leri belirlemektedir.
Ekonomik refah gibi bir üst ürün’ü arzulayan bireyler onun, zeka – bilgi beceri- ruhsal sağlık ve erdem alt ürün’lerinden oluşan nitelik dokusu’nun bir türevi olduğunu bilseler, kendilerine bol keseden refah vaadeden politikacıları seçerler mi?
Bu aynen, “size ev vereceğim ama sizden birşey istemeyeceğim!” diyen bir kişinin durumuna benzer. Kendisine böyle bir vaatte bulunulan kişinin tek yapması gereken karakola başvurup kendisini kandırmak isteyen kişiyi şikayet etmesidir.
İçinde yaşadığımız ekonomik bunalım günlerinden çıkıp, müreffeh bir hayata kavuşmak istemeyen hiç kimse herhalde yoktur. Ama bunun, mevcut alt ürün’leri üretmeye devam ettikçe mümkün olamayacağını bilenlerin sayısı da oldukça az görünmektedir.
Dürüst politikacılardan beklenen, bu mekanizmayı halkın diline (hatta çeşitli kesimlerin dillerine) çevirip anlatmak ve onların halen ürettikleri alt ürün’ler yerine daha başka alt ürün’ler üretmelerini istemektir.
İnsanımızın nitelik dokusunu oluşturan alt ürün’ler, bugün için ancak elimizde bulunan üst ürün’ü (refah düzeyi) tüketebilmeyi mümkün kılmaktadır. Buna razı değilsek -ki değiliz-, bu durumda nitelik dokumuzu geliştirmek zorundayız.
Gerçek bir üretim toplumu haline gelebilmek, ekonomik refahın vazgeçilmez koşuludur. Bu ise daha buluşçu, daha yaratıcı bireylerle mümkündür.
Bu güç hedef nasıl gerçekleştirilebilir? Bu kadar zaman var mıdır? Mevcut niteliklerimizi değiştirmeden bir çıkış yolu yok mudur? gibi sorular ancak zaman kaybettirir.
Artık insanlarımız, politikacılardan bu katı gerçekleri ve bunlar için öngördükleri çözümleri duymak istiyor. Yeni Politika bu olmalıdır.
Çarşamba, 15 Haziran 1994