-
May 25 2012 KAMUOYU BİLİNÇLENDİRİLMEDEN, DEVLETÇİLİKTEN ÖZEL GİRİŞİMCİLİĞE GEÇİLEMEZ!
Öyle süreçler vardır ki zaman, bu süreçlerin oluşmasında olumlu rol oynar. Bazı süreçlerde ise zaman aksi etki yapar ve süreç giderek bozulur.
Bunlardan ilkine en somut örnek, canlıların yavrulama sürecidir. Her canlı -yumurtlama ya da doğurma yoluyla olsun-, Dünya’ya gelmeden önce belirli süreleri tamamlamak zorundadır ve geçen süreler, süreçlere olumlu etkide bulunur.
Zamanın, süreci olumsuz etkilemesi haline somut bir örnek ise, yiyeceklerin bakteriler tarafından bozulmasıdır. Bu şekilde bozulmaya başlayan bir besin baddesi zaman geçtikçe daha çok bozulur. Bu durumda zaman, süreci olumsuz etkilemektedir.
Bir kural olarak denilebilir ki, çeşitli süreçleri yerleştirmek, hele ve hele mevcut bir süreci değiştirip onun yerine bir yenisini yerleştirmek isteyen “süreç yöneticileri”, yerleşmesini arzuladıkları süreçler üzerine zamanın hangi yönde etki yapacağını peşinen saptayarak işe başlamalıdırlar. Aksi halde, zamanın daima “olgunlaştırıcı”, “yapıcı”, “olumlu” etkide bulunacağı sanısıyla yola çıkılırsa, zamandan olumsuz etkilenen süreçlerin çürümeyle sonuçlanması gibi acı sürprizlerle karşılaşmak kaçınılmazdır.
Özelde ekonomide genelde ise devlet yönetiminin bütününde, devletçilik bir süreçtir ve Türkiye, cumhuriyetin ilanından bu yana -hatta Osmanlı’da- bu sürecin içinde yer almış, toplum değerleri buna göre şekillenegelmiştir. İnsanlar, kendileri ve toplumun bütünü için doğru, iyi ve güzel’lere, bu değer ölçüleri uyarınca karar vermişler, hala da öyle vermektedirler.
Bu değerlere göre devlet, vatandaşlarının nelere inanıp nelere inanmayacaklarına, neleri ve de nasıl öğreneceklerine karar vermeli, onların sorunlarını çözmeli, okutmalı, iş bulmalı, emekli etmeli, hangi alanlarda girişimde bulunulacağını saptayıp planlamalı, ekmeğin ve lokantadaki yemeklerin kaça satılacağına ya da taksi ücretlerine vatandaş adına karar vermelidir. Velhasıl vatandaşlar için bütün doğru, iyi ve güzellere devlet karar vermelidir. Devlet, bunları ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde “iyi devlet”tir.
Özel girişimcilik ise tamamen farklı bir süreçtir. Devletçi sistemde devlete yüklenen her işlev bu defa özel girişimciler arasındaki rekabete ve bu rekabetin haksızlıklar yaratmaması için devletin gözetim ve gerektiğinde müdahalesine bırakılmıştır. Ayrıca da sistemin vahşi bir kapitalizme dönüşmemesi için gerekli sosyal politikaları gözetmek de devletin bu süreçteki rollerinden birisidir.
Devletçi sistemin değer ölçülerini benimsemek durumunda kalarak onları öğrenmiş -ve ondan başka sistem olamayacağına inandırılmış- bir toplumun, bu denli kökten farklılıklar içeren bir yeni süreci (özel girişimcilik süreci) benimsemesinde zaman, -eğer özel önlemler alınmamışsa- süreci olumlu etkileyecek biçimde işlemeyecektir.
Çünkü, yeni süreç açısından doğru, iyi ve güzel olan her şey, insanların alışmış oldukları değerlere taban tabana zıttır ve insanlar bu zıtlıkları kabul etmeyecekler, aksine, zaman geçtikçe haksızlığa uğradıkları konusundaki kanaatleri kökleşmeye başlayacaktır.
Bugün ülkemizde, özel girişimciliği benimseyen kesimin dışında kalan kesimlerin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri ve direnmeye varan yakınmalar, zamanın, özel girişimcilik sürecini yerleştirme yönünde işlemediğinin somut kanıtıdır.
Özel girişimcilik sürecinin yerleşmediğinin, yerleşmesinin -bu koşullar sürdükçe- mümkün olmadığının en belirgin kanıtı, çeşitli kesimlerin bu yeni süreçten şikayetleri değildir.
Ondan çok daha önemlisi, özel girişimcilik sürecini bizzat yönetmek durumunda olan bürokratik ve politik sınıfın, özel girişimciliğin gereklerini yerine getirmeyişleri, getirmek bir yana devletçi sürecin aletleriyle özel girişimcilik sürecini yönetmeye çalışmalarıdır.
Sözün özü, başta bürokratik ve politik sınıflar olmak, ama
toplumun bütününü de kapsamak kaydıyla, “özel girişimcilik süreci”nin değer ölçüleri -hiç olmazsa başlıcaları- konusunda toplumumuz bilgilendirilmediği takdirde, devletçilikten özel girişimciliğe geçmek mümkün değildir. Lafını etmek, geçmiş gibi görünmek, hatta bir kısım kurumlar oluşturmak mümkündür ama bunların hiç biri yerleşik olamayacağı gibi insanlar -hatta onların yeni nesilleri- kendilerini mağdur saymaktan kurtulamayacaklardır.
Cuma, 05 Mayıs 1995
-
May 25 2012 Kurumsal Meditasyon
Kurumlar da insanlar gibi, yapmakta oldukları işlere kendilerini kaptırırlar ve bir süre sonra, işlerini kontrol ediyormuş duygusu içinde, aslında bütünüyle dışındaki dünyanın ona empoze ettiği işleri, yine dışındaki dünyanın empoze ettiği öncelik ve aciliyet derecesine göre yapmaya devam ederler. Bu bir çeşit tutsaklık olup, kişi ya da kurum bunun sürdürülmesi için çeşitli -ve büyük ölçüde de mantıklı- gerekçeler üretir.
Bu ilginç olgunun dayandığı gerçek, her sürecin kendi çevresinde yarattığı ve kendi varlığını sürdürmeye yönelik bir “çekim alanı” –Process Maintaining Attitude (PMA) denilebilir- gibi düşünülebilir. PMA, kişi veya kuruma, “işler yürüyor!” güvenini sağlar. Bu güven duygusu, süreçlere müdahale etmeyi, onu yeniden yapılandırmayı engelleyen başlıca etkendir.
Buradan, yeniden yapılanma projeleri için çıkarılabilecek bir sonuç, kişi veya kurumun, kendini bu PMA çekim alanından kurtarması mecburiyetidir. Bu daha somut olarak, kendini yeniden yapılandırmak isteyen kişi ya da kurumun, kendi iradesi ve PMA çekim alanı arasındaki farklılığın farkına varması ve bu farkındalığın bir işareti olarak da belirli bir süre “bir şey yapmadan durabilmesi” demektir.
Bu “belirli süre”, gündelik yaşam ölçüleriyle, yalnızca “farkında olmak için” gerekli süre kadardır. Daha da açık olarak, yürümekte olan süreçlerle tüm bağlarını koparmak suretiyle düşünebilmek demektir. Bu -aynen kişisel meditasyonlarda olduğu gibi- egzersizle geliştirilebilen ve istenildiği anda dış dünya ile bağlantıların kesilmesi gibidir.
Böylece kişi ya da kurum, işlerin aslında “süreçlerin kendi iradeleri” ile yönetildiğini, kurumun işler tarafından “sürüklendiğini” idrak ettiği anda, yeniden yapılanmanın ilk adımı olan “neler-niçin oluyor?” sorusunu, işlerle tüm bağlarını korkusuzca kesmiş olarak sormaya hazır demektir.
Kendi kişisel ya da iş yaşamını yeniden şekillendirmek -ki buna bir çeşit bireysel re-engineering denilebilir- isteyen bir kişi , zamanını genelde “başkalarının” (müşteriler, satıcılar, kendi dışındaki herkes) yönlendirdiğini, bu ortamlardan bir şekilde uzaklaşıp (seyahat ya da bilinçli olarak uzaklaşmak amaçlı olarak) bir “iç sessizliğe” kavuşunca “idrak” eder.
Bir kısım kişi ya da kurum ise, PMA çekim alanının sağladığı güven duygusu bağımlılığını sürdürebilmek için bu gibi fırsatlarda dahi “başkaları” ile olan bağlantılarını koruyarak içine düşmüş olduğu bağımlılığı tatmin etmeyi sürdürür.
Burada tanımlanan “iç sessizlik” sağlama yöntemine “Kurumsal Meditasyon” denilebilir. Bunu, tüm kurum personelinin yapabilmesi iyi, ama pratik olarak güçtür. Bu nedenle, üst yönetimde yer alan kişiler ile başlamak ve olabildiğince yaygınlaştırmak tavsiye edilir.
Her tür meditasyonun kendine göre bir `mantra’sı olduğu gibi, Kurumsal Meditasyonun da bir mantrası olmalıdır. “Bunu yapmasam olur mu?” iyi bir mantra olabilir.
Kişilerin, kendi dışlarındaki süreçleri gözleyip sonra da onları yeniden şekillendirebilmeleri için, kendileriye süreçlerin farkını farkedebilmeleri, yani süreçlerle bütünleşmişliklerini koparabilmeleri gerekir. Süreçleri objektif olarak gözleyebilmek, “neler-niçin oluyor?” sorularına doğru cevaplar verebilmeleri için, PMA alanlarının sağladığı güven duygusuna ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir öz-güven geliştirmeleri gerekir. Aksi halde, kendilerini süreçler dışında korumasız hisseden kişilerin objektif gözlemler yapmalarına imkan olmayacaktır.
Bu iç sessizlik durumu, gözlem yapıldığı sürece korunmak zorundadır. Bu ise ancak, bu özelliğin “zihinsel-kurgu” (mind-setting) içinde yer almasıyla mümkündür. Bunu ise ancak kişilerin kendileri yapabilirler. dış destek ancak katalizör rolü oynamalıdır.
Bu aşamadan itibaren bir organizasyon için yeni hedefler konulabilir, sorunları teşhis edilebilir, çözümler üretilip uygulanabilir.
Ekim 2001
-
May 25 2012 Değişen dünyada değişen Türkiye için:
yeni dönem-yeni söylem..
Sokaktaki insanımızın tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü, “içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı”na kafa yoruyor. “Kurtulmak” ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların kastedildiği tahmin edilebilir.
Kurtulmak istenilen durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu “domuzbağı sarmalı” aynen böyledir.
A. Einstein bu dilemma’yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlarla çözülemez! Machiavelli de benzer tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin güçlüğüne değinmiştir.
İçinde bulunulan global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal ölçekli “kurtulma” araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler, platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı niteliklere sahiptirler.
Buna karşılık -medyaya ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.
Çoğunun halis niyetlerinden kuşku bulunmayan bu “kurtarma girişimleri”, mevcut değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez, yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!
İşte sorun budur ve esas kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.
Milyonlarca kişi ve kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun yöneltilmesidir: girişiminizin üzerinde yapılandığı söyleminizin birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi “değer yargıları” ve “doğrular”ı koruyup hangilerini değiştirmeyi öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar mısınız?
Gerek politik gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların aslında birer “görüntü”den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise “değer yargıları” ve “varsayılan doğrular”ın yanlışlık ve/ya zamanının geçmiş olduğudur.
Girişimciler rakiplerini akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü “doğrudan çözme araçları”na sahip olduklarını idrak edebileceklerdir.
Mesele sorunları görüp görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları görmektedir.
Mesele, “doğrudan çözme” denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. “Onlar bilemedi yapamadı, ama ben bilirim yaparım”, en yanıltıcı “doğrudan sorun çözme aracı”dır ve maalesef halen tedavülde bulunan girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit testi budur: yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip edilmediği.
Bu akıl yürütmeden herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.
“Kurtulmak”la ne(ler) kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir. Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.
Çıkarılmaması gereken ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için “giriş” bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de gereklidir.
Yeni söylemin bir yeni değer yargısı: demokrasi yalnız hak ve özgürlükler değil, sorumluluklar rejimidir de..
Eski söylemlerin hemen tümü, “bizi yönetenler” şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.
Peki, “demos-kratus=halkın kendini yönetmesi” ne olacak ve halkın buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?
Hayır, halk bir şey üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar üçgeninin sadece “gelir” tarafıyla ilgilenecek, “bizi yönetenler” ise “gider” yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.
Yeni söylemin bir ayağı, bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer yargısı, “halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı- ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından üstlenileceği”dir.
Bugün “bizi yönetenler” denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda “kolaylaştırıcılık” işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim, halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir. Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır. Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma görevine sahiptir.
Yeni söylemin bir başka değer yargısı: “bütün”lerin parçalanıp, böylece oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların bütünleştirilmesi..
Geleneksel söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü açan iki parçalı bir “bütün”dür.
Keşif ve icatlar önce “niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı, olabilir gibi geliyor vs.” şeklinde bir sezgi ile başlayıp, daha sonra akıl yoluyla bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi olarak kalırken, süzgeçten geçenler “buluş” olarak yerini bulur. Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya çalışılır ve böylece sürer gider.
Şimdi bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar. Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl, sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir, yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.
Sonuç şudur: değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya zorluyor.
Bu fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde aramamız gereken özellik budur.
Macintosh HD:TINAZ:Makaleler (e-Mak):yeni_soylem.doc, Created on Monday, 05 November 2001 13:49, Page 2 of 2
-
May 25 2012 MİLLETVEKİLLERİ İÇİN ETİK GÜVENCE
1995 yılında, İstanbul Heybeliada Halki Palasta 2 tam gün süren bir arama konferansı yapıldı. Arama konferansının konusu, bir süre sonra yapılacak olan genel seçimlerde, milletvekillerinin seçmenlerine taahhüt edecekleri az sayıda ve denetlenebilir somutlukta etik güvence ilkesi belirleyebilmekti.
Milletvekili yemini her ne kadar benzer amaca yönelik ise de denetlenmesi mümkün olamayacak ifadeler içermesi nedeniyle, böyle bir girişime gerek duyulmuştu.
Arama toplantısının katılımcıları arasında, halen parlamento üyesi olan Sn. Ahmet Tan ve Sn. Sema Pişkinsüt’ü hatırlıyorum. Meclisteki tüm partilerden en az birer kişi katılımcılar arasındaydı. Ayrıca medyadan, bürokrasiden ve sokaktaki insandan oluşan yaklaşık 30 katılımcı ile yapılan bu çalışma sonunda, aşağıdaki etik güvenceler belirlendi. Bunlar üzerinde çok küçük redaksiyon çalışması yapılmış olup orijinaline uygun sayılabilir. Her maddenin altına, birer ikişer cümle ile konulan açıklamalar ise orijinal metinde olmayıp tarafımdan eklenmiştir.
Bu metin, hemen konferanstan sonra tüm partilere dağıtıldı ve bir kısmı tarafından da seçimlerde kullanıldı. Belki zamanın kısalığı, belki medyanın yeterince üzerinde durmayışı nedenleriyle o tarihte kamuoyunda pek de yankı uyandırmadı.
Seçilmişlerin başka dünyalardan geldiklerine, toplumun genel kabul görmüş değer yargılarını temsil etmediklerine, onları seçenlerin sütten çıkma ak kaşık olduklarına ve her nasıl oluyorsa yıllardır hep eğri insanların bulunup bulunup da meclise yollandığına ilişkin bir genel inanç vardır. Bu inanç, kendi düşüncelerinden hiç kuşkulanmamaya, her aklına geleni doğru sanmaya koşullandırılmış -eğitim bu demektir- insanımıza pek uygun gelmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada, böylesine bir etik güvencenin daha önem taşıdığını ve de daha ilgi ile karşılanacağını umuyorum. Yapılabilecek ilk genel ve yerel seçimlerde, halkın karşısına binlerce aday çıkacak. Bunlardan, kendi belirleyebilecekleri ve denetlenebilir olduğu konusunda tereddüt olmayan üç-beş etik güvence vermelerini isteyelim. Eminim ki bu adayların bir bölümü açılıştan vazgeçeceklerdir.
Bir bölümü ise bu güvenceyi “nasıl olsa bozarım” düşüncesiyle verecektir. İşte o noktada yurttaş olarak demokrasinin hakkını verip veremediğimiz, daha da doğrusu demokrasiye ne ölçüde layık olduğumuz ortaya çıkacaktır.
Ama esas kazanç, güvence veren ve ona uyabilen az sayıda da olsa seçilmişin yaratacağı ahlaki değer tabanı olacaktır.
Bu tabanı inşa etmeden siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alanları eleştirebiliriz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten bucak bucak kaçarak siyasetin gerçekten kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını görebilmeliyiz.
Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanlar için bu konferansın bulgularını bilgilerinize sunuyorum.
Saygılarımla,
M.Tınaz Titiz
Kasım 19, 2001
-
MECLİSLERİ DEVRE DIŞI BIRAKACAK HER TÜRLÜ GİRİŞİME BİZZAT DİRENECEĞİMİ,
(Rusya’da Yeltsin’in bizzat tankların üzerine çıkarak parlamentonun işgaline karşı çıktığı hatırlanmalıdır)
-
HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİME VE KAMU OYUNA AÇIKLAYACAĞIMI,
(Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi -conflict of interest- yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)
-
ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,
(Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir. )
-
TALEPLERİMİ YAZILI VE İMZALI OLARAK YAPACAĞIMI,
(Milletvekillerinin, icra makamlarına -bürokrasi, bakanlar vbg- yapılan taleplerin çoğu sözlüdür. Bunların yazılı yapılmasının istendiği hallerde çoğu talebin geri alındığı deneyimlenmiştir. Son Kemal derviş olayındaki taleplerin yazılı yapılması istenseydi ortaya çıkan olumsuzluklar büyük olasılıkla olmayacaktı)
-
KİMSEYE SÖZLÜ VEYA FİZİKİ TACİZDE BULUNMAYACAĞIMI,
(Parlamento içinde düşünceyi ifade etme özgürlüğü açısından son derece önemlidir. Bunu taahhüt etmiş kimselerin sayısının artması bir yana, tacizin kamuoyunda ayıplanır hale gelmesi, bir diğer deyişle bir yeni değer yargısının yerleşmesi gerekmektedir. Çünkü halen bu tür şeyler toplum arasında da pek yadırganmıyor)
-
BAŞKASI YERİNE OY KULLANMAYACAĞIMI,
(Bugün yüksek teknoloji yardımıyla yapılmaya çalışılan birbirinin yerine oy kullanmama konusu, Millet Meclisinin ilk inşa edildiği yıllarda mekanik olarak yapılmıştı. Birbirine hiçbir şekilde uymayan 600 adet anatar yardımı ile herkes kendi oyunu kullanmaya mecburdu. Ama o zamanlar, birbirine anahtarını verip oy kullandıran kişiler nedeniyle sistem yıllardır kullanılmadı)
-
ŞAHSIMLA İLGİLİ ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİĞİ VE SEÇİM KANUNUNDAKİ DEĞİŞİKLİKLERİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,
(Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla: o da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımzdaki eksik bir elemana!)
-
HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUM VE DURUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,
(Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)
-
İMAR İHLALLERİ VE ARAZİ İŞGALLERİNE YOL AÇABİLECEK AF KANUNLARINA KARŞI OY KULLANACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir.)
-
TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,
(Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararlını kastediyorum- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)
-
SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, BU OLANAKLARIN YASAL OLARAK SINIRLANMASI İÇİN ÖNERİ GETİRİP OY VERECEĞİMİ, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir)
-
ŞEFFAF OLMAYAN SATIN ALMA, SATMA, DEVRETME, İMTİYAZ VEYA İŞLETME HAKKI VERME İŞLERİNE DOĞRUDAN VEYA DOLAYLI OLARAK KATILMAYACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir)
-
ŞANTAJ VEYA ÇIKAR AMACIYLA DOSYA VE BİLGİ SAKLAMAYACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir. Durup durup da ortaya bir bilgi çıkarana sorulması gereken ilk soru budur: şimdiye kadar çıkarmadın ise, başkasının elinde de seninle ilgili bir bilgi mi var, yoksa pazarlıkta mı anlaşamadın?)
-
GÖREVİM DOLAYISIYLA SAHİP OLDUĞUM OLANAKLARI, TOPLUM ÇIKARLARI ALEYHİNE KULLANMAYACAĞIMI VE KULLANDIRTMAYACAĞIMI,
(İlgili yazımda açıklıyorum.)
TAAHHÜT EDİYORUM.
-
-
May 25 2012 YUHALAMA İLLETİ !
Gazetelerde sık sık fişmanca toplantıya katılan bir politikacının yuhalandığı ya da yuhalanma korkusuyla bir toplantıya katılmadığı gibi haberler yeralır.
Gelişmiş ülkelerde, sevilsin ya da sevilmesin politikacıların yuhalanması değil, onun seçilmişliğine gösterilen bir saygının -ki toplumun kendi oyuna saygı göstermesidir- ifadesi olarak politikacıların alkışlanması adettir. Alkışlama, o kişilerin takdir edildiğini ya da sevildiğini değil sadece onları seçen “sistemin” takdir edildiğini göstermektedir. Ülkemizde ise böyle bir adet olmayıp bunun tam tersi vardır.
Başlıca belirtisi “yuhalama” olan bu illetin acaba sebepleri nelerdir?
Nedenlerden birisi, insanlarımızın tepkilerini dile getirme konusundaki çekingenlikleri ve bu nedenle de bu konudaki beceriksizlikleridir. Uzun süre herşeyi içine atarak tepkisini bastıran bir kişi, birgün birdenbire bıçağı çekip anlaşılmaz bir biçimde karşısındakini doğramaktadır.
Yuhalama biçiminde bir çeşit saldırganlıkla ortaya çıkan illetin ikinci nedeni ise, insanlarımızın tek tek birşeyler yapmaktan korkmaları, bunun yerine ancak toplumun arkasına sığınarak tepki koyayabilmeleridir.
Ama bu iki nedenin de altındaki Kaynak Sebep, insanlarımızın daima suskunluğa yönlendirilmiş, konuşmanın başkaldırı olarak sayılmış olmasıdır. Eski neslin edep ve terbiye ölçütlerinden birisinin de küçüklerin büyükler yanında konuşmasına izin verilmeden konuşmaması olduğuna göre, yaşı büyümüş insanların da hala “büyüklerimiz izin verirse konuşabiliriz” geleneğinden kurtulamaması doğaldır.
Yuhalama, iletişimi tamamen kesen, durumu daha da içinden çıkılmaz yapan bir illettir. Muhtemelen, insanımızın konuşmasını istemeyenler, onları yuhalamaya teşvik etmekte böylece iletişim ortamını tamamen tahrip etmektedirler.
Yuhalamak yerine bir kişinin kalkıp yumuşak ve terbiyeli bir ses tonuyla, “ sayın politikacı, siz anlamlı konuşmuyor bizleri aptal yerine koyuyorsunuz. size güvenmemizi istiyor ama bir yandan da size güvenmemizi gerektirecek hiçbirşey yapmamış olduğunuzu biliyorsunuz. Lütfen bizim zamanımızı bu şekilde almayınız. Ya bizi ciddiye alınız ya da biz sizi daha fazla dinleyemeyeceğiz ve de bundan sonra size oy vermeyeceğiz. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum” dese, bu çok daha unutulmaz bir ders olmaz mıydı?
-
May 25 2012 ZAYIF BÜNYE HER HASTALIĞA AÇIKTIR!
Trafik katliamları, içlerinde canavar bulunan bazı sürücüler tarafından yaratılmaktadır.
Orman yangınları, tarla açmak, anız yakmak için ve terör örgütlerince çıkarılmaktadır.
Laiklik, köktendinciler tarafından, demokrasimiz ise politikacılar ve askerlerce tahrip edilmektedir.
Turizmimiz Yunanistan, Boğazlar Rusya, İşçilerimiz Dazlak’lar tarafından tehdit edilmekte; kamu arazileri mafya’ca yağmalanmakta; topraklarımız aşırı yağmur nedeniyle erozyona uğrarken, İstanbul ise aşırı yağmursuzluk nedeniyle susuz bulunmaktadır.
Özet olarak tüm Dünya ülkeleri, doğa ve bizzat kendi insanlarımız, toplumumuza karşı düşmanca bir tutum içindedirler.
İç ve dışındaki tüm ögelerin kendine düşman sayılması halinin bir ruhsal hastalık olduğunu biliyoruz.
Türkiye’nin bu denli çeşitli düşmanı yoktur. Daha doğrusu düşman sahibi olmak bir “dışsal olay” değildir. Her toplum, gücü ile ters orantılı olarak düşman çeşidi ve etkinliğine maruzdur. Ülke ne denli güçsüzse o kadar çok düşmanı vardır. Güçlendikçe düşman sayısı azalır, zayıfladıkça artar.
Hayatın kaynağı denilebilecek olan yağmurun, sel baskınlarına, trafik kazalarına, dere yatağı içine gecekondu inşa etmiş vatandaşlarımızın evsiz kalmalarına, havada asılı duran sülfür dioksidin asit yağmuru olarak tepemize yağmasına neden olabilmesi, bu Tanrı vergisi bereketin bize “düşman” olmasından değil, bizim beceriksizliğimizden türemektedir.
Ülkemizin güçsüzlüğü, doğa’nın ve diğer toplumların doğal davranışlarının düşmanlığa dönüşmesine yol açmaktadır. Yani bizim düşmanımız tektir ve o da, bizim yetenek, bilgi-beceri, ruhsal sağlık ve erdem konularındaki yetersizliklerimizdir. Buna toplumun “nitelik dokusu yetmezliği” diyebiliriz.
Düşünme stilimizi kalıpçılıktan nedenselliğe dönüştürebildiğimiz ölçüde bu gerçek düşmanı daha iyi teşhis edecek ve onu yenebileceğiz. Aksi halde düşmanlarımız her geçen gün çeşitlenecek ve de güçleneceklerdir.
Pazar, 18 Eylül 1994
-
May 25 2012 NE OLUR VATANI BU KADAR SEVMEYELİM!
Medyayı izleyip çeşitli makamlara gelmek için yarışan kişileri gördükçe, vatanımızı bu kadar çok seven bu denli çok yurttaşımızın olduğunu biraz sevinç biraz da kuşkuyla gözlüyoruz. İnsan bu örnekleri izledikçe aşağılık duygusuna kapılıyor ve bu vatan sevgisinin nasıl ürediğini öğrenme isteği depreşiyor.
Yerel ya da genel yönetimlerde görev almak için birbirlerini çiğneyen bu insanlara hemen her yerde rastlamak mümkün. Özel sektörde, gönüllü kuruluşlarda, bürokraside, siyasette ve her yerde.
Bu kişiler dikkatle dinlenildiğinde, hepsinde ortak olan noktanın “hizmet aşkı” olduğu, vatan sevgisinin, ise bu aşkın bir dışavurum biçimi haline geldiği görülecektir.
Kuşkusuzluk (ezber) illetini biraz aşıp, bu “hizmet aşkı”nın kaynağı araştırıldığında, genel kanının aksine, maddi çıkar beklentilerinin pek büyük pay oluşturmadığı görülecektir. En azından, bir bölüm kişi için böyle bir çıkar katiyen söz konusu değildir. Hizmet aşkı hastalığının temelinde şu dürtülerin bulunması olasıdır:
- Ezilmişlik : Herhangi bir veya birkaç nedenle ezilen ve kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan kişiler, en tehlikesiz yol olarak hizmet aşkını seçmektedirler. Böylelikle verdikleri zararın faturasını daima başkaları ödemektedir.
- Değeri kendinden menkul olmak : Bilgilerinin kaynağı kendi olan ve inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için bunu başkalarıyla karşılaştırmayan kişiler, bunları uygulayarak başkalarının da yararlanmasını sağlamak ve böylece takdir toplamak yolunu seçerler. Fatura yine başkalarınca ödenir.
- Bilgisizlik : Hizmet aşkını bir meslek haline getirdiği için dünyadan kopan, çevresindeki insanların ayaküstü söylediklerinden oluşan doğrularla yaşamak zounda kalan kişilerin durumu böyledir.
- Tek doğrululuk : İlkokul üçüncü sınıftan sonrasını okumuş olanlara musallat olmuş kuşkusuzluk (tek doğrululuk, ezber) illetinin gündelik yaşama yansımasıdır. (Not: Bütün çabalara rağmen ezber üçüncü sınıftan aşağı indirilememiştir.)
Bu tablo karşısında bir de şöyle bir gözlem vardır: Aklı başında insanlar, düşünebildikleri tüm yolları kullanarak, hizmet aşkı ve vatan sevgisiyle dolu bu insanlara uyarılarda bulunmakta, üretimsizliğe, buluşsuzluğa, mişgibiciliğe dayalı yolların sonunun hüsran olacağını anlatmaya çalışmaktadırlar.
Fakat esas bu yol çıkmazdır. Bu hastalığa tutulmuş, illa da kendi usulleriyle vatana hizmet etmeyi kafasına koymuş kişilere hiçbir güç doğru yolları gösteremez. Dolayısıyla bu yolda harcanacak çabalar zaman kaybıdır.
İzmirli iş adamımız Sayın Uğur Yüce’nin, sessiz yürüttüğü son derece önemli bir faaliyeti var. Önemli eserlerin 30-40 sayfalık çeviri özetlerini, bir dağıtım listesi uyarınca dağıtıyor. Son özetin adı “İFLAS 1995” (Bankruptcy 1995, Harry E.Figgie Jr., Gerald J.Swanson).
Borcu borçla ödeme sarmalının, borcun faizini borçla ödeme noktasına geleceğini ve sonunda A.B.D. ekonomisinin kısa sürede iflas edeceğini rakamlarla açıklayan kitabın yazarları, bu fasit çemberin nasıl durudurulabileceğini tartışıyorlar. İlginç olan nokta, bütün analızlerin sonunda geldikleri yer, bu uyarıların bir işe yaramayacağı, vatandaşların inisyatifi ele alıp her türlü yolu kullanarak Amerikalı hizmet aşıklarını tuttukları yoldan vazgeçirmeleridir.
Belli ki bu tür kaynaklara dayalı hizmet aşkları ve bunlara dayalı vatan sevgileri evrensel birer hastalıktır. Türkiye’de de kolay başa çıkılamayacağı anlaşılıyor. Bu durum karşısında yapılabilecek tek şey görünüyor: Bir bölümü ekonomik, geri kalanı sosyolojik olan ölümcül sarmaldan kurtulabilmek için, vatanı çok sevenlere güvenip ihale etmekten vazgeçmek ve vatanı sevdiğini daha anlamlı yollarla gösterebilen gerçek vatanseverleri teşhis ederek onlarla işbirliği içinde sorunlarımıza kendimizin sahip çıkması.
Kaynağı olmayan sosyal politikaların uygulanması, verimlilik, rekabet gücü yüksek sistem tasarımı ve benzeri dayanakları bulunmayan ücret artışlarının durdurulması, ücret ve fiyat artışlarının sınırlanması gibi radikal önlemleri vatandaşlar alamayacağına göre ne yapılmalıdır.
Bugünkü siyaset anlayışımızın ülkeyi felakete götürdüğünü; siyasetin, işsiz insanların geçim kaynağı olmaktan çıkarılmadığı sürece bu sarmalın kırılamayacağını anlamış insanlarımızın yeni bir siyasi ahlak normu oluşturmak için bir ağ oluşturmaları gerekiyor.
“Yeni Siyaset Andı” denilebilecek bu etik kod, siyasetten başka bir geçim yolu olmayan insanların, vatanı ne kadar çok severlerse sevsinler siyaseti bırakmalarını, siyasetin tam-zamanlı bir ekmek parası kazanma aracı olmaktan çıkarılmasını istemelidir.
Vatanı biraz daha az seven, akıllı ve cesaretli insanlara ihtiyaç olan günler gelmiştir.
5 Şubat 1999
-
May 25 2012 NİHAYET BİZ DE KENDİMİZE VİZE KOYUYORUZ!
Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. En çok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.
İstanbul’a pasaportla girilmesi -ve tabii ki pasaportun zaman zaman vize ettirilmesi-, şehrin kalabalıklaşması karşısında bir önlem olarak yine gündeme geldi. Bu önlemi düşünenler ve onaylayanlar muhakkak ki düşüncelerini beğenmekte, böyle bir şeyi ilk defa yaşama geçirecek olmanın heyecanını duymaktadırlar.
Bu heyecanı kontrol altına alarak, bu girişimin olası sonuçlarını, vize ya da pasaportun gerçek anlamının ne demek olduğunu, gerçekteki sorunun İstanbul’un artan nüfusu mu yoksa başka birşey mi olduğunu anlatmak biraz güç görünüyor. Ama bu konuda biraz olsun derinlikli düşünmeye katkıda bulunmak hepimizin ortak sorumluluğudur.
Adı her ne olursa olsun, bir ülke vatandaşlarının o ülkedeki bir kente giriş-çıkışlarının, harp, salgın hastalık ve bu gibi geçici-zorunlu hallerin dışında kamu otoritesince izne bağlanması, hatta bağlanmak istenmesi bütün vatandaşlarının yüzlerine atılmış bir şamardır.
Seyahat özgürlüğü, anayasamızın şimdiye kadar zedelenmemiş maddelerinden birisiydi. Böylece o da hizaya gelmiş olacaktır.
Ekonomik faaliyetlerindeki yoğunluk nedeniyle iş bulma ya da kurma imkanlarının daha geniş olduğu bir yere göç etmek, en doğal sayılması gereken olgulardan birisidir. Bırakınız engellemeyi, özendirilmesi gerekir. Esas kaçınılması gereken, kırsal kesimde oturup yeterince katma değer üretmeden milli gelirden daha fazla pay talebetmektir.
Bu tür iç göçmenler, göç ettikleri yerin kurallarına uymak kaydıyla bir sistemin dinamizmine katkıda bulunurlar. Kaçınılması gereken, kontrolsuz göç denilebilecek olgudur. Bu, hastalanan şişman bir kişinin kontrolsuz biçimde kilo kaybetmesi gibidir ve tehlike işaretidir. Kontrollu kentleşme ise istendik bir durumdur.
Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.
Peki durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, çoğu durumda olduğu gibi bu konuda da yanıltıcı çözümlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır
İlk cevaplanması gereken soru, İstanbul nüfusunun hangi kaynaklardan beslenerek arttığıdır.
Bir yerden -dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden-, mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.
Sokaktaki insan bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktaki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.
İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.
İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.
İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs. Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.
Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup, yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.
Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!
Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.
Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Taksim meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.
Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?
Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.
İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.
Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.
İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.
Peki bu, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek demektir? Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden; yani kente gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermelerini sağlayacak ve gerekirse yaptırım uygulayarak sağlayacak önlemleri uygulamadan, hiç kimseye yeni bir hizmet götüremez, götürmek sözü veremez. Bunun aksi, kuralsızlığın özendirilmesidir.
Bazı iyileştirmelerin kısa süreli sonuçları yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açılırsa gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür.
Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.
Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, bu savın gerçekliğini göreceklerdir. O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.
Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı kişilerin kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işleyerek hapishaneye girdiği herkesçe bilinir.
Bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu yapılmazsa ne olur? Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, kente göç etmekte bulunanlardan, kente yararlı işler yapanlar ve kent yaşamına uyum gösterenler göçten vazgeçerler. Geri kalanlar ise dha da kolay gelmeye başlar ve bir “İstanbul pasaportu borsası” doğar.
Mevcut nüfus içinden bazı uyanık (kural tanımazlık anlamında) kişiler, “filan kişiye, yanımda iş ve evimde yatak vermeyi taahhüt ediyorum” biçiminde pasaport koşulu pazarlamaya başlarlar. Bunun denetimi ise, denetimi yapacakları zengin eder.
-
May 25 2012 SORUNLAR İMKANLARDIR!
İyi bir İş Fikri (İF) yaratmak için kullanılabilecek ilkelerden birisi de, “çevrenizdeki sorunların her biri, para kazanılabilecek birer imkandır” demiştim. Bu ifade ile ne demek istediğimi biraz açmak istiyorum. İlk anda biraz sivri görünen bu ilke ilginç ama doğrudur.
Bunun için A.B.D.’ne bakmak yeterlidir. Orada girişimciler akla hayale gelmeyecek sorunları para kazanmak için birer işe çevirebilmektedirler. Bu beceride, o toplumun gelir düzeyinin yüksekliğinin payı göz ardı edilemez. Ama Türkiye’de de gelir düzeyimizle ilgili olarak, sorunlar işe çevrilebilir demektir. Yeter ki sorunları bu gözlükle görmeye, görebilmek için de onlara dikkatli bakmaya alışalım. Ayrıca o ülkede devlet de buna ortam yaratmaktadır. Bu da önemli bir farklılıktır.
Türkiye’de de benzer örnekler gelişmektedir. Ev soygunlarının artması -ki bir sorundur- birçok kişiye İF ilham etmiştir. Alarm sistemleri, takviyeli kapılar, görüntü sistemleri, bayıltıcı spreyler hep bu “sorun”dan kaynaklanmaktadır.
Yalnız yaşayan insanlara yönelik saldırılar -ki bu da bir sorundur-, kurusıkı tabancaları ve benzer araçları ortaya çıkarmıştır.
Davaların çokluğu, özel arabulma mahkemelerini; bakıma muhtaç kişilerin yalnızlığı ise öğrencilerin okul harçlıklarına katkı yapabilecek İF’lerini gündeme getirecektir. Özetle, çevresine farklı şekilde bakabilen insanlar, ülkemizde de giderek artmaktadır.
Şimdi yapmanız gereken şudur: Oturduğunuz evdeki çevrenizden başlayarak yavaş yavaş çemberi genişleterek, gözünüzün önünden çeşitli sorunları geçirip bunları bir kağıda alt alta yazınız. Ama hiç bir şeyi gözden kaçırmayınız.
Aile kavgalarından alınmayan çöplere, bozuk çıkan kutulu yiyeceklerden bakıma muhtaç yaşlı insanlara, gazetesini muntazam aldıramayan aileden, çocuğuna her sabah süt içirmek isteyip de aldıramayan anneye, arabasının lastiklerini zaman zaman çaprazlamanın ona kazanç sağlayacağını bilip de vakitsizlikten bunu yapamayan kişiden, elektrik faturalarını zamanında ödeyememek dolayısıyla ceza ödemekten bıkan kişilere kadar herşeyi yazınız.
Her sorunu bilmenize imkan yoktur. Bunun için tanıdıklarınızdan yararlanın, çok kimseyle ahbaplık edin. İlgilenmediğiniz konuları tanıyın. Etrafınızın irili ufaklı binlerce sorunla dolu olduğunu göreceksiniz. Bunların çoğu gelire dönüşebilecek birer İF’ni içinde taşıyor. Ancak bunların hepsi de size arzuladığınız düzeyde gelir sağlamayabilir. Bunları siz yapmak zorunda değilsiniz. Başkalarına yaptırabilir, siz de işi organize edebilirsiniz.
Şimdi lütfen kağıt ve kalemi elinize alın ve etrafınıza bakmaya başlayın. Şaşıracaksınız!
15 Kasım 1992
YEREL POTANSİYELLER İŞ İMKANLARI DEMEKTİR!
Bir İF (İş Fikri) yaratmanın bir yolu da yerel potansiyelleri görmek ve onlar üzerinde İF geliştirmektir. Yerel Potansiyel (YP) ne demektir?
İnsanlar bir şey ararken en son baktıkları yer genellikle ayaklarının dibidir. Bunun gibi, bir İF arayan kişiler de genellikle uzaklara bakmak eğiliminde olurlar. Daha doğrusu insanlar hangi bilgi-becerilere sahiplerse o alanların dışına bakamazlar. Bu doğaldır da. İnsan bilmediği bir konuda ne düşünebilir ki? Yeni beceriler kazanmak da bunun için önem taşır.
Dünyanın en zengin bitki örtüsü Türkiye’dedir. Bitkilerin ilaç yapımındaki önemleri ise bilinen bir gerçektir. Ama her gün o bitkilerin üzerine basıp geçen bir insanımız, bastığı bitkinin hangi ilaçlara girdi olduğunu (daha doğrusu bir işe yarayıp yaramadığını) bilmediğinden o potansiyel, bir gelire dönüşemez.
Hergün rüzgar esen bir yörede (mesela SİNOP böyledir), onun bir enerji ve dolayısıyla para demek olduğunu bilmeyen bir kişi, bir çevirici aracılığıyla bu enerjiden yararlanamaz. Bir girişimci de bunu bilmezse SİNOP’ta rüzgar jeneratörü ile elektrik enerjisi üretip, akaryakıtla elde edilen ısı enerjisinin maliyetini düşürmeye dayalı bir İş Planı geliştiremez.
Prensip olarak herşey satılabilir. Bir doğa güzelliği bunu isteyen turistlere, çoraklık ise inziva arayan turistlere (böyle bir turizm türü var), dağlarımıza yakın sağlık merkezlerinin bulunmayışı bile, riski ve dolayısıyla puanı yüksek dağlara tırmanmak isteyen iç ve dış turistlere satılabilir.
Bugün kuş cenneti olarak bilinen yerde yerli yabancı yüzbinlerce insana satılan şey sadece, yörenin “kuşların konaklama yeri” olmasıdır ve bizler tarafından değil, bu tür potansiyelleri kolayca gören yabancılar tarafından keşfedilip Dünyaya tanıtılmıştır.
İnsanımız, yaşadığı yerdeki potansiyelleri görebilmesi için “neyin neye yaradığını” öğrenmelidir. O halde yeni İF’nin bir kanalı da çevremizdeki “şey” lerin, ne(ler)e yarayabileceğini araştırmaktan geçmektedir.
Ancak şunun hiç unutulmaması gerekir. Becerilerini geliştirmeyen ve sadece başkalarından yardım bekleyen kimselere yardımcı olabilecek bir sistem yoktur.
YP’in görülebilmesi bir ölçüde o yörede yaşayan insanların işiyse de bu işi “meslek” olarak edinmiş kişilerin varlığı da gerekmektedir.
Batı ülkelerinde bu tür kişilere “Yerel Potansiyel Araştırmacısı” adı verilmektedir. Tabii ki bunların yetiştirilmesi kişilerin değil idarenin (yerel veya merkezi) işidir. Bu nedenle, yöresinde ekonomik gelişme sağlamak isteyen idare mensuplarının (belediyeler veya diğer merkezi idare görevlileri) bu gerçeğe dikkat etmeleri, bu tür kişilerin yetişmesini sağlamaları gerekmektedir.
22 Kasım 1992
HER YENİ KAZANILAN BECERİ, YENİ BİR İŞ İMKANIDIR
İyi bir İş Fikri yaratmanın bir yolu da yeni beceriler kazanmaktır. Bu aynen, boyalı bir cam ardındaki kişinin durumuna benzemektedir. Bir iğnenin ucu ile camın boyasını biraz kazıdığınızda dışarının bir bölümünü görebilirsiniz. Her kazanılan yeni beceri, kazınan boyanın biraz daha genişlemesi demektir. Bu durumda yepyeni alanlar görmeye başlayacaksınız.
Bunun doğruluğunu, geçmişteki yaşantınıza bakarak da anlayabilirsiniz. Her yeni öğrendiğiniz şey, önünüzde yeni ufuklar açmadı mı?
Öğrenmeyi bir zevk değil bir külfet haline getirmiş olan eğitim sistemimiz, yeni beceriler kazanmayı gözünüzde büyütmenize neden olabilir. Ama bunu yıkmadan, çağımız ile uyum içinde yaşayabilmeye de imkan yoktur.
Yeni beceriler kazanma deyimi ile yeni meslekler edinmenizi değil, bilgi -beceri dağarcığınızı kastediyorum. Örneğin, hızlı okuma ya da konuşma becerisi kazandığınızı düşününüz. Her ikisine de ihtiyacı olan binlerce insanın olduğunu, ama bu insanlara bu becerileri kazandırabilecek imkanların çok az olduğunu göreceksiniz. Bu bir iş fikri olabilir.
Ya da, zamanınızı iyi kullanmayı sağlayan “zaman yönetimi” becerisi kazandıysanız bu da benzer şekilde bir iş imkanı olabilir.
İş aramanın tekniklerini öğrenmeniz, onbinlerce işsize bu teknikleri öğreterek, iş bulabildiği takdirde de paranızı ödemesine yol açabilecek bir iş fikridir.
Örnekleri verilen bu ilke, iş fikri yaratmanın yollarından birisi olmanın yanısıra bir başka açıdan da önem taşır.
Ülkemizdeki işsiz insanların çoğunun geçerli bir becerisi olmadığı bilinen bir gerçektir.
Ama onlar, buna rağmen birilerinin kendilerine iş verebileceği ümidini taşırlar. Belki verebilir ama verilebilecek iş ancak çok basit, dolayısıyla da ücreti çok düşük bir iş olacaktır. Onbinlerce insana da zaten bu şekilde basit işler bulunamaz. Bulunabilse dahi, o tür işlerden başka bir iş yapamayan insanlardan oluşan bir toplum varlığını sürdüremez. Beceri kazanmanın önemi de işte buradadır.
Elektronik eşyaların hayatımızı tıkabasa doldurduğu bir Dünyada yaşıyoruz. Fakat bunların çoğunun bakım ve onarımını doğru şekilde yaptıramayız. Televizyonunun içindeki tozları yılda bir defa temizleten kimse hemen hemen yoktur. Yaklaşık 10 milyon TV alıcısının %20’sinin yılda bir defa temizlenmesi, 1600 kişiye ayda yaklaşık 5 milyon liralık gelir demektir. Yatırımı ise hemen hemen hiçtir. Beceri hariç!
Şimdi lütfen etrafınıza bir de böyle bakınız. Hangi becerileri kazanırsanız, hangi iş fikirleri doğar?
29 Kasım 1992
İSTANBUL PATENT KÜTÜPHANESİ: MİLYONLARCA İŞ FİKRİ!
Bir İş Fikri yaratmanın yollarından birisi de, Dünya’da icadedilmiş ve patenti alınmış her ne varsa, bunların patentlerinin bulunduğu kütüphanelere başvurmaktır. Bunlara “Patent Kütüphanesi” ya da “Patent Arşivi” denilebilir. Bu kütüphanelerden birisi de -belki inanmayacaksınız ama- ülkemizdedir ve İstanbul’dadır. Türk Standartları Enstitüsü binasının ikinci katındadır.
İçinde 6 milyon adetten fazla patentin mikrofilmleri bulunan bu kütüphaneye giriş serbesttir. Ancak, ilgilendiğiniz patentlerin fotokopisini istediğiniz takdirde biraz fotokopi ücreti alırlar (onu da almasalar, hatta gelenlere şeker tutsalar daha iyi olur).
A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş tüm patentleri -ki bu, Dünyanın çoğu patenti demektir- içeren bu kütüphane, girişimcilere iş fikirleri verebilecek çok değerli bir kaynaktır.
Çeşitli iş fikirleri geliştirme yolları üzerinde durup, patent kütüphaneleri konusunu biraz erteledim. Bunun nedeni, okurlarımın konuya iyice ısınmalarını, bir diğer deyimle aramızda sağlam bir iletişimin doğmasını beklememdi. İşte bu yüzden, iş fikri kaynaklarının en değerlisini en sona bıraktım.
1987’de Türkiye’ye getirilen bu kütüphane, bu güne kadar belki iyi duyurulmadığından belki de girişimcilerimizin devletten korkularından (!) dolayı, girişimcilerimizce yeterince tanınmamaktadır.
Patent genellikle, bir “püf noktası” olan, bazı yanları mutlaka “gizlenen” bir sır olarak sanılır. Gerçek ise öyle değildir. A.B.D. Patent Yasasına göre, bir buluşa patent verilebilmesi için, o konudaki tüm bilgilerin açıklanmış, buluşun, o konunun ortalama bir uzmanınca bir miktar deney yaparak tekrarlanabilir açıklıkta olması gerekmektedir.
Eğer varsa “püf noktası”nın saklanması değil tam aksine “iyice açıklanması” gerekir ki patent yasası buluş sahibini koruyabilsin.
Patentlerin, girişimcilikte ne denli önemli olduğunu çok güzel anlatan bir kitabı girişimcilerimize duyurmak isterim:
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ:
MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ
Tamer Özel, 1992
İNKILAP KİTABEVİ
Patentlerden en kolay yararlanabilecek olanlar, halen bir mal üreten ve ürününü geliştirmek ya da yeni bir iş fikri bulmak isteyenlerdir.
Bunun yanısıra, kafasından yüzlerce düşünce geçiren girişimciler de bu kütüphaneden yararlanabilirler.
Bu kütüphaneye her hafta, A.B.D.’de yayımlanan bir de “Patent Resmi Gazetesi” gelir. Her hafta ortalama 5000 patent başvurusu yapılan bu ülkede kabul edilip incelemeye alınan başvurular, bu resmi gazetede bir özet ve bir kroki ile birlikte yayımlanmaktadır. Ayrıca başvuruyu yapan kişinin tam adresi de yayımlanır. Böylece, daha patent alınmadan dahi bazı ilişkileri kurabilirsiniz.
Bu resmi gazete bile, bu ülkede nasıl bir “buluş fırtınası” yaşandığını, insanların nasıl birbirlerinin fikirlerini anlayıp öğrenmek ve sonra da daha iyisini geliştirmek için yarıştıklarını göstermeye yeterlidir. 250 yıldır süren bu yarış Amerika’yı Amerika yapan sırdır.
Bu kütüphanenin, ülkemiz girişimcileri açısından bir dönüm noktası olacağına inanıyorum. Lütfen bir defa gidiniz.
17 Ocak 1993
YÜKSEK TÜKETİM GÜCÜ İHTİYAÇ, İHTİYAÇ İSE “İŞ” DEMEKTİR
Bir iş fikri yaratmanın yollarından birisi de, tüketim gücü yüksek olan kesimlerin tükettikleri mal ve hizmetler üzerinde gözlem yapmaktır.
Düşük ve orta gelirli kişilerin tüketim ‘örnek’leri (patern) genellikle sade ve temel gereksinimleri gidermeye yöneliktir.
Kişinin gelir düzeyi yükseldikçe bu defa bu örnek içine yeni mal ve hizmet tüketimleri girer. Gelir düzeyi ne kadar yüksekse, bu yeni mal ve hizmetler de o denli çeşitli ve miktarca çoktur.
Tüketim gücü yüksek kesimlerle ilgili olup da piyasada yeterince bulunmayan çeşitli ihtiyaçların, zaman zaman “el altından” yani kaçak olarak dahi sağlanmasının altında bu gerçek yatmaktadır.
Kolay yoldan “köşe dönmek” isteyip uzun vadeli kazanç peşinde olmayan ve kuralları çiğnemekte sakınca görmeyenler (birileri de onların haklarını çiğniyor!) kaçakçılık vb yollarla bu ihtiyaçları giderirken, daha uzun vadeli ve dürüst düşünen gerçek girişimciler ise yasal yollardan ithalat yapıp aynı ihtiyaçları gidermektedirler.
Bu kesimlerin ihtiyaçları nasıl saptanır?
Bunun belirli bir metodu yoktur. Ama, akla gelebileceklerden en pratiği, bir anket formu düzenleyip, tüketim gücü yüksek kesimlerden belirli sayıda insana dağıtmaktır.
“Hangi mal ve hizmet gereksinimlerinizi karşılamakta güçlük çekiyorsunuz?” gibi bir soru ya da çoktan seçmeli soruları içeren bir anket formu kullanabilirsiniz.
Cevaplama oranı yüksek olmayabilirse de bir fikir vereceği şüphesizdir. Daha da basit bir yöntem, bu kesimlere dahil olduğu bilinen bir iki kişiyle yüzyüze görüşmeler yapmaktır. Size “niçin zaman ayıracakları” konusunda ikna edici ve karşınızdakileri gururlandırıcı bir yaklaşım yapabilirsiniz: “İşimi kurmak için sizin desteğinize ihtiyacım var!”. Bu şekilde bir yaklaşıma hemen herkes olumlu tepki verecektir.
Tüketim gücü yüksek kesimlerin başında, özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerde yaşayan yabancılar gelir. Bu kesimler girişimcilik açısından 2 nedenden dolayı önemlidirler: Birincisi, gelirlerini dövizle sağladıkları ve döviz-TL ilişkisi dolayısıyladır. A.B.D.’de pek önemli bir işe yaramayan 1$, Türkiye’de 9000TL civarındadır.
İkinci neden, bu insanların ülkelerinde alıştıkları bazı mal ve hizmetleri bulamama durumlarıdır. Bir Japon’un alıştığı yiyecekleri bulabilmesinde ya da bir Pakistanlı’nın dinlemeketen seyretmekten hoşlandığı kasetleri temin edebilmedeki güçlüğü, birer iş fikri olabilir.
Bu kesimlere -hele kendi dillerinde- hitabeden bir anket formunun cevaplanma olasılığı çok yüksektir.
Yüksek tüketim gücünün işaretleri nelerdir?
Bunun işaretlerinden başlıcası semtlerdir. Her şehrin belirli semtleri, binalarının görüntüsü, insanlarının kılık kıyafetleri, hatta dükkanların vitrinleriyle, o semtte oturanların tüketim güçlerinin birer göstergesidir.
Özet olarak, çevrenizi gözlemleyerek, iş fikri üretme çabalarınıza, yüksek tüketim gücüne sahip kesimlerden başlayınız.
Bu, daha düşük tüketim gücü olan kesimler yoluyla iş fikri üretilemez demek değildir. Bazı kesimlerin tüketimleri neredeyse gelir düzeylerine bağlı değildir. Örneğin kadınlar ve çocuklar böyledir.
Çevrenize göz attığınızda hemen tüm hanımların kuaförlük hizmetinden yararlandığını göreceksiniz. Bu, onların gelirlerinin mutlaka yüksek olduğunu değil, bu hizmeti mutlaka kullanmak istediklerini gösterir.
Düşük gelirli kesimlerin tüketim gücü yerine bu defa “tüketim özlemleri” vardır. İyi gözlem yapabilen yabancılar bu gerçeği saptamışlar ve bu özlemleri birer gelire çevirmenin yolunu bulmuşlardır. Örneğin, araç telefonlarının birer prestij sembolü olduğunu, buna sahip olmanın onlara en azından manevi tatmin sağladığını gözlemleyen girişimciler, A.B.D.’de “dummy-phone” denilen araç telefonlarını üretmişlerdir. Normal olarak 2-3000$’a satılan araç telefonları yerine, dış görünüşü aynen aslına benzeyen ama içleri boş telefon taklitleri yapıp 100$’a peynir ekmek gibi satmışlardır.
Görüldüğü gibi mesele iyi gözlem yapmaktan geçmektedir.
14 Şubat 1993
DÜŞÜK TÜKETİM GÜCÜ ÖZLEM, ÖZLEM İSE İŞ FİKRİ DEMEKTİR!
Bundan evvelki yazımda, bir iş fikri üretmek isteyenlere ilk hedef olarak yüksek tüketim gücüne sahip kesimler üzerinde gözlem yapmalarını önermiştim. Burada ise tam aksini önereceğim: Düşük tüketim güçlü kesimlere bakınız!
Bu önerimle, o kesimleri gereksiz tüketime özendirebilecek mal ve hizmetleri önermek istemiyorum. Ama işin mekanizmasının öğrenilmesi bakımından bunun bilinmesinin önemi vardır.
Düşük ve orta gelirli kesimlerin, bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır:
(1) Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri,
(2) Gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.
Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.
Geliri kendisi ve/ya ailesine ancak yeten hatta yetmeyen insanları gözlemleyiniz. Bu kesimlerin, son derece mantıklı harcamalarının yanısıra, mantığı pek kolay açıklanamayacak tüketimleri ve bir o kadar da “özlem”leri vardır.
Yevmiye ile şoförlük yapan bir gencin yaşamsal gereksinimleri yerine getirilmemişken, taksisine takıştırdığı çeşitli aksesuarlar onun iç dünyasını yani “özlem”lerini dile getirmektedir. “Aksesuar Endüstrisi” işte böyle bir özlemler dünyasını hedef alan bir ticari alandır.
Ralli pilotlarına (muhtemelen pilot adını da onlar takmıştır) özenerek küçülttükleri direksiyonları ya da yükselttikleri araba arkaları teknik açıdan sakıncalı olsa da, dünyanın masrafını yapmaktan çekinmemektedirler.
Ya da asgari ücretten daha düşük ücretle çalışan genç kızların minicik servetler harcadıkları perma’ları, genç şoförün aksesuar merakının bir benzeridir. Bunları gözlemlemek çeşitli iş fikirlerinin doğmasına yol açacaktır.
Bir de ikinci gruptakiler vardır. Gelirlerinin % 15’ine yakınını ısınma masrafına harcayan bir ailenin gerçek ihtiyaçlarından birisi, evlerinin ısıl yalıtımıdır.
Her yakılan 100 kilo kömürün ancak 40 kilosunun faydalı ısıya dönüştüğü, geri kalan 60 kilo kömürün ise bacadan, camdan, duvardan veya kapılardan kaçtığı bilinmektedir. Bu ailelere makul bir ödeme planı içinde önerilecek bir yalıtım projesi, onların bütçelerine “net katkı” demektir.
İngiltere’deki bir yerel radyo istasyonu, işini kaybetmiş kişilerin ailelerine, çeşitli faydalı önerilerde bulunmaktadır. (İnşallah bir gün bizim radyolarımızdan bir veya birkaçı da benzer programlar yaparlar!)
Bu önerilerden biri de, evlerin içindeki su biriktirme deposu veya bidonlarının yalıtılmasıdır (evin içindeki ısı, gereksiz yere bu suları ısıtmasın diye).
Benzer bir “gerçek ihtiyaç” da beslenme konusudur. Beslenme konusu yalnız karın doyurma anlamında alınmamalıdır. Ardışık sonuçları açısından hem kısa ve hem de uzun dönemde, beslenme kadar önemli sonuçlar doğuran bir başka alan neredeyse yoktur.
Düşük ve orta gelirli kesimlerin beslenme ihtiyaçlarının ucuza karşılanabilmesi konusu, hem size hem onlara ve hem de topluma yarar sağlayabilecek bir konudur.
Bu konulardaki teknik bilgi eksiklerinizi karşılayabilecek epey kaynak vardır.
Şu söz unutulmamalıdır: “Bir doğru, en az iki yarar getirir”.
21 Şubat 1993
KENDİ İŞİNİ KURMANIN VAZGEÇİLMEZ KOŞULU:
BİR SÜRE TASARRUFLU YAŞAYABİLMEK!
Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır:
-
Bu gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye çalışmak,
-
ya da kendi işinizi kurmaktan vazgeçmek.
Sabit gelire (ücretli çalışmak vbg) alışmış insanların kendi işlerini kurmaları bu nedenden ötürü biraz güçtür. Bu sadece bizde böyle değildir. Örneğin İngiltere’de de, sabit gelirle çalışmaktayken kendi işini kurmak isteyenlerin bu çekingenliklerini yenebilmek için “enterprise allowance scheme” -ki buna ‘girişim izni programı’ denilebilir- adı verilen bir yöntem uygulanmaktadır. 1 yıl süreyle haftada 40 pound (ki oraya göre az bir ücrettir) ödeme yapılarak izinli sayılan ücretliler, böylelikle cesaretlendirilerek girişimciliğe ayak atarlar.
Ülkemizde ise bu türlü bir destek imkanı henüz yoktur. Ama, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi sırasında mutlaka böyle bir önlem gündeme gelecektir, gelmelidir.
Özellikle uzun süre sabit ücretle çalışmış kişilerde (kamuda ya da özel sektörde), bir “girişim korkusu” oluşmaktadır. Bu korku, gelirine göre – az ya da çok- harcama alışkanlığının yarattığı, “ya bu kadar kazanamazsam” korkusu olup, bir ölçüde de doğal sayılmak gerekir. İşte bu yüzden, kendi işini kurmaya karar veren kişilerin, bir “aile boyu” kampanyaya ihtiyaçları vardır. Bu bir “tasarruflu yaşayabilme kampanyası”dır.
Özellikle geçim sıkıntısı çekenlerin tasarruflu yaşayabilmesi ilk anda pek mümkün görülmezse de bu doğru değildir. Hele amaç kendi işinin sahibi olmaksa bu daha da mümkündür.
Düşük gelirli kesimler üzerinde gözlem yapmış olanların yakından bildiği bir gerçek, onların yüksek gelirli kesimlerden daha az tasarrufa eğilimli olduklarıdır (bu gariptir ama gerçektir). Tasarruflu yaşayabilmenin anahtarı bütçe yapmaktır. Genel kanı, bütçenin ancak yüksek gelirli aileler ya da kişiler için geçerli olabileceği ise de gerçek bunun tam aksidir. Bütçe yapmak herkese lazımdır, ama en çok da düşük gelirlilere lazımdır. Yüksek gelirliler bütçe yapmadan da belki geçinebilirler ama düşük gelirliler asla!
Girişimci adaylarının, bu nedenle ilk yapmaları gereken, kişi ya da aile düzeyinde gelir ve giderlerini bir bütçe içinde denkleştirmeleridir. Tasarruflu yaşayabilmek için bütçe yapmanın yanısıra ikinci ve çok önemli bir koşul daha vardır: İhtiyaçları daha ucuza giderebilmenin yollarını bulmak!
Beslenme ihtiyaçları en ucuza nasıl karşılanabilir?
Daha ucuza nasıl ısınılabilir?
Sabit giderler nasıl azaltılabilir?
Bütün bunlar biraz kafa yormakla hafifletilebilir sorunlardır. Ama bunlardan evvel bir soru’nun açık yürekle cevaplanması gerekir: Kendi işimi kurmayı gerçekten istiyor muyum?
Cevabınız “evet” ise gereken çözümleri bulacağınızdan şüpheniz olmamalıdır.
31 Ocak 1993
TASARRUFLU YAŞAMAK: AMA NASIL?
Geliriyle giderlerini bir türlü denkleştiremeyen bir kişiyi en çok kızdırabilecek önerilerden birisi, tasarruf yapma tavsiyesidir. Ama kızmanın bir yararı olmadığı da bir gerçektir.
Aile giderlerinin gözden geçirilmesiyle, hangi gelir düzeyinde olursa olsun bazı ipuçları elde edilebilmektedir. Bunlar şöylece sıralanabilir:
-
Aile bütçelerinin iki yakasını biraraya getirmedeki en önemli sıkıntı, öngörülemeyen giderlerdir. Bir anda çıkagelen bir ödeme zorunluğu, zaten sıkıntıda olan bir aileyi çok zor duruma düşürebilir. Bu gibi durumlarda düşülen panik, harcamaları daha da “mantık dışı” hale getirir. Bir yangın halinde -eğer evvelce bir önlem alınmamışsa- nasıl ki insanlar şaşırır ve gereksiz işler yaparak yangını daha da büyütürlerse, ani ödeme ihtiyaçları da böyledir. Buna karşı yapılabilecek tek şey, “önceden hazırlık”tır. Yani geliriniz ne olursa olsun, bir kenara ufak ufak bir “acil durum parası” ayırmaktır.
-
Bütçeleri kemiren ikinci konu, “yanlış öncelikler”dir. Sınırlı gelirlerin hangi önceliklere tahsis edileceği, çok önemsenmeyen ama en çok önemsenmesi gereken konudur. Aile bireylerinin beslenme sorunu varken çamaşır makinesi taksidi ödemek, bu öncelik yanlışlığının bir örneğidir.
-
Bütçeleri sıkıntıya sokan bir üçüncü nokta, aile bireylerinin bir bölümünün “sıkışık durumu dikkate almayan harcama eğilimleri”dir. Bu yüzden, tüm aile bireylerinin -paniğe kapılmadan ve hatta birez de zevkle- bu işi bir ortak sorumluluk şeklinde algılamaları sağlanmalıdır.
-
Nihayet, giderleri azaltmanın en etkin yollarından birisi, ihtiyaçların en ucuza nasıl karşılanabileceği konusunda “bilgi” edinmektir.
Hangi besinin neyin yerine geçtiği, nasıl daha ucuza ısınılabileceği, ulaşım masraflarının nasıl azaltılabileceği, giyim ihtiyaçlarının hangi alternatiflerle karşılanabileceği gibi konular, biraz düşünme biraz da yaratıcılığı gerektirir.
Bütün bunlar ilk bakışta güç görünebilir. Ama girişimcilik de kendiliğinden olabilecek basit bir iş değildir.
Bunlara katlanabilmenin bir yolu, ileride sağlanabilecek daha yüksek gelir beklentisidir.
7 Şubat 1993
-
-
May 25 2012 İRTİCA İLE MÜCADELEDE STRATEJİ ARAYIŞLARI!
İrtica ile mücadelede bir Milli Strateji hazırlandığı yolundaki bir gazete haberleri, Cumhuriyetimizin 75. yılında hala ortaçağ karanlıklarıyla uğraşıyor olduğumuz sorununun, görünenlerden farklı nedenleri olduğu, hem de hiç umulmayan nedenleri olduğu kuşkusunu destekler niteliktedir.
“Sıra politikacısının çeşitli çıkarlar uğruna verdiği tavizler” ya da “sürekli olarak kaşınacak noktalar yaratarak Türkiye’yi kontrol amacı güden yabancı devletlerin varlığı” gibi nedenlerin, o umulmayan “neden”in basit türevleri olduğuna dikkat edilmelidir.
Canlı organizmaların biyolojik bağışıklık sistemine benzetilebilecek olan sosyal bağışıklık sistemimiz, çeşitli iç ve dış kaynaklı sorunları çözebilme konusunda antikorlar üretebilmeliydi. Bunun üremesine engel bir şeyler yapıyor olmalıyız. Nitekim, Güneydoğu terörü de bu zayıf bağışıklık sisteminin bir ürünüdür. Sorun bugün için kuvvetli bir kortizon hücumu ile yavaşlatılmıştır; ama bağışıklık sistemimiz güçsüzlüğünü korumaktadır.
Bu güçsüzlük yalnız irtica ve terörde değil, başka alanlarda da kendini göstermektedir. Her yıl, bir savaştaki kadar kayıp verdiğimiz trafik terörü de bir zayıf bağışıklık sistemi türevidir. Enflasyonla 20 yıldır başa çıkamayışımız da yine aynı yetersizliğin bu defa ekonomik alandaki bir sonucudur.
Bu güçsüzlük, bizzat irtica, etnik terör, enflasyon ya da trafik teröründen daha önemlidir. Çünkü, üretebileceği “melanet ürünleri”nin sayısı neredeyse sonsuzdur. Bu, diğer devletler de dahil tüm niyet sahiplerince bilinmektedir ve de Türkiye’nin yumuşak karnıdır.
Sorun çözme kabiliyeti de denilebilecek bu bağışıklık sisteminin bu denli güçsüz olması, bütün sistemlerin temel girdisi olan insan malzememizde bir yanlış yaptığımızı gösteriyor. Öyle bir yanlış ki, gayet yaygın olarak ve daha da kötüsü, iyi bir şeyler yaptığımızı sanarak, tüm kaynaklarımızı seferber ederek, giderek süresini artırarak ve de irticayla mücadelede tek araç olarak benimseyerek yaptığımız bir eylem sonunda sürekli olarak üremektedir.
Bu yanlış, tüm okullarımıza egemen olan, kimsenin aksini düşünemediği, eğitim denilince ilk ve tek akla gelen kavram olan “koşullandırma” konseptidir. Laik eğitim verdiğini düşündüğümüz okullarımız da dahil olmak üzere, din eğitimini açık ya da gizli, örgün ya da yaygın, kısa ya da uzun süreli olarak veren tüm okullarımızda ve de ana okullarından üniversitelerimize kadar, her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretilmekte, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda koşullandırılmaktadır.
İşte, sorun da bu noktada başlıyor: Bilinçli ve bilnçsiz ne kadar karanlık odak varsa hepsi, kendi kısır doğrularını koşullarma yoluyla dayatabilmenin peşine düşmek için çok uygun bir aracın, bizzat devlet tarafından kullanılabildiğini görüyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, bu odakların itaat etmek zorunda oldukları hiçbir yasal ya da ahlaki sınır olmadığı için, eylemleri devletin koşullandırıcılığından çok daha etkin olmaktadır.
Bu tek doğrular yolunda koşullanan insanların, yaşamın çeşitli ortak kesitlerinde karşılaşıp çatışması kaçınılmazdır; bugün etnik, dini, ideolojik ya da herhangi kökenli çatışmaların altında hep bu tek doğrular bulunmaktadır. Toplumumuz, çeşitli anahtarlar çevresinde, “…..den yana ve ….ye karşı” olmak üzere ikişerli kesimlere ayrılmışlar, kamu düzenini sağlayan güçlerin izin verdiği ölçülerde çatışmaktadırlar. Ama unutulmamalıdır ki, o düzeni sağlamakta olan güçlerimiz de aynı toplumun bireyleridir. Eğitim sisteminin koşullandırma ve kuşkusuzlaştırma geleneğine onlar da aynı derecede açıktırlar.
Her hangi bir yolla bu güçlerin kontrolunu eline geçiren, toplumu kendi doğruları yönünde koşullandırmayı başarabilir. Zaman zaman ortaya çıkan olaylarda asıl hedefin, bu kontrolu ele geçirmek olduğu ve bunun da aslında koşullandırma hakkını ele geçirmek anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.
Üçüncü bin yılda evrensel değerlerin nerelere gideceğini tahminlemek güçtür. Ama bir şey kesindir: Devletlerin eğer tek görevi kalacaksa o da, HER KİM TARAFINDAN, HER NE AMAÇLA, HER NE YOLLA YAPILIRSA YAPILSIN KOŞULLANDIRMAYA İZİN VERMEMEK şeklinde özetlenebilir. Böylece, karanlık amaçlı odakların en etkin silahları ellerinden alınmış olacaktır.
Bu önerinin altında ideolojik bir tercih değil, birisi yeni yeni farkedilmeye başlanan, diğeri de teknolojik gelişimin getirdiği imkan olan iki olgu yatmaktadır: Yeni farkına varılmaya başlanan, insanın, herhangi bir koşullandırmaya tabi tutulmazsa doğuştan doğru, iyi ve güzel‘e eğilimli olduğu gerçeğidir. Geleneksel inanç olan, “insan kötüye eğilimlidir; onu ancak yoğurarak koruyabilirsiniz” görüşü artık çağdışı sınıfına girmeye başlamıştır. Teknolojinin getirdiği imkan ise, her türlü bilgiye erişimin kolaylaşması, bunun için aracılara değil yardımcılara ihtiyaç olduğudur. Bu nedenle de öğretmenlere artık öğrenme ortağı denilmeye başlanmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca din kurumunu, kitleleri doğru, iyi ve güzel yönünde etkilemek için kullanan toplumlar gelişebilmişler, bu kurumun siyasal amaçlara aracılık etmesini önleyemeyen toplumlar ise -bizim gibi- yok olagelmişlerdir. Bugün, laiklik ve inançlılık birbirinin karşıtı hale gelmiş, “…den yana ve …ye karşı” tuzağının kurbanı olmuşlardır.
Din kurumunu, siyasal -ve o yolla da toplumu, kendi kısır doğruları yönünde koşullandırma- amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin tasallutundan kurtarabilmek için uygulanması gereken strateji, her tür koşullandırmanın koşulsuz olarak önlenmesi; devletin bu konuda gözetim ve yaptırım sağlaması biçiminde özetlenebilir.
Bu ilke, uzun bir süredir devam eden, din eğitiminin nasıl ve ne zaman yapılması, hatta yapılıp yapılmaması gerektiği sorununu da çözebilecektir. Bugün dini eğitim konusundaki sorun, ne eğitimi verildiği değil, verilen eğitimin koşullandırıcılığı ve bunun da dönerek başkaları üzerinde baskıya dönüşmesidir. Koşullandırıcılık ve kuşkusuzluk bakımından ise din eğitimi veren okullarla diğer bütün okullarımızın, hatta teknik eğitim veren üniversitelerimizin bir farkı yoktur. Her iki kurumda da “dogmalara dayalı yani kuşkusuz ve koşullandırıcı” öğretim yapılmaktadır.
Nitekim, şeriat sistemi peşinde koşanların önemli bir bölümünün teknik öğrenim görmüş olması ilginçtir. Bağnazlığı besleyen kaynak din eğitimi değil, koşullandırıcı ve kuşkusuzluğa dayalı eğitim anlayışımızdır. Eğitim yaşamı boyunca bu anlayıştan kendini tesadüfen ya da bilinçli olarak koruyabilenlerin dışındakiler, dini, etnik, ideolojik ya da herhangi diğer bir tür bağnazlığın doğal adaylarıdır. Avrupa ülkelerine dahi ihraç edebilecek kadar çok sayıda bağnaz insanımız, laik diye nitelediğimiz okullarımızda, kendilerini laik sanarak yetişmektedirler.
Acı gerçek budur ve bunun, eğitim süresini sekiz ya da daha fazlaya çıkararak çözümlenebilmesi mümkün değildir. Aksine, koşullayıcı anlayış sürdüğü sürece eğitim süresinin uzaması, daha fazla fanatik insan yetişmesine yol açacaktır. İnanması güç olabilir, ama maalesef durum budur.
Geliştirilmesi öngörülen stratejinin odak noktası, koşullandırıcılığın bir çeşit suç ilan edilmesi ve kuşkusuzluk tuzağından uzak durulması olmalıdır. Her kim, hangi konuda istiyor ise yalnızca bilgilendirme yapmak, ama hiçbir şekilde koşullandırıcı bir faaliyette bulunmamak ve kuşkusuzluk yaratmamak kaydıyla eğitim verebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Kendi doğrusunun tek doğru olduğu yolunda koşullandırılmamış insanların bilgilenmesinin bir zararı olamaz. Devlet, bunun güvencesi olmalı, bizzat ve vatandaşları kanalıyla sağlayacağı yaygın denetim ortamı ve elindeki yaptırım gücünü kullanarak koşullandırıcı faaliyetlere kesinlikle izin vermemelidir.
Bunun, kamuoyunda olumlu karşılanabilmesi için ise, koşullandırıcılığın ve kuşkusuzluğun bir zihinsel jenosit olduğu anlatılabilmeli, yaygın TV ağından bu şekilde yararlanılmalıdır. Bunun dışındaki yollarla yapılacak mücadeleler, kendi doğruları yönünde koşullanarak kuşku duyma imkanını kaybetmiş insanlarımızı çeşitli kamplar olarak karşı karşıya getirecektir. Derinleşmiş kutuplaşmaları çözmek ise her geçen gün daha güçleşecektir.
Eylül 2000
