-
Eyl 28 2024 Yarınlarda meselâ..
Gelecekte -olmaz ya- dış ve iç odakların elbirliğiyle mesela Cumhuriyet rejimi ve/ya nüfusun çoğunluğunun bağlı olduğu dini inanç ortadan kaldırılıp, yerine o odakların amaçladıkları bir sömürü düzeni getirilmeye kalkışılsa ne olur?
Böylesi bir melânet tasavvuru karşısında muhtemelen akla gelebilecek caydırıcılar siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi, TSK gibi varlığını “milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar” ve/ya kişiler olacaktır.
Toplumun en güçlü kurumlarının bunlar değil “toplumsal kavram dağarcığı” olduğunu hatırlayınca, “eğer …. İse … dir” kavramı[1] uyarınca, caydırıcıların şu hale dönüştüğü anlaşılacaktır: Eğer korunması istenilen bir ideolojinin özünü[2] oluşturan çerçeve çizgileri: (a) net olarak belirlenmiş, (b) bu çizgilerin korunmasını üstlenmiş muhafızları (koruyucular)[3] var ise, milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar gerekli caydırıcılığı sağlayacaktır.
Eğer ortadan kaldırılması tasavvur edilen Cumhuriyet ve/ya din’in özünü oluşturan çerçeve çizgileri belirlenmemiş; ayrıca da bu kurumları koruyacak muhafızlar kuvvettten düşmüş, bilimden uzaklaşmış ve seciyesi (ahlâkı) bozulmuş iseler bu durumda Cumhuriyet ve din konularında ne denli övücü sözler söylense, ne denli “kozsuz meydan okumalar”[4] yapılsa yıkımlar önlenemez. Ölen bir bedenin çevresinde (hatta hemen içinde) hazır bekleyen bakterilerin derhal harekete geçip bedeni asli unsurlarına (toprak) dönüştürmesine benzer biçimde hangi kurum olursa olsun yokluğa dönüşecektir.
(Eğer ..ise.. dir) koşullu yargı’sına konu olan çerçeve çizgileri bağlamında şu iki soru akla gelecektir:
(1) Çerçeve çizgilerinin belirlenmesi ifadesiyle kast edilen nedir?
İdeolojinin özünü ayrıntılardan ayıracak 3 soru çerçeveyi belirler: Soru 1. İdeolojinin (Cumhuriyet ve/ya din) temel varlık nedeni, yani misyonu. Soru 2. O ideoloji yoluyla nereye (hangi ülküye, vizyona) erişilmek istendiği. Soru 3. Bu vizyon yönünde ilerlerken hangi kurallara (öz-değerler) sadık kalınmak zorunda olunduğu.
(2) Çizgilerin korunmasını sağlayacak muhafızlar kimlerdir?
İdeolojiler süngere benzetilebilir. Çerçeve çizgilerinin korunmasına hiçbir yararı olmadığı gibi, tam aksine “koruyacakmış” duygusu ve yersiz bir güven yaratarak zarar da veren boş söylemleri, kof övünmeleri, kozsuz meydan okumaları[4] emerek sünger gibi şişer. İdeolojilere en çok zararı veren de bu şişirilmiş kofluk, korunmasızlık olup, bu aldatıcı şişkinliğe bir yandan da “yanlış yarıştırma” ya da “o da bir şey mi etkisi”[5] denilebilecek etki eklenir.
“Ben ….. ideolojisinin muhafızlarından biriyim” diyecek çok sayıda kişi ve kurumu duyar gibiyim. Onlara şu iki soruyu sormak isterim: Tam (spesifik olarak)[6] hangi çerçeve çizgilerini koruyorsunuz? Ve Koruma görevini ne pahasına (hangi kozlar ile) yapıyorsunuz?
Bu iki soru aynı zamanda gerçekten arayış içinde olanları ya da en azından o yola girmeyi içtenlikli arzu edenleri ayırt etmek için işe yarayabilecek bir zihin aracıdır.
28 Eylül 2024 – Alanya
[1] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 30
[2] https://tinaztitiz.com/oz-anlasilmadan-icerik-anlasilamaz/
[3] “Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister”. M.K.Atatürk, 1933 Öğretmenler Kongresi konuşmasında söylenmiştir.
[4] https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma
[5] https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/
[6] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 180
-
Oca 16 2020 Sorun stokları tek sorunlardan farklıdır!
“İstenmeyen” ve/ya “istenen ama önünde engeller bulunan” durumlara işaret eden “sorun”lar birbirlerinden ayrı olgular halinde birilerinin gelip onları çözmelerini beklemiyor.
Tam aksine, durdukları yerde birbirleriyle sürekli olarak birleşerek yeni ve giderek daha çözümü güç sorun bileşikleri oluşturuyor. Bu süreç, “Sorun Kimyası” (tabii ki şaka 😊) denilebilecek bir şekilde sürüyor ve bir stok (sorun stoku) oluşturuyor.
Sorun stoku’nun başat özellikleri şunlar:
- Stok yok iken daha kolay çözülebilecek sorunlar, bir stok içinde yer aldığında -diğerlerinden aldığı güçle- daha zor çözülmeye, hatta ne olduğu bile daha zor anlaşılmaya başlıyor. Stok içinde yer alan sorunların yapıları değişiyor, yalnız iken etkili olabilecek tedaviler sonuç vermemeye başlıyor. Böylece, sorun alanlarını ayrışık (discrete) olarak kabul edip mücadele etmeye çalışan iyi niyetli kişilerin çabalarını sonuçsuz bırakıyor.
- Çözülemeyen her sorun, işi sorun istismarı1 olan iç ve dış kişi / kurumlarca kendilerine çıkar sağlamak için kullanılıyor. Sorun stokları ise bu açıdan mükemmel birer av alanı (içinden beğen beğen kullan).
- Etkileşim2 yoluyla yapıları değişmiş sorunlardan ibaret bir bataklık, sadece değer transferi peşinde olanları değil, her tür niyet sahibini, hatta sorunları tek tek çözebileceğini düşünenleri dahi kendine çeken dev bir mıknatıs haline geliyor.
- Stoklar, bir yandan da kişi ve kurumların Sorun Çözebilme Kabiliyetlerini3 azaltıyor. Böylece çözülemeyen sorun sayısı arttıkça onlar da stoka eklenip bir çeşit “kara delik” oluşumuna yol açıyor, giderek büyüyor ve dev mıknatısın çekim gücü artıyor.
- Bu noktadan sonra kişi, kurum ya da toplumlar fiili olarak egemen sayılamazlar; stoku kullanarak kendine çıkar devşirenlerin çizdikleri yolda yürümek zorundadırlar.
Sorun çözme kabiliyetleri böylesi bir süreç nedeniyle çökmüş bulunan bir toplumda, zaten zayıf bulunan “bileşik hale gelerek yapıları değişmiş bulunan sorunları anlama” becerisi özel önem kazanıyor. Örneğin, stok oluşmamış bir durumda mesela eğitim alanında çağa daha uygun nitelikli insan yetiştirme sorunu için kolayca çözüm(ler) bulunabilirken, sorun stoku altında artık o tür çözümler geçerli olamıyor; hatta stok büyümesine -istemeden de olsa- katkı anlamına geliyor. Tam bu nokta akıllı entelijansiya’ya sahip toplumları diğerlerinden ayıran noktadır.
Durumların bu bakış açısı altında değerlendirilmesi, çözüm araçlarının neler olabileceğine ve o araçların nasıl kullanılmaları gerektiğine de yol gösteriyor. Buna göre:
- Çözüm araçları neler olabilir? Gerek yerel gerek merkezi idarelerin ellerindeki araçların dahi etkisiz -hatta sorun stokunu artırıcı- kalabildiği, sorun stokunun irileştiği durumlarda, alışılmış “üst makamlara arz” ve benzeri pasif araçların işe yaramayacağı -ve de yaramadığı- açıktır.
Kullanılabilecek araçlar, stok ortamına atılarak o ortamın türevleri durumundaki sorun alanlarının birden fazlasında gözlenebilir iyileşmelere yol açabilecek “sosyal tohumlar4” olabilir.
Tohum, tanımı ve yapısı itibariyle görüntüsü ile işlevi arasında fark bulunan, içine atıldığı sosyal ortamda (social soil) zaman içinde filizlenen “davranış değiştirici”lerdir. Örneğin, Gözetimsiz Sınav (Honor Code) adı verilen sınav sistemi, görünüşte sınavlarla ilgili olup sosyal doku ile bir ilgisi yoktur. Gerçekte ise gözetimsiz sınav tamamen bir sosyal doku tedavi aracıdır ve genç insanların kendilerini güvenilir bulma, dolayısıyla da yaşamlarını karşılıklı güven üzerine kurma aracından başka bir şey değildir. Tohumun görüntüsü ile işlevi arasındaki bu fark yanıltıcılığa ve tohumun önemsenmeyişine yol açabilir.
Bir diğer örnek “Zilsiz Okul” olup o da okullarda ders ve teneffüs sürelerinin nasıl duyurulacağı ile ilgili zannedilebilse de gerçekte “demokrasi kavramı” ile ilgilidir. Tohumların hemen hepsindeki bu görüntü – işlev yanıltıcılığı olgusuna dikkat edilmelidir.
- Çözüm araçları nasıl kullanılmalı? Bu açıdan geçerli soru “sorun stoku ortamına hangi tohumlar atılmalı ki, en çok sayıda sorun alanında gözlenebilir iyileşmelere yol açsın?” şeklindedir. Cevaplanması gerçekten de güç olan bu soru tek akıl ya da Ortak Akıl ile değil ancak Birleşik Akıl5 ile cevaplanabilir.
Yaşam seçimlerden ibaret; hayatta kalabilenler doğru seçimleri yapabilenlerdir.
16 Ocak 2020
Dip not 1: İşi sorun istismarı olan kişiler bunu amaçsız yapmıyor, değer transferi amacıyla yapıyorlar (bkz. http://bit.ly/1wUOojv)
Dip not 2: Sorunlar arası etkileşim için bkz. http://bit.ly/2pupVCj
Dip not 3: Bu kabiliyeti oluşturan üç bileşen, sorunları anlama, çözüm geliştirebilme ve çözümleri uygulayabilme olup, stok oluşumu zaten yeterince önemsenmeyen “sorunları anlama” bileşenini daha da zayıflatıyor.
Dip not 4: Sosyal Tohumlama için bkz. www.SosyalTohumlama.com
Dip not 5: Tek akılların yanıltıcılığı bellidir. Ortak Akıl ise genellikle tek akılların alternatifi olarak görülür. Fiiliyatta ise Ortak Akıl oluşumlarında -her ne kadar aksi iddia edilse de- katılımcılar genelde ortadaki soruna odaklanmış görünse de, gerçekte “her biri ortadaki sorun’un çözümünden kendisine azami yararın nasıl sağlanabileceği” peşindedir. Birleşik Akıl ise, tüm katılımcıların ancak ve sadece ortadaki sorun’un çözümü peşindede olduğu akıl yürütme yöntemidir. Bu diğerkamlığın (özgecilik) nasıl sağlanabileceği ayrı bir sorun olsa da, sorun stoku’nun yarattığı tehditler karşısında gözardı edilmesi zorunlu sayılmalıdır. Bunu birçok hayvan sürüsü (kuşlar, balıklar ve özellikle arılar) yapabildiğine göre, insan türünün de becerebilmesi mümkündür (bkz. https://youtu.be/k2-fWhkGQl0)
-
Oca 08 2020 Birkaç Sağlam Nokta Şunlar Olabilir mi?
Kendi refah ve mutluluğunu, kendi dışında bulunan tüm varlıkların refah ve mutluluklarında arayan kişilerin sürekli bir endişe içinde olmaları doğal bir eğilim olarak görünüyor. Örneğin, yalnız kendisi tokken aç yatan komşularını değil, en azından aç yatan hayvanları da en az insanlar kadar düşünüp endişe duyan insanlar iyi ki varlar.
İçinde bulunulan ortamların sorunlarından endişe duyup, onlar için çözüm arayışına girmiş o tür insanların akıllarına üşüşen yüzlerce sorudan oluşan zinciri koparmadan çektikçe, sonlara doğru şu iki soruyla karşılaşmak kaçınılmaz gibi: Ben ne istiyorum ve onu neye dayanarak istiyorum? Zinciri koparmamak, zincirin ilk baklalarında gayet kolaylıkla cevaplanabilecek bu iki soru akla gelebilecek çeşitli etik dışı tutuma yol açabilirken; dikkat, bilgi ve cesaretle zincirin sonlarına doğru yürüyebilenler için epey zorlu ama o derecede de saygın cevaplar ortaya çıkabilir.
Bu cesur ve akıllı insanlar için acaba birkaç kulak küpesi niteliğinde ilke (sağlam nokta) bulunabilir mi? Tabii ki bulunabilir ama herkesinki büyük olasılıkla aynı olmayacaktır. Ben yine de bir girişimde bulunup birkaç öneride bulunayım:
Sağlam Nokta 0: Durum değerlendirmelerimizin temel aracı olan rasyonel düşünce zincirlerinin başlıca engeli akıl daraltıcılar[1], onların da başlıcası, birikimlerimizin[2] yarattığı zihinsel konfor bağımlılıklarının esiri olarak ”kesinlik tuzakları”na düşüp düşünce zincirini erken koparmak.
Sağlam Nokta 1: İçerdikleri belirsizlikler nedeniyle rahatsız edici olan tahmin ve/ya öngörülerden ibaret olan düşünce baklaları yerine, belirsizliklerden –gözden kaçırma, ikna etme, akıl karıştırma, katma değersiz söz üretme, aksini iddia edenin aptal, naif, hain etiketlenmesi gibi yollarla– arındırılıp kesinleştirilmiş düşüncelere dayalı değerlendirmeler yaygındır. Ama bu defa da herkesin değerlendirmeleri farklı olacağından uzlaşmazlıklar kaçınılmaz olmaktadır.
Buna göre, rasyonel düşünce zincirlerinin her bir baklasının -en güvenilir kabul edilenler dahil-: (a) asgari birer ön koşulu vardır ve (b) birer tahminden ibarettir. Koşulsuz ve yüzde yüz doğru olan tespitler ya yanlış ya da yalandır.
Sağlam Nokta 2 Kişiler ve onlardan oluşan toplumların esenliklerini tehdit eden nedenler arasında herhalde ilk sıraya “kişilerin kendi akıllarına duydukları koşulsuz güven” oturur.
Aklına gelebilecekleri defalarca tarayıp kendince ve genelde benzer düşünceler taşıyan çevresindekilerce iyi niyetlerle onaylanan; bir bölüm akılsız ve/ya çıkar gözeticilerce de perçinlenen düşüncelerin gerçekte ne denli güvenilmez olduğunu deneyimleyenlerin en az güvendikleri akıl bu tür “homojen küme aklı”; en güveniliri ise “farklılıklar içeren küme aklı”dır. Bu Birleşik Akıl’dır[3].
Sağlam Nokta 3: Farklılıklar içeren küme aklı tek akıllara göre daha yetkin olsa da, ortadaki sorunun çözülmesi için yine de yeterli olmayabilir. Daha da yetkin bir akıl ise, sadece o an mevcut farklı akılları değil, o alanda uzman kişilerin akıllarını ve o konu da evvelce üretilmiş bilgileri içeren bir Bilgi Tabanı’nı da kullanmalıdır.
Sağlam Nokta 4: Mevcut durumu iyi anlama, üzerinde yoğunlaşılacak sorunları iyi belirleme, sorunlar için çözüm üretme aşamalarında zihinleri kemiren virütik düşünce “iyi de bunları kim yapacak?” sorusudur ve soru’nun yanıtı sorun çözme geleneklerimiz açısından tektir: Sorunlar, bizi yönetenlerce çözülmelidir.
Demokratik geleneklerimiz de benzer şekilde “sorunların -yerel ve merkezi- idarelerce çözülmesi gerektiğini söyler. Bunun bir diğer anlamı da, “bizi yönetenlere göre binlerce kat daha kalabalık olanların yönetim işlerine karışmayıp, sadece yetkilerini yöneticilere devretmesinden ibaret olduğu”dur.
Böyle bir sorun çözme yönteminin sadece tek sonuç ürettiği yüzyıllık deneyimimiz sonunda ortaya çıkmıştır: Giderek büyümüş bir sorunlar stoku ve bu stokun iç ve dış odaklarca sömürülerek: (a) sorun stokunun giderek büyümesi ve (b) iç ve dış aktörlerce değer transferi[4] yoluyla soyulmamız. Bu paradigma yerine ise, tüm bireylerin işlevsel hale gelmesi anlamına gelen “Sosyal Tohumlama[5]” yüzbinlerce yetenekli ama “ben ne yapabilirim ki!” deyip kenara çekilmiş insanı toplumun dönüşümüne katkı yolunda harekete geçirebilir.
Sağlam Nokta 5: İnsanları genelde rahatsız eden sorunların kökleri değil semptomlarıdır, çünkü onlar anlık olarak algılanırlar. Bu sadece burası için değil tüm toplumlar için geçerli olsa da fark, gelişkin denilebilecek olanlar içinde “aydın[6]” adı verilen bir kesimin, odaklarını kaybetmeden kitlesel akılların[7] oluşmasına öncülük edebilmeleri, geri kalmış ülke insanlarının ise bu işlevi yapabilecek beceriye sahip olmamaları; aydın kesimin bu akıl dağılma ve daralmasına -neredeyse- öncülük edip, her gün ortaya atılan bir konuyu kök-sorun olarak sunup; üstüne üstlük odağını kaybetmeyenleri romantik, naif, teorik gibi sıfatlarla aşağılamalarıdır. Bu durumda sorulabilecek soru, “akıl dağılması tuzağına düşmeyenlerin neleri ve de nasıl yapabilecekleri”dir. Odak dağılması yoluyla akıl daralmasına uğramamış insanların yollarına devam etmeleri birinci ip ucu olabilir.
Sağlam Nokta 6: Bir diğeri, yalnızlık ve desteksizliklerini gidermek yolunda, çağın sunduğu teknik imkanlardan yararlanmalarıdır. Yüz yıl önceki imkansızlıklar içinde o günün en ileri tekniklerini (örneğin telgrafı) sonuna kadar kullanabilen M.K. Atatürk örnek alındığında, birbirinden uzakta yaşayan ve birikimlerini sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullanmama erdemini gösterebilecek profesyonel gönüllüleri[8], internet aracılığıyla bir araya getirip, yetkin akıl algoritmaları[9] oluşturmak pekala mümkündür[10].
Sağlam Nokta 7: Ölüm yavaştır, bu ise hayata dönüş açısından bir fırsattır.
8 Ocak 2020 (Rev 16 Ocak 2020)
[1] Akıl daraltıcılar için bkz. http://bit.ly/2OayErf
[2] Bilgi, deneyim, kariyer, unvan, onurlandırılma, pohpohlanmalar ve hepsinin bileşkesinin ürettiği özgüvenden oluşan birikim kast ediliyor.
[3] Birleşik Akıl için bkz: www.BirlesikAkilAgi.com, http://bit.ly/39QG6Rm
[4] Değer transferi olgusu için bkz. http://bit.ly/1wUOojv
[5] Sosyal Tohumlama için bkz. http://www.sosyaltohumlama.com/
[6] Aydın tanımı için bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram#aydin
[7] Kitlesel akıl (küme aklı, kovan aklı, kalabalık aklı) için bkz. https://goo.gl/VJVFBj
[8] Bir sosyal sorumluluk görevini profesyonel disiplin içinde yapan gönüllü kişiler.
[9] Bkz. http://bit.ly/2Qqxvf9 adresindeki Düşünce Notu
-
Oca 05 2020 Ajan’ın Mektubu-2
Mart 1994’teki Ajanın Mektubu-1[1] yazısından 25 yıl sonra John’a ikinci mektup elime geçti ve hemen paylaşıyorum.
Azizim John, ne desen haklısın; son söyleneceği baştan söyleyip rahatlayayım: İlk mektubumun sonunda da belirttiğim gibi, Türklerin dış katkı olmadan kendilerini bitireceklerine o denli emin olmuştum ki uzun süreli tatile çıktım ve şiş kebap, lokum (anlarsın), meze filan derken, bütün bunları ödeyen vergi mükelleflerimizi anca hatırladım.
Ama hemen söyleyim ki yanılmamışım, o günlerdeki laik cumhuriyet rejimine bağlı toplum aynen öngördüğüm gibi artık neredeyse sadece bir sözden ibaret. Sakın yanlış anlama, cumhuriyet yerine dine dayalı bir rejim de değil, ikisi de olmayan bir idare kurdular adına da başkanlık diyorlar.
Merak ettiğini biliyorum, onun için ayrıntıları geçip, bu duruma kendi kendilerini nasıl getirdiklerini anlatayım, başka yerlerde de lazım olur.
Hatırlarsın Türkler için “dilsiz toplum” yakıştırmasını yapmıştım; bunu çoğu kimse az konuştukları ya da konuşmaktan korktukları anlamında almıştı. Öyle değil, aksine çok konuşuyor, çok yazıyor, yazışıyorlar. Ama ağız ve kalemlerinden çıkan, medeniyetin temel yapıtaşı olan soyut kavramları tanımlayamadıkları için, sözlerini uzatıyor ve de uzatıyorlar. Bunun sonucu olarak sıkılan insanlar katiyen birbirlerini dinlemiyor, sadece karşısındakinin sözünün bitip sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ayrıca, şikayet-suçlama kültürü o denli derine işlemiş ki sorunları doğru dürüst tanımlayıp yaratıcı çözümler (yaratıcı sözü de yasak gibi) bulmayı da beceremiyorlar.
Böylesi bir ağzı kalabalık topluluğun, üstelik rasyonel düşünme geleneği olmayışını da katarsan en küçük konuda bile anlaşamayacaklarını kolayca anlarsın.
Ben bu arada onlar gibi konuşmayı da öğrendim, ara sıra karıma o dille bir şeyler söylüyorum hiçbir şey anlamıyor ve aklı karışıyor. Ama başkalarına konuştuğumda -aralara da bizim dilden karıştırınca- anlamını tam bilmedikleri için de anlamış gibi yapıyorlar, bayılıyorum. Burada çocuklara da bizim dili öğretme yarışı var, anlamadıkları sürece sorun da yok. Ne de olsa dilimizi çat pat da olsa bilen -ama kesinlikle anlamayan- insanlara da ihtiyaç var.
Lafı uzatmayayım; bütün bu laf kalabalığını iki grupta toplayabilirim: Yüzde 99’u oluşturan grup, ballandıra ballandıra en küçük ayrıntısına kadar ülkedeki eğrilikleri birbirlerine anlatıyorlar. Her anlatan bir diğerinden üste çıkmak için daha eğri bir şey anlatma peşinde. Medya adını verdikleri birkaç gazete ve bizim ellerine verdiğimiz kim kiminle ne yapmış, ne yemiş, nereye gitmiş kanalları yoluyla birbirleriyle yarışıyorlar. Halbuki bilmiyorlar ki her birinin ne yiyip içtiklerini dahi biliyoruz. Bu bir gelenek haline gelmiş, her yerde uygulanabilir.
Bu grup aynı zamanda saklı içerikle ikinci bir mesaj da yayıyor: “Buradan çıkış yok; ancak hepiniz bir araya gelir birlik olur, çağdaşlık yolunda toplanırsanız kurtulabilirsiniz”. Tabii bunun olmayacak duaya amin demek olduğunun da muhtemelen farkındalar. Ama gerek tembellik, gerekse ezberleri nedeniyle başka bir şey düşünebilecek durumda değiller. Bir kısmı da meselenin sandıkta ya da sokakta çözüleceğini düşünüyor, halbuki o yolların çoktan kapandığının farkında değiller ve dağarcıklarında başka da araç yok.
Belki yüzde bir gibi bir bölüm ise M.K.Atatürk’ün işaret ettiği “en gerçek yol göstericiyi” (akıl) çıkar yol olarak savunsa da onların en güçlü karşıtları Atatürk’ün sözlerini (ama ezberden) tekrar edip, kendilerini O’nun askerleri olarak tanımlayanlar. Biz o küçük kesime dikkat ediyoruz ama müdahaleye en azından şimdilik gerek yok. En güvendiğimiz kısım ise “bir şey yapılması gerektiğini savunanlar”; bizim esas kitlemiz onlar.
Akıl yoluyla bir çıkış yolu bulunabileceğini düşünenlerin büyük bölümü ise aklın yolunun tek olduğuna, o yolun da kendilerinin ezbere-belledikleri yol olduğuna iman etmiş olanlar. Dolayısıyla kişi sayısı kadar akıl olduğu için anlaşmalarına imkan yok. Akılları birleştirmeyi ise akıl edebileceklerini sanmıyorum. Güvencem yine “Atatürk sözcüleri” ile “bir şeyler yapılmalıcılar”.
Bazen ta şurama geliyor çıkıp da: “Yahu siz ne biçim insanlarsınız, en değerli kaynağınız olan zamanlarınızı sürekli ağlaşarak geçiriyorsunuz da, sizi esir almış olan ezberlerinizi askıya almaya akıl ve cesaret edip acaba daha yetkin bir akıl nasıl oluşturabiliriz ya da bunu yapamazsak yapmaya çalışanlara yardım ederiz?” diye sormuyorsunuz; alışkanlıklarını değiştirmeye, zihinsel hapishanelerinizden kurtulmaya çalışmıyorsunuz, başınıza gelenlere müstahaksınız” diyesim geliyor, ama sonra görevimi hatırlıyorum.
Neyse şimdilik bu kadar fırsat bulursam yine yazarım. Selam ve sevgiler. Patrona hürmetler.”
John
Ocak 5, 2020
-
Oca 05 2020 Ajan’ın Mektubu-2
Mart 1994’teki Ajanın Mektubu-1[1] yazısından 25 yıl sonra John’a ikinci mektup elime geçti ve hemen paylaşıyorum.
Azizim John, ne desen haklısın; son söyleneceği baştan söyleyip rahatlayayım: İlk mektubumun sonunda da belirttiğim gibi, Türklerin dış katkı olmadan kendilerini bitireceklerine o denli emin olmuştum ki uzun süreli tatile çıktım ve şiş kebap, lokum (anlarsın), meze filan derken, bütün bunları ödeyen vergi mükelleflerimizi anca hatırladım.
Ama hemen söyleyim ki yanılmamışım, o günlerdeki laik cumhuriyet rejimine bağlı toplum aynen öngördüğüm gibi artık neredeyse sadece bir sözden ibaret. Sakın yanlış anlama, cumhuriyet yerine dine dayalı bir rejim de değil, ikisi de olmayan bir idare kurdular adına da başkanlık diyorlar.
Merak ettiğini biliyorum, onun için ayrıntıları geçip, bu duruma kendi kendilerini nasıl getirdiklerini anlatayım, başka yerlerde de lazım olur.
Hatırlarsın Türkler için “dilsiz toplum” yakıştırmasını yapmıştım; bunu çoğu kimse az konuştukları ya da konuşmaktan korktukları anlamında almıştı. Öyle değil, aksine çok konuşuyor, çok yazıyor, yazışıyorlar. Ama ağız ve kalemlerinden çıkan, medeniyetin temel yapıtaşı olan soyut kavramları tanımlayamadıkları için, sözlerini uzatıyor ve de uzatıyorlar. Bunun sonucu olarak sıkılan insanlar katiyen birbirlerini dinlemiyor, sadece karşısındakinin sözünün bitip sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ayrıca, şikayet-suçlama kültürü o denli derine işlemiş ki sorunları doğru dürüst tanımlayıp yaratıcı çözümler (yaratıcı sözü de yasak gibi) bulmayı da beceremiyorlar.
Böylesi bir ağzı kalabalık topluluğun, üstelik rasyonel düşünme geleneği olmayışını da katarsan en küçük konuda bile anlaşamayacaklarını kolayca anlarsın.
Ben bu arada onlar gibi konuşmayı da öğrendim, ara sıra karıma o dille bir şeyler söylüyorum hiçbir şey anlamıyor ve aklı karışıyor. Ama başkalarına konuştuğumda -aralara da bizim dilden karıştırınca- anlamını tam bilmedikleri için de anlamış gibi yapıyorlar, bayılıyorum. Burada çocuklara da bizim dili öğretme yarışı var, anlamadıkları sürece sorun da yok. Ne de olsa dilimizi çat pat da olsa bilen -ama kesinlikle anlamayan- insanlara da ihtiyaç var.
Lafı uzatmayayım; bütün bu laf kalabalığını iki grupta toplayabilirim: Yüzde 99’u oluşturan grup, ballandıra ballandıra en küçük ayrıntısına kadar ülkedeki eğrilikleri birbirlerine anlatıyorlar. Her anlatan bir diğerinden üste çıkmak için daha eğri bir şey anlatma peşinde. Medya adını verdikleri birkaç gazete ve bizim ellerine verdiğimiz kim kiminle ne yapmış, ne yemiş, nereye gitmiş kanalları yoluyla birbirleriyle yarışıyorlar. Halbuki bilmiyorlar ki her birinin ne yiyip içtiklerini dahi biliyoruz. Bu bir gelenek haline gelmiş, her yerde uygulanabilir.
Bu grup aynı zamanda saklı içerikle ikinci bir mesaj da yayıyor: “Buradan çıkış yok; ancak hepiniz bir araya gelir birlik olur, çağdaşlık yolunda toplanırsanız kurtulabilirsiniz”. Tabii bunun olmayacak duaya amin demek olduğunun da muhtemelen farkındalar. Ama gerek tembellik, gerekse ezberleri nedeniyle başka bir şey düşünebilecek durumda değiller. Bir kısmı da meselenin sandıkta ya da sokakta çözüleceğini düşünüyor, halbuki o yolların çoktan kapandığının farkında değiller ve dağarcıklarında başka da araç yok.
Belki yüzde bir gibi bir bölüm ise M.K.Atatürk’ün işaret ettiği “en gerçek yol göstericiyi” (akıl) çıkar yol olarak savunsa da onların en güçlü karşıtları Atatürk’ün sözlerini (ama ezberden) tekrar edip, kendilerini O’nun askerleri olarak tanımlayanlar. Biz o küçük kesime dikkat ediyoruz ama müdahaleye en azından şimdilik gerek yok. En güvendiğimiz kısım ise “bir şey yapılması gerektiğini savunanlar”; bizim esas kitlemiz onlar.
Akıl yoluyla bir çıkış yolu bulunabileceğini düşünenlerin büyük bölümü ise aklın yolunun tek olduğuna, o yolun da kendilerinin ezbere-belledikleri yol olduğuna iman etmiş olanlar. Dolayısıyla kişi sayısı kadar akıl olduğu için anlaşmalarına imkan yok. Akılları birleştirmeyi ise akıl edebileceklerini sanmıyorum. Güvencem yine “Atatürk sözcüleri” ile “bir şeyler yapılmalıcılar”.
Bazen ta şurama geliyor çıkıp da: “Yahu siz ne biçim insanlarsınız, en değerli kaynağınız olan zamanlarınızı sürekli ağlaşarak geçiriyorsunuz da, sizi esir almış olan ezberlerinizi askıya almaya akıl ve cesaret edip acaba daha yetkin bir akıl nasıl oluşturabiliriz ya da bunu yapamazsak yapmaya çalışanlara yardım ederiz?” diye sormuyorsunuz; alışkanlıklarını değiştirmeye, zihinsel hapishanelerinizden kurtulmaya çalışmıyorsunuz, başınıza gelenlere müstahaksınız” diyesim geliyor, ama sonra görevimi hatırlıyorum.
Neyse şimdilik bu kadar fırsat bulursam yine yazarım. Selam ve sevgiler. Patrona hürmetler.”
John
Ocak 5, 2020
-
Ara 28 2019 Focus!
Gündelik gazete, TV, sosyal medya ve arkadaş toplulukları yoluyla akan bilgilere biraz yukarı çıkıp oradan bakınca görünenler -bendeki izlenim- şöyle: Çeşitli ölçekte “yeni sayılabilecek eğrilikler” ve çok az da olsa “filanca eğrilik şöyle kolayca/!) çözülür?” önerileri.
Bunlardan birincisi sürekli bir tırmanış gösterir. Örneğin, bugün için “filan kamu görevlisi kayınbiraderine bir milyonluk bir kolaylık sağladı” gibi bir haber çıkarsa, yarından itibaren çıta bu düzeyin (makam ve/ya kolaylık miktarı açısından) daha üstüne çıkmak zorundadır; aksi halde yeteri uyarıcılığı sağlayamaz, çünkü kandaki yolsuzluk haberi yoğunluğunun sabit kalması için “o da bir şey mi esas şu ranta bakın” gibisinden yeni bir bombaya ihtiyaç vardır. İşte tam da bu nedenle verilen haberlerin ölçülendirilmesinde kullanımı adet olmuş birim “atom bombası”dır (çünkü vatandaş her gün atom bombası patlamasına alışık olduğundan ne gibi bir etkiyle karşılaşacağını çok iyi takdir edebilir. Deprem büyüklüğünün ya da Karadeniz’in altındaki hidrojen sülfür patlamasının nasıl bir şey olduğu bu nedenle abpb (atom bombası patlaması birimi) ile ölçülür.
Bunlar işin şaka yanı olup değinilmek istenilen, uzayın genişlemesi gibi bir hızda büyüyen “dikkat dağıtıcı” olgudur. Bu soyut tanımı anlaşılır kılmak için aklıma gelen, üç kupadan birisi altına gizlenen bir nesneyi bulması istenen ve kupaların sürekli yerleri değiştirilirkenki hıza uyum gösteremeyen kişilerin uğradıkları akıl dağınıklığıdır. Ulusça bağımlısı olduğumuz bu kupa altındakini bulma oyunu’nu oynatanlar kuşkusuz oynayanlar kadar bilinçsiz olmadıkları için bu işten zarar görmez, aksine kazanç sağlarlar.
Her şeye karşın oyunu oynayan ya da oynamayıp izleyenler yine de zamanla esas amacın akıl dağıtmak olduğunu fark etmeye başlayacakları için dikkatleri bir yerlere çekecek ek etki unsurlarına ihtiyaç vardır. Örneğin, özgürlükler ülkesi topraklarımızda canı çektiği için birilerini öldürmek üzere gezinen bir yurttaşımıza denk gelen hem kadın hem de dansçı bir kişi, istenilen ek akıl dağıtıcılık amacıyla iki-üç günlük de olsa yeterlidir. Sonrasında Kanal İstanbul nedeniyle “su altında kalacak mezarlar” (dikkat! bu topraklardaki egemenliğimizin mührü olan Montrö değil de mezarlar) gibi bir konu icat edilir.
Bu körlük içinde, insani olarak etkili sıkça rastlanabilecek trajik olaylar, birilerinin “odağını kaybetmeden” eğriliklerin kök-nedenleri üzerinde durmasını güçleştirdiği gibi, aslında Cumhuriyet rejimi ve demokratik yönetim biçiminin en değerli aracı olan kitlesel akılların oluşmasını da engeller.
Her kök-neden, adına Sorun Kimyası da denilebilecek bir olgu uyarınca sürekli olarak bölünme ve birleşmeler yoluyla yeni sorunlar üretme eğilimindedir[1]. Üstelik, toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti (ortalamasının) yetersizliği nedeniyle bu üremeyle ortaya çıkan sorun stokunun giderek büyümesi ve bu stokun aslında “Türkiye’ye karşı kullanılabilecek çeşitli kozların ihracatı” olması nedeniyle dışımızdaki her toplumun iştahını da kabartır. Her çözemediğimiz sorun aslında kendimize karşı kullanılabilecek bir koz ve aynı zamanda üretilen değerlerin birazının yitirilmesidir.
İnsanları genelde rahatsız eden sorunların kökleri değil semptomlarıdır, çünkü onlar anlık olarak algılanırlar. Bu sadece burası için değil tüm toplumlar için geçerli olsa da fark, gelişkin denilebilecek olanlar içinde “aydın[2]” adı verilen bir kesimin, odaklarını kaybetmeden kitlesel akılların[3] oluşmasına öncülük edebilmeleri, geri kalmış ülke insanlarının ise bu işlevi yapabilecek beceriye sahip olmamaları; aydın kesimin bu akıl dağılma ve daralmasına -neredeyse- öncülük edip, her gün ortaya atılan bir konuyu kök-sorun olarak sunup; üstüne üstlük odağını kaybetmeyenleri romantik, naif, teorik gibi sıfatlarla aşağılamalarıdır.
Bu durumda sorulabilecek soru, “akıl dağılması tuzağına düşmeyenlerin neleri ve de nasıl yapabilecekleri”dir. Odak dağılması yoluyla akıl daralmasına uğramamış insanların yollarına devam etmeleri birinci ip ucu olabilir.
Bir diğeri, yalnızlık ve desteksizliklerini gidermek yolunda, çağın sunduğu teknik imkanlardan yararlanmalarıdır. Yüz yıl önceki imkansızlıklar içinde o günün en ileri tekniklerini (örneğin telgrafı) sonuna kadar kullanabilen M.K. Atatürk örnek alındığında, birbirinden uzakta yaşayan ve birikimlerini sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullanmama erdemini gösterebilecek profesyonel gönüllüleri[4], internet aracılığıyla bir araya getirip, yetkin akıl algoritmaları[5] oluşturmak pekala mümkündür[6].
28 Aralık 2019
[1] Sorun kimyası için bkz. https://tinaztitiz.com/3360/sorun-kimyasinin-dorduncu-kanunu/
[2] Aydın tanımı için bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram#aydin
[3] Kitlesel akıl (küme aklı, kovan aklı, kalabalık aklı) için bkz. https://goo.gl/VJVFBj
[4] Bir sosyal sorumluluk görevini profesyonel disiplin içinde yapan gönüllü kişiler.
[5] Bkz. http://bit.ly/2Qqxvf9 adresindeki Düşünce Notu
-
Kas 30 2019 Kısır Döngü (Revize 1.Basım) içindeki web adresleri listesi
-
Nis 06 2019 Arılardan zekiyiz ama onlar daha bilge!
Arı kolonileri, beslendikleri floradaki -insan eliyle ya da doğal- nedenlerle değişimler sonunda zaman zaman yuvalandıkları yerlerden (kovan) göç etmek zorunda kalıyorlar.
Bu durumda ortaya çıkan “nereye göç etmeliyiz?” sorusunun cevabını milyonlarca yıldır, muhtemelen deneyerek ve giderek daha az yanılarak kendileri veriyorlar. Buna “kovan aklı” (hive mind) deniliyor.
İnsanlar uzun yıllardır bu süreci inceliyor ve çoklukla başarılı olan bu karar sürecinin doğasını anlamaya çalışıyor[1]. Örneğin, “yeni nektar kaynaklarını nasıl arıyorlar?”, “hangi bilgileri ve de nasıl toplayıp saklıyorlar?”, en önemlisi “bir araya gelip bu bilgileri nasıl müzakere edip sonuca varıyorlar?”, “kararlarını basit ya da nitelikli çoğunlukla mı alıyorlar?”, “bu kararlar ne kadar doğru çıkıyor?” gibi.
Bu ansiklopedik nitelikli bilgi üzerinden cevabını bulmak istediğim soru, arıların en az %80 doğrulukla verdikleri karara yol açan müzakerede sadık kaldıkları ilke(ler) nelerdir ve türümüz bu konuda niçin bu denli başarılı değildir? Ya da “daha yetkin olduğunu bildiğimiz beyin donanımımız ile ne yapıp da arılardan geri düşüyoruz?”.
Beyin ve düşünme süreçleri ile ilgili araştırmalar her geçen gün kimi gizemleri aydınlatıyor. Örneğin yakın zamana kadar öznel olduğu düşünülen sezgi (intuition) kavramının laboratuvar ortamında deneysel olarak gösterilebildiğini artık biliyoruz[2].
Bu bağlamda gözlemlerimiz şöyle bir hipotez ileri sürmeye götürüyor: Arılar, yeni nektar kaynakları hakkında önemli sayılabilecek bilgileri birer biyolojik sensor sadakatiyle kaydedip geri getiriyorlar ve “waggle dance”[3] adı verilen bir iletişim yöntemiyle “sensor verilerine yorum katmadan” müzakere ortamında paylaşıyorlar.
İşin içine, bir arının bir diğeri ile ilişkileri, sempati ya da antipatileri, ideolojileri, planları, dini görüşleri, rekabeti gibi faktörler söz konusu olmaksızın salt maddi gerçekliklerin karşılaştırılıp, daha “doğru” olan bilginin yanında toplanıyorlar.
Bu müzakereler sırasında bir işçi arı belirli bir uzaklıktan, 200 ila 500 arı arasındaki waggle dance yoluyla iletişimleri izliyor ve belirli bir olgunluğa varıldığı anda özel bir ses (piping deniliyor) çıkararak nitelikli çoğunluğun kararının benimsendiği[4] ilan ediliyor.
İnsan kümelerinin müzakereleri ise buna hiç benzemiyor. Arıların tek amacı hangi veri setinin daha işe yarar olduğunu aramak iken, insan kümelerinin amacı daha karmaşık. Akılcı karar ve zevk alma arasında gidip geliyor[5].
Şaşırtıcı sonuçlara varmak, bunları başkalarına duyurmak hemen herkese zevk verir. Tek adımlı bir düşünce yoluyla şaşırtıcı sonuca varmak zordur; bunun için çok adımlı süreçlere ihtiyaç var. Örneğin 1=2 gibi bir sonuç çok şaşırtıcıdır ve kanıtlanabilse çok da beğeni toplar. Bu amaçla bir düşünme zinciri şöyle olabilir:
a2-a2 = a2-a2
a(a-a) = (a-a).(a+a)
a=2a
1=2
Üç adımda kanıtlanan(!) bu sonuç çok keyif vericidir ve sıfırla bölme kuralı dikkatten kaçtığı sürece çok da beğeni toplayabilir.
Benzer biçimde, düşünce zincirleri arasına, yanlışlar, tahminler, temenniler, nefretler, tutkular, sempati / antipatiler, ideolojiler ve biraz da doğrular katılarak -hele de unvan ve ses yüksekliği eşliğinde- uzun zincirler oluşturulursa kahvehane veya TV tartışmalarındaki durum ortaya çıkar; yani sıfır değerinde düşünceler.
Kişilerin -muhtemelen kendilerinin bile farkında olmayabilecekleri- onlarca ön yargı altında, nesnel olarak niteledikleri ama büyük ölçüde öznel seçimlerin söz konusu olduğu, bunların kurumsal, toplumsal çıkarlarla birleşerek daha tanınmaz hale geldikleri görülüyor.
Bütün bunların önemi nedir?
“Tüm yaşam sorun çözmekten ibarettir” Karl Popper’in ünlü sözü. İçinde yaşadığımız toplumun bir stok oluşturmuş ve her geçen gün kendi içinde yeni bileşikler yaparak büyüyen sorunları ve de bunları çözmek için gereken Birleşik Akıl’lar[6] yerine tek akıllara yönelişimiz de bir realite.
Bu olgu dikkate alındığında, zincir baklaları içine beğeni artırıcı ama değer azaltıcı elemanlar katılmış düşünceler yerine, biraz alçakgönüllü davranıp arı dostlarımızdan kopya çekmek, sorun stokumuzun artışını durdurabilmek için gerçek bir beka meselesi olarak ortaya çıkıyor.
Bu durumda başarılı bir müzakere[7] için, düşünce zincirlerimiz içindeki değer azaltıcı elemanlardan sıyrılmak, onları en azından askıya almak gerekiyor ki bunun ne denli güç olduğu da belli.
Bu yolda yapılabilecekler sınırlı da olsa yok değil, işte birkaçı:
- Bir sorun çözmek amacıyla Birleşik Akıl (kovan aklı) üretecek kişiler, cinsiyet, etnik köken, inanç vd kültür öğeleri açısından farklılıklar içermeli.
- Kişiler içinde, yürürlükteki paradigmaların uçlarına götürebilecek provokatif düşünceleri ileri sürebilenler bulunmalı.
- Bir sorun çözme müzakeresinin performansı, kişiler arası etkileşimlere, o da, kişilerin başkalarının fikirlerinden etkilenerek kendi düşüncelerinde değişiklik yapmalarına, hatta düşüncesini terk edip başka bir düşünceyi benimseyebilme esnekliğini göstermesine ve de gerektiğinde bunu defalarca tekrarlayabilmelerine bağlıdır. Buna göre kişiler böylesi bir esneklik konusunda bir ön-yönlendirmeye razı olabilirler.
- Ve en önemlisi, kişilerde şöyle bir önyargı oldukça yaygındır: “doğru tektir, aklın yolu birdir; çok sayıda kişi bir araya gelse de -adını ne koyarsanız koyun- ortaya farklı bir şey çıkmaz”.
Birleşik Akıl (kovan aklı, hive mind) kavramının inanılması güç sihiri, insanoğluna göre daha az zeki arıların, daha yüksek bilgelik göstererek “doğrularına bizler kadar güvenmediğini” gösteriyor.
Bu nedenle “birikimlerimizi (müktesebat) askıya alabilme” + “objektif bilgi kaynaklarından daha çok yararlanma”, üzerinde en çok durulması gereken nokta olarak öne çıkıyor.
Sonuç
Kendi tek akıllarımıza, birikimlerimize bu denli güvenerek gelebildiğimiz son durak burasıdır. Eğer yolculuğa devam edilmek isteniliyorsa bu inatlardan -hep birlikte- vazgeçilip, Birleşik Akıl alçakgönüllülüğünü kabul etmek zorunlu görünüyor. Yeni bir başlangıç aramıyor muyduk, işte burada.
6 Nisan 2019[1] bkz. http://bit.ly/2KcpLNV Sıra No. 2-MD ve 3-MD
[2] bkz. http://bit.ly/2H3cRvT
[3] Arıların gövdelerini titreterek ve kanatlarını oynatarak sağladıkları iletişim yöntemine verilen ad.
[4] Kararın salt ya da nitelikli çoğunlukla alındığı, bir araştırmanın konusu olmuştur.
[5] Bkz. https://npistanbul.com/tr/haber/362/beynimiz-nasil-calisiyor-tarhan-harward-business-review-e-yazdi
[6] Uzlaşı (ortak akıl) bir müzakereye katılan kişiler arasındaki kesişim kümesidir. Birleşik Akıl ise, kişilerin tümünün katkılarından oluşan akıldır. Birleşik Akıl’a katkıda bulunanların hiç birisi sorunu tek başına çözemeyebilir, ama tetiklediği bir ipucu yoluyla çözümün yolunu açabilir. Bu durumda uzlaşı olamayabilir ama çözüm mümkün hale gelebilir. Tabii ki hem soruna çözüm bulup hem de uzlaşı oluşturmak en iyisidir; ancak bu her zaman -hatta çoğunlukla- mümkün olmayabilir.
[7] Türkiye sorunları üzerine çalışan bir grup (bkz. www.BirlesikAkilAgi.com), sorunların çözümü için algoritmik bir yöntem üzerinde çalışıyor. Bu yoldaki denemelerin birisinde uygulanan kurallar (http://bit.ly/2Vo9QgL) ve Ortak Erişimli Müzakere Formu (http://bit.ly/2UjYi1u) söz konusu müzakere için bir örnektir.
-
Tem 30 2018 “Düşünme becerileri” ve eğitimi
Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.
Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.
Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:
- Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
- Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
- Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
- Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
- Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
- Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
- Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
- Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
- Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
- Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.
Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.
Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:
- Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
- Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
- Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
- Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
- Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
- Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
- Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
- Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
- Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
- Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
- Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
- Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
- İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
- Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
- Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
- Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
- Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
- Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
- Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.
Şimdi bir soru!
Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?
Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.
Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.
İkinci soru!
Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?
Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.
O halde!
Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.
30 Temmuz 2018
[1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j
[2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN
[3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007
[4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR
[5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP
[6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F
[7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD
[8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I
[9] Bkz. https://goo.gl/2necnY
[10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz
[11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr
[12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.
[13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw
-
Tem 28 2016 Çare arayışları
İki soru..
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hemen herkesin tek tek ve gruplar halinde kafa yorduğu, tartıştığı konular genel olarak ikiye ayrılıyor: Niye oldu? ve Ne yapalım da bir daha olmasın?
Bu bence sağlıklı bir tutumdur; rasyonel akıl da bunu gerektirir. Bununla beraber toplumumuzun nitelik (http://wp.me/p2t6mi-UR) dağılımı uyarınca, çözüm arayışları genellikle kestirme yollar bulmaya, eğer yok ise icat etmeye dayalıdır ki aslında bu da iyidir, yeter ki kendi zihinlerimizdeki yargı kalıplarını (http://goo.gl/v4B3fc) evirip çevirip, bunun da adını düşünmek olarak koymayalım.
Medya ve internet kanalıyla gördüğümüz kadarıyla, darbe girişiminin “niçin” olduğu ve bundan sonra tekrar olmaması için “ne yapılması” gerektiği konularında ortaya atılan fikirlerin ağırlığı, askeri kurumların sivilleştirilmesi (askeri okulların kaldırılıp MEB’e bağlanması gibi) çevresinde toplanıyor.
Girişimin açık yaralarının henüz taze olduğu günlerde bu tür çözümler düşünülse de zaman içinde ortak aklın galebe çalacağı, askeri kurumsal kültürlerin değerinin daha iyi anlaşılacağı beklenir.
Aranan ipucu şu özlemdir:
Bu bağlamda naçizane öneride bulunmama, İçişleri sayın bakanının bir gazetede okuduğum şu cümlesi yol açtı: “öyle bir düzen kuralım ki bir daha askeri darbe yapmak mümkün olamasın”. Bu bir anahtar özlemdir ve çare üretmek isteyenler –tüm yargılarını askıya alarak- bu özlem doğrultusunda fikir üretmelidirler.
Askeri kurumların sivil otoriteye tabi olması demokratik rejimin bir ilkesidir; ama bu, askeri kurumları sivillere bağlamakla gerçekleştirilebilir bir şey değildir. Ülkemizde bol miktarda bulunan dini örgütler, sivil kurumlar içine de sızabilirler, nitekim sızmışlardır da. O halde aranan çözüm bu olamaz, aksine TSK’nın iyiden güçsüzleşmesinin yolunu da açar; bu da temeldeki amaca hizmet eder.
Ne yapmalı yerine “ne yapmamalı”..
Tam bu noktada, özlemimizi ifade eden cümleyi ters çevirerek bir soru sormalıyız:
“Bugüne kadar yapageldiklerimiz içinde en önemli neyi yapmayalım ki bir daha askeri ya da diğer türlerde darbeler yapmak mümkün olamasın?”
CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın 26 Temmuz’daki Tarafsız Bölge programına katılanlardan Eray Güçlüer (E.Jand.K.Alb), “TSK’dan çeşitli kumpaslarla ilişiği kesilenlerin ortak özelliği nedir?” sorusuna şu cevabı veriyordu: “bu soruyu yıllardır düşündük; sonunda bulduğum ortak özellik biat etmezlik idi”.
ve bir gün sonra aynı TV’nin haber saatinde Deniz Harp Okulu’ndan mobbing yoluyla atılan bir öğrenci (Ufuk İmrek) de, bu yolla atılan öğrencilerin ortak özellikleri olarak yine “biat etmezlik” niteliğine dikkat çekiyordu.
Bu bir rastlantı değildir ve son derece anlaşılabilir bir nedene dayanmaktadır: Sadece 15 Temmuz girişimi için değil, Dünyadaki tüm kökten dinci hareketlerin ihtiyaç gösterdiği insan malzemesinin ortak özelliği “biat kültürüne yatkınlıkları” olarak görünüyor.
Aranan cevaba bir adım daha..
Peki buradan, “ne yapmayalım ki bir daha darbe olmasın?” sorusunun cevabına giden bir ipucu var mı? Evet var; hem de ipucu değil, cevabın tam da kendisi var: Her ölçekteki eğitim sistemi içinde, biat’ın ana elementi olan sorgulanamazlık (ezber) öğeleri tek tek temizlenmelidir (http://wp.me/p2t6mi-Ok).
Yani..
Askeri ya da sivil, hangi türden olursa olsun, her nerede sorgulanamazlık (ezber) var ise orada darbeci (en azından otoriter) eğilimleri özendirip besleyen bir iklim oluşur. Darbe istemiyorsanız her gün yemek öncesi alınacak ilaç “sorgulanamazlık”tır.
Daha da ötesi..
Çeşitli nedenlerle biat’tan vazgeçmeyip, bir yandan da darbe eğilimlerini önlemek için, okullara dersler koymak, anti-darbe yolunda beyin yıkamak, darbe cezalarını daha artırmak, sivil kurumlara bağlamak ve benzeri önlemlerin, sonuçta daha da baş edilemez belalara yol açması kaçınılmaz görünüyor.
Esas suçlular..
Genellikle her kriminal olayda, bir görünenler bir de hiç dikkati çekmeyenler vardır. En barizlerinden birisi eğer cinsel içerikli suçlar ise, bir diğeri de darbeler veya girişimleridir.
Cinsel içerikli suçlar için nasıl ki sorgulama yerine hadım etme gibi zihni sinir türü bir önlemi alkışlayanlar bir anlamda bu tür suçlar için uygun iklim yaratmaya katkıda bulunuyor iseler; benzer şekilde darbe girişimleri için de, esas bakılması gereken yer eğitim sistemimizdeki ezber[1] uygulayıcıları ve yandaşlarıdır.
İyi de kısa kes, “ne yapmayalım?”..
Bu konularda –tam bu sözcüklerle olmasa da- sık duyduğum kestirmeci itirazını varsayarak tekrar etmeme lütfen izin veriniz: Her toplumun kültürü içine yerleştiği için farkına varılmaz hale gelen kültürel öğeler olması doğaldır. Toplumumuzun kültürü içinde de olumlu ya da olumsuz, diğer kültürlerden ayıran öğeler olduğu söylenebilir. Misafirperverlik, cesaret, tehlike anında dayanışma gibi bileşenler birkaç olumlu unsur iken, olumsuzların başında (sorgulanamazlık) gelmektedir.
Eğer mutlaka bir şeye savaş açmak gerekiyorsa buna savaş açılmalı ve kim(ler) karşı çıkarsa çıksın açılmalıdır. Biata alıştırılmış topluluklar ile bir arada bulunamayacak bir şey varsa o da demokrasidir.
Toplumumuzun en azından aydın (http://goo.gl/dER6ZE) kesiminin, kendisi ve ulusunun varlığını sürdürmekten daha önemli bir misyonu olabilir mi?
Lütfen nasıl diye sormayınız, “nasıl” kavramını ince ve saklı bir itiraz aracı olarak kullanmayınız.
Darbe = otoriter eğilimler = ezber = sorgulanamazlık = biat
denklemini görünür bir yerlere yazınız; sonra da nasıl’ını konuşalım.
28 Temmuz 2016
[1] 1994 yılından itibaren 15 yıl, ezber sözcüğü –anlam kayması nedeniyle farklı anlam (yani “bellemek”) kazanmış olduğunu bile bile ısrarla- “sorgulanamazlık” yerine kullanılmış, eğitim sınıfının bunu idrak etmesi beklenmiştir. Ancak 2010 yılından itibaren, biraz da zorlama bir sözcük olan sorgulanamazlık terimi kullanılmaya başlanmıştır.
Çoğu öğretmen bir yandan (ezber)in yıkıcılığını az da olsa farketmiş, ama bir yandan da gerek (belleme)nin yabancı dil öğretimi, hemen hatırlanması gereken bilgilerin bellekte tutulması gibi yerlerde gerekli olması, gerekse (sorgulama)yı nasıl yapacağını bilememesi, bunun için gerekli çabayı göstermemesi nedenleriyle alışkanlıklarını sürdürmüştür.
Bu yolda harcadığım yıllar boyunca edindiğim izlenim, eğitim sınıfı’nın %95+’nin, ezber kavramının sorgulanamazlık anlamına gelen esas anlamını bilmediği ve öğrenmek yolunda bir çabasının olmadığıdır. Daha da ilerisi, bir ulusal yıkım aracı olarak kullanılabilecek (ve de 15 Temmuz’da kullanılan) sorgulanamazlık konusunda yüksek öğrenim görmüş kesimin de hem yeterli beceriye ve de ilgiye sahip olmadığıdır.