-
May 25 2012 Türkiye YoksulluğuYenebilir
Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!
Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.
AB Desteği
Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.
Proje uygulayıcısı
Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.
Başarısı kanıtlandı
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.
Öğrenme Merkezi-ÖMer
ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.
Temel amaç ne?
Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:
- “iş bulma”,
- “kendi işini kurma”,
- “ek gelir yaratma”,
- “tasarruf sağlama”,
- “geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak
herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.
Bu nasıl yapılacak?
Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.
Daha sonra katılımcılara;
- karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
- kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
- çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu
2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.
Anahtar budur
Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.
Yalnız değiller
Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.
Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:
Öğrenim
düzeyiKatılım
amacıYaş
Aile geçindirme sorumluluğu
Dezavantajlı grup
Toplam
< 25
< 40
sorumlu
katkı
yapıyorkadın
beden.
engelliDiğer
engelli
diğer
Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam 125
25
25
125
50
2
0
0
150
Ek gelir yaratma 10
90
100
0
90
0
0
0
100
İstihdam edilebilirlik artırma 0
10
10
0
2
0
0
0
10
Lise
mezunuYeni istihdam 60
40
50
50
50
5
0
0
100
Ek gelir yaratma 10
90
90
10
90
0
0
0
100
İstihdam edilebilirlik artırma 0
40
40
0
10
30
0
0
40
Toplam
Yeni istihdam 185
65
75
175
100
7
0
0
250
Ek gelir yaratma 20
180
190
10
180
0
0
0
200
İstih. edilebilirlik artırma 0
50
50
0
12
30
0
0
50
Toplam 500
Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim
Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.
Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.
Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.
Her katılımcı 2 tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.
Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.
Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!
Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır. Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.
ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!
Lütfen duyurunuz!
ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.
Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.
Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.
Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.
[1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.
[2] Seminer yöneticilerine verilen addır.
[3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.
[4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.
[5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.
-
May 25 2012 Kuruluşlara Çağrı
AB destekli bir istihdamı geliştirme projesi olan ÖMer-Öğrenme Merkezi projesi katılımcılarının istihdam şanslarını artırmak için bir girişim planladık.
Bu girişim, kuruluşların aşağıdaki bildirimde bulunması yoluyla, ÖMer projesine katılanlara (eşitler arasında birinci olabilirsin) mesajını vermek ve bu yolla projeye katılımı özendirmektir.
(Katılım ne kadar çok olursa daha istekli olanları seçebilmek o denli kolaylaşacaktır).
Bu yolla kuruluşlar da kamuoyuna (eğitimden yana) oldukları net mesajını vermiş olacaklardır.
Aşağıdaki bildirimi onayladığını bildirenler http://www.yapabilirsin.com sitesinde ilan edilecektir. Onayınıza sunulan bildirim şöyledir:
(……….kuruluşu olarak insan kaynakları ihtiyaçlarımızın karşılanmasında, bir taahhüt sayılmamak kaydıyla eşitler arasında ÖMer katılımcılarını tercih edeceğiz.)
Bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir savaş kazandırır.
Haziran 2005
-
May 25 2012 Kelliğe ve matematiğe kökten çözüm..
Gazetelerde sık sık, istenmeyen hamileliklere, kelliğe, selülit ya da benzeri sorunlara karşı çözüm önerileri yer alır. Bu önerilerin palyatif olanları çoğunlukta olduğu için herkes önerisinin daha ciddi olduğunu belirtmek için “kökten” vurgulaması yapar.
Benzer bir vurgulama sık sık kaza yapan otobüs şirketlerince de kullanılır ve örneğin orjinal adı Fırtına Seyahat olan şirket otobüsleri her kazadan sonra Öz Fırtına, Hakiki Fırtına gibi adlar alırlar.
Bu tür uygulamalara karşı şerbetli olan vatandaşlarımıza, geçtiğimiz hafta yepyeni alanda bir hizmet ilk defa sunuldu. Bu da “Matematiğe Kökten Çözüm” sloganıyla büyük gazetelerde çeyrek sayfalık ilanlarla duyuruldu. Çetin Altan Usta’nın deyimiyle “matematikten hiç anlamamakla övünen” okur-yazar takımına yaraşır bir kara mizah. Matematiğe çözüm!
Şeker bayramı ile birleştirilerek verilen bu müjde kimbilir onbinlerce gencin evinde ne büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Düşünsenize bir kez, matematik denilen hastalık artık öyle pansuman önlemlerle değil tamamen kökten çözülecek.
İlan ve reklamların biraz gösterip biraz saklaması adettendir ama burada hangi sonuçların ve de nasıl alınacağı da açıkça belirtiliyor: Çıkma ihtimali olan bütün sorular ve çözümleri 1500 sayfa içinde 6000 soru halinde!
Bu büyük hizmete sevinenler herhalde yalnız öğrenciler değildir. Matematik öğretmenlerinin de “önemli bir bölümü” sevinenler arasındadır. Ayrıca matematik dışındaki branş öğretmenlerinin de ne büyük bir haset içine düştüklerini tahmin eder gibiyim. Eminim kısa bir süre içinde o alanlarda da benzer -hatta daha ileri- hizmet sunan eğitimciler(!) çıkacaktır.
Bir süre evvel https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=712 adresli yazımda, bu tür hizmet ehli öğretmenler ve onlara layık öğrencilerce yapılan bir matematik buluşu sizlere tanıtmıştım. İşte o buluşlar, burada sözü edilen ilanlardaki yöntemle yetiştiriliyor. Yani “çıkma ihtimali olan bütün soruları ezberleyerek”.
Merakım şudur: Eğitim sınıfı içine karışmış, ama eğitimle yakın uzak bir ilişkisi olmayan, bu işi ekmek parası için yapmak zorunda(!) kalan kimi insanlar bu tür yöntemler uygulayabilirler. Nasıl ki normal insanların arasına akıl sağlığı sorunlu insanlar karışabiliyorsa, eğitim işinde de böyle “karışmalar” olabilir.
Ama anlayamadığım, nasıl olup da diğer gruptan birilerinin çıkıp:
- Tekrar yoluyla bellemenin, “anlamak” denilen kavrama olgusu ile bir ilişkisinin bulunmayıp tam bir ezber olduğunu,
- Doğru yöntemin “Sıfır Tekrarlı Öğrenme” (zero trial learning veya diğer tabiriyle aha learning) olduğunu, kişinin ihtiyaç duyduğu bilgilerin, herhangi bir tekrara gerek kalmaksızın bir defada öğrenildiğini,
- Tekrara dayalı eğitim almış kişilerin temel özelliklerinden birisinin dayatmacılık (benimsetmecilik) olduğunu; benimsetmeciliğin ise hiç umulmayan biçimlerde ortaya çıktığını (bkz. “Bir test:Laik misiniz dinci mi?” https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=690)
dile getirmediğidir.
“Çıkma ihtimali olan tüm sorunları ve cevaplarını” ezberleyerek yaşayabileceğini düşünen insanların çoğunlukta olduğu, bunun farkında olan azınlıkların ise seslerini çıkarmadıkları bir toplum varlığını sürdürebilir mi? Hayır.
Peki sürdürmeli mi? Cevabı siz verin.
Kasım 4, 2005
-
May 25 2012 Anlayabilenlere çağrı!
Mutluluk nedir?
Ünlü fizikçi S.Hawking’e bir TV programında “mutluluk sizce nedir?” diye bir soru yöneltildi. Hiç tereddüt etmeden verilen cevap şuydu: “anlayabilmek“.
Bir ülkede yaşayan ve bunu sürdürmek isteyenlerin büyük bölümünün ülke sorunlarına ilişkin konularda kendilerine göre doğru-iyi-güzelleri savunduğuna, başkalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, dile getirilen düşüncelerin, alınan tavırların, benimsenen tutumların hep bu tanımlanan nüfusun refah ve mutluluğunu amaçladığına inanıyorum.
Bu konularda ne denli ayrıntılara inilirse anlaşmazlıkların da o denli artacağı, bu yüzden de toplumsal uzlaşıların daima “ilkesel” düzeyde kalması gerektiği bellidir.
Özgürlük kısıtlamalarına tepki doğaldır ve de iyidir
Hangi dini, etnik, siyasi (ve olabilecek diğer) ideolojilere bağlı olursa olsun tüm bireylerin özgürlüklerine düşkün olduğuna, bunu tehdit edebilecek unsurlara karşı en hafifinden güçlüsüne kadar çeşitli tepkiler vereceğini varsayıyorum. Bu tepkileri verenler arasından hiç olmazsa küçük birer azınlığın da o tepkilere yol açan özgürlük kısıtlamasının alt katmanlarında neler olduğunu nerak edeceklerine; o merak edenlerin de yine küçük bir bölümünün daha daha alt katlarda hangi özgürlük kısıtlayıcı neden olduğunu merak edeceğine ve nihayet onların da küçük bir bölümünün en alttaki nedeni görebileceğini varsayıyorum.
Varsayıyorum ve yanılıyorum. Çünkü böyle olmuyor.
Böyle olmuyor ve her kesim, kendine ait önemli saydığı bir özgürlüğün kısıtlanmasına karşı, görünen -ve en az önemli olan- nedene saldırıyor.
Türbanlılar türban takma özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikayetçidir. Neden olarak da türban yasağını görmekte ve tepki göstermektedirler.
Toplumun dini kurallarla yönetilmesinden endişe duyanlar da yine özgürlüklerinin kısıtlanacağından şikayet ediyor, neden olarak da dini siyasete alet edenlere tepki gösteriyorlar.
Toplum içinde kendi benimsedikleri kimliklerine -başkalarının özgürlüklerinden kısarak- daha geniş özgürlükler verilmesini isteyenlerin de yakındıkları yine en üst katmandaki nedenlerdir.
Yakınan kesimlerin sayısı artırılabilir, ama ortak nokta aynıdır: ilk göze çarpan nedene tepki göstermek.
Anlayabilenler bu yana..
Peki nasıl oluyor da, tüm bu kesimler toplumumuzun neredeyse tamamının geçtiği okul sıralarındaki (ezber=sorgulamama) illetini, yakındıkları özgürlük kısıtlama nedenlerinin en temelindeki neden olarak görmüyorlar?
İnsanlara, bazı kesin ve tartışılmaz doğrular-iyiler-güzeller olduğunu ezberletip belletirseniz, bunun tüm yaşam kesitlerine yansıyacağını, böyle eğitilmiş bir kişinin benimseyeceği görüş dışındakileri hep (başkası) sayacağını nasıl olup da göremezler.
Yoksa acaba, sorunları ve nedenlerini soğan katmanları gibi görüp anlamaya çalışmak yerine kendilerine belletilip sonra da tartışılmaz, sorgulanmaz (ezber) bırakılan doğru-iyi-güzelleri savunmayı daha mı pratik (ya da kârlı) sayıyorlar.
Daha somut örnek..
80,000 civarında okulumuz var. İçlerinde tezek yakarak ısınmaya çalışanlar ve klima ile ısıtılanlar var. Kara tahta bulamayıp duvara yazanlar ve her öğrenciye bir bilgisayar düşenler var.
Öğretmenlerinin Türkçe konuşamadıklarının yanısıra birkaç dil bilen öğretmenleri olanlar var.
Ama hepsinin ortak iddiası, ezberin başka okullarda yapıldığı kendi okullarında ezbere yer olmadığı.
Bu nasıl olabilir? Bu insanlar -en azından- kendilerini nasıl böylesine kandırabilirler? Bir insana mutlak doğruların olabileceğini öğretmek ile bir arabanın diresiyonunu iple sabitleyip yola salmak arasında ne fark vardır? Bu araç, direksiyonunun ayarlandığı yönde tüm önüne çıkanları ezmeye kalkmaz mı?
Haydi diyelim ki bu okullardaki öğretmenlerin hepsi aynı kaynaktan eğitiliyor; o kaynakları da değiştiremediğimiz için bu süreç kendini besliyor. Ezberi sadece din eğitimi verilen okullara özgü sananlar acaba fizik, kimya matematik gibi derslerin TAMAMEN ezberle belletildiğini görmüyorlar mı? Bu okullara bilgisayar vermek, intenete bağlamak ezberi daha da pekiştirmiyor mu?
Peki hiç gözü sonradan açılan olmuyor mu? Hiç kendisine belletilip ezberletilen mutlakların her zaman geçerli olmayabileceğini düşünen yok mu? Bunların içinde hiç sesi çıkan yok mu?
Peki mesele sadece okulda mı?
Keşke öyle olsaydı. Ekonomistlerimiz tartışa dursunlar, hangi finansal parametre ile oyanırsa düze çıkarız diye. Her ne mal ve hizmet üretiyor isek onların içerdikleri katma değerler ve borçlar toplamı bizi bugünkü koşullarımızda yaşatabiliyor. Refahımızı ancak daha çok borçlanarak artırabiliyoruz. Bu basit denklem (ne kadar katma değer o kadar refah) çıkış yolunu da gösteriyor: daha çok katma değer!
Ama daha yüksek katma değer yaratıcılık (ezbersizlik) ister!
Ezber burada da en büyük engeldir. Aklı küçücük yaşta mutlak doğrularla dondurulan bebelerden oluşmuş büyük bebeler daha yüksek katma değer üretemez. Bağırır çağırır, suçlar, suçlanır ama yüksek katma değer üretemez. Üretemediği gibi üretebilenlerin yaratıcılığını da engeller. Mucitlerimizin başlarına gelenler bunun birer örneğidir.
Tam anlayamıyorum ama anlar gibi oluyorum..
Bir kısım insan kendini modern, çağdaş vs sayıyor ve bağnazlıktan uzak olduğunu sanıyor. Sarıldıkları -her ne ise- onun tüm doğruları gösterdiğini, mutlak doğrunun o olduğunu, herkesin onu benimsemesi gerektiğini, bunun gerekirse yumuşak gerekirse kanlı, gerekirse ezber yoluyla yapılacağına inanıyor.
Bunun için platformlar kuruluyor, yeni siyasal girişimler tasarımlanıyor, örgütlenmelere gidiliyor, yani hemen her şey yapılıyor; ama bir şey hariç: Bunların temelindeki ezberin bir zihinsel soykırım olduğunu anlamaya çalışmak.
Ama tam da emin değilim, böyle mi oluyor? yoksa!
Cuma, Aralık 16, 2005
-
May 25 2012 Pilav ve lezzet’i..
Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır.
Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.
Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.
İnsan hakları -onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları– veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar, ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.
Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi”dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.
“Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.
Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.
Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.
Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.
Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir.
Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.
Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.
“Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir.
Haydi geliniz; “biz neyin neden olduğunu biliyoruz, çözümlerini de biliyoruz, ama para bulamıyoruz, dış güçler de kalkınmamızı istemiyor” safsatalarından vazgeçip, bir küçük çocuk saflığı ile sorunlarımıza yol açan nedenleri, o nedenlere nelerin sebep olduğunu, onların da nerelerden kaynaklandıklarını sorgulayıp sonunda da “insan nitelik dokumuz”un yetersizliğini görelim ve sonra da yetiştireceğimiz çocuk ve gençlerimizin temel özelliklerinin “yaratıcılık” ve “doğru düşünmek”ten ibaret olduğunu, onun karşısındaki en büyük engelin ise, işe yaramaz, insanlarımızın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak “ezberletme sistemimiz (eğitim sistemi)” olduğunu keşfedelim.
Pazar, 20 Kasım 1994
-
May 25 2012 Toplum yaşamının ana denklemleri..
Her bilim dalında çok sayıda formül bulunur. Ancak, bu formüller genellikle çok az sayıdaki “ana denklemler” den türetilir.Bu az sayıdaki denklem yerine çok sayıda formülün kullanılması pratik zorunluklar nedeniyledir. Örneğin, tüm fiziksel hareketlerin ana denklemi olan (kuvvet eşittir kütle çarpı ivme) bağıntısı, yüzlerce değişik form altında kullanılır ve herbiri ayrı bir formülle ifade edilir.Bir alanda yeni bir formül türetmenin koşulu, türetilecek formülün, o alanın ana denklemlerine uygun olması, onlarla çelişmemesidir.Toplum yaşamının da benzer “ana denklemleri” vardır. Örneğin, maddenin sakınımı prensibi diye bilinen, “hiçbir madde yok olmaz, ya da yoktan varolmaz, ancak yer veya şekil değiştirir” kuralının aynısı ekonomi ve sosyal yaşam için de doğrudur.
İşte bu ana denklemlerden birisi, (toplumun ortalama refahı (Ro) eşittir ortalama nitelik düzeyi (NDo) bölü toplumun yaşam düzeyi beklentisi (YDB) çarpı nüfus (N)) şeklinde ifade edilebilir. Yani:
Ro = NDo / (YDB . N)
Burada “nitelik düzeyi” deyimiyle, zeka-bilgi beceri-ahlak-ruh sağlığı dörtlüsü kastedilmektedir.
NDo >> zeka, bilgi-beceri, ahlak, ruh sağlığı
Bu basit denklem, birçok sorunun açıklanmasına yaradığı gibi, sorunlara önerilen çözümlerin geçerliğini de test etmeye yarar.
Bu denkleme göre, toplumumuzun nitelik düzeyi değişmediği takdirde, nüfus arttıkça refah düşer.
Yine aynı denkleme göre, refah beklentileri pompalanan ama nitelik düzeyi ona paralel olarak artırılamayan toplumların refah düzeyi azalır.
Diğer yandan, beklentileri (YDB) ile gerçek refahı (Ro) arasındaki fark artan bir toplumdaki bu tatmin olmamış fark, çeşitli tepkilerin kaynağını (TEP) oluşturur ve o toplumu yönetmek giderek güçleşir.
TEP ≈ (YDB – Ro)
O halde toplumların beklentilerini artırırken son derece bilinçle davranmak gerekir.
Bu durumda örneğin, refahı artırmak için onlara devlet eliyle yardım yapmanın yararı olamaz. Çünkü denklemde böyle bir parametre yoktur.
Toplumları yönetenler ve de onlara yön verenler, toplum yaşamının ana denklemlerini bilmek ve ürettikleri görüşlerin bu denklemlere uygunluğunu sürekli olarak kontrol etmek zorundadırlar.
Benzer şekilde, bu denklemlerin uygun dillerle toplum kesimlerine de anlatılıp, nitelik düzeyi yükseltilemeyen bir topluma hiç kimse veya hiçbir devletin ilave bir hak, refah vs veremeyeceği bilinci yerleştirilmelidir. Böylelikle, refahını daima kendi dışından bekleme alışkanlıkları içine girmiş bulunan kitlelere yalan söylenmemiş olur.
Topluma yapılabilecek en büyük hizmet, onlara birkaç ana denklemi açıklamaktır.
( 1994 yılında yazılmış, Kasım.2000 tarihinde tekrar edit edilmiştir
-
May 25 2012 Çizgi filmlere dikkat ediniz!
Bir göz atınız..
TV kanallarına sabah bir göz atanlar ilginç bir gözlemi benimle paylaşacaklardır. Yabancı kaynaklı çizgi filmler çoğunlukta. Buna karşın çok az kanalda -genellikle TRT- çocuklar için hazırlandığı yazılı, ama kim için olduğu pek belli olmayan canlı programlar var.
İki tür çocuk programına baktığınızda derhal gözünüze çarpan -çarpan değil gözünüzü çıkaran- bir fark var: Yabancı kaynaklı programlar -istisnasız hepsi-, şu amaçlardan bir ya da birkaçını gerçekleştirmeyi amaçlamışlar:
- Öncelikli amaç, yaratıcılığı geliştirmektir. Güç hatta imkansız denilebilecek şeylerin göreli olduğu, insanların zorlandıklarında olağanüstü çareler geliştirebildiği, eğlendirici olaylar içinde verilmektedir. Gelişmişliğin ana ögesi olan buluşçuluk bu yolla aşılanmaktadır. Denilebilir ki ana mesaj buluşçuluk’tur.
- Hayvanlar, insanlar, bitkiler ve cansız dediğimiz nesnelerin hepsinin birlikte bir bütün olduğu, eko-sistemin ancak bir bütün olarak var olabileceği kuvvetle işlenmektedir.
- Hayvanların, öldürülecek değil dost olunacak yaratıklar olduğu mesajı verilmektedir.
- Tüm öykülerin hayvanlar çevresinde geçmesi, birbirini anlamanın (empati) ne denli önemsendiğini gösteriyor.
- Tüm olaylar, olağandışı bir hızda gelişir. Böylece hızlı karar vermek, hızlı hareket etmek aksi düşünülemez bir yaşam stili olarak tanıtılıyor.
- Müzik, çizgi filmlerin ayrılmaz unsurudur. Çocuk gelişiminin önemli ögesi olan müzik de bu yapının içinde sunulmaktadır.
- Şaka anlayışı, yaratıcılıkla başbaşa giden bir olgudur. Çocuk çok çabuk kavrayabileceği şekilde yüzlerce espri ile karşılaşmaktadır. Ama sık sık da ince hatta çok ince espriler yeralmakta, çocuğun şaka anlayışı giderek keskinleştirilmektedir.
Yerli yapımların farkları..
Buna karşın yerli yapım çocuk programlarının belirgin özellikleri şunlardır:
1. Olaylar, çocuklarımızın kavrayış düzeylerinin düşük olduğu varsayımıyla, son derece yavaş tempoludur.
2. Tipler, çizgiler yerine gerçek kişilerden oluşmaktadır (çünkü çizgi film yapmak zordur). Bu nedenle, çizgi tiplerin esnekliği, sürati ve abartıları gerçekleştirilememektedir.
3. Esprilerin çoğu geri zekalılık taklidi biçimindedir (aslında dizilerimizin çoğundaki ana tema da geri zekalılıktır; niye bu işe bu denli düşkün olduğumuz tuhaf çağrışımlar yaratıyor)
4. Buluşçuluk, güç durumlarda yaratıcı çareler geliştirmek gibi motifler hemen hemen yok gibidir.
5. Canlı sevgisi ile ilgili mesajlar ya yoktur ya da tepki yaratacak ölçüde “talimat” kokmaktadır.
Bu programlara konu mankeni olarak çağrılan seçme çocuklar dahi, esas duruşa yakın bir pozisyonda, her an azarlanma korkusu altında, sevecen görünüşlü talimatçılarının gözlerine bakmaktadırlar (nitekim bu ileriki yaşlarda da aynen devam etmektedir).
Bu farklar ister istemez şunu düşündürüyor: Bu iki tür yönlendirme altında yetişen çocuklardan acaba nasıl “büyükler” ortaya çıkar?
Merak mı ediyorsunuz? O halde her akşam TV haberlerini izleyip “büyüklerimiz”i inceleyiniz. Cevap oradadır!
(1994’te yazılan yazıya birkaç yeni ekleme yapıldı) Ağustos 7, 2004.
-
May 25 2012 Dondurmacı kız!
“Genelleştirme”, iki tarafı keskin kılıç gibidir. Gözlem, aktarılma, içine doğma gibi bir kanaldan edinilen küçük bir bilginin, daha geniş bir alanda sonuçlar üretilebilecek şekilde genelleştirilmesi hem safsatanın hem de bilimin kaynaklarından birisidir. Birbirine bu denli zıt iki alanın aynı bir kaynaktan besleniyor olması bir çelişki gibi görünüyor ise de, safsata ve bilimi oluşturan zihinsel kurgunun esas belirleyici olduğu unutulmamalıdır.
“Dondurmacı kız” ile ilgili bir gözlemimi genelleştirerek tüm dondurmacılara ya da tüm kızlara yaygınlaştırmak gibi bir düşüncem yok. Ayrıca, söz konusu gözlemimin öznelerinden birisi de bir diğer tezgahtar “dondurmacı delikanlı”dır. Ama yine de “tüm gençler bunlara benzer” gibisinden korkutucu bir genelleme niyetinde kesinlikle değilim.
Bir niyetim, sizlerin de çevrenizdeki kişilere dikkat etmenizi ve eğer buna benzer semptomları yaygın olarak görüyor iseniz o zaman bu salgını ilgili sağlık kuruluşuna haber vermemizi özendirmektir. Ama esas niyetim, eğer bu bir salgın ise, kaynak(lar)ının, herkesin ağzındaki okul sistemi olup olmadığını sorgulamak, hatta okul sisteminin de aynı salgın nedeniyle hastalanmış olabileceğini düşünerek onun da neden(ler)ini sorgulamaya davet etmektir. Bu kadar kalabalık lafa yol açan basit olay şöyle:
Bir akşamüstü mahallemizdeki dondurmacıya bir arkadaşımla gidip dondurma yemek istedik. Gelen lezzetli dondurmanın miktarı, nefis körletici miktarın üzerinde göründüğü için servis yapan hanım kızla şöyle bir diyalog gelişti:
- Hem dondurma yemek hem de aşırı kalori almamak için yediklerimin miktarına hep dikkat ediyorum. Bu dondurma çok lezzetli ama miktarı da çok görünüyor, acaba kaç gramdır söyleyebilir misiniz?
- Nasıl yani?
- Sakın aklınıza, paramın karşılığını ölçmek için miktarını bilmek istediğimi gibi bir şey gelmesin sadece az mı çok mu yiyorum bunu bilmek için soruyorum.
- Neyi?
- Dondurmacı kız diğer tezgahtara (dondurmacı delikanlı) dönüp yardım isteyen gözlerle baktı ve delikanlı aynı şekilde bize dönüp:
- Nasıl yani?
Bu defa arkadaşım prdoblemi kestirme yönden çözmek için atıldı ve:
- Sizin teraziniz var mı?
- Delikanlı: yok hayır tartı var.
- Arkadaşım: tamam işte, siz bir boş kaseyi tartın.
- Delikanlı ve kız aynı anda: ama sizinkinin içinde dondurma var, boş değil ki.
- Ben ve arkadaşım: olsun siz boşunu tartın biz anlarız.
Dondurmacı kız dondurmamı alıp götürdü ve tezgahın arkasından bir süre sonra heyecanla sesi yükseldi:
- 350 gram.
- Ben (biraz suçluluk duyarak arkadaşıma): gitti 800 kalori
- Arkadaşım: ama bu dondurma o kadar var mı?
- Ben dondurmacı kıza: bu 350 gram neyin ağırlığı?
- Dondurmanızın ağırlığı, ama kapla beraber
- Peki kabın ağırlığı ne kadar?
- Onu ayrı tartmak lazım.. 150 gram geldi.
- Ben (biraz rahatlamış olarak arkadaşıma): iyi bari 200 gramla kurtardık
Para öderken çaktırmadan bu vakayı daha yakından tanımak için sordum:
- Siz hesap kitap işlerini çok süratli yapıyorsunuz, lise mezunu filan mısınız?
- Hayır ben üniversite öğrenciyim.
- Oo çok iyi hangi bölümdesiniz?
- İngilizce uluslararası ilişkiler bölümü son sınıftalyım. Zaten burası amcamın dükkanı ben yardım olsun diye duruyorum.
- Talih amcanıza gülmüş, inşallah uluslararası ilişkilerimizde de aynı başarıyı gösterirsiniz.
- (hafiçe kızararak) teşekkür ederim.
Başta da belirttiğim gibi bu bireysel olayı genelleştirmek gibi bir niyetim yok. Ama içime de bir kurt düşmedi değil. Acaba bunlardan çok var mı diye.
Kurt düşmesinin bir nedeni de, ABD’de yapılan benzer amaçlı bir test sorusuna verilen yanıtlardı. Kolej mezunlarına sorulan soru şöyleydi (tabii ki test sorusu): 100 sayısının %70’i aşağıdakilerden hangisidir? a) 70den küçüktür b) 70e eşittir c) 70den büyüktür d) hiçbiri.
Doğru cevabı verenlerin, katılanların %20si dolayında olduğu belirtiliyordu. Bu %20ye ikinci bir genel kültür sorusu sorulmuştu. Soru şuydu: 5 yabancı ülke adı sayar mısınız? Cevapların çoğunluğu şu şekilde imiş: Michigan, Oregon, Seattle, Wisconsin vs.
Risk Altındaki Ulus raporu A.B.D.’de 1983 yılında yayımlanmıştı. Halen o rapor üzerinde çeşitli araştırmalar yapılıyor (http://en.wikipedia.org/wiki/A_Nation_at_Risk).
Amerikalı öğrencilerin bu durumuna -başkanlarına bakarak- şaşmamak lazım. Peki acaba bu dondurmacı kız ve delikanlılardan bizde de çok varsa ne yapacağız?
Yok canım bu bir karabasan olur.
Cumartesi, Ekim 2, 2004
-
May 25 2012 Çoğu “okullar” kapatılmalıdır..
Ulemamız her ne sorun varsa çözümünü getirip getirip eğitime bağlayarak okulları adres göstermiş oluyor. Devlet ise müfredatı bu sorunların çözümleriyle şişiriyor ve sonunda bu kadar çözümün bellenmesi ancak ezberle mümkün olabileceği için de “sormayan, sorgulamayan, sadece itaat eden ve kendisine -her yönden- bakılmasını bekleyen” özel bir merinos türü yetişiyor.
Adına “yüksek katma değer üretme yarışı çağı” denilebilecek zamanımızda kendisine yer olmayan, muhtaç, yakınıcı, tüketici, -her yönden- saygısız bir toplumsal tümör böylece ortaya çıkmaya başlıyor. “AB Türkiye’yi niçin istemiyor?” sorusunun yanıtını bu tarafta aramak daha yapıcı sonuçlara götürebilir.
Toplumun kolektif mizah duygusu, “eğitim şart” iğnelemesini yakalamış, “hah işte söylemek istediğim buydu” demeye getirmiştir.
Her sorunun en önemli bileşenlerinin başında “eğitim”in yer aldığı kolayca kanıtlanabilir. Ancak bu “eğitim”in hangi eğitim olduğu sorgulanmadığı için, sokaktaki insanımızın geleneksel adres olarak gördüğü okul, bu eğitimin doğal -ve sorgulama dışı kalmış- adresi olarak kabul edilegelmiştir.
Halbuki okul, özellikle de günümüzün etkileşim araçları karşısında, “eğitim kaynakları kümesi” içindekilerden yalnızca bir tanesi, üstelik de pek etkili olmayanlardan birisidir.
Artık bir tane okul değil bir dizi okul vardır:
– Milli Eğitim Bakanlığı’nca yönetilen bildik kurumlar okuldur,
– Aile okuldur,
– Stadyumlar okuldur,
– Sokaklar okuldur,
– Gazete ve dergiler okuldur,
– İnternet okuldur,
– Ve TV’ler:
o Geri zekalılık taklidi (taklit midir gerçek midir bilinmez) yoğunluklu dizileriyle,
o Cinsel açlık giderici-çoğaltıcı-pazarlayıcı programlarıyla,
o Cehalet timsali para ve/ya şöhret şımarıklarının sergilendiği magazinlerle
başlı başına birer okuldur.
Bütün bu okullar iki yolla etki yaratıyorlar: (1) Sistemlerinin gereği olarak sevdirme, kısmi zorlama, koşullandırma gibi yöntemlere dayalı “açık (resmi) içerikler” yoluyla, (2) rol modelleri üzerinden verdikleri “saklı içerikler” yoluyla (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=653, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=659, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=577) .
Bu ikinci bileşen, bütün bu okullardaki eğitim süreçlerinin can alıcı noktasıdır. Hele, bilgi-beceri bileşenlerinin büyük ölçüde ezber ve koşullandırmalı bellemeye dayalı olduğu dikkate alınırsa ne denli az önem taşıdıkları, esas önemli etkinin “rol modeli” bileşenlerinden geldiği daha iyi görülebilecektir. Nitekim hemen herkes, yaşamını şekillendiren kişiliğinin, değerlerinin, böylesine rol modeli kişilerden etkilendiğini deneyimlemiştir.
O halde önce yozlaştırıcı rol modeli okullara dikkat!
2005 mali yılı bütçesine göre gerekli derslik sayısının sağlanabilmesi için 10 katrilyon TL (yaklaşık 7 milyar dolar) kaynak gerektiği biliniyor. Bu para -hattâ daha fazlası- bulunsa dahi, sağlanacak olumlu etkiyi tek başına yokedebilecek yozlaştırıcı rol modellerinden yüzlercesi hergün gözümüze kulağımıza sokulmaktadır.
24 saat süreyle abazan yurttaşlarımıza tekstil sanayiinin ürünlerini(!) sunan bu işe tahsisli bir TV kanalı, diğer programların aralarına serpiştirilerek yayın yaparak gizli hayat kadınlarının -ki bu işi açık yapanların haklarını ihlal etmektedirler- pazarlamasını yapan TV’ler, yarışma adı altında dilenciliğe, onursuzluğa koşullandıran programlar, haber adı altında dahi kadınların sadece tek işe yaradığı saklı içeriğini işleyen -Asena olayında bir kadının sadece dansöz kimliğini tek kimlik olarak sunan- yayınlar bunlardan sadece birkaçıdır.
Bu okulların büyük çoğunluğu, “eğitimin şart olduğu” konusunda boyuna ahkâm kesen, yol gösteren, akıl öğreten medya organlarınca işletilmektedir. Bu olgunun ardındaki gerçek dürtü ise -ne yolla olursa olsun- para kazanmak, savunulan neden ise “halkın böyle istediği“dir.
Halk gerçekten istiyor mu ya da hangi halk?
Halkın bir bölümünün bu tür muhabbet pazarlamasını istediği doğru olabilir. Ayrıca da bazı hallerde sunu ile arzın birbirini artırdığı da (pozitif geri besleme) bilinmektedir. Cinsellik konusu bunlardan birisidir. Cinselliği tanımamış genç nüfus çoğunluğu, başlıca motifi cinsellik olan dedikodu, mizah, haber gibi konulara doğal olarak eğilimlidir.
Ama halkın bir bölümü de -belki sayıca daha az- bu tür yoz yayınlardan şikayetçidir ve hattâ nefret etmektedir; ama sesi de çıkmamaktadır.
Çözüm bu noktadadır!
Çözüm, sesi çıkmayan bu “diğer halk”ın sesinin çıkması, daha Türkçesi bu tür yayınları bütünüyle boykot etmesi ve de bunu bir yolla (izlemeyerek, reklâm vermeyerek ve bu eylemlerini yayarak) duyurmasıdır. Örneğin, telefon, faks, e-posta, mektup, makale ve diğer herhangi yollarla şöyle sesler çıkmasından başka çözüm görünmüyor:
– “Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,
– “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,
– “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,
– “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,
– “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,
– “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,
– “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,
– “Yarışma programlaına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,
– “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,
– “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,
– “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,
– “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,
– “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.
Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.
Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.
Bu yoz okullar bu yolla kapatılmalıdır. Yoksa çare, çocuk ve gençlerimizin zamanlarının ancak %9 kadarını geçirdikleri okullara, bu pisliklerin temizlenmesi görevini vermek değildir.
Okullardan istenecek olanlardan başlıcası ise, okul dışı okulların ürettiği yozluklardan kısmen de olsa korunabilmek için veli-okul-öğrenci arasında sözleşmeler yapılması, bunun gevşek bir seçenek değil bir numaralı zorunluk haline getirilmesidir (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=692).
Pazartesi, Kasım 8, 2004
-
May 25 2012 Bir matematik sorusu!
Bir öğretmen arkadaşımın bana ilettiği aşağıdaki küçük olayı yorumsuz sizlere aktarıyorum. Lise son sınıf matematik dersinde limit konusu işleniyor ve öğretmen aşağıdaki örneği tahtada çözüyor:
lim 1 / (x-8) = ∞
x → 8
Sonra da öğrencilerin alıştırma yapmaları için aşağıdaki soruları soruyor:
lim 1 / (x-5) = ?
x → 5
lim 1 / (x-3) = ?
x → 3
Tüm sınıf -muhtemelen bir kısmı da kopya çekerek- aşağıdaki cevapları veriyorlar:
lim 1 / (x-5) = yan yatmış 5
x → 5
lim 1 / (x-3) = yan yatmış 3
x → 3
İşte ezberin limiti budur!
22 Kasım 2004