-
May 25 2012 Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez!
Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir. Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz. Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır. Bu kavram “koşullandırma”dır.
Şeytan çıkarmak
İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor. Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan ilkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.
Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir. Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da sürecektir. Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
Sağım solum koşullanma
Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir. Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya çalışır. Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur. Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır. Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler istemeyen dinlemez” biçimindedir. Acaba gerçekten böyle midir? Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi? Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?
En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
İnsan beyni koşullanmaya uygundur. Çünkü öğrenmeye uygundur. Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre uygundur. Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir. Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır. İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır. Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur. Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor. Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin sonuçlarıdır.
Türban değil koşullandırma yanlıştır
Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır. Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde –örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir. Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü –ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir. Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan –ve diğer varlıkların- istismara açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
Benimki seninkinden daha beyaz!
Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı kesindir. Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır. Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye –ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir. Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır. İnsanın, evrenin –ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi girişimidir.
Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz. Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
Men dakka dukka!
Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır. Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.
3 Temmuz 2005, Pazar
-
May 25 2012 Kentlerimizde gelişme arayışları
Sevinelim
Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.
Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.
Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.
Ama şu noktaya dikkat!
Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.
Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.
Peki bu niye oluyor?
Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.
Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir
Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:
- Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
- Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
- Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
- Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
- Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
- Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
- Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
- Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
- Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
- Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.
Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.
11 Mart 2007, Pazar
[1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130
[2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457
[4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237
-
May 25 2012 Bir söyleşi: Kamu Yönetiminde Kalite
Ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilme de kamu yönetiminin oynadığı rol nedir? Türkiye’de bu durumun pek de parlak olmadığı aşikar. Sizce kamu yönetimi neden çerçevesini kıramıyor?
Bir an için, kamu yönetimlerinin tüm birimlerinde görevli üst, orta ve alt yöneticileri ve hatta bununla da yetinmeyip tüm kadroları, zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki açılardan 6 sigma kalitesinde insanlarla değiştirdiğimizi varsayalım. Bunun olup olamayacağı değil, yapılabilirse ardından neler olabileceğini tahminlemeye çalışalım.
İlk olacak olanlardan birisi muhtemelen, bu insanların kendi birim ya da kurumlarıyla ilgili mevzuatı gözden geçirip, kamunun genel çıkarları açısından doğru olmayan kuralları kaldırmaya çalışmalarıdır.
Çünkü Kural Kirlenmesi (regulation pollution) [1] kamu yönetimlerini çıkmaza sokan önemli etmenlerin başında gelmektedir.
Ancak ilk büyük gürültü buradan çıkacak ve her kaldırılmak istenilen kuralın ardındaki haksız çıkar grupları, bu işe girişenler aleyhinde bir karalama kampanyası başlatacaklardır.
6 sigma kamu kadroları bir yandan da yeni kurallar ihdas etmek için siyasi kadrolardan destek isteyeceklerdir. Halbuki haksız çıkar grupları siyaset içinde de örgütlenmiş olacakları için burada da sorunlar çıkacaktır.
Özet olarak, bu kaliteli kamu yönetimi kadroları bir süre sonra toplumun önemli bölümünce dışlanır hale gelecektir. Çünkü toplumun büyük bir bölümü şu ya da bu yolla bu tür haksız çıkar grupları ile -doğrudan veya dolaylı olarak- etkileşim içindedir. Üstelik bu yeni bir uygulama olmayıp asgari 600 yıllık bir geçmişi vardır.
Bu kısa akıl yürütmeden hemen çıkarılabilecek bir sonuç, sorunun bütünden yalıtılıp yalnızca kamu yönetiminin kalitesini artırarak çözülemeyeceğidir.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi ise, halkı içine almayan, halkın zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki dokusu’nu dikkate almayan bir yaklaşım demokrasi olamaz. Adına “Nitelik Dokusu” [2] diyebileceğimiz kalite düzeyi halkı da kapsar şekilde anlaşılmadıkça ve halk da kendini “emredilenleri yapan kullar” olarak görmeye devam ettiği sürece, bütünün parçaları üzerinde yapılabilecek reformların bir yararı olamamaktadır.
Dolayısıyla kırılamayan çerçeve sadece kamu yönetimine özgü olmayıp, toplum bütününün nitelik dokusu yetmezliğinin giderilemeyişidir.
Çözüm ise sorunun bu şekilde tanımlanmasıyla görünür biçime gelmektedir. Her ne yapılacak ise bütünü (yani halkı) içine alan biçimde tasarımlanmalıdır.
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu konuda önerdiği projeler vardır ve 1994’den bu yana çeşitli kanallar kullanılarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu projelerle tanımlanan çözüm araçlarının sayısı çokça ise de bunlardan ikisinin son derece etkili olduğunu söyleyebilirim: bunlardan birisi Seçkin Tavır Ağları adı verilen yaklaşımdır ve kısaca şudur:
Toplum bütününün -yani 70 milyon bireyin-, nitelik dokusu’nun 4 öğesinin (zihinsel yetkinlik, bilişsel yetkinlik, ruhsal sağlık ve ahlaki yetkinlik), normal dağılım uyarınca dağıldığı kabul edilebilir.
Yani içinde, zihinsel yetkinlik açısından “süper” olanlar ile, “çok geri” olanlar ve bu ikisi arasında da çeşitli tonlarda griler bulunacaktır.
Benzer şekilde, eğitilmişlik açısından ya da ruhsal sağlık açısından da iki uç ve arasında griler vardır.
Ahlaki açıdan da “ahlak abidesi” ve “ahlaksızlık abidesi” arasında gri ahlaklı olarlar bulunacaktır.
Ayrıca bunların ikili, üçlü, dörtlü kombinezonları da söz konusu olabilecektir. Örneğin, zihinsel ve bilişsel yetkinliği (süper), ruhsal sağlığı yerinde fakat ahlaksız kişiler olabileceği gibi; yüksek ahlaklı, sağlıklı, yüksek eğitimli ama aptal insanlar da bulunabilecektir [3].
Buna göre, toplumu oluşturan çeşitli kesimler (sanatçılar, zenaatkarlar, tüccarlar, sanayiciler, öğretmenler, akademisyenler, bürokratlar ve bunların daha alt kategorileri) içinde, normal dağılımın seçkin nitelik denilebilecek taraflarında yer alanları bir araya getiren ağ’ların oluşturulması ve bunun kamu yönetimlerince desteklense de bizzat o kesimlerin kendilerince yapılması, Seçkin Tavır Ağı denilen çözüm aracını oluşturmaktadır.
BNGV®, SÖZ adı verilen kampanya ile, sürücüler için böyle bir Seçkin Tavır Ağı oluşturmaya çalışıyor. Böylece 5 temel trafik kuralına zaten uymayı -herhangi bir yasal zorlama olmasa dahi- bir yaşam biçimi olarak benimsemiş sürücüler, araçlarının camlarına birer yapışan (sticker) koymaktadır. Üzerinde görünür biçimde SÖZ yazan bu yapışanları araçlarında taşıyan sürücüler, birbirlerini tanımasalar dahi benzer etik güvence ağına ait olduklarını bilmektedirler.
Toplumda, doğru duruş sergileyen insanların başlıca ihtiyaçları yalnız olmadıklarını bilmektir. Seçkin Tavır Ağları bunu sağlamaktadır.
Bu çözüm aracının yalnızca trafikte değil, örneğin (kopya yapmayan öğrenciler), (ezber yaptırmayan öğretmenler), (karısını dövmeyen erkekler), (rüşvet almayan bürokratlar), (rüşvet vermeyen sanayiciler), (imkanlarını seçim bölgesine aktarmayan bakanlar) gibi çeşitli toplum kesimlerinin uygulamaları halinde toplumun nitelik dokusu tedrici olarak düzelmeye başlayacak, bir diğer deyişle bu seçkin tavır ağları toplumun geri kalan kesimleri için birer rol modeli olmaya başlayacaktır.
Bu yaratıcı çözüm aracı bir yanda, her yıl trafikte, bir savaşta kaybedilen kadar insanını telef eden Türkiye’de SÖZ kampanyasını destekleyen bir otomotiv ya da taşımacılık kuruluşu yoktur. İşte sorun da bu noktadadır. Varlığını kendini ve birbirini övmeye bağlamış kesimler bu kampanyaya ilgi göstermese de vakıf kendi kaynaklarıyla 4 yıldır yaygınlaştırma yapmaktadır.
BNGV’nin, toplumun bütününü saran çözüm araçlarından bir diğeri, Öğrenme Evleri® adı verilen kavramdır [4].
Tüm bireylerin en yüksek yetkinliğinin öğrenebilirlikleri olduğunun görülmesi ve bu konuda 2003’ten bu yana yapılan deneysel çalışmaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine küçük illerde birer tane, büyük illerde birden fazla ÖğrEv® kurulması planlanmıştır.
Kısaca açıklamak gerekirse, ÖğrEv’lerde uygulanan seminerler yoluyla bireylerin donmuş bulunan öğrenebilme yetenekleri harekete geçirilebilmekte ve kendi belirledikleri amaçları gerçekleştirme yolunda birer plan hazırlayıp uygulamaktadırlar.
Bu proje kapsamında şu ana kadar 2 ÖğrEv® açılmıştır. Birisi Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi, diğeri ise İzmir Melahat yılmayan Öğrenme Evi’dir.
25 ilde daha açılması planlanan ÖğrEv’ler için sponsorlar aranmaktadır.
Kavramları yeniden tanımlamak çözüme katkı sağlar mı?
Kavramların yeniden tanımlanması değil ama kavramların tanımlanması ve bu yolla toplumda bir ortak kavram tabanı oluşturulması büyük yarar sağlayabilecek bir girişimdir. Tanımlanmış kavramların yeniden tanımlanarak arzu edilen kavramları içerecek hale dönüştürülmesi ise bu birinciden tamamen farklı bir eğilimdirve kuşkusuz doğru değildir.
Toplumumuzun çok sayıdaki “hayalet sorunu”nu doğuran az sayıdaki “kök sorun”dan birisi de “toplumumuzun bir ortak kavram tabanı oluşturamamış oluşu”dur [5].
Siz bir süreden beri Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı olarak farklı bir proje üzerinde çalışıyorsunuz. Toplumun sorun çözme kültüründe farklı bir yaklaşımı uygulamaya sokmak için farklı illerde çeşitli toplantılar düzenliyorsunuz? Burada amaç toplumun sorun çözme pratiğinde pek de yeri olmayan “soru sorma kültürüne” olumlu bir katkıda bulunmak ve doğru sorulara dayalı cevaplar üretmek….
Konuyu biraz açarsak, ne tür bir geri dönüşüm bekliyorsunuz? Bugüne kadar düzenlenen toplantılarda neler oldu? Nihai hedef ne? Tüm bunları yaşamda kalite bağlamında değerlendirirsek özetle neler söyleyebilirsiniz?
1994 yılından bu yana, toplumumuzun sorun çözme kapasitesi bağlamında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında net olarak belirlediğimiz bir nokta, sorun çözme süreçlerinin “sorunu tanımlama“, “sorun için alternatif çözümler geliştirme” ve nihayet “sorunların paydaşları arasında bir uzlaşı sağlayarak alternatiflerden birisi üzerinde karar kılma” aşamalarından oluşan sorun çözme sürecinin ilk ve en önemli adımı olan “tanımlama” aşamasının yeterince önemsenmediğidir.
Sorunları çözmekle yükümlü kişiler ve kurumlar enerjilerinin büyük bölümünü iyi tanımlanmamış sorunları çözme yolunda harcamakta ve her paydaşın tanımladığı sorun farklı olduğu -ama aynı bir adla adlandırıldığı- için de çözümler üzerinde bir türlü uzlaşılamadığıdır.
Sorun tanımlamadaki bu yetersizliğin başlıca nedeninin soru sorma becerisi yetmezliği olduğu sonucuna varılmış, hatta doğru sorulmuş soruların, çözümlerin önemli bir bölümünü içinde barındırdığı görülmüştür [6].
İşte bu noktadan hareketle, önce İstanbul ve Ankara’da başlamak daha sonra İzmir ve diğer illere yaygınlaştırılmak üzere BEYAZ NOKTA® SORULARI (BNS) adında aylık birer toplantı düzenlenmesi fikri projelendirilmiştir. Akşam üstleri 19.00-21.00 saatleri arasında 2 saat süreceği ve böylece katılımın kolaylaştırıldığı bu toplantılarda Türkiye gündeminin çözüm bekleyen soruları ele alınacak ve o sorunları en iyi ifade edebilecek az sayıda soru’nun üretilmesine çalışılacaktır.
Bu ana kadar ilki Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi’nde, diğeri İstanbul Bizim Tepe lokalinde iki BNS toplantısı yapıldı.
İlk toplantıda seçilen sorun “Türkiye’nin eğitim Sorunları ya da Eğitim Çıkmazı” başlığını taşıyordu.
Toplam 15 katılımcının (eğitim sorunlarıyla ilgili paydaşlar) 2 saatlik çalışması sonunda, bu sorunu en iyi ifade edebilecek 5 soru olarak şunlar belirlendi:
(1) Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?
(2) Eğitimin amacı ne?
(3) “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?
(4) Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?
(5) Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?
Görüleceği gibi, “eğitim sorunları” şeklinde son derece yuvarlak olarak tanımlanagelmiş sorun bu defa daha iyi tanımlı hale getirilmiştir.
Amaç, bir yandan önemli sorunların daha iyi tanımlanması yoluyla onların çözülebilirliklerini artırmak; bir yandan da yeni sorun çözme pratiklerini tedavüle (dolaşıma) sokmaktır.
İkinci toplantıda ise üzerinde soru üretilmesi istenilen sorun, “ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilmek ve bu bağlamda BNGV’nın işlevlerini etkili yapabilmesi” şeklinde tanımlanmış ve yine 5 soru üretilmesi istenmişti.
Bu soruna karşı üretilen 5 soru ise şunlardır:
(1) Temel kavramlar konusunda anlaşabilmemiz için bir ortak kavramlar tabanı nasıl geliştirilebilir?
(2) Benimseticilik ve koşullandırma yoluyla doğruların tek ve tartışılmaz olduğu, bu doğruların da bize kendi dışımızdan öğretilmesi geleneği sonunda, kendi doğrularını toplumun geri kalan kısmına dayatmaya çalışan kesimler (etnik, dini, ideolojik vd) ortaya çıkmaz mı? O halde, Her bir bireyimizi kendi başına öğrenebilen ve bu yolla sorunlarını daha iyi çözebilen hale nasıl getirebiliriz?
(3) Siyasetin, düzgün insanları uzaklaştırıcılığının nedeni, menfaat arayıcılara hayır diyemeyen liderler ile liderlere hayır diyemeyen vesayet bağımlısı-menfaat arayıcısı kişiler ve bütün bunları öğretilme-benimsetilme yoluyla onaylayan halk değil midir?
(4) “İyilerin dayanışması ağları (İDA)” yoluyla yüksek ahlakın egemenliğini sağlamak niçin bir sorun çözme aracı olarak düşünülmez? Her alanda ağlar kurmanın demokrasinin ta kendisi olduğunu idrak ediyor muyuz? Buna göre BNGV, en önemli projelerinden birisi olan İDA yolunda hangi STK’lar ile ve hangi konularda ağlar kurmalı?
(5) Doğruların tek ve tartışılmaz olmadığı, sürekli olarak gerçekleri aramak peşinde sorgulamak demek olan bilimi toplum yaşamına niçin egemen kılamadık ve nasıl egemen kılarız? M.Kemal’in “en hakiki mürşit ilimdir?.” sözünün ne anlama geldiği niçin hiç tartışılmaz? Sorun Çözme Kabiliyeti bir toplumun bağışıklık sistemi ise bilim de bunun en etkili aracı değil midir?
Yine 2 saatlik bir süre içinde tamamlanan ve basın, iş dünyası, STK gibi kesimlerden 15 paydaşın katıldığı bu toplantıda üretilen soruların ne denli yol açıcı olduğu görülmektedir.
Bu bir sorun tanımlama -dolayısıyla da çözme- teknolojisidir. BNGV bu yaklaşımları yaygınlaştırmak ve yurdun her köşesinde bolca yapılan -genellikle sonuçsuz- toplantıların işlevselliğini artırmak amacını taşımaktadır. Toplumun yaşam kalitesi de bununla, yani sorunlarını çözebilme kabiliyetiyle bağlantılı değil midir?
M.Tınaz Titiz
3 Haziran 2007
[1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=665
[2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=392
[3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=945
[4] http://tinyurl.com/
353ekss -
May 25 2012 Dostluğa sığmayan senaryo!
Ayıp ettin abi!
Washington D.C.’de Hudson Institute, bir dizi varsayıma dayalı bir senaryo uyarınca bir analiz yapmış.
Varsayımlar üst düzey bir devlet görevlisine suikast, ardından 50 kişilik bir katliam ve ardından Türk silahlı kuvvetlerinin 50,000 kişilik bir güçle Kuzel Irak’a girmesi şeklinde. Bunun üzerine neler olabileceğinin tahminlenmesi ise bu çalışmanın amacı imiş.
“Çirkin” olay!
Bu haber üzerine Türkiye’de fikri sorulan hemen herkes, bu “çirkin” olayın geleneksel Türk-Amerikan dostluğuna sığmadığı, inşallah böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceği, bu deli saçmalarının nasıl olup da akıllara gelebildiği ve benzeri yorumlarda bulundu.
Bu olay bence de çok vahimdir, çünkü:
- Akla gelebilecek ve kim için iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın her türlü kötü olayın varsayıldığı senaryoların tasarımlanması, bu senaryoların, rastlantıların etkilerini en aza indirecek şekilde binlerce defa tekrarlanarak simüle edilmesi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=365), bunlara dayalı olarak da önlem tasarımı, Yöneylem Araştırması disiplininin yani bilimin uluslararası ilişkilere uygulanmasından başka bir şey değildir.
- Senaryolara konu olabilecek (bizim için) kötü olaylara karşı caydırıcı önlemlerden birisi kuşkusuz Tanrıya sığınmak olabilir. Bunun yolu da “inşallah” teslimiyetiyle dile getirilebilir.
- Bir diğer etkili önlem ise bu tür çalışmaları yapanları kınamaktır.
- Bununla beraber, Tanrının bu konudaki sorumluluğu biz kullarına bıraktığını düşünenler için alınması gereken önlemler bağlamında:
- ne gibi kötü olaylar olabileceğini “düşünmek”,
- bunların olasılıklarını “sorgulamak”,
- vukubulduğu takdirde neler yapılabileceğini “düşünmek”,
- bunlar için “hazırlık yapmak”,
- zaman ilerleyip koşullar değiştikçe senaryoları ve bunların benzetim algoritmalarını “güncellemek”
gibi bazı “küçük” ayrıntıları unutmamak gerekir.
- Yalnız dış politikada değil tüm kararlarda “eğer ….ise ne olur?” analizleri yapmayan, bunları “kem düşünceler” olarak gören zihniyet, en ağır fiili faturaları ödemeye müstahaktır, bunda da yanlış bir yan yoktur.
- ABD ya da Kongo’luların bu tür analizler yapmasından daha doğal bir şey yoktur. Vahim olan, bu analizleri bizim yapmayışımız, bunları inşallah yoluyla defetmeye çalışmamızdır.
Pazar, Haziran 17, 2007
-
May 25 2012 Sosyal İcatlar Enstitüsü, ağlayan bakan ve ezber!
Sosyal İcatlar Enstitüsü..
İngiltere’deki devlet okullarında dört yıldan bu yana çalışmalar düzenleyen, özellikle çocukların yaratıcı sorun çözme becerilerini artırmayı amaçlamış bir kurumdur.
Adresi; 20 Heber Road, London NW2 6AA,
telefonu; 081-208 2853,
faksı; 081 452 6434 ve
İnternet erişim adresi;
<<newciv.org/worldtrans/ISI.html>>dir[1].
Okullarda yürütülen proje basittir. 7-18 yaş arasındaki öğrencilere, okullları ya da çevrelerindeki bir sorunu çözmeleri için geliştirebilecekleri bir proje için £25 (yaklaşık TL3,330,000) para yardımı yapılır. Projenin, haftada iki saat hesabıyla bir yarı-yılda tamamlanması istenir.
Örneğin..
Londra’daki Essendine İlkokulu’nun 7 ila 8 (yazı ile yedi ve sekiz) yaşlarındaki 23 öğrencisi, çevrelerindeki sorunları listeler ve içinden hangisini seçeceklerine karar vermek için de “beyin fırtınası” yöntemini kullanırlar. Yapılan bu çalışmada, karar verdikleri sorun, özellikle okul çevresinde dolaştırılan ev köpeklerinin pislikleri olmuş.
“Köpek pisliğinden iğreniyorum” yazan resimli pankartları, motosikletli kuryelerin sırtlarına yapıştıran çocuklar, basın bildirisi ve belediye başkanını ziyaret yollarıyla konuya dikkat çekip bu sorunu çözmüşler.
Bakan ağladı..
Geçtiğimiz günlerde, Marmaris ormanlarını yakıp bitiren yangın nedeniyle, orman bakanı ve eski Muğla valisinin ağladıkları, bir gazete haberidir ve doğruluğu gazeteye aittir.
Bilinen tarihi onbeşbin yıl olan Anadolu’ya gelmiş daha beceriksiz bir nesil var mıdır bilinmez, ama bilinen, bu yangının, Anadolu tarihinin en büyük yangını olduğudur.
Milletvekili, bakanı ve 200,000 mevcutlu orman bakanlığı teşkilatı ile, yangın karşısında çaresiz kalıp ağlayan bir başka jenerasyon bulunamaz.
Geçtiğimiz yıl Çanakkale ormanlarını yok eden yangında, orman bölge müdürü bizzat yangın söndürmeye çalışırken alevlerin arasında kalmış ve hayatını kaybetmişti. Bu ölüm o zaman “şehadet” başlığı ile verilmişti. Ama madalyonun öbür yüzü, yangını söndürmek değil, söndürme çalışmalarını koordine etmesi gereken bir görevlinin, o işini bırakıp -ya da yapamayıp- bizzat yangın söndürmeye kalkarak vicdanını rahatlatmaya çalıştığını gösteriyordu.
Marmaris yangınınında da, orman bakanı, elinde bir çalı parçasıyla alevlere vuruyor ve belki bu yolla ya çevresindekileri motive etmeye çalışıyor ya da gerçekten yangın söndürmeye çalışıyordu.
Bu olayın beceriksizlik boyutu nettir..
Kadrosu, 200,000 kişiden daha az olmayan orman bakanlığı içinde tek bir kişi yokmudur ki, Avrupa’daki sefaretlerimiz aracılığıyla, o ülkelerdeki orman yangını söndürme organizasyonlarıyla temasa geçsin ve ücretini ödemek kaydıyla buralardan hizmet satın almayı düşünebilsin. Ve bunu ortada yangın yokken yapmayı akıl edebilsin.
Komşumuz Rusya’da bile bu tür havadan söndürme teşkilatının bulunduğunu gazete muhabirleri dahi bilirken, bir tek uyanık insan yokmudur ki bu yangının çalı vurmakla sönmeyeceğini bilsin. Yaratıcılıktan bu denli yoksun bir başka toplum olabilir mi? Ya da yoksun olanların bu denli güç sahibi olabileceği bir başka yer düşünülebilir mi?
Bu olayın beceriksizlik boyutunun altında bir boyut daha vardır. Her nerede yaratıcılık gerekse, orada bu acı gerçek boyutuyla karşılaşırız: Kendine belletilenlerin dışında bir şey bilmesi, bir şey düşünmesi söz konusu olmayan “ezber nesilleri”, bu tür basit yaratıcılıkları dahi düşünemezler ve bakan yaptıkları kimseler çalı vurarak yangın söndürmeye çalışırlar ve sönmeyince de oturup ağlarlar.
İlkokul çocuklarına fikir üretme eğitimi..
İlkokul çocuklarının beyin fırtınası tekniğini öğrenerek yetiştirildiği bir dünyada, sorun çözme kabiliyeti bu denli düşük bir nesle sahip olduğumuz için gerçekten ağlamalıyız.
Dünyanın artık bu çeşit toplumlara tahammül etmediğini, bir yolunu bulup onlardan kurtulmaya çalıştığını hissederek de ağlamalıyız.
Çevrelerindeki sorunlara, yaratılıştan sahip oldukları yaratıcılığın üzerine birazcık akıl katarak yaklaşan Essendine ilkokulu çocuklarını saygıyla selamlıyorum.
Sonuç..
Uzun uzun ünvanları ve çok bilmiş tavırlarıyla, ancak okulda ezberlediklerini tekrarlayabilen, yaratılıştan sahip olduğu yaratıcılığı ezberle öldüren, çalıyla yangın söndürmeye kalkıp sonra da ağlayanları ise: selamlamıyorum!
Perşembe, 08 Ağustos 1996
[1] Artık bu adres geçerli değildir.
Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))
-
May 25 2012 Sivil manifesto (önerisi)
Bir dizi fırsat ve tehdit birlikte..
Üçüncü binyıl Türkiye’miz için bir dizi fırsat ve tehditle başladı. Etnik terörün önce şiddetini kaybedip sonra tekrar azması ve AB’ne adaylığımız konusundaki çalkantı bunlardan yalnızca ikisidir. Her fırsat ve krizin, bir potansiyel kriz ve fırsatı içinde barındırdığı unutulmamalıdır.
Nitekim, terörün bütünüyle ortadan kaldırılabilmesi, başka formlarda tekrar tekrar ortaya çıkmaması, yalnız Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm gerice yörelerin sosyal ve ekonomik gelişmesine bağlıdır.
Demek ki paradigmalarımızda sorunlar var..
Bunu gerçekleştirmek için Cumhuriyet tarihimizin girişimleri yeterli olamamıştır. Bellidir ki, bir “gelişme felsefesi” sorunu vardır ve geleneksel kalkınma paradigmamız sorgulanmadıkça bu yetmezlik sürecek ve yeni -ve daha başa çıkılamaz- olumsuzluklara yol açabilecektir.
AB adaylığımız da benzer bir fırsat-kriz ikilemini bünyesinde barındırmaktadır. AB ile uyum, bireysel, toplumsal ve kurumsal anlamda tüm sistemlerimizi gözden geçirip köklü değişimler yapmamız yükümlülüğünü önümüze koymuştur. Bunları yerine getirebilen gelişmiş bir Türkiye ile, yerine getirmediği için AB kapısından geri çevrilip aşağılanmış bir Türkiye, henüz birarada yaşamakta bulunan iki olasılıktır.
Bu ve benzeri tabloları birer fırsat olarak kullanabilmemiz, mevcut düşünme biçimimiz ve kullandığı değer yargılarının değiştirilmesini gerektiriyor.
Albert Einstein’in deyişiyle, sorunlar, onları yaratan düşünme biçimleri kullanılarak çözülemez. Bu denli doğru bir diğer gerçek de, hiçbir değişimin ondan olumsuz etkileneceğini düşünenlerce gerçekleştirilemeyeceği, hatta desteklenmeyeceğidir.
Bu durumda görünen tek çıkar yol, değişimin olumlu etkileyeceği tüm kurumların birlikte hareket etmeleri ve böylece olası dirençleri aşmalarıdır.
Şu dört konuda değişim ihtiyacı mutlak ve acildir:
-
Ahlaki Yargılarımızda Değişim
Ekonomik ve toplumsal gelişmenin olmazsa olmaz koşulu, az sayıda temel ahlaki ilkeden türetilebilecek bir değerler sistemidir. “Yaşamın sürdürülmesi” temel ilkesi, toplumsal hayat kesitlerinde değişik biçimlerde kendini göstermektedir.
Nasıl ki doğum-yaşama-ölüm doğal süreci bireysel yaşamın sürdürülmesinin anahtarı ise, zamanı geldiğinde yerini, gençler içinden liyakat sahiplerine terkedebilmek de kurumsal yaşamı sürdürebilmenin ahlaki kuralıdır.
Tüm kurumlarımızın kendi alanlarında, az sayıda ahlak kuralını “Etik Güvenceler” olarak belirleyip ilan etmeleri ve onları bağımsız denetçilerin denetleyip sonuçlarını da afişe etmelerine rıza gösterdiklerini ilan etmeleri gerekiyor. Toplumumuzun bütününde bir ahlaki diriliş ancak böyle bir yöntemle sağlanabilir. (http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=78)
-
Saydamlık
Özel ya da resmi, birey ya da kurum, tümünün, sır sayılabilecek olan ve açıklandığında toplumun ortak çıkarlarını tehlikeye düşürebilecek olan sınırlı genişlikteki alanların dışında kalan tüm eylemlerinin kamuoyunun denetimine açık olması, çağdaş anlayışın bir diğer olmazsa olmaz koşuludur.
Sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm birey ve kuruluşların, saydamlık yöntemlerini belirleyip hayata geçirmeleri beklenir.
Gizliliğin, ulusal çıkar vb adlar altında, çeşitli yetersizlik ya da daha kötüsü eğrilikleri örtmek amacıyla herhangi bir kamu görevlisince kolayca kullanılabilir bir araç olmaktan çıkarılmasını teminen, başta sivil toplum kuruluşları, kamuoyuna örnek olması gereken kişiler, meslek örgütleri olmak üzere tüm kişi ve kuruluşların hesaplarını, kararlarını ve eylemlerini ve de bunları rutin hale getirecek yöntem niyet ve planlarını açıklamaları ve bu yolla devlet kuruluşlarını özendirmeleri, bu yolla bir ölçüde de zorlamaları beklenmektedir.
-
Katılım
Kararların, o kararlara taraf olanların gıyaplarında ve onlar için doğru olduğu varsayımıyla alınması, sivil ve resmi kişi ve kuruluşlarımızın büyük çoğunluğunun geleneksel yaklaşımıdır.
Okullarda öğretilenlerin neredeyse tümünün öğrenciler için “iyi”; belediyelerin icraatının tamamının halk için “yararlı”; devlet kurumlarının eylemlerinin de yine toplum için “gerekli” olduğu, bu anlayışın birer türevidir.
İkinci bin yılda, çoğulcu demokrasilerde çoktan norm haline gelen yaklaşım ise bu değildir. Kararların, o kararlara taraf olanların katılımlarıyla, ortak akıllarıyla alınması geçtiğimiz yüzyılın bir standardı olmuştur.
Halk adına ve onlarsız alınan kararların nasıl yanlış olup halka zarar verebildiği, 1999 yılında yaşanılan deprem felaketinden sonra inşa edilen prefabrik konutlar konusunda somut olarak yaşanmış ve depremzedelerin de içinde bulunduğu “taraflar”ın ortak akıllarına başvurmadan alınan kararların sonunda, bu konutlara girecek kişilere yalvar-yakar olunmasına yol açtığı görülmüştür.
“Biz sizin için iyisini biliriz” yaklaşımının terkedilerek, “ancak hepimiz, ortak aklımız yoluyla doğru kararları alabiliriz“in benimsenmesi, yine kamuoyunu etkileyen kanaat önderlerinin ortaya çıkıp örnek davranışlar sergilemelerini beklemektedir.
Özel ya da resmi birey ya da kurumların, benimseyecekleri katılım ve ortak akıl yöntemlerini ilan etmeleri, medyanın bunları duyurması ve bu yolla devlet kurumları üzerinde bir demokratik baskı ortamı oluşturulması beklenmektedir.
-
Farklılıkların Bütünlüğü
Farklılıklar korunmadan, hiçbir sistemin işe yarar bir ürün üretmesi mümkün değildir. Değeri olan ürünlerin ortak yanı daima sıradanlık dışı birşeyler içermesidir. Bir başka deyimle her türlü değerli ürün, farklılıkların yönetilmesiyle ortaya çıkar.
Pratikte ise -genellikle- olan bu değildir. Farklılıkları belirleyip, onların savunulabilecek sıradışılıklarını farketmeye çalışmak, sonra da diğer farklı olanlara karşı durabilmek çaba harcamayı gerektirir. Bunun yerine kitlesel tekdüzelik daha kolaydır.
Bir konuda kurallar koymayı planlayanların genellikle ilk akıllarına gelen risk, kurallara muhatap olacak olanlardan gelmesi olası itirazlardır. Buna karşı ilk akla gelen ise, herkese “eşit” muamele yapıldığı önlemidir. “Eşit”in ne zaman istendik ne zaman istenmedik bir şey olduğu düşünüldüğünde, kural koymadaki eşitliğin teklik, birlik yani farksızlık değil, gereğince davranmak olduğu kolayca görülür.
Yaşamın yüzlerce kesitinde eşitlik, tek düze muamele değil gereğince muameledir. Eşitliğin en geçerli olduğu “kanun önünde” eşitlik dahi birlik, teklik ve farksızlık değil, yine “gereğincelik”tir ve yasaların, taraflara onların durumları göz önüne alınarak uygulanması demektir. Hatta denilebilir ki, binlerce sayfalık hukuk düzeni, hep bu “gereğince”lerin gözden kaçırılmaması için uyarılardan ibarettir. Eşitliği böyle değil de farksızlaştırma gibi almak ise, bu konulara pek kafa yormamış kişilerin itirazlarını önlemek için kullanılabilecek ilkel bir yoldur.
Din, mezhep, dil, etnik köken ve diğer farklılık kaynakları, devletin en önemli birkaç görevinden ancak birisi yoluyla bir zenginlik kaynağına dönüştürülebilir. Bu görev şu iki ilkeyle betimlenebilir:
- Hiç kimse, hiçbir amaçla, hiçbir konuda bir başkasını koşullandıramaz. İnsanın koşullanmaya açıklığını kullanarak kendi doğru, iyi ve güzel saydıklarını benimsetmeye girişemez. Yalnızca, bilgilendirmek istediği alanlarda, koşullandırmasız öğrenme ortamları oluşturabilir.
- Belli bir ideoloji yönünde kendi özgür seçimleriyle arzu edenleri bilgilendirmek amacıyla öğrenme ortamları oluşturanlar, ideolojilerini hiçbir yönü gizli kalmayacak biçimde açıkça ilan etmek zorundadırlar.
Devlet bu ilkelerin sadık bekçisi olarak alabildiği sürece farklılıkları sömürmek, bir farklılığı bütüne egemen kılmak isteyenler daima “katlanılabilir bir azınlık” olarak kalmak durumundadırlar.
Farklılıkların Bütünlüğü açısından beklenen, devlet kurumlarımızın bu ilkeyi özümlemeleri, dini, mezhepsel ve etnik farklılıklara böylece yaklaşarak gereklerini yapmalarıdır. Özgürlük tanınacak ve aksine hiç tolere edilemeyecek alanlar kesin sınırlarıyla bellidir.
Ne dersiniz, böyle bir manifestoyu siyasi partilerimizden beklemeye hakkımız yok mu? Hem de şimdi tam zamanı iken!
Pazar, Temmuz 15, 2007
-
-
May 25 2012 “Laiklik” -bu tanımla- niçin satmadı ve de satmaz!
Niye satmıyor?
22 Temmuz 2007 seçimleri üzerinde nicel ve nitel değerlendirmeler yapıladursun, anlaşılmak için çaba harcanması gereken nokta, CHP’nin -çeşitli türevleri de bulunan- başlıca ürünü olan “laikliğin korunması” argümanının nasıl olup da hiç satmadığıdır.
Bunun anlaşılabilmesi, CHP’nin performansı açısından değil çok daha önemli nedenlerden dolayı gerekir. Korunmaya çalışılmasına rağmen hemen hiç etkili olunamadığı AKP’nin gerçekleştirdiği büyük oy patlamasıyla tescil olunan laiklik, büyük halk kitleleri tarafından acaba başka bir şey olarak mı anlaşılmaktadır?
Anayasamızın başlangıç maddesi laikliği şöyle tanımlamıştır: “kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmaması“. Türk Dil Kurumu’nun tanımı da tamamen benzerdir.
Peki, laikliği anayasada tanımlandığı şekliyle doğru anlayan bir yurttaş, “dindar bir cumhurbaşkanı isterim” ya da “cumhurbaşkanı eşinin başı örtülü olabilir” denildiğinde, bundan “laiklik tehdit altındadır” anlamını çıkarır mı? Bence çıkarmaz, çıkarmaması da doğaldır.
Ne ilgisi var?
Cuhurbaşkanının veya bir yüksek bürokratın dindar ya da eşinin başının örtülü olması ile “devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması” ilkesinin ilgisi nedir?
Anayasamızdaki tanımıyla laiklik, devlet işlerini ve politikayı ilgilendiren kararların -öznel olan- dini duygulara göre değil, daha nesnel olan akılcılığa göre alınmasını öngörmektedir. Yani kişinin dindar olup olmaması ya da eşinin kıyafetiyle ilgili değildir.
Bu argüman, her akıl fikir ya da eğitim düzeyindeki insana çok kolay anlatılabilir. Bunun aksi yönde bir telkin ise telkinde bulunulanı mazlum, bulunanı ise zalim olarak nitelendirmeye yeter.
Bu laiklik tanımını doğru kabul eden insanlar şöyle de düşünebilirler:
- Din ve devlet işleri niçin karıştırılmamalı? Çünkü din işleri öznel din duygularına dayanır, doğrular herkese göre değişir; devlet işleri ise nesnel olmak zorundadır.
- Peki devlet işleriyle, örneğin “demokrasi“, “serbest piyasa ekonomisi“, “liberalizm” gibi çokça öznellik içeren ideolojiler nasıl karıştırılabiliyor?
- Örneğin vicdan bir ahlaki ideoloji kavramıdır ve dini ideolojinin bir parçası -mükemmelen- sayılabilir. Buna göre, vicdanına göre hüküm veren bir hakim dini duygularından arınıp da mı karar vermektedir?
- O halde -bu tanımıyla- laiklik pek de önemsenecek bir kavram değildir!
O halde neden belli..
Eğer bir siyasi parti, laikliğin bu tanımına dayalı bir tehdit ve bu tehdide dayalı bir koruyuculuk önerirse bunun satmamasından daha doğal ne olabilir.
Neredeyse kesin olan, bugün satmayan -bu tanımla- laikliğin, yarınlarda da satmayacağıdır; genel başkan kim olursa olsun, yıl kaç olursa olsun.
Ayrıca, yine kesin olan bir başka şey, hangi parti olursa olsun, -bu tanımla- gerçek laikliğin daima ve de bizzat onu koruduğunu savunanlar tarafından sağlanan destekle tehdit altında olacağıdır.
Hele hele geniş halk kesimleri laikliği, tesettür ile açık baş gibi iki somut simgeye indirger -ki başka türlüsü de olamaz- laiklik artık tehdit altında dahi sayılmaz, çünkü artık laiklik filan tamamen laf salatasından ibarettir.
Nitekim, cumhurbaşkanı adayının eşi kalkıp “ben başımı açmanın laiklik gereği olduğunu idrak ettim, açıyorum” dese laiklik savunucularının hemen tamamı büyük bir sevinçle onu desteklemez mi?
22 Temmuz seçimlerinden alınması gereken ders, bu tanımıyla laikliğin bir işe yaramadığının anlaşılmasıdır.
Eğer şöyle anlamaya başlarsak:
Eğer bir mucize gerçekleşir de, laiklik kavramının değil “bir başka ilkenin” korunması gerektiği, laikliğin o ilkenin türevlerinden sadece birisi olduğu anlaşılırsa o zaman bambaşka bir özgürlük ortamı doğacaktır.
O ilke “koşullanmama hakkı”dır!
Hukukçular, ceza yasalarının en belirleyici ilkesinin “verilen kalıcı zarar” olduğunu söylerler. Tamamen eşit koşullarda iki kişiye 1 santim kadar saplanan bıçak, birisinde para cezasına diğerinde onlarca yıl cezaya neden olabilir. Çünkü bıçak birisinde kaba ete, diğerinde ise gözüne saplanmıştır.
Bir insana verilebilecek en kalıcı zararların başında, onun tüm yaşamı boyunca kararlarını etkileyebilecek zinsel kurgusunu (mind set) onun istemi dışında ve yaşam alanını daraltacak şekilde şekillendirmektir. Böylece diş fırçalamanın, kişisel hijyenin, toplum içinde bir arada yaşama kurallarının öğretilmesinin, kişinin yaşam alanını daraltmadığı aksine genişlettiğine de işaret edilmektedir.
Bunu ister eğitim, ister başka bağlamlarda yapmak, dindarlar için günah, diğerleri için ise ayıptır, insanlık suçudur.
Bu niçin böyledir?
Çünkü -tüm diğer canlılar gibi- insan türü de yüksek öğrenebilirlikle donanımlı olarak dünyaya gelmektedir. Yaşamına yönelik her türlü tehdide ancak öğrenebilerek karşı koyabilen bu tür, bu yolla çok keskin bir öğrenebilirlik geliştirmiştir.
Nereden, kimden, nasıl öğreneceği konusunda da -yine atalarından öğrenerek- bir model geliştirmiştir: güven duyduğu kişileri rol modeli alıp, onların sözlerine kulak vererek!
Nasıl ki ceza yasasında “güveni kötüye kullanma” en ağır cürümlerden biriyse, kişide güven oluşturup sonra da bunu kendi doğrularını ona ezberletmek için kullanmak, tam olarak güveni kötüye kullanmaktır.
İşte bu nedenle, kıskançlıkla korunması, her tür tehdite karşı uyanık olunması gereken, algıların kalıcı olarak değiştirilmesi demek olan “koşullandırma girişimleri“dir.
Dindar cumhurbaşkanı değil, dindarlığını -çeşitli yollarla- yaymaya çalışan, makamı nedeniyle sahip bulunduğu yüksek güvenilirliği kullanarak, kendisine güvenenleri dindarlığı konusunda koşullandırmaya kalkması kabul edilemez. Dindarlığını, bu tür bir koşullandırmaya yönelmeden yaşayan bir kişiye ise kim ne diyebilir?
Benzer durum tesettür için de geçerlidir…
Dini inançları nedeniyle örtünmek isteyen bir eş, -benzer güvenilirlik nedeniyle- yüksek bir koşullandırıcılığa sahip olduğu için toplum önünde, saklı koşullandırma simgesi olabilecek kıyafet öğelerini kullanmaktan sakınmalıdır.
Dini öğretiler, uyulması gereken kuralları koşullara bağlamıştır, hiç birisi koşulsuz değildir. Namaz kılmak müslümanların uymaları gereken bir kuraldır, koşulu ise sağlığının elverişli olmasıdır. Benzer durumda hacca gitmek de, maddi durumu uygun olanların uyması gereken bir kuraldır.
Bulunduğu konum, başkalarının rol modeli olarak kabul edebileceği durumda olanlar için, bir çeşit zorlama olan koşullandırmadan kaçınabilmek için simgesel kıyafetler kullanmamak pekala mümkündür. Dindarla dinci arasındaki fark budur. Dindar bunu yapabilen, dinci ise bunlara aldırmayan, her yolla ideolojisini yaymaya çalışandır.
Bir de tersini düşünelim!
Hiçbir dini simge taşımayan, ağzından laiklikten başka söz çıkmayan, ama doğrularını koşullandırma yoluyla yaymayı, zorlamayı adet edinmiş bir kimsenin durumu nedir?
Bu kişilere bir ad vermek gerekirse “laikçi” demek yerinde olabilir.
Ortak yan!
Sürpriz gibi gelebilir ama laikçiler ve dinciler aynı kişiler olup sadece kıyafetleri farklıdır; kafalarının içleri ise tamamı tamamına aynıdır. İkisinin de tek amacı vardır: kendi doğrularını başkalarına da benimsetmek ve böylece kendini güvende hissedebileceği bir çevre yaratmak.
Nasıl kurtulunur?
Koşullandırmanın vazgeçilemez olduğunu o kadar çok “laikçi”den ve “dinci”den duydum ki, artık laik ve dindarların kendi aralarında dayanışarak bu sosyal tümöre (koşullandırma) karşı ortak mücadele vermesinden başka yol görünmüyor.
Yani çözüm laik dindarlardadır.
Temmuz 25, 2007
-
May 25 2012 Beklemediği yerden yumruk yemek!
Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!
Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.
Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.
Ölçütler dolaylı da olabilir
Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.
Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.
Sistem beklentileri temsil etmelidir
Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.
Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.
Cari açık önemli mi önemsiz mi?
Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.
Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.
Büyük resim ne?
Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.
Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!
Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.
Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.
Bu söz tarihe geçmelidir:
Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.
Yani:
Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.
25 Şubat 2007
-
May 25 2012 Adlandırma..
Doğru adlandırma sorun çözerken; yanlış adlandırma ise sorun üretir..
“Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.
Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.
Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.
Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.
Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkez kaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.
Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı,trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.
Son günlerde gündemin birinci sırasında bulunan “mafya” sorunu da aynen böyle bir “adlandırma” ve dolayısıyla da “yanlış gruplama” örneğidir.
Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.
Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.
Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunler üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.
Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.
Pazar, 11 Haziran 1995
-
May 25 2012 Devletin Bilişim Politikası yok!
Devletin politikası ve devlet politikası..
BT Haber Dergisi’nin 10-16 Temmuz 2006 sayısında, yeni kurulduğu bildirilen BİTİS (Bilgi ve İletişim Teknolojileri İşverenleri Sendikası) yetkililerine dayanarak verilen bir haberde, devletin bilişim politikası ve bu politikayı hayata geçirebilecek bir stratejisi olmadığı eleştirisi yer aldı.
Benzer haberler hemen her sektöre mensup yetkililerce dile getirilir. Devletin turizm politikasının, eski eserleri koruma politikasının, eğitim politikasının vs olmadığı ve olması gerektiği dile getirilir. Hatta bunları söyleyenler arasında -ki tümünün demokrat kişiler olduğuna kuşku da yoktur-, geliştirilmesi istenilen bu politikaların birer “devlet politikası” olması gerektiğini şart koşanlar da epeycedir; diğerlerinin de belki akıllarına gelmediği için bu olmazsa olmazı unutmuşturlar (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284).
Gerçekten de olmayan bir politika vardır ama..
Evet, koro halinde oldum olası bu eleştirileri geliştirenler haklıdırlar, ama o politikaları geliştirmeleri gerekenler bizzat kendileridir. Şöyle:
- Herhangi bir konudaki politika, o konudaki hayalet ve kök sorunların (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=218) analizine dayanan; bu sorunları ve/ya etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik ilkelerin ve araçların sistemik biçimde açıklanmasıdır.
- Bu politikalar standart formatlı birer belge haline getirilmediği sürece ilgili paydaşlarca bilinmesine, zenginleştirilmesine, ortak akılla zenginleştirilmesine imkan yoktur. Dolayısıyla politikalar yazılmalıdır. Bunları içeren belgelere Politika Belgesi (policy document) denilmesi adet olmuştur. Bunlardan bazıları kamuya açık (public open), bazıları gizli olabilir ama yazılı olmaları şarttır.
- Sınırlı imkanlarla sınırsız sayılabilecek sorunları gidermenin akılcı yolu o konuda bir politikaya -dolayısıyla da politika belgesine- sahip olmaktır.
- Diktatörlükle yönetilen ya da halkı diktatörlük yönetimlerine meraklı olan toplumlarda politikalar belge haline getirilmez; diktatör her sabah çeşitli konulardaki politikaları “düşünür” ve öğleden sonraları da “uygular”.
- Demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise konuların paydaşları, o paydaşların oluşturduğu sivil örgütlenmelerde (vakıf, dernek, sendika gibi) bir araya gelir ve konu hakkında belirli yöntemlerle ortak akıl üretirler ve bunu bir Çalışma Dokümanı (working document) haline getirirler. Sonra da bu belgeleri yasama, yürütme ve yargı kurumlarına vererek onların tercihlerinin de belgelere yansımasını sağlarlar. Böylece belgeler daha çok katılım içerir hale gelmiş olur.
- Devletin bu kurumlarına iletilen belgeler, birer istek ya da yakınma raporu, -meli/-malı tarzında ihale üsluplu belgeler değildir. Kaleme alanlar sadece kendi konularının (sektörlerinin) çıkarlarını değil tüm toplumun çıkarlarının sorumluluğunu taşıyarak yaratıcı çözümler oluştururlar.
- Devlet böylece bir politika belgesi taslağı edinmiş olur. Bunun düz Türkçesi, devlet, o konudaki ihtiyaç ve imkanların nasıl buluşturulacağına ilişkin konu paydaylarının ortak akıllarını bilmiş olur.
- Nihayet son katkılarla bu taslak bir politika haline gelmiş olur. Açık ise yayımlanır gizli ise gizlilik düzeyine göre sınıflandırılır.
Esas sorulması gereken 3 soru:
- Turizm planlaması, eğitimi, eski eserler, kültür, istihdam gibi konularda hazırlanmış olduğunu bildiğimiz Politika Belgeleri vardır ve bunlar -zamanında- her türlü araçla duyurulmuştur. Bunlardan, “devletin politikalarının olmadığından” yakınan kurumların hiçbirisinin haberi niçin yoktur?
- Sorunlardan ve politikasızlıktan yakınan bunca meslek örgütü ve gönüllü kuruluş nasıl olabilir de bu denli basit bir sorun çözme aracını -ısrarla- göz ardı ederler?
- Demokrat elbiseli bizler nasıl bir diktatör bekliyoruz?
Cumartesi, Temmuz 22, 2006
