-
Kas 30 2025 TÜLBEK Mütevelli Heyeti 2025 yılı toplantısına mesaj
Değerli Başkanım Sayın Osman İlhan ve değerli mütevelli heyet üyesi arkadaşlarım,
Vakfımızın kurulduğu 1989 yılından bu yana geçen 36 yıl içindeki mütevelli heyet toplantılarının pek azına katılmış isem de vakfın eğitim hayatımıza ne denli katkılarda bulunduğunu sürekli gözlemişimdir.
Bugün artık neredeyse tüm yerel yönetimlerin doğrudan veya dolaylı olarak “beceri kazandırma” kavramını kullanarak yörelerindeki gençlere altın bilezikler kazandırmaya devam ettiklerini görüyoruz.
Nitekim, 6 Şubat 2023 depremleri sonrasında yörenin çocuk ve gençlerine yönelik Altın Bilezik eğitimlerinden sonra şimdilerde gençlere yönelik Yenileşim (inovasyon) Eğitimi girişimimiz de yine beceri kazandırma kavramının devamı sayılmalıdır. Sanırım böylesi bir onur çok az sayıda kuruma nasip olmuştur.
Çinlilere atfedilen hem dua hem de beddua olarak kullandıkları “dilerim ilginç zamanlar yaşarsın” sözü sanırım içinde bulunduğumuz yıllar için söylenmiş olmalı.
Her bakımdan belirsizlikler içeren bu yılların anahtarı da AGI ve ASI olarak belirtilen Yapay Genel Zekâ ve Yapay Süper Zekâ’dır. Bu kavramların olağanüstü gelişme hızı şu grafikte net olarak görülüyor.
Düne kadar “aptal makineler” olarak nitelenen yapay zekâ, yazıştığı kişiyle 18 Kasım’da yukardaki gibi yazışıyor:
Çok yakın gelecekte, YZ destekli arama motorlarına yazacağımız bir isteğe “bu isteğin yersiz onun yerine şunu sormalısın” gibi sinir bozucu cevaplarla karşılaşmak; hattâ biz istemeden bizim yerimize bir şeyler yapmaya kalkması hiç sürpriz olmayacaktır.
Böylesi bir tablo TÜLBEK’e ne diyor?
Sanırım buradan çıkarabileceğimiz net sonuç, TÜLBEK’in bu koşullara uygun yeni bir vizyon tanımlama zorunluğudur.
Bu noktada, Roma Kulübü adlı ünlü örgütün 1970’li yıllarda yayımladığı “29’ncı Gün” adlı raporuyla ilgili bir hatırlatma yapmama izin veriniz.
Rapor bir soru ile başlar: “Bir göl üzerindeki nilüferler her gün bir gün önceki kadar büyürse acaba gölün yarısı kaçıncı gün kaplanır?”
Bu şaşırtmacanın cevabı 29ncu gün’dür ve çevre açısından “belki de bugün 29ncu gündür ve yarın çevre adına hiçbir şey kalmayacaktır” denilmektedir. İşte benzer biçimde ben de halâ geleneksel beceri alanları yoluyla yaşamlarını sürdüren insanlarımıza bakıp “acaba YZ açısından bugün kaçıncı gündür?” sorusunu gündemimize getirmek istiyorum.
Bu durum karşısında ortaya çıkan yeni vizyon konusuna da kısaca değinmek istiyorum:
Bu yeni varlık nedeninin gerçekleştirilebilmesi, sağlam bir eğitim felsefesine dayanmalı. Dünün -bugünlere de yansıyan- eğitim felsefesinin iki ayağı bulunuyor:
- Toplu yaşama uygun yurttaş yetiştirmek,
- Kapitalist sistemin İşgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu bilgi ve becerilere sahip insan gücü yetiştirmek.
Günümüzde bu iki ayakta, özellikle de işgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu ve çoğu otomasyon ve robotik yolla karşılanan işgücü dışında, giderek kalabalıklaşan bir (NEET- Neither in Employment, Education or Training ya da ev genci) kitlesi ortaya çıktı.
Buna göre eğitim sistemlerinin temelini oluşturan ayaklar artık geçerliğini büyük ölçüde yitirdi. Yararsız Sınıf (useless class) adı verilen bu sınıf, tüm ülkelerde otokratik yönetimlerin temelini oluşturmaya başladı.
Belki bir süre yerel ihtiyaçlar doğrultusunda bu sınıfın çok küçük bir bölümüne istihdam sağlamak mümkün ise de bunun kalıcı bir çözüm olamayacağı bellidir. Bu durumda, elinde herhangi bir eğitim kurumunun sertifikasını (diploma vb.) bulundurmak bir anlam ifade etmeyecektir.
O tür kurumlar yapıları itibariyle hantal oldukları için -özellikle de çok değişiklikler içeren- ihtiyaçlara cevap üretemeyeceklerdir. Bu durumda esnekliği yüksek kurumlar çözüm aracı olarak ortaya çıkmaktadır.
Halen dahi uluslararası ortamlarda “vekil savaşçı” olarak kullanılmakta olan genç insanların sayısının artacağını ve bu tür işler için belli ücret ve çalışma koşulları normları oluşacağını tahmin etmek zor değildir.
Geri kalan ve artık uluslararası dolaşıma açık ihtiyaçlar için şu tür nitelikler aranır hale gelecektir:
- Ana dili hakimiyeti (YZ destekli çeviri araçları çok gelişmiş olacağı için ayrıca bir yabancı dil bilmek yerine, ana dilini derinlemesine bilmek bir avantaj olacaktır).
- Kendini -özellikle de soru formunda- ifade etme becerisi, İfadelerinin sinyal / gürültü oranının[1] yüksekliği muhtemelen herkesin önem verdiği bir kavram haline gelecektir.
- Uluslararası dolaşım kabiliyeti. Yani, kendi ayaklarının üzerinde durabilme; yeni beceriler edinebilme, bulunduğu topluma uyum gösterebilme esnekliği.
- Değer üretebilme kabiliyeti. Çevresindeki ihtiyaçları fark edebilme ve o doğrultuda değer üretimi sağlayabilme ve
- Zarar Vermeyen Dünya Vatandaşı[2] özelliklerine sahip olmak.
Bu bağlamda hem bu çerçeveye uygun hem de gerçekleşebilir bir vizyon tanımını Mütevelli Heyetimizin değerli üyeleri arasında yapılabilecek katılımlı çalışmalar yoluyla belirlenmesini, konuşmamın son cümlesi olarak yüksek takdirlerinize sunuyorum.
Teşekkür ederim.
19 Kasım 2025
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/makaleler/turkce-yetkinligi/turkce-yetkinligi-ve–gurultu-den-arinmis-dusunme
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/zarar-vermeyen-dunya-vatandasi-zvdv-i/
-
Şub 11 2025 Uzun Lifli Akıl Üretimi-2
Bundan evvelki (Geri dönüşümlü kâğıtlar, lif kısalması ve kullanım yerleri!) başlıklı yazıda1, birkaç kere geri dönüşüme uğrayarak selüloz lifleri iyice kısalmış kağıtlara benzer “kısa lifli (KL) düşünce ürünleri” üzerinde durulmuştu.
Bu defa ise uzun lifli (UL) düşünceler ve onları üreten UL akıllar (Yetkin Akıl da denilebilir) üzerinde düşünmek istiyorum.
KL düşüncenin belirleyici özellikleri için kısa sürede üretim, kısa sürede uygulama ve kısa sürede etki gösterme denilebilir. Bir örnek vermek gerekirse “alkollü sürücülerin yol açtığı kazalar” sorunu ele alınabilir. Bu soruna çare arayanların genellikle akıllarına “sıkı denetim”, “ağır cezalandırma” ve “halkın bilinçlendirilmesi” önlemleri gelir. Gerçekten de sadece bu tür nispeten basit önlemlerle kazaların önemli ölçüde azalabildiği görülmüştür2.
Diğer yandan, UL düşüncenin karakteristikleri:
- Sıradışılık da denilebilecek genel kabûl görmüş paradigmanın dışındalık geliyor. Biri çok yakın diğeri ise birkaç on yıl öncesinden iki örnek verilebilir: Birkaç hafta öncesine kullanıma giren DeepSeek YZ uygulaması sadece üretim maliyeti ile değil, ambargolu işlemcileri daha az kullanarak, daha ileri makine öğrenmesi ve açık kaynak kodu ile sergilediği ahlâki tutumla cari paradigmanın dışına çıktı. Birkaç on yıl öncesinden örnek ise, ABD İstihbarat Topluluğu’nun (IC) dev kadro ve bütçesine3 meydan okuyan Good Judgement Program4 – İyi Tahmin Programı adlı girişimdir ve o da yürürlükteki istihbarat paradigması dışındadır.
- KL akılların bireysel ya da uzlaşı temelli (demokratik) oluşunun aksine, UL akıllar büyük oranda, farklı kültürden, farklı akıl daraltıcılı5 insanlardan oluşan küme aklı6 ile YZ modellerinin bir araya gelerek Hibrit Akıllar7 oluşturmasına dayanıyor; ayrıca uzlaşıdan çok, “daha iyinin seçimine” (bir çeşit Likit Demokrasi8) dayanıyor.
- Bu iki özelliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak da orta-uzun vadede üretilebilme, uygulanabilme ve etkileri duruma bağlı olarak kısa ve uzun arasında bir vadede görülebilme gibi özellikler ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda, gündelik yaşam içinde üretilen KL düşüncelerin niçin -bağımlılığa yol açacak kadar- çok; UL düşüncelerin de niçin seyrek olduğunu açıklıyor.
UL ya da Yetkin Akıl üretimine somut örnekler
Bu tür sıradışı akıl üretimi için, çok geniş bir veri kümesinden, her akıl düzeyindeki kişi(ler)in tek tek ya da gruplar halinde çıkarabilecekleri sonuçları hayal etmek iyi bir zihinsel egzersiz olabilir. Örneğin 100 çocuğa ilişkin her tür veriyi içeren dev bir veri kümesinden basitten başlayarak çıkarılabilecek sonuçlar irdelenmiştir9. Veri kümesini “aritmetik ortalama”dan başlayıp “sistem dinamikleri modeli”ne kadar artan güçteki tekniklerle inceleyerek, tek kişilerin akıllarına gelmeyebilecek ve/ya kapasitelerinin dışına çıkabilecek sonuçlar elde edilebilir. Hattâ daha da ileri basamaklara çıkılıp YZ uygulamalarından; hayvan dostlarımızın hayatta kalmak için geliştirdikleri savunma tekniklerinden öğrenilebilecek tekniklerden de yararlanılabilir. Bütün bu basamakların tanımladığı akıl UL ya da Yetkin Akıl’dır.
UL aklın daha bir ortalama karmaşıklık sayılabilecek “kadına şiddet” sorununa uygulanmasında, sahip olunabilecek sorun çözme araçlarının gücü “hiç ya da yok” düzeyinden başladığında sonuç da “şiddete katlanma” ile başlayacaktır. Daha etkili araçlar kullanılarak, şiddet gösteren eşin terapiye razı olup şiddetin barışçıl biçimde sonlanacağı noktaya kadar ilerlenebilecektir10.
Toplumsal düzeydeki sorunların çözümünde UL
Bu tür sorunların anlaşılması da çözüm ipuçları da üretimi de neredeyse kategorik olarak UL akılların oluşturulmasına bağlı. Son yıllarda Çin’in gösterdiği hızlı gelişme içinde UL aklın ne ölçüde yer aldığına ilişkin bir sorgulama11 içinde bu ilişki görülebiliyor.
Kısa ve uzun lifli akıl konusundaki ilk yazının son paragrafı ile benzer mesajla kapatmak gerekirse denilebilecek olan şudur: Gündelik yaşamın sonsuz çeşitlilikteki sorunları için geliştirdiğimiz KL akıllar, karmaşıklık düzeyi yüksek sorunlar karşısında işe yaramazlar. Yaramak bir yana, ısrarla -ve toplu olarak- uygulamaya çalıştıkça da hem vakit kaybettiriyor (o süre içinde sorun değişip daha çetrefil hale geliyor), hem özgüven aşındırıyor, hem de etkili araç üretimi için en gerekli malzeme olan dayanışmayı (hangi KL akıl aracının kullanılması gerektiği konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle) aşındırıyor.
Bu kendini bitirme süreci nasıl durdurulup UL sürecine geçilebilir?
Bilmiyorum.
11 Şubat 2025
[1] Bkz. https://tinaztitiz.com/geri-donusumlu-kagitlar-lif-kisalmasi-ve-kullanim-yerleri/
[2] MADD (Mothers Against Drunk Drivers – Sarhoş Sürücülere karşı Anneler) adlı örgüt (https://bitl.to/3vXh) bu tür yöntemlerle can kaybını %40 oranında azalttığını belirtiyor.
[3] Intelligence Community, ~100,000 kişilik kadrosu, ~50 milyar dolar yıllık bütçesine meydan okuyan iki analist, cari paradigmanın dışında küçük bir ekiple Good Judgement Project adlı yaklaşımla -aynen DeepSeek’te olduğu gibi- IC ile yarışabilir sonuçlar elde etti (Bkz. Süper Tahmin. https://bitl.to/3va0)
[4] Bkz. https://goodjudgment.com/
[5] Bkz. Akıl Daraltıcılar, https://bit.ly/3A4bv0C
[6] İnsan kümesi aklı deyimi, arı kolonilerinin (swarm) yeni koloni yeri belirlerken veya karınca ya da termitlerin dayanışmalı çalışmaları sırasında harekete geçirebilecekleri küme aklına benzetilerek üretilmiştir. Bkz. https://youtu.be/LHgVR0lzFJc?si=c6go6GRY48D5H0we
[7] Buna HHSI (Hibrit Human Swarm Intelligence – İnsan Kümesi temelli Hibrit Akıl) adını verdik.
[8] Likit Demokrasi için bkz. https://tinaztitiz.com/ortak-kullanim-trajedisi-ve-likit-demokrasi/
[9] Bkz. https://bit.ly/3C4KtuS
[10] Bkz. Adım Adım Yetkin Akıl Üretimi örneği, https://gogl.to/3JXJ
[11] Bkz. https://gogl.to/3Lsi
-
Şub 05 2025 Siyasetin Finansmanı: Oyun değiştirebilir hamle!
Özellikle 31 Mart seçimleri sonrası daha çok konuşulmaya başlanan konuların başında “CHP’nin halka, ülkeyi yönetebileceği hakkında güven verici, neyi nasıl yapacağını -hamaset yapmadan- anlaşılır biçimde ortaya koyacağı bir yol haritası ilanı” geliyor. Gerçekten de halkın kolektif aklı neyin önemli olduğunu doğru saptamış.
Fakat -adetimiz olduğu üzere- derhal bu soruyu bir kenara itip, iki belediye başkanından hangisinin adaylığının açıklanacağı konusu en mühim konu olarak baş sıraya yerleşti.
Bu açmazı kırıp1 konuyu tekrar doğru yere oturtmak için sorulabilecek soru şu olabilir: Bu topraklarda yaşayan insanlarımızın mal ve hizmet olarak ürettikleri değerlerin iç ve dış paydaşların işbirlikleriyle kaybolmasına (sömürü, transfer2) yol açan en önemli deliklerden birisi olan “siyasetin finansmanı” probleminin çözümüne gidecek ilk somut adım nedir?
Sıkışıp kalınan “hangi aday” açmazını da kırabilecek olan bu stratejik sorudur. Bu soru, halkın cebinden siyaset alanına akmakta olan değerlerin, tekrar halkın refah ve mutluluğu için kullanımına dönecektir.
Sorunun cevabı “halkın ürettiği tekrar halka” ya da “güneş doğacak tüm yolsuzluklar bizimle bitecek” gibi ezber sloganların avaz avaz bağırılması olamaz. Cevap bir aritmetik problemi kadar soğuk olmalıdır.
Bu cevabı halka onaylatabilen parti ya da aday, aranan parti ve adaydır.
5 Şubat 2025
[1] Açmaz Kırma kavramı için bkz. https://bit.ly/4grpmkI
[2] Değer Transferi kavramı için bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi
-
Tem 30 2019 Dostlara mektup
Değerli dostlar,
Uzun süredir zihinlerimizi meşgul ettiğinden emin olduğum bir konuda düşüncelerimi paylaşmak istiyordum. Bugün okuduğum, toplumun büyük bölümünü kaygılandıran “niteliksizlik” hakkındaki bir yazının son cümlesi beni bu satırları yazmaya itti.O cümle şöyle: “Kaynaklarımızın tahsisindeki politikalar değişmedikçe bu sorunun çözümü için ne fikir üretsek nafile”.
Ben bu yargının, toplumumuzun büyük çoğunluğunca paylaşıldığından eminim. Bu güvenimin dayanağı ise toplumu oluşturan ortalama insanımızın -elinde, otoritenin kendisine verdiği bir güç yok ise- kendini “nafile” saydığı gerçeğidir.
Daha açık ifadeyle “ortalama” insanımız, ne egemen (tercihlerini kendi yapan) bir “cumhur” ne de demokrat (kendini yöneten) “birey” olup; bu iki anahtar alandaki iradesini seçimden seçime kendisine yapılacak vaatler karşılığında ayrı bir sınıfa (siyasetçi) devretmiş, kendini “nafile” kılmıştır.
Yukardaki o son cümledeki “politikalar”, siyasetçi sınıfının uygun göreceği, nafile toplum çoğunluğunun ise en çok önerilerde bulunabileceğine işaret ediyor. Gerçekten de, eğer siyasetçi uygun görüp politikalarını değiştirmezse, boyuna fikir üretmenin ne anlamı olabilir?
Üzerine bu kadar söz ürettiğimiz o son cümle -eğer şöyle düzenlenirse- aslında çıkış yolunu da içeriyor: “Eğer sorunlarımızın en alt katmanında yatan virüsün, bireylerin işlevsizleştirilmesi olduğu fark edilmezse, çözümler için ne fikir üretsek nafile”.
Ya da şöyle düzenlendiğinde bir ışık doğuyor: “Dönüştürücü sosyal tohumlar yoluyla her bireyin önce kendini, paralel olarak da çevresini değiştirerek sorunların çözülebilmesi ve böylece bir yandan da bireyin tekrar cumhur ve demokrat olması mümkündür”.
Burada kısırlık ve doğurganlık arasındaki çizgiyi “fikir üretimi” deyimi çiziyor. Eğer fikir üretimi, bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız ve inandıklarımız ile sınırlı ise gerçekten de çözüm bulma ümidi zayıftır. Çıkış yolu ise bunların dışında olup o da bildiklerimiz, öyle sandıklarımız ve de inandıklarımızın dışında çözümler olduğuna içtenlikle inanmaktır.
Bu üçlü sınırlayıcılar bir yandan da yaşamlarımız için birer konfor alanı yaratıyor. O alanda anılarımız anlam kazanıyor, müktesebatımız bugün için değer kazanıyor. Bir an için düşünsenize, altmışlı yaşlara kadar onca umur, şan şöhret görmüş bir kişinin birdenbire bir lise öğrencisi konumuna indirgendiğini. Tekrar -üstelik de yeni ve meydan okuyucu koşullar altında- yeni bilgiler, alışkanlıklar, değerler edinip kendilerimize birer yeni evren tasavvuru üretmek zorunda kaldığımızı.
Hele, dün savunduklarımızın terslerini savunmak zorunda kaldığımızı. Bu zor katlanılabilir bir durum değil mi? Bunun yerine geçmiş üzerine kurulu bir konfor alanı -yalan da olsa- çok işe yarar değil mi?
Yeni arayışlar nafile değildir. Çözümlerin bitmiş gibi göründüğü yerde bu hatırlanmalıdır. Çözümsüzlükler varsayımlarımızın birer sonucudur.
30 Temmuz 2019 Salı
-
Ara 31 2018 Seçimlerde Etik Güvence
Herhangi bir göreve seçimle gelecek kişilerin görevleri boyunca uymayı taahhüt edeceklerini kapsayan birer Etik Güvence’yi seçilmeden önce ilan etmeleri öneriliyor. Bu güvencenin, alışılmış genel çerçeveli “yemin”lerden farkı, somut ve kolay denetlenebilir az sayıda kuraldan oluşmasıdır.
Bu taahhüte tüm adayların ilgi göstermeyebileceği, bazı adayların güvence vermeye yanaşmayaceği ya da güvenceye uymayabilecekleri düşünebilse de, en azından örnek tavır sergileyebilecek adayların çıkması daha büyük ihtimaldir. Bu, bir demokrasi geleneği oluşturmak açısından küçümsenemeyecek bir başlangıç sayılmalıdır.
“Güvence verenlerin vermeyenlere göre dezavantajlı olacağı”, böylece hareket serbestilerinin azalacağı yolundaki yaygın kanı, “eşitliği eğride aramak” gibi trajikomik bir seçimdir. Şu unutulmamalıdır ki, insanlık ailesinin ortak çabalarıyla oluşmuş medeniyet, büyük kitlelerce değil “doğruları, kendine avantaj sağlamayacak durumlarda da yapmanın güçlüklerine göğüs gerenlerce” inşa edilmiştir.
Az sayıda somut ve denetlenebilir kural yoluyla ahlaki değerler tabanını kurmadan, siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alan kişileri eleştirebiliyoruz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten uzak durmaya çalışmalarına, siyasetin “bulaşmak” kavramıyla birlikte kullanılacak kadar kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını artık görebilmeliyiz.
Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanları, etik güvence yaklaşımını yaşama geçirmek için önümüzdeki yerel seçimler bir fırsattır. Aşağıda bu yolda birkaç somut ve denetlenebilir kural önerisi bulunuyor. Yaklaşımı benimseyenlerin, çevrelerindeki adaylara ve/ya varsa bağlı oldukları siyasi kurumlara erişerek hayata geçirmeyi denemek istemez misiniz?
Önerdiğim iki yalın kural şöyle:
- Her yıl akçalı işlerimi bağımsız bir denetleme kurumuna denetlettireceğimi ve sonuçlarını seçmenlerime internet üzerinden açıkça ilan edeceğimi,
- Görevim dolayısıyla sahip olacağım her türlü imkanı doğrudan ya da dolaylı olarak kendime, yakınlarıma, siyasi veya ideolojik görüşlerini paylaştığım kişilere, hemşerilerime, meslektaşlarıma, okuldaşlarıma bir avantaj sağlamak amacıyla kullanmayacağımı; ırk, dil, din, mezhep ya da başka bir ayırıcı ölçü benimsemeyeceğimi; bu bağlamdaki tek ölçünün “bütünleştiricilik” olacağını; bunu söz ve eylem üsluplarımla da kanıtlayacağımı
taahhüt ediyor, taahhüdümün herhangi bir yolla denetlenmesine hiçbir şekilde karşı çıkmayıp aksine kolaylaştıracağıma; bunlardan birisinin aksinin varit olması halinde görevimden ayrılacağıma söz veriyorum.
Her yurttaşın yapabileceği basitlikte bir öneri. Bunların “niçin yapılamayacağını”, “hangi imkansız koşullar yerine gelirse düşünülebileceğini” ileri sürmek ya da yapmak. Aynen “to be or not to be” gibi.
31 Aralık 2018
-
Tem 21 2018 KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ
(Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014), (Apr7, 2018), (May 15, 2018)
- Çeşitli kanallarla “satmak” için uğraştığımız kavramlarvar ve bunda güçlükler yaşıyoruz. (Örneğin, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramı)
- İnsanlar kendilerine benzeyen kişilerle dost olmak, iletişim kurmak eğiliminde oluyor. Ve bu eğilim bir “filtre gibi” çalışarak, farkına varmadan tanımladığınız filtre şartnamelerine uymayan kişileri süzüp ilişki sistemi dışına taşıyor.
- İçeride kalanlar ise, yeni kavramların, yeni yaklaşımların yaygınlaştırılmasına yetmiyor. (bakınız, aydın sorumluluğu konusundaki çağrıya birkaç kişinin dışında cevap dahi veren olmadı.)
- Halbuki yeni yaklaşımlar, çok sayıda kişinin bu yaklaşımları “satın alması”, bunları kendi diline çevirmesi, sonra da çevresindeki etki alanının dillerine çevirmesi ve bunda ısrarlı olarak çaba harcaması gerekiyor. Belli ki bu sadece birkaç kişiyle olamaz. (kritik kütle meselesi)
- Web sitelerimizi daha çekici kılmak, söylemlerimizi daha iyi anlatacak yöntemler bulmak kuşkusuz yapılması yararlı ve gerekli işler. Fakat, halen erişimimiz bulunmayan milyonlarca insan içinde, aynen bizlerle benzer isteklere sahip olanlar var. Biz onlardan habersiz, onlar bizden habersiz, elekle su taşımaya çalışıyoruz.
- Acaba, yeni kavramların satışını yapmak üzere web tabanlı bir Kavramlar Akademisi (adını boş verin) tanımlasak ve bunu duyursak!
- Ümidim şurada: İnsanlara erişmede pek de sıkıntımız yok, bugüne kadar bunu gördük. Fakat onlardan cevap alamayışımızın esas nedeni, duyuramayışımızdan çok, sattığımız kavramların o insanlarca kabul görmeyişi.
- Kabul görmüyor, çünkü –büyük çoğunlukla- benzer kavramları herkes kendi hoşuna gider biçimde adlandırıyor ve o adlandırmalar hemen, kimliklerimizin “taciz edilmemesi gereken” birer parçası haline dönüşüyor.
- Kısacası, ne anlatmak istediğimizden çok onu nasıl adlandırdığımız önemli oluyor.
- Zaten, bu da bizim aradığımız bir cevap. Halbuki biz, o insanlara bir şeyler satmak istiyoruz ve onlar da sürekli ret ediyorlar. O halde cevap alamadığımızdan yakınırken görüyoruz ki aslında net cevaplar alıyormuşuz.
- Buna göre bu defa doğrudan kavram satmaya çalışmayalım; insanları kavramlarını satabilecekleri bir “Pazar yeri”ne davet edelim. Gelsinler kendi kavramlarını satsınlar. Biz sadece satış formatı koyalım. Kısa, net, değer iletişimine uygun bir format gibi.
- Peki bu bizim işimize yarar mı? Yarayabilir. Çünkü, şu görülebilir ki, bu insanların satışa çıkardıkları kavramlar belki bizimkilerin farklı adlandırılmış olanları. Buna bir örnek vereyim: Bir dostum var düzgün bir aydın. Bilgili, cesur, enerjik. Geçmiş yıllarda bir toplantıda dinledim. Konuşmasında şöyle bir ifadesi oldu: “…..sorun demiyorlar mı ifrit oluyorum, gerisini de dinlemiyorum. Mesele deyin, problem deyin bir sürü terim var. Sorun deyince “kime sorayım?” diyorum…“
- Şimdi düşününüz. Biz kendisine sorunlara yaklaşımımızla ilgili bir şeyler anlatmaya kalksak, mesela Sorunların İntikamını, Seçme İfadeleri vs okumasını istesek bam teline basmış olacağız. Bunu çok düşündüm. Sadece kullandığımız sözcükler değil, belki ifadelerimiz dahi o aradığımız insanların filtrelerine takılıp geçmiyor
- Halbuki, Kavramlar Akademisi (ya da her ne ise) mensubu, sözünü ettiğim dostuma ve de benzer kişilere SÇK kavramını belki tercüme edip Türkiye Meseleleri şeklinde anlatır ve mükemmel bir yol arkadaşı daha bulmuş oluruz.
- Peki bütün bu yaklaşım çoğu kimseye naif görünmez mi? Görünebilir.
Daha uzatmadan… Ne dersiniz?
Tınaz
-
May 25 2018 Dilin kemiği!
Dil organının son derece esnek oluşunu –yiyecek ve tükürüğün ağız içindeki dolaşımını kontrol dışındaki– temsil eden bu deyim, “gerçekliği belirsiz bir kanı veya tasavvurun -fıskos’tan bambam’a kadar- çeşitli açıklıklarda ifadesi” anlamında kullanılıyor.
Buna bir örnek, son zamanlarda sıkça kullanılan ve duyanlarda bir ferahlık yaratan “liyakate göre atama yapılacağı” vaatleridir.
Önce -kör kör parmağım gözüne- türü bir gerçeğin altı çizilmelidir: Nadir haller bir yana, yapılmış, yapılmakta ve gelecekte de yapılacağından kuşku duyulmaması gereken tüm (şirket, vakıf, her tür bürokrasideki) atamalarda tek gözetilen öğe “liyakat”tir. Hangi liyakat denilirse tanım basittir: “Benim -yani atama otoritesi- düşünce ve eylemlerimi sorgulamaksızın, ne pahasına olursa olsun yerine getiren” (çünkü bulunduğu yere en layık olan benim).
Kastedilen liyakat o liyakat değil mi?
“Tanımlanmış bir işin gereklerine en çok uyduğu tahmin edilen” denilmek isteniliyorsa orada biraz durulması gerekir. Bu efradını câmî ağyârını mânî tanımın gerçekleştirilebilmesinin ön koşulları olup olmadığına bakılmalıdır. Akla gelebilecek birkaçı şunlar olabilir:
(1) Tanımlar ve o tanımlar çerçevesinde verilecek direktif ve emirler kavramlardan oluştuğuna; kritik önemdeki kavramların çoğu da tanımsız olduğuna göre[1], bir işin yapımında yer alacaklar arasında bir saklı dilsizlik[2] olgusu ortaya çıkacaktır.
(2) Dildeki virüsler: Çoğunluk tarafından sık tekrarlandıkça dile yerleşmiş ve mantık sistemini geçersiz kılan sözcüklerdir. Bu tür sözcükler özellikle de sıkı bir retorik ve inkarı mümkün olmayan doğruların arasına sıkıştırıldığı için fark edilmesi güçtür.
Emniyet şeridine girip herkesi avanak yerine koyan çakarlı saygısız kendini “evet emniyet şeridi kullanılmamalı, ama yaptırım uygulayıp kullananlar engellense ben de kullanmam” şeklinde savunurken; gözetimsiz sınav[3] yapmayan öğretmen de benzer şekilde “tüm öğretmenler yapsa ben de uygularım” şeklinde bir virüsten yararlanıyor[4].
(3) Kavram dağarcığı ne denli zengin, tanımlar da o denli iyi yapılmış olsunlar, yine de bunların aralarında çimento göreviyle eksikleri tamamlayan, tamam olanları ise birbirlerine bağlayan bir öğe daha vardır: Ahlaki ilkeler.
Özellikle yüksek düzeyli siyasal içerikli görevler açısından tanımlar ikinci dereceye düşerken, birinci (hatta sıfırıncı) sıraya ahlaki ilkeler yükselecektir.
Gerek seküler gerek dindar aydın kesimlerimizi oluşturan bireylerin tek tek ahlaki ilkeleri kuşkusuz vardır. Ama aynı kesinlikte belli olan bir diğer gerçek ise ne kesimlerin için de ne de arasında bir ortak ahlaki ilkeler belirlenmemiştir. Örneğin, her şey bir kenara bırakılsa dahi, çiğnenmesi hiç tolere edilmeyecek olan -ve tüm kesimlerin uzlaşı halinde olduğu- ortak ve de uygulamada da çiğnenmeyen, çiğnendiğinde tüm toplumun kurumlarıyla birlikte ayağa kalktığı bir ilke yoktur[5].
(4) Halkın denetimi: Bütün bu sıralananlardan oluşan bütünün kilit taşı ise yaygın denetim sistemi olup, demokrasi denilen halk yönetiminin vazgeçilmez ilkesidir. Halkımızın önemli bir bölümü ise bu işlevi iki nedenle yerine getiremiyor: (1) Bu işlevin kendine ait olduğunun farkında değil, kendini tebaanın kullarından birisi sayıyor, (2) Başına dert alacağından -haklı olarak- korkuyor; çünkü kavram dağarcığı içinde korkmama özgürlüğü[6] kavramı yok. Buna sahip olan aydın kesim ise bunu tohumlama yoluyla[7] gerçekleştirmek için birilerinin kendi adına bunu yapmasını bekliyor.
Şimdi dönüp liyakate göre atama vaatlerine tekrar bir bakalım!
Söz konusu vaatlere konu olan modüllerden sadece dört tanesi bile şunları gösteriyor:
– Bu modüllerde açıklananlar yerine getirilmeden ya da sivil toplumca o yolda yol gösterici, kuvvetli talep içeren adımlar atılmadan mevcut liyakat sistemi(!) yürürlükte kalacaktır.
– Bu modüllerin her biri sadece liyakat için değil, onlarca toplum sorununun yapı taşlarıdır. Örneğin ahlaki ilkeler modülünün işe karışmadığı bir süreç var mıdır?
– Aydın kesim -büyük bölümü- bir tatmin aracı haline getirdiği “salt yakınma” alışkanlığından sıyrılmadıkça, sürekli olarak “sorunların çözülmesi gerektiği” ve/ya “Japonya’da öyle burada böyle” yaklaşımlarıyla hem kendi hem başkalarının vakitlerini harcıyorlar. Halbuki yukardaki modüllerin her birinde her bir dakikada yapılabilecekler var.
Kalabalığın bilgeliği
Sosyal inovasyon kavramı epeydir biliniyor. Buna göre bizi bu uyku modundan uyandırabilecek bir sosyal inovasyona ihtiyaç var. Bunun için bu konulara duyarlı kişilerin somut, kendini çoğaltabilir (doğurgan), ön koşulları az (ya da hiç koşulsuz) fikirlerine ihtiyaç var. Yakınmasız, suçlamasız, -meli/-malı’sız ve yaratıcı.
Lütfen http://bit.ly/2kqZaNB adresine tıklayıp yazar mısınız? (Bu da bir katılım yöntemi olabilir)
25 Mayıs 2018
[1] Bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram
[2] Saklı dilsizlik ile kast edilen, bir dili konuşabilen, fakat o dilin yüksek seviyeli soyut kavramlarını ancak yüzeysel anlamlarıyla anlamlandırabilen kişiler arasındaki iletişimdir. Örneğin, cumhuriyet, demokrasi, birey, özgürlük, laiklik vb. soyut kavramların tanımları üzerinde bir anlam birliği oluşturamamış kişilerin bu konular çevresinde tartışmaları, mücadele etmeleri, kamplaşmaları mümkündür, ama sadece ortak anlayış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu duruma saklı dilsizlik denilebilir. Bu konudaki kısa birkaç açıklama için bkz. http://bit.ly/2rNQ16P, Sah.2-III ve Sah.4-XV.
[3] Onur Sistemine göre sınav için bkz. http://wp.me/p2t6mi-WO
[4] Dilimizdeki virüsler için bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Wz
[5] Bkz. “Üç parçalı toplum, sürdürülebilirlik (beka) ve bir model önerisi”, http://wp.me/p2t6mi-1Y2
[6] Bkz. “Korkmama Özgürlüğü ve hukuk”, http://wp.me/p2t6mi-Tj
[7] Bkz. “Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw
-
Eyl 16 2015 Ölüm & ölüm!
Leyla Zana’nın, tırmanan terör nedeniyle ölüm orucuna yatacağını duyurması, yaşamlarımızın hep ölüm ile çevrelendiğini, hedeflerin yaşamakla değil hep ölüm ile tanımlandığı olgusunu ortaya koyuyor.
“Kefenli siyaset”, “şehit olma arzusu”, “çocuğunu askere şehitlik temennisiyle yollama töresi”, “yaşayıp yüceltmek yerine vatan için ölmek, öldürmek”, “ölümleri durdurmak için bile kendini öldürmek”le tehdit etmek, ölüm’ün aksi düşünülemez bir sorun çözme aracı haline geldiğini gösteriyor.
Her canlı için zaten kaçınılmaz bir son olan ölümü elden geldiğince geciktirip yaşam için çaba harcamak yerine, bu sonu öne çekmeye çalışmak psikolojisinin bu denli yaygınlaşması ne anlama geliyor? Bu bir toplumsal çıldırma hali mi?
Ne olup bittiğini ve de bunların niçin olduğunu birlikte anlamaya çalışmak, olaylar içindeki kurguları birlikte bozup yaşamak yerine, ölmeyi, öldürmeyi, yakmayı, insan toplulukları arasındaki bağları koparmayı; bütün bunları da kafasındaki tek doğrular uğruna bu denli içselleştirmek “normal” sayılabilir mi?
Özgürlüğü, refahı mutluluğu, kendinin ya da başkalarının ölümünde arayanların çoğu, bir an durup düşünebilecek akıl sağlığından yoksun olabilirler. Peki az da olsa, akıl sağlığını kaybetmemiş, ölüm değil yaşam tarafında olanlar, birbirlerinin kimliklerine bakmaksızın yenilikçi bir sorun çözme aracı ortaya koyamazlar mı?
Yıllardır bu toplumu inanan-inanmayan, Alevi-Sünni, bunlar-onlar, Arap-Kürt-Türk diye kategorize edenlerin dolduruşuna gelmeden sağduyusunu koruyabilmiş, tüm varlıklar arasında fark gözetmeden onları bir’in parçaları saymayı idrak etmiş kişiler yenilikçi (inovatif) araçlar geliştiremezler mi?
Kuşkusuz bunu yapabilirler; eğer yaşamayı seçtiler ise bunu yapmalılar da.
Örneğin, 2010 yılının Şubat, Nisan ve Kasım aylarında, Kürt Sorunu adı verilen sorunun çeşitli taraflarının radikal sayılabilecek uçlarını da kapsayan yaklaşık 40’ar kişinin katıldığı üç Soru Konferansı’nın birincisinde (bkz. http://bit.ly/1Mbb4lr), katılımcılara şöyle bir soru sorulmuştu: “Her sorun aslında bir dizi “istenen” ve “istenmeyen” şeklinde tanımlanabilir. Buna göre, tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabilecekleri, yine Kürt Sorunu bağlamında en önemli toplam 10 adet istenen / istenmeyen sizce nelerdir?”
Katılımcılar bu soruya 18 başlık altında toplam 144 cevap üretmişler, sonra da 5 ayrı çalışma grubu bu istenen / istenmeyenleri aralarında tartışıp, sonunda da grup uzlaşıları arasında genel uzlaşı tartışması yapıp şu 6 sonuçta birleşmişlerdir:
- Modern, demokratik standartlara dayalı -yeni bir anayasa da dahil- toplumsal bir sözleşme
- Şiddetin, siyaset araci olarak kullanilmaması
- Kürt dilinin öğrenilmesi, eğitimde kullanılması, geliştirilmesinin, yurttaşların hakkı ve devletin görevi olması
- Genel siyasi af
- Yönetimde yerindenlik ilkesinin benimsenmesi
- Demokratik açılım girişimlerinin, ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden düzenlenip, desteklenmesi
Bunlara bakıldığında, 2010 yılı Türkiye’sinde, sorun’un “ölüm dışı” araçlarla çözülebileceğinde uzlaşmış, her biri bir kesimin kanaat önderi sayılabilecek insanların bulunduğu görülüyor.
Buradan çeşitli başka sonuçlar da çıkarılabilir. Bunların en önemlilerinden birisi de, söz konusu sorun’un bu denli bir şiddet sarmalına dönüştürülmesinin altında yatan nedenin, etnik haklar olmadığı; Sorun Çözme Kabiliyeti’nde ciddi zafiyetler bulunan bir toplumun “İstismara Açık Alan”ları (bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram) yoluyla, sahip olduğu değerlerin, daha güçlü toplumlara transfer edilmesi sürecinin saf insanlarca farkına varılmaması için çıkarılan gürültüler olduğudur (bkz. http://bit.ly/1wUOojv).
Bir etnik azınlığın özerklik talebinin dışa vurumu olarak anlaşılagelen bu sorun’un, yürüyüş yaparak “bakın ne kadar kalabalığız” mesajıyla ya da esnafa, dükkanlarına asılmak üzere dağıtılan “kahrolsun terör yaşasın birliğimiz” gibisinden sloganlarla çözülmesinin mümkün olmadığını; bu önlemlerin(!) hiçbirisinin, kök sorun ile ilgisi olmadığını “anlamak” gerekiyor.
Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, şiddete karşı en etkili –ama nisbeten uzun erimli- çaredir. Ama bu çarenin karşısında ise Türkiye’nin değerlerini sömürerek kendi refah taleplerini karşılamak isteyen toplumlar (yani onların kurumları) değil, bizzat kendi toplumumuzun insanları duruyor.
Çünkü şiddetin kök-nedenlerini anlamak için, herkesin kendi ideolojik bagajlarını, daha düz Türkçe ile kendi bağlı bulunduğu ve doğruluğundan kuşku duymadığı değer yargılarını –kısa bir süreliğine- bir kenara bırakması ve zihninde doğacak netlik ortamında sorular sorması, cevaplarını da benzer netliğe ulaşma cesaretini gösterebilenlerle yardımlaşarak ortak-akıl yoluyla araması gerekiyor. Kısacası, şu an için en az ihtiyacımız olan şey, doğruluğundan kuşkulanmadığımız yargılarımızdır.
Gerçekçi olmak gerekirse, toplumu oluşturan milyonlarca insanın böylesi bir zihinsel duruluğa erişmesi beklenemez. Yaşam kavgasında varlığını sürdürmeyi bir partiye yandaş olmakta bulmuş milyonlarca insan var. Kendisinden istenen birkaç doğruya ölesiye (ve öldüresiye) bağlı bu insanlar, bu doğruları sorgulayamazlar.
Ama, yaşamını daha özgürce kazanabilen –daha az da olsa- milyonlar var. Bu insanların ağızları, özgürlük sözcükleri ile dolu olsa da, uğruna ölümü bile göze alabilecekleri çocuklarının, en basit yargıları daha sorgulayamayacak şekilde zihinlerinin iğdiş edilmesine (ezber yani sorgulanamazlığı kast ediyorum) hiç sesleri çıkmıyor. Böylece yetişen insanlar özgür olabilirler mi? Özgür bireyler olarak yaşamak isteyen, en azından çocuklarının öyle yaşamasını isteyen insanlar, sorgulanamazlık karşısında bir rahatsızlık duymazlar mı?
Bir diğer örnek, “anlama” olgusunun karşısındaki bir diğer “yasak kavram” ile ilgilidir. Bu yasak vizyon kavramıdır.
Cumhuriyetin 100ncü yılı için, anlı şanlı kurumlarımızın ortak çalışması ile bulunan vizyon, http://bit.ly/1igSCxt adresindeki, veli tarafından yapılmış ilkokul ödevi nitelikli laf kalabalığıdır. Bunu yapıp topluma ilan eden insanlar vizyonun ne olduğu konusunda basit bir araştırma dahi yapmayı akıl edememişlerdir.
Tüm toplumu heyecanlandıracak, herkesin, içinde kendisine bir yer bulabildiği, uğruna çaba harcamaya değer bulduğu bir vizyon bulunamamış, 500 milyar dolar ihracat gibi garip bir hedef bulunmuştur (zaten o da yanlıştır ve olsa olsa “yüksek katma değerli 500 milyar dolar ihracat” olabilirdi).
Şiddete karşı en etkili –ve yine uzunca erimli- bir araç, hangi görüşten olursa olsun en azından birey olarak yaşamak isteyenleri sarmalayıp şiddeti desteklemekten uzaklaştırabilecek bir vizyon’dur. Siyasi partilerimizin yöneticileri böylesi bir anlayıştan yoksundurlar, ama ne yazık ki bu değerli kavram ne bireyler ne de kurumlarımız için (%99u diyelim) anlaşılmaya çalışılan bir kavram olamamıştır. İnanmayanlar, Türkiye’nin en büyük 10,000 firmasının web sitelerine baksınlar.
Bunları pratik (ne demekse) bulmayanlar, şiddeti hemen ve burada (bkz. https://tinaztitiz.com/?p=7049) durdurmak isteyenler için en kullanışlı araç ise sonuçları bizzat deneyimlemek gibi görünüyor. Bunda bir yanlışlık yoktur.
16 Eylül 2015
-
Eyl 20 2014 Dostlara Açık Mektup: Kısa-vade Tuzağı!
Değerli dostlar,
Vaktinin bir bölümünü, toplumun çeşitli kesimlerinden kişilerle iletişim için kullanan birisi olarak bir gözlem ve ona dayalı bir düşüncemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bardakların yarısını dolu ya da boş olarak gören kesimler hakkında bir yargıda bulunmak niyetinde değilim.
Şunu peşin olarak kabul ediyorum ki, her iki kesim içinde de, gerçekleri görmesine ya da en azından sezmesine karşın, özel niyetleri, durumları ya da algılama yetenekleri nedeniyle farklı tutumlar içinde olabilecekler olabilir. Bunun yüzdesini bilememekle birlikte ihmal edilebilir olduklarını seziyor, bu küçük yüzdenin dışındakilerin halis niyetler taşıdıklarını kabul ediyorum.
Bu geniş toplum kesimi içinde herkes kendi dünya görüşüne göre bardağın ne kadarının dolu olduğunu tanımlayabilir. Ben –her ne kadar ise- boş olan bölümünün dolabilmesi için çaba harcayanlar açısından, kendimin de benimseyip uyguladığım yaklaşımımı açıklamak istiyorum.
Bardağı doldurma iyi niyeti taşıyan bu geniş kesimin ne denli farklı niteliklerde olduğuna ayrıca işaret etmek gereksizdir. Bilgi, deneyim, yetenek, koşullanmışlık, yapışmışlık, sürüklenmişlik gibi çok sayıda öğe, iyi niyetli kişilerin yaklaşımlarını birbirinden ayırabilirse de, yine de belirli “yaklaşım öbekleri”nin ortaya çıkması beklenir.
Gözlemim, bu öbeklerden birisinin, “hemen harekete geçilerek bir şeyler yapılması yaklaşımını benimseyenler”, bir diğerinin ise “yapılacak olanların sonuçlarının hemen görülmesini benimseyenler” olduğudur. Bunlardan birincisi, eğer harekete geçilecek yön doğru seçilmişse takdiri hak eder. Aksi halde, bardağı doldurmak yerine içindekinin de boşalmasına yol açılabilir. Esas üzerinde durulması gereken ise diğer öbektir, yani, “hemen sonuç görmek isteyenler”.
Değerli dostlar,
Birikimli, zeki, niçin var olduğunu sürekli sorgulayan, daha doğruya, iyiye, güzele eğilimli insanlarımızın, “şimdi ve burada” olarak özetlenebilecek kısa vadenin çekiciliğine direnemediklerini, bu yüzden de ancak daha uzun vadede gerçekleşebilecek, ama gerçekten işe yarar yaklaşımları göz ardı ettiklerini düşünüyorum. Kalıtsal yazgımız, geride kendimizden birşeyleri bırakmayı emrediyor, bu anlaşılabilir. Ama bu emrin, daima hatırlanması gereken ön koşulları “gerçekleştirilebilirlik”, “işe yararlık” değil midir?
Gerçekleştirebilirlik belki –alışkanlıklarımız nedeniyle- “şimdi ve burada”yı çağrıştırıyor; ama yenmek istediğimiz sorunların nasıl ortaya çıktıklarını biraz irdeleyince, “şimdi ve burada” ortaya çıktığı izlenimi veren sorunların büyük çoğunluğunun “geçmişte ve orada” oluştuğunu görebiliriz. Peki bu, ortadaki soruna şimdi ve burada müdahale edilmesini niçin yanlış kılsın?
Sınırsız bir sorun çözme gücümüz olsaydı..
O takdirde tabii ki gözümüze çarpan her sorunu, ne zaman, hangi nedenlerle ve nerede ortaya çıktığına aldırmaksızın müdahale eder, zaman içindeki tüm nedenleri ortadan kaldırır ve tamamen çözerdik. Halbuki gücümüz sınırlıdır ve çoğu kişi (ve kurum) bunu göz ardı eder, göz önündeki sorunun şimdi ve burada ortaya çıktığı kanısına kapılır. Belki bir bölümü de –nedensel düşünme geleneği olmayışından-, bir sonuca zaman içinde yol açmış nedenlerin izini sürebileceği bir yönteme de sahip değildir.
Sınırlı gücümüz ve yöntem eksiğimizin yanısıra bir neden daha vardır ki, onu aşmak ikisinden de daha zorlayıcıdır: Sorunları şimdi ve burada çözmek gücü insanlara o denli çekici gelir ki, o gücü elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler ve “şimdi ve burada” sınırında muazzam bir yığılma olur. Siyasal mücadelelerin yoğuştuğu çizgi, o gücü verecek seçmenlerin şimdi ve burada çözülebilir sandıkları sorunların yer aldığı çizgidir.
Özetle, sorunları şimdi ve burada çözmek iyi olurdu, ama şu nedenlerle bu mümkün olamıyor:
- Şimdi ve burada ortaya çıkan bir sorun, zaman içinde büyüye büyüye gelişmiş olur, bir yolla en son semptomlar ortadan kalksa dahi, onu yaratmış nedenler geride aynen durduğu için kısa süre içinde sorun daha başedilmez biçimde ortaya çıkar.
- Sorunları çözme gücünün esas sahibi (milli irade) genelde şimdi ve burada boyutunda yaşadığı için, geçmişte ve orada ile ilgili tez sahiplerine yetki vermek istemez.
- Çekiciliği nedeniyle şimdi ve burada çizgisinde büyük bir güç mücadelesi vardır ve o çizgidekilerin arasına girerek güç elde etmek ve gücün esas sahibinin arzusu dışında bir yöntemle sorun çözmek imkansız değilse de imkansıza yakındır.
- Ama bütün bunlara karşı, şimdi ve burada çizgisinin gerisindeki sakin alanda çalışmak iyidir ama onun da başarı şansı konusunda belirsizlikler vardır.
Eğer birikimlerimizi ve enerjilerimizi, bu sorunların kaynaklarına değil de izlenimlerine (görüntülerine) yöneltirsek, aslında hiç öyle niyetlenmesek de o sorunların derinleşmesine katkıda bulunmuş oluyoruz. Bu garip görünüşlü olgunun pek somut örneklerden birisi, rasyonel ve kritik düşünme[1] alışkanlığının toplum nitelik dokumuz içine yeterince yerleşmemişliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan radikal eğilimlerin yaygınlığı’dır.
Bu deyimle yalnız terör örgütlerine katılanları değil, kendi görüşünden başkaca görüşü reddeden, o mutlak doğrusunu başkalarına benimsetmeye çalışan kişileri de kast ediyorum. Bu yaygınlık ilk bakışta dindar kesimlere özgü sanılabilse de, kendini laik / seküler olarak niteleyen kesimlerde de aynen geçerlidir. Bilimden yana bir söylem içinde, ama kararlarını rasyonel / kritik düşünme yerine, dînî / lâ dînî dogmalara[2] göre vermek bir süper-oksimoron örneği değil midir?
Değerli dostlar,
Bugün sizi rahatsız eden her ne var ise, kök(ler)i dünlerdedir ve o “görüntüler”e savaş açarak, sürekli olarak tehlike uyarıları yaparak ancak o değerli enerjilerinizi, birikimlerinizi, daha da önemlisi mücadele motivasyonunuzu kaybederseniz. Eğer, sizi rahatsız eden –her neler ise- kök nedenlerin farkında, ama bunlarla mücadele gücünüzün / imkanlarınızın olmadığını düşündüğünüz için, görüntülerle boğuşmayı yeğliyor iseniz, âkîl Nasreddin’e[3] atfedilen “karanlıkta kaybettiği yüzüğünü, aydınlık olduğu için sokak lambasının altında aramak” fıkrası akla geliyor.
Bütün bunlardan sonra, “şimdi ve burada” yerine önerimin ne olduğunu, hatta bu yolla “bir şeyler yapanların” (http://wp.me/p2t6mi-Vg) da vazgeçip el el üstüne oturmalarını mı önerdiğimi sorabilirsiniz.
Hayır, kesinlikle bunu önermiyorum!
Ve “şimdi ve burada” antipatimin yanlış anlaşılabileceğini anlıyor ve düzeltiyorum: Evet, “şimdi ve burada” harekete geçilmeli, ama “şimdi görünen ve burada görünen”lere yönelik olarak değil, “geçmişte ve orada” yapılmış olanlara karşı “şimdi ve burada” harekete geçilmesini öneriyorum.
Çok mu karışık oldu?
“Geçmişte ve orada” deyimiyle yapılmış ve halen de devam etmekte bulunanlara karşı “şimdi ve burada” yapılması gereken nedir? Önce değiştiremeyeceklerimize bakalım: Türkiye coğrafyasını, enerji kaynaklarını, her şeyin enerji olduğu gerçeğini, tüm toplumların Maslow’un ihtiyaçlar piramiti uyarınca enerji peşinde olduğunu, bunların bir kaçınılmaz sonucu olarak da tarih boyunca olduğu gibi bundan böyle de tasallut altında olacağımız gerçeklerini değiştiremeyiz.
Hergün emperyalizme, onun temsilcilerine –kendi emperyal geçmişimizi unutup- lanet okuyarak bu gerçekleri değiştiremeyiz. Tek değiştirebileceğimiz parametre, toplumumuzdaki nedensel ve eleştirel düşünme’nin yerini almış bulunan dini veya din dışı dogmalara dayalı düşünme biçimini değiştirmektir. Bizim aydınlanmamız da –olacaksa- böyle gerçekleşebilr.
Bu yapılabilir mi, yapılırsa yeter mi?
Bu iki soruya da evet-hayır biçiminde kesin cevaplar vermek güçtür. Ama bu, bu yolda harekete geçmeyi engelleyebilecek bir belirsizlik de değildir. Ayrıca, eğer insanlık karanlık çağlardan çıkıp aydınlanmayı gerçekleştirebilmişse, bu toplumun da bunu yapabilmesi mümkün olabilmelidir.
Yapılabilirliğin karşısındaki başlıca iki engelden birisi “olası gerçekleşmenin alabileceği çok uzun süre”, diğeri ise “toplum çoğunluğunun, dogmatik düşünce biçiminde ısrarı” olabilir. Akılcılıktan yana olan dostlarım, Uzun süre meselesini aşabilmeliyiz. Tüm yapılması gerekenleri yaşam süremiz içinde gerçekleştirmek gibi kibirli bir tutum içinde olamayacağımıza göre, doğruları gerçekleştirmek üzere çaba harcayacakları konusunda gelecek nesillerimize güvenmek zorundayız.
Eğer bu belirsizlik bir motivasyon kaybına yol açıyorsa zaten yakındığımız sonuçlara müstahakız demektir. Çoğunluğun dogmatizmde ısrarı ya da çeşitli hesaplarla karşıt veya tarafsız kalma meselesine gelince: Kuşkusuz, bırakınız çoğunluğu, toplumu oluşturan herhangi büyüklükteki bir kesime dahi Jacoben bir tarzda kendi doğrularımızı benimsetmek eğiliminde olamayız; günümüz dünyasında buna yer olamaz.
Eğer –tüm canlı türlerinde olduğu gibi- toplumu oluşturan bireylerin de, doğuştan gelen sağduyuları yoluyla doğruya-iyiye-güzele yatkınlıkları varsa, genlerinde taşıdıkları yaratıcılıkları kaybetmiş ve dogmalara teslim omuş olmaları beklenemez. Eğer bunun aksine, çağlar boyu süren dogmatik düşünme geleneği, kalıtsal mirasımızın getirdiği sağduyuyu bastırdı ise, o takdirde sadece bu karabasandan kurtulmak isteyenlerin aydınlığa çıkabilecekleri bir yolculuk olacaktır.
Buna razı olabilenlerin sayısını bilemeyiz, ama eğer iki kişi varsa bu yeterli bir sayıdır. Bütün bunlara evet de, hangi uzun vadeli amaçlar, önünde sonunda bize bir aydınlanma yaşatabilir? Bu denli hızlı değişen dünya ve Türkiye koşullarında karmaşık hedef reçeteleri yerine, hangisi benimsense kalıcı olumlu etkiler yaratabilecek birkaç uzun erimli amaç ortaya koyulabilir.
Sorgulama becerisi[4] ile nedensel ve eleştirel düşünme becerileri benim benimsediklerimdir. Sizler, geleceğin Türkiye’sinin kişileri, kurumları ve toplumunun, yüksek bir sorun çözme kabiliyetine erişebilmesi için hangi bileşenleri önemli görüyorsanız, şimdi ve burada tuzağına düşmemek ve benimsediğiniz amaçların hangi sonuçları yaratacağını gerçekçi olarak değerlendirmek kaydıyla, imkanlarınıza uyan bir amacı benimseyebilirsiniz.
Saygılarımla
19 Eylül 2014 Cuma
[1] Rasyonel (nedensel) düşünme, bir sonuca yol açan nedenlerin hiç kopukluğa yer vermeyecek şekilde ortaya konulması; (eleştirel) düşünme ise, söz konusu sonuuca yol açtığı belirlenen çok sayıda nedenin, sonuç üzerindeki etki paylarının elenmesi (krisis (Gr) = elekten geçirmek) anlamında kullanılmıştır. Doğru düşünme ise bu iki bileşenin (nedensel ve eleştirel) birlikte kullanımıyla ortaya çıkabiliyor.
[2] Atatürk’ün “en gerçek yol gösterici bilimdir..” ilkesini hiç hatırlamayıp, sonra da O’nun adını bir dogma haline getirip sıradanlaştırmak, rasyonel / kritik düşünme ile bağdaşabilir mi?
[3] Yabancıların, bizim komik karakter olarak nitelediğimiz Nasrettin Hoca’ya Wise Nasreddin demeleri nedeniyle..
[4] Sorgulama becerisi, (eğer ……ise …. dir) yargı kalıplarının tanımladığı alanların dışında kalan geniş alanların görülmesini ( https://bit.ly/1bI5Cm6 adresine tıklayıp indirilecek ppt sunuma bkz) sağlayacak sorular sormak olarak adlandırılıyor.
-
May 25 2012 Yeni Neanderthal ve yeni Cromagnon..
Sevgili çocuklar ve gençler,
Çok değil 40 yıl kadar önce, yaşıtlarınızın karşı karşıya bulunup da içindeki doğru ve eğrileri ayırmak zorunda olduğu bilgi miktarı bugüne göre 16 kat kadar daha azdı.
(Dünyada üretilen bilgi miktarının her 10 -ya da bazı dallarda daha az- yılda 2 katına çıktığı kabûl ediliyor. Diğer yandan da bunları işleyen işlemcilerin kapasitesi her 18 ayda 2 katına çıkarken göreceli fiyatları %35 azalıyor –Moore’s Law).
Bu bilgiler:
– Doğrusu ve yanlışı,
– Kasıtlısı ve iyi niyetlisi,
– Sağlam kaynaklısı ve akla öylece gelivereni,
– Günceli ve eskimişi,
– Gerçeği ve temennisi,
– Ancak belli koşullarda doğru olabileni,
– Tahmin edileni,
– Sezgiye ya da akla dayalı olanı,
– Deneyime ya da deneyimsizlikten doğan cesarete dayalı olanı
bir karışım halinde ve hepsi de ikna olmanız için önünüze sürülüyor.
İş bununla da bitmiyor: bunları ortaya sürerek sizi ikna etmek isteyenler akademik, ticari, mesleki, bürokratik, siyasi, sivil, resmi ve benzeri ünvanlarını, sesinin tonunu, sertliğini, duruşunu, mimiklerini, cinselliğini, yabancılarla olan dostluklarını, hakarete, küfüre varabilecek uslûplarını ve gerekirse yaşını ve eski ünvanlarını da kullanarak bilgi, teşhis, tahmin ve tavsiyelerine inanmamızı istiyorlar.
Bu kadar ağır destekli bilgi karışımı içinde doğruları söyleyenlerin ya da en azından kimi doğruların bulunduğundan kuşku yoktur. Ama acaba, o doğruları diğerlerinden nasıl ayırmalıdır? İşte, genelde bu nesil erişkinlerin, özelde ise çocuk ve gençlerin karşı karşıya bulunduğu sorun budur.
Eğer bu soruna yalın ve akılcı bir çözüm bulunamaz ise, bu “pasif görünümlü aktif baskı” ortamı, insanların ruhsal sağlıklarını bozmak bir yana, pazar yerlerindeki satıcılar misali daha çok bağıran, kendi dışındakilere çeşitli yollarla daha çok küfreden ve fakat gerçekleri aramaktan da o denli uzaklaşan bir mutant insan tipi ortaya çıkaracaktır .
Bu sorunun sadece gençler için var olduğu, erişkinlerin ise doğruları kolayca ayırdedebilecek yöntemler geliştirmiş oldukları sanılmamalıdır. Benzer sorun erişkinler için de vardır. Hattå biraz daha fazla vardır. Çünkü onlar sizlerden daha uzun süre bu tür karışımlar ile haşır-neşir olmuşlar ve ezbere bellediklerikalıpları daha da çoğalmıştır.
Gençlerin birinci derecede risk altında sayılmasının nedeni, bu ikna girişimlerinin birincil hedefinin çocuklar v e gençler oluşudur.
J.F. Kennedy muhtemelen benzer sorunla karşılaşmış ve şöyle demiştir: “iyi ya da kötü olsun her başkana her gün yüzlerce bilgi gelir; iyi başkan, bunlar içinden kulak verilmesi gerekenleri ayırdetmesini becerebilendir“.
Bilgi karışımları içinden kulak verilmesi gerekenleri bulmak için belki genel geçer kurallar, hattâ karmaşık algoritmalar geliştirilebilir. Ama bu defa da bunların geçerliği tartışma konusu olabilecektir.
En iyisi, sizlerin kendi “süzme kuralları”nızı geliştirmenizdir. Tabii ki o kuralların da doğruluğundan kuşkulanmanız kaydıyla.
Sizlere önerilen paranoyak bir ruhsal durum değildir.”Kuşkuya dayalı inanç” ilk anda tuhaf görülebilir. Hıristiyan inancının bilimle uzlaşısı ile islamın “tahkiki iman” (sorgulamaya dayalı iman) konsepti temelde aynı yönü işaret etmektedir: gerçeği arayan kuşku.
Görüşler hangi ünvan, hangi özgüven, hangi ses tonu, hangi tartışılmazlık içinde dile getirilirse getirilsin, ilk sorulması gereken şudur:
«Bu görüşler içindeki ifadelerden:
– hangileri kaynağa dayalı verilerdir, kaynaklar nelerdir?
– hangileri gözlemlerdir ve bu gözlemler ne genişlik ve sıklıktadır?
– hangileri varsayımlardır?
– ve hangileri çıkarımlardır?
Lütfen bunları hiçbir şekilde birbirine karıştırmadan, birini diğerinin adı altında saklamadan ifade ediniz»
Böylece ifade edilen görüşlerden kendi doğrularınızı üretmek için kullanmanız gereken süzgeçlere ise siz kendiniz karar vermelisiniz.
Bilgi çağında bilgi toplumunu bekleyen en büyük tehlike, eğrilerin doğrular, tahminlerin veriler, gerçeklerin yalanlar, kasıtların iyi niyetler, cehaletin bilgelik arkasına saklanarak bir karışım şeklinde takdim edilmesidir.
Bunu ayırabilen kişilerden oluşabilen toplumlar ile bilgi bulamaçları içinde boğuşanlar, Üçüncü bin yıla iki yeni insan tipi olarak birlikte -şimdilik- girmiş bulunuyorlar.
Süzgeç geliştirememiş olanlar bilgi bulamacı bataklığında boğulmakta bulunan Neanderthal’lerdir. O bulamaçtan sürekli olarak işe yarar bilgileri ayırabilme know-how’ını geliştirerek diğerlerini bataklıklara sürmekte olanlar ise Cromagnon’lardır. Aynen 200,000 yıl kadar önce olduğu rivayet edildiği gibi.
22 Haziran 2005
- 1
- 2
