-
May 25 2012 Felaket geliyorum diyor ve geliyor..
Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?
Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.
Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.
Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.
Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.
Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.
Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.
Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.
Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.
Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.
Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.
Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmakta (idi) (yararlı olduğu için hala kapatılmadı ise). TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmış.
Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.
Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, birkaç yıldır- inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.
Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.
Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.
Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?
5 Haziran 2000
-
May 25 2012 Kısır döngüler birer avantaja çevrilebilir mi?
İki veya daha çok olay, bir kapalı çevrim halinde birbirlerini üretiyorlarsa buna “Kısır Döngü” ya da eskilerin deyimiyle “Fâsit Daire” adı veriliyor. Ancak bu tür kapalı çevrimler her zaman fesat üretimine (fâsit) sebep olmazlar. Bir bölümü son derece yararlı işlevler de görürler. Tavuk ve yumurta döngüsü gibi. Bunlara çeşitli örnekler vererek döngülerin neler ürettiğine daha iyi karar verilebilir. İşte birkaç örnek:
- Yumurta > Tavuk > Yumurta
- Kalabalık kamu kadroları > Personel için ayrılabilecek bütçenin daha çok kişiye bölünmesi > Düşük ücret > Düşük ücrete, ancak düşük nitelikli çalışanların istihdam edilebilmesi > Beklenen görevlerin standartının düşmesi > Düşük standartlı görevlere, çok sayıda düşük nitelikli işsizin talep yaratması > Taleplerin siyasi baskıya dönüşmesi > Kamu kadrolarının daha da kalabalıklaşması.
- Gelişmiş bir demokratik ortam > İnsanların nitelik dokularının gelişmesi > Yüksek nitelikli insanların demokratik ortamı daha da geliştirmeleri.
- İnsanların nitelik dokularının yetersizliği > Demokrasinin yarattığı özgürlük ortamının, karşılıklı hakların çiğnenmesine yol açması > Demokrasinin yozlaşması > İnsanların nitelik dokularının daha da bozulması.
- Eğitim sisteminin çarpıklığı > Yetersiz nitelikli insan yetiştirilmesi > Yetersiz nitelikli insanların “oyun kurucu” durumuna yükselmesi > Yetersiz sistemlerin kurulması ve/ya mevcut sistemlerin kötü işletimi (eğitim sistemi de dahil) > Eğitim sisteminin daha da bozulması
- Terör > Devlete güven ortamının zedelenmesi > Kamu görevlilerinin hizmetten kaçışı > Yetersiz hizmet sunumu > Halkın şikayet ve reaksiyonları > Terörün bu reaksiyonları istismarı >Terörün daha da güçlenmesi.
- Yüksek enflasyon > Küçük ölçekli işlerin batması > üretimin azalması > Artan enflasyon.
- Kendi işini kuranların sayısının artışı > Daha çok insanın bundan haberdar oluşu > Daha çok kişinin cesaretlenmesi > İşini kuranların daha da artması.
Bu tür “kendini besleyen döngü”lerin büyük bir bölümüne dikkat edilirse, başlanan nokta yerine ya daha geri (ya da ileri) bir noktaya varıldığı görülecektir, aynen açılan ya da kapanan bir spiral gibi. Eğer döngü “iyi” birşeyler üretiyorsa bu spiral giderek daha iyi sonuçlara; aksine “kötü” birşeyler üretiyorsa bu defa giderek daha kötü şeyler doğmasına yol açacaktır.
Toplumu yönlendirenler (politikacılar, bürokratlar, bilim adamı, düşünür, yazar) her ikisine de duyarlı olmak zorundadırlar. Olumlu spiralleri daha kuvvetlendirmeye, olumsuzların genişleme hızlarını durdurarak, önce onu kapalı bir çevrime, sonra da mümkünse olumluya dönüştürmeye çalışmalıdırlar.
Peki ama bu nasıl olacak?
Bunu yapabilmek, döngülerin bu haliyle mümkün değildir. Çünkü, döngüyü oluşturan baklalar birbirine o denli sağlam bağlıdır ki, döngünün bir başka sonuç üretmesine imkan yoktur. O halde döngü içine yeni bir element sokulmalı ve o yeni element, döngünün ürettiği sonuçları olumluya çevirebilmelidir. Teknik deyimle bir “evirici”ye (inverter) ihtiyaç vardır.
Bu yeni elementin durumu, yukarıdaki örneklerden birisiyle açıklanmaya çalışılırsa, bunun nasıl mümkün olabileceği daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin, “Kalabalık Kamu Kadroları” ele alınırsa:
Kalabalık kamu kadroları > (yeni element) > (seyrelmeye yönelen kadrolar) > Ayrılan bütçe payının daha seyrek bir kadroya bölünmesi > Yükselen ücretler > Personel niteliklerinin yükselmesi > Personelden beklenen görevlerin standartlarının yükselmesi > Standartı yükselen görevlere, ancak daha yüksek nitelikli elemanların talepte bulunabilmesi > Siyasi baskıların azalması > Kamu kadrolarının daha da seyrelme eğilimine girmesi.
Görüldüğü gibi, olumsuz spiral olumluya dönüşme sürecine girmiştir. Bunun yapılabilmesi, zincire eklenen “yeni element” sayesinde olabilmektedir.
Böyle bir “yeni element” geliştirilebilir mi?
Evet, bazı durumlarda bu mümkündür. Bu özel durumda aranan “yeni element”, örneğin iç girişimcilik (intrapreneurship) olabilir. Yani, kamuda çalışanlara, kendi işlerini kurma desteği yaratılarak (örneğin Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla) kadrolar seyreltilebilir.
Bir diğer örnek, “Eğitim Sisteminin Çarpıklığı” kısır döngüsü üzerinden verilebilir. Bu döngünün olumluya dönüştürülebilmesi için gereken “yeni element”, mevcut eğitim sistemine dokunmaksızın (zaten kimse dokunamaz), Dağıtık Öğrenme Ortamları adı verilebilecek bir yeni kavramı (Bkz. “Farzedin ki Hindiyiz”, M.Tınaz Titiz, Sah. 48, “Dağılmış Öğrenme Ortamı”, V Yayınları, 1991) hayata geçirmek olabilir.
Buna göre, mevcut eğitim kargaşası sürerken, onun dışında, bilgisayar destekli bir sistem oluşturup, sayıları yaklaşık 70,000 olan yerleşim birimlerindeki bilgi ihtiyacı tatmin edilmeye çalışılır. Bilginin bu şekilde somutlaştırılıp insanlarımızın hayatlarına girmesiyle, bir yana bırakılmış eğitim sistemini yönetenler de bu yeni olguya göre sistemi düzenlemeye çalışacaklardır. Bunu yapabildikleri ölçüde resmi eğitim sistemi kabul görecek, yapıl(a)madığı takdirde ise Dağıtık Öğrenme Ortamlarının rekabetine dayanamayarak silinecektir.
Dikkat edilirse Dağıtık Öğrenme Ortamlarının hayata geçebilme şansı, mevcut eğitim sisteminin çarpıklığından gelmektedir. Yani bir kısır döngü bu defa bir avantaja dönüşmektedir.
Bunun çok kolay olmadığı şüphesizdir..
Ancak burada işaret edilmek istenen de işin zorluğu ya da kolaylığı değildir. Açıklanana benzer bir yaklaşım kullanılmaksızın döngüler değiştirilmeye çalışılırsa, harcanacak zaman ve çabanın beyhude olacağına işaret edilmek istenmiştir.
İcatçılık genellikle elle tutulabilir dünyaya özgü sayılır, en azından bizim kültürümzde böyledir. Ama burada ihtiyaç olan ‘sosyal yenilikçilik” ya da “sosyal icat”tır.
İcat sözcüğünü aşağılama -Prof. Zihni Sinir- içerecek şekilde kullanmayı bırakıp, aynen yukarıdaki “yeni element” gibi yaşam döngümüze sokabildiğimizde içinde bulunduğumuz kısır döngü avantaja dönmeye başlayacaktır.
(Ekim 12, 1992’de yazılmış bir yazı gözden geçirildi)
Ekim 7, 2005
-
May 25 2012 Güneş tutulunca deprem olur mu olmaz mı?
Bir radyo programında, zihinsel netliğine pek güvendiğim bir bilim adamı ile yapılan mülakat sırasında son günlerin polemik konularından birisi ele alındı. 17 Ağustos Marmara depreminden ve son Pakistan depreminden önceki güneş tutulmalarının da işaret edebileceği gibi acaba bu doğa olayının depremlerle ilişkisi olabilir miydi?
Bilim adamı kesin bir dille bunun olamayacağını, çünkü depremlerin günde birkaç yüz denebilecek kadar sık olduğunu, doğal olarak bunlardan bazılarının güneş tutulması öncesine bazılarının da sonrasına rastlayacağını belirtti. Ve son olarak da en sağlam kanıt olarak, güneş tutulması olmadan meydana gelen depremlerin bu durumda açıklamasız kalacağını söyleyerek bu iki doğa olayı arasında ilişki olamayacağını söyledi.
Geçmişte benzer sorular sorulan başka bilim insanları da başka argümanlarla bu ilişkisizliği kesin olarak dile getirmişlerdi.
Ben bu belirtimlerin maksadını aşan ifadeler olduğuna, bilim adamlarının aslında bunu demek istemediklerini, sadece “bilim böyle bir ilişkiyi henüz doğrulamamıştır; ama bu, ilişki olmadığı anlamına gelmez” demek istediklerini varsayıyorum.
Çünkü:
- Bilim, içinde bulunulan bir zaman kesitinde tüm bilinmeyenleri açıklama iddiasında değildir. Sadece bilinmeyenleri bilinir kılma arayışındadır. Zaman kesiti ilerledikçe bilimin açıklayabildikleri artar, bazıları ise değişir. Yüzyıl, on yıl hatta geçen yıl bilinmeyen ya da doğru olduğu sanılanların şimdi, “şimdiki doğrularının” bilindiğini biliyoruz.
- Ama bilimin kesin iddiası, herkese ilan ettiği metotları kullanılarak neleri açıklayabildiği, neleri açıklayamadığı, nelerin imkanlı nelerin imkansız olduğudur. Hatta bu metotları dahi sorgulamaya açıktır.
Güneş tutulması depreme yol açar mı? Bilim insanlarının dışındaki sokaktaki insanlar böyle bir soruya şöyle bir yanıt verseler bilim buna acaba ne der?
- Gök cisimleri arasındaki mevcut çekim kuvvetleri her an için kendi aralarında bir denge oluşturuyor ise,
- Gök cisimleri her an hareket halinde olduğuna ve söz konusu denge durumu da buna paralel olarak her an küçük de olsa değişiyor ise,
- Değişen bu çekim alanlarının dünya üzerine yaptığı etkilerde de bazı değişimler olabilecektir.
- Bu -belki çok küçük- değişimler çok büyük yüzeylere etkidiğine göre meydana gelebilecek kuvvetler büyük olabilir.
- Bu kuvvetler her zaman değil ama, yer kabuğunun kırılma noktasına-bardağı taşırabilecek damla- gelmiş süreksizlik noktalarında bir harekete neden olabilir.
- Bunun ölçülmesi, güneş ya da ay tutulmaları -hatta başka gezegenlerin tutulmaları- ile ilişkisinin gösterilmesi güç olabilir. Ama bunun güç olması ilişkinin olmadığını göstermez.
- O halde güneş, ay ya da bilmem hangi gezeğinin tutulması yeryüzü, ay ya da filanca gezegende bir depreme pekala yol açabilir. Açar değil ama açabilir.
Bilim insanlarının her sözü, onları kendilerine rol modeli almış kişiler için çok önemli olabilir. Belki bugün için böyle değildir, ama umudumuz böyle olmasıdır. Böyle olması için de onların her sözcüklerini çok tartarak söylemeleri, olası yanlış anlamalara yol açmamaları iyi olur.
Bu yazı da dahil her nerede kesin bir yargı varsa o yargının doğruluğundan kuşkulanılmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=180, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181).
Pazar, Ekim 23, 2005
-
May 25 2012 Bilim yandaşlarına açık mektup..
İçinde boğulduğumuz sorunlarla başa çıkabilme yolunun bilim olduğuna inanmış bilim yandaşı dostlarım,
Size bu mektubu, bilimi toplum yaşamında bir yol gösterici kılma yolundaki çabalarınıza katkıda bulunabilme amacıyla yazıyorum.
Toplumumuzu oluşturan bireylerin zihinsel kabiliyetleri ve bilgi-beceri düzeyleri kuşkusuz geniş bir alana dağılmıştır. Dolayısıyla da “bilimi gerçek bir yol gösterici kılmak” amacı, dağınık bir yeterlikler uzayında pek kolay gerçekleştirilebilir görünmüyor.
Bu güçlüğün, az sayıda “temel yol gösterici ilke“nin belirlenip, bunların da çeşitli toplum kesimlerinin yeterlik düzeyleri ve ilgi alanlarına göre yaygınlaştırılmasıyla önemli ölçüde aşılabileceğini -daha doğrusu eğer aşılabilecekse ancak bu yolla mümkün olabileceğini- düşünüyorum.
Nitekim, yüksek düzeyli sembolizasyonlar kümesi olan dinlerin yaygınlaştırılmasında da benzer bir yöntem -örneğin on emir- kullanılmaktadır.
Bilim bağlamında bu “az sayıda temel yol gösterici ilke“nin neler olabileceği konusu bilim dünyasının işidir. Ama bu ilkelerin kullanıcılarının neredeyse tamamı bilim dünyası dışındadır. Bu nedenle de ilkelerin, bu ihtiyaç sahiplerinin gereksinimlerine dikkat edilerek formüle edilmesi doğru bir yaklaşım gibi görünüyor.
Bu basit düşüncenin ışığı altında, küçük bir çalışma grubunca formüle edilmiş bir “temel yol gösterici ilkeler” önerisini sizin dikkatinize getirmeyi düşündüm.
Sizlerden ricam -eğer bu yaklaşımı benimser iseniz-, bu ilkelerin ya da daha geliştirilmiş biçimlerinin toplum kesimlerine yaygınlaştırılması, daha da doğru bir deyimle “yaşam pratikleri içine sokulması” yolunda imkânlarınızı harekete geçirmenizdir.
Bunu yap(a)madığımız takdirde, çok çok küçük bir bilim insanları grubu ile, toplumun çok büyük bir kesimi arasında -aynen şimdi olduğu gibi- hiçbir anlamlı ilişki kalmayacak, geniş kesimlerdeki insanlar akıl dışılık araçlarıyla yaşamlarını kolaylaştırmaya, sürdürmeye devam edeceklerdir. Büyücü ve benzer meslek sahipleri bu anlamda sorunun kaynaklarını göstermesi açısından yararlı bir işlev yapmaktadırlar. Bilimin yaşam kolaylaştırıcı pratiklerinden nasibini alamayan sıradan insanlar büyücülere yöneliyor. Bugüne kadarki pratiğin özeti de zaten bu olmuştur.
Bilim özgün (yerel) sorunların açıklanması ve çözülmesiyle ilgilenmedikçe ve de o sorunlara muhatap durumdaki kesimleri ilgilendiremedikçe, yayın sıralamasında birinci sıraya çıksa da bu ancak, bu toplumun kaynaklarıyla başka toplumların özgün sorunlarına katkı yapılıyor demek olacaktır. Bilim insanlarının bu yalın gerçeği görebilmesi gerekiyor.
Sözünü ettiğim küçük çalışma grubunun, geliştirilmek amacıyla önerdiği “temel yol gösterici ilkeler”i dikkatinize sunarım. Saygılarımla.
(“Eğer insanlarımızın bilim hakkında ~10 şey bilmesi “iyi” olsaydı bunlar neler olurdu?” sorusuna verilen yanıtların derlemesi.. 08.07.2009)
A. Kendini bilmek
(1)Kendi beden ve ruh bütününün yapısı ve ihtiyaçlarının bilinci.
(Beden ve ruh bütünü ile o bütüne verilmiş olan ömrün kullanım aracı olan zamanın, evrenin bir modeli olduğunun; bütün zenginlikleri içinde barındırdığının; beden, ruh ve zaman iyi kullanılabildiği takdirde bir maddi ve manevi zenginlik sağlama aracı olduğunun bilincinde olmak.)
(2)Tüm varlıkların ortak özelliğinin yüksek öğrenebilme yeteneği olduğu bilinci.
(İnsan –eğer öğrenmek isterse- çevresindeki en olmaz şeyleri dahi bu amacı yolunda kullanabilir.)
B. Görecelik
Tek, değişmez ve nihai bir doğru ya da gerçeğin bulunmadığı; her şeyin -doğruluk/yanlışlık, iyilik/kötülük, güzellik/çirkinlik- kabul edilen referanslara göre değişebileceği bilinci.
(Bu anlamda değişmeyeceği söylenebilecek tek doğru, olsa olsa, bilimin tahminleri ve hatta kendi yöntemlerinin ve yapısının zamanla değişebileceğidir. Olmaz olmaz. Her şey mümkündür.
İnsanın algılayan ve anlam veren bir yaratık olduğu ve bu anlam vermede herkesin kullandığı ‘zemin’in doğal olarak farklı olduğu ve bu nedenle insanların farklı düşünce ve duygular içinde olmasının kaçınılmaz olduğu bilinci. )
C. Eko-sistem zinciri
(1)Herşey, enerjinin bir şekle bürünmüş halidir. Nerede bir enerji varsa orada bir yaşam formu oluşur.
(Bütün bu formlar, birbirini kullanan bir zincir oluşturur. Bu ekolojik zincirden bir bakla dahi çıkarılsa zincir kopar; doğacak ardışık sonuçlar baklayı koparanı da yok eder. Kısacası, doğa kendine uymayanı eler.)
(2)Entropy yasası.
Her şey düzensizliği artıracak şekilde gelişir. “Az çoktur (less is more)”, düzensizliği daha yavaş artırmanın çaresidir.
(Bireysel yaşamdan, aile ve toplum yaşamına kadar uzanan geniş alandaki refah ve buna bağlı mutlulukların bir öğesi “az çoktur” ilkesi olabilir.
Kişinin kendisi ve çevresinin –her türlü çevrenin- çıkarlarını, entropy’i en az artıracak şekilde uzlaştırmasının en iyi yolu ise –kendine, başkasına ve hiçbir şeye- “zarar vermeme” ilkesidir.
(3)Lavoisier yasası.
(Yoktan var etmek Tanrıya mahsustur )
D. Değişim
(1) Sistemler, değişimlere karşı dengelerini korumak eğilimindedir
Canlı ya da cansız, bireysel ya da toplumsal tüm sistemler içinde bulundukları durumu değiştirebilecek etkilere karşı koyarlar.
(2)Küçük değişimlerin etkileri çok büyük olabilir ya da “kelebek etkisi (butterfly effect)”
E. Sorun çözme
(1) Nedensiz sonuç olmaz
Her sonucun en az bir nedeni, o nedenlerin de en az birer nedenleri ve ilh. olabilir. Başlangıçta sonuç olan, bir süre sonra neden haline gelebilir ve böylece neden ile sonuç dönüşümlü olarak birbirlerini besleyebilirler. Sosyal olaylar genellikle böyle gelişirler ve neyin neden, neyin sonuç olduğu tartışmalı hale gelebilir.
(2) Doğru sorular cevaplar için anahtardır.
Sorunlar, onlar hakkında doğru sorular sorarak çözülebilir. Doğru sorular ise ancak dili iyi kullanarak tasarımlanabilir.
(3) Sorunlar da maddeler gibi elementlerden oluşur. Bunun kimyasını bilmeksizin sorunlar çözülemez.
Onlara ancak onlara yol açan nedenler ortadan kaldırılabilir; sorunlar çözülmedikçe, diğer sorunlarla birleşme yoluyla yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler; belirli koşullar altında geçerli olabilen çözümler, değişik koşullar altında çözüm olmayabilir, hatta yeni sorunlar yaratabilirler)
(4) Yalnızca bir tane desteklenmemiş varsayımla dahi kanıtlanamayacak hiçbir şey yoktur.
(Peşpeşe dizili birkaç varsayımla ise akla gelebilecek tüm senaryolar mümkün hale gelir)
(5) Liebig’in minimum yasası
(Bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler.)
(6) Zihinsel duruluk
Bedensel temizlik kadar önemlidir, hattâ daha da önemlidir. Bilgiçlik uğruna belleği, birbiriyle bağlantısı zayıf ya da yapay ve de sorgulama dışı bırakılması koşullandırılan bilgilerle yüklemek, bu büyük hediyeye karşı işlenebilecek bir suç ve günahtır.
F. Birlikte yaşama
(1) Aslolan özgürlüktür; müdahale (kısıtlama) ancak aklın yol göstericiliğinde ve toplumsal uzlaşı ile belirlenir.
(2) Her bilinç düzeyindeki canlının yaşam hakları, daha bilinçli canlıların sorumluluğunu oluşturur.
-
May 25 2012 e-devlet..
“Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir birlikte yaşama misyonu oluşturamadıktan sonra, e-devlet (ya da e-….) yolunda tanımlanabilecek projelerin başarı şansları nedir?
Örneklerden bir grubu e-devlet projeleridir.
Vatandaşlık kimlik numaranızı bulabilmek için http://tckimlik.nvi.gov.tr/pls/kimlik/kimlik adresine giriniz. Girenlerin en az yarısı “Girdiğiniz kriterlere uyan T.C. kimlik numarası bulunamadı. Nüfus kaydınızın doğruluğu için lütfen en yakın İlçe Nüfus Müdürlüğüne başvurunuz” şeklinde bir mesaj alacaktır (ben aldım).
Nitekim Gelirler Genel Müdürü aynen şöyle yakınıyor: “vatandaşlık kimlik numaraları ile vergi numaraları arasında uyum yok; yani, biz Ahmet’e vergi salacağız Mehmet’e tahakkuk edecek; vatandaşın devlete güveni sarsılacak!”
Bu uygulamanın, “vatandaşın işini kolaylaştırmak” amacı ile tanımlanmadığı, meraklı birkaç kamu girişimcisi bilişimcinin, e-devlet gazına gelerek ürettikleri amatör bir proje olduğu bellidir.
Belediyelerin e-devlet konusunda ödül alan uygulamaları var. Ödül işi madalyonun bir yüzüdür.
Diğer yüzü ise, aynı belediyelerin -birçok belediye gibi-, vatandaşın işini kolaylaştırma konusundaki olumsuz tutumudur. Bunun somut örneklerini bilenler bilir.
Böylece, uygulamada vatandaşın işlerini güçleştirme işlevi yapan bir belediye bunları bilişim desteği altında yaparsa ne olur?
Cevap: “Kaplanın kanatları olsaydı yapabileceği kötülüklerin sonu olmazdı-Çin Atasözü”
Bilişim giderek “bilgisayarlaşma-internetleşme” ile özdeşleşmeye başladı. Bunun yanlışlığına ve orta-uzun vadede Türkiye’yi bilişimin imkânlarından bütünüyle koparacağına dikkat edilmelidir.
Mevcut toplumsal yaşamımızı ve onun bir alt-kümesi olan devlet yapımızı, birkaç temel olmazsa olmaz üzerine oturtmaksızın, mevcut yapının bilgisayar ve internetle desteklenmesi, işi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir. Çünkü bir süre sonra, kimsenin hikmetinden sual edemeyeceği yeni bir “taraf”, bilgisayar yazılımları ortaya çıkacaktır.
“Vallahi çok haklısınız ama bilgisayar böyle diyor” kalıbı şimdiden yavaş yavaş duyulmaktadır. Nitekim, yaptığı atamaların uygunsuzluğundan yakınan memur adaylarına bir kamu görevlisi aynen böyle diyordu: “Kesinlikle bir uygunsuzluk olamaz, bütün atamalar bilgisayarla yapılmıştır“. İleride, bu tür yakınmaların çoğalması olasılığına karşı bilgisayar yazılımları da aynen kamu görevlisi statüsüne kavuşturulunca, “vazife başında bilgisayara hakaret“ten mahkemeye düşecek binlerce insanı şimdiden görebiliyorum.
Şaka bir yana, e-devlet uygulamalarının, üzerine oturması gereken olmazsa olmazlardan birisi, uygulamalardaki süreç parçalanmalarının [1] giderilmesidir. Bunun yapılması ise, bu parçalanmaya yol açan başlıca nedenin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. O neden, “Kalabalık Kamu Kadroları” gerçeğidir. Bu gerçeğin altında ise, bürokrasi-politika-akademi-iş yaşamı dörtgeninin, “iş yaratma teknolojileri” konusundaki başarısızlığı ve -halen devam eden- aymazlığı yatmaktadır.
İkinci olmazsa olmaz, toplumumuzun -tabii bu arada devleti oluşturan görevlilerin- değer yargıları içine karışmış bulunan zihinsel virüslerin (https://tinaztitiz.com/3624/zihinsel-virusler/) bilinmesi ve tedavülden kaldırılmasıdır.
İşte bilişim bu iki noktada son derece değerli işlevler görebilecek çok değerli bir araçtır.
Yeter ki bilişimi, yalın düşünmenin, doğru sorular sormanın, yaşamı birbirine kolaylaştırmanın ya da daha yalın olarak “sorunları bilgiyle çözme“nin bir aracı olarak anlamaya ve bilgisayar ve interneti de bunun araçları içinden -en önemli olmayan- birisi olarak görmeye başlayalım. Bilişim, bilgisayar ve internetle özdeşleştirilerek bilgisayar yazılım ve donanım satışlarının artırılmasına hizmet etmeyle sınırlı tutulamayacak kadar önemli olan bu işlevleri üstlenecek mi üstlenmeyecek mi?
Bunu anlamak için acaba bu çağı da mı ıskalamalıyız?
Perşembe 25 Aralık 2003
[1] Bir süreç birden fazla kişi ya da birim arasında paylaştırılarak yapıldığında her kişi ya da birim yalnızca kendi iş parçasından sorumlu hale gelir ve sürecin bütünü görünmez hale gelebilir.
Eğer;
- Kişilerin ya da birimlerin işleri tanımlanmış, ama bunların, içinde yer aldıkları süreçler tanımlanmamış ise veya
- İşler ve süreçler tanımlanmış, ama görevli kişiler, bir amaca yönelik olarak birlikte hareket eden, kimilerinin üstünlüklerinden yararlanırken bazılarının eksiklerini kapatabilen bir “takım” oluşturmamış iseler
bu gibi hallerde ilginç bir durum ortaya çıkar: kişiler işlerini yapmış olurlar, fakat bu işlerden oluşan sürece ait sonuçlar ya “zamanında” ve/ya “tam” elde edilemezler. Bu tür süreçlere “parçalanmış” denilebilir.
-
May 25 2012 Bilim dostlarına çağrı..
“Bilim’in toplum yaşamımıza egemen kılınması” konusunda fikirleri alınması gerektiğini düşündüğüm değerli dostlarım,
Bilim’in amacı:
* Bilmek (1),
* Çeşitli özel olguları birbirine bağlayan genel kanunlar bilgisi (2),
* Bilmemek ya da anlamamamak durumuna göre ayırdedici bilgiye sahip olmak (3),
* Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi (4),
şeklinde yapılabilen tanımlar “bilinmeyenleri bilmeye çalışma çabası” olarak özetlenebilir.
Kim(ler)in ne işine yarar?
Her yaş, cinsiyet, eğitim, bilgi, bilinç düzeyindeki insanın, hangi işle uğraşırsa uğraşsın, hangi ahlâki düzeyde olursa olsun, gerek kendisi gerekse çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla ilgili olarak her türlü amacına erişmek ve her türlü sorunu çözmek için kullanabileceği tek araçtır.
Bu denli geniş bir alanda, hem de etkili olarak işe yarayabilen bir başka alet var mıdır bilinmez ama, bilim gerçekten de böyledir. Örneğin:
* Çok az eğitim görmüş bir ev kadını, eşinin çok kısıtlı geliri ile ailesinin beslenme, giyinme vb ihtiyaçlarını olabilecek en iyi şekilde giderebilmek için,
* Hiç eğitimsiz ve yaşamını yük taşıyarak sürdüren bir genç, bu işi sakatlanmadan ve daha az yorularak yapabilmek için,
* Bir öğretmen, öğrencilerinin doğal öğrenebilme yeteneklerini harekete geçirerek ezber yaptırmadan zevkle öğrenebilmelerini harekete geçirebilmek için,
* Bir iş insanı, güç koşullar altında batmadan işini sürdürebilmek için,
* Bir bilim insanı, kısıtlı mali kaynaklar altında kendi gelişimini sürdürebilmek ve içinde bulunduğu ortamların bilimden beklentilerini olabilecek en yüksek düzeyde karşılayabilmek için,
* Bir politikacı, toplumun popülist olabilen beklentileri ile yapılması gerekenler arasındaki dengeleri arayıp kurabilmesi için,
* Bir sivil toplum kuruluşu, toplumun fazlaca ihtiyaç duymadığı, ama gerçekte en çok gereksindiği bir hizmeti sunmanın yollarını bulabilmek için,
sorular sormayı-ki çoğu zaman cevaplarını bildiğimizi zannettiğimiz soruları sormayız- ve de bulabildiği cevaplardan daha iyilerinin de olabileceğini içtenlikli olarak kabûl edebildiği zaman bilimden elle tutulur yararlar sağlamaya başlamış demektir.
Bilim, her an doğru yönü gösteren bir pusula gibidir. Ne yapacağımızı söylemez ama, ne yapacağımızı içeren cevaplar bulabilmemizi sağlayan sorular sormamızı sağlar.
Bu kadar yararlı bir alet toplumumuzda niçin yaygın kullanılmıyor?
Çeşitli nedenleri olabilir. Ama önemlilerinden birisi -belki de başlıcası- bilim kültürümüz denilebilecek noktadadır. Anne ve babadan çocuğa, öğretmenden öğrenciye, patrondan çalışana, amirden memura nesilden nesile aktarılan sorun çözme kültürümüz, sorular sormaya, onların cevaplarını aramaya, onlardan kuşkulanıp daha iyilerini aramaya dayalı değildir.
Bunun yerine -genellikle-, kalben güvendiğimiz -(İng) by heart, (Fr) par coeur, (Fars) ez-ber– kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını kişisel mal haline getirip benimseyerek o konudaki tek doğru olarak kabûl ederiz. Bu kalıplarımıza yöneltilen eleştirilerin kişiliğimize yapılan saldırılar olduğu ve aynı şekilde defedilmesi gerektiği bir karakter özelliğimiz haline gelmiştir.
Bilimin niçin gelişmediğini ise, başkaca sorular soramadığımız için daima bu alana ayrılan kaynakların yetersizliğine atfederiz. Halbuki ayırdığımız kısıtlı da olsa kaynakların neye yaradığını “sorabilsek” sorunun kaynakta olmadığını, yetersiz kaynak ayırmanın sadece sonuçlardan birisi -ve belki de en az önemlisi- olduğu ortaya çıkacaktır.
Bilimin başlıca aracı soru sormak, daha doğru sorular sorabilmek için çaba harcamaktır. Ama bu bizim için geçerli değildir.
Bilim kültürümüz soru sormayı -ki birilerinin doğrularından kuşkulanmak demektir- menetmemişse dahi en azından caydırmıştır. Soru sormak, alınabilecek cevaplardan tatmin olmamak vakit kaybıdır, bozgunculuktur, bu da değilse kişisel saldırıdır. Bu yüzden soru sormak hoş karşılanmaz. Nitekim, en basitinden en ciddisine kadar sorun çözme toplantılarımızda “sormamız gereken en doğru sorular neler olabilir” şeklinde bir sağlam başlangıçtan başlanılmaz.
Bunun yerine, belirlenmiş -ve muhtemelen cevabı da verilmiş- sorulardan başlanır ve bu cevapların onaylanması -kibarca bir üslûpla- beklenir. Katılımcıların kendilerini katkı yapıyor olarak hissetmeleri için de, precast cevaplarda kozmetik değişiklikler yapılmasına izin verilir, hattâ bu istenilir.
İşte böylece soru sorabilme alışkanlıklarımız ve soru sorabilme becerilerimiz -buna bağlı olarak da cevap üretebilme becerilerimiz- körelmiştir. Bambaşka nedenler aranmakta ve bunlar bulunmaktadır. Yeni binalar yapımı, ünvanlar dağıtımı, yeni kurumlar kurulması vs vs..
O halde ihtiyaç nedir ve giderilmesi için ne gibi yollar kullanılmalıdır?
İnsanlarımızın ve kurumlarımızın içinde yaşadıkları sorunları çözmede en etkili araç olan bilim bu yalın anlamıyla kullanılamadığı sürece sorunlar giderek artmakta, sorunlar birbirleriyle birleşerek yeni sorun bileşikleri oluşturmaktadır.
İhtiyaç, bilimin bu yalın haliyle anlaşılmasını ve bireysel ve kurumsal sorun alanlarımızda kullanılmaya başlanmasını harekete geçirebilmenin yollarını bulabilmek ve bunları uygulayabilmektir.
Bunun karşısındaki en önemli 2 engelden birisi mevcut soru sor(a)mama kültürümüz, diğeri ise bilimi ünvan, bina, para olarak anlayıp buna göre örgülenen ve artık yeni sorular sorulmasını kendine saldırı olarak algılayıp tepki üreten yapının göstereceği dirençtir.
İhtiyaç, doğru soruların sorulmasının ne denli yaşamsal rol oynayabileceğinin idrak edilmesinin tetiklenmesidir.
Bu soruların yanıtlarının verilmesi ikinci derecede öneme sahiptir ve toplumun bireysel ve kurumsal ortak aklı -ki bu uzmanlığın en üst derecede kullanımı da içerir- bu yanıtları verebilir. Birinci derecede önemli ihtiyaç, her birey ve kurumun kendi içinde, durumu ile ilgili en iyi soruları üretebilmesidir.
Bu süreci ne(ler) tetikleyebilir?
Bu farkındalık sürecini başlatabilecek, mevcut olanı ise hızlandırabilecek çeşitli araçlar bilinmektedir. Ancak, bu araçların hemen hepsinin ihtiyaç ve kültür uyumlarının sağlanması gerekmektedir.
Örneğin okullardaki fen programları etkili birer farkındalık yaratma aracıdır. Ama bu aracın kendisi -yani derslerdeki örneklerin ve adların öğrenilmesi- bir amaç olarak benimsendiğinde, farkındalık yaratmak bir yana ondan uzaklaşılabilir de. Fen derslerini belleyip sınavlarda geriye verebilen öğrenciler böylelikle mühendislik okullarına girmeye hak kazanır ve fen konusundaki ehliyetleri tartışılmaz hale gelebilir.
Buradaki sorun, baştan ihtiyacın ne olduğunun “sorgulanmayışı” ve kişilerin içinde yer aldıkları özgün “ihtiyaç” ortamlarına önem verilmeyişi ve bir araç olan fen derslerinin amaç haline getirilmesidir.
Hele bir süre sonra, bu şekilde eğitim görmüş eğiticilerin yetişmesiyle kendi üzerine kilitlenmiş bir kapalı sistem ortaya çıkmaktadır. Artık böylece yetişen insanlara fen konusunda bilinmesi gerekli olanları bilmediklerini anlatabilmek hemen hemen imkânsızdır.
Bilim Merkezleri de –science centers, science museums vbg adlarla biliniyor- bu tetikleyici araçlardan “birisi”dir.
Peki ama nasıl kullanılarak?
Bilim Merkezleri, içinde çeşitli bilim ve teknoloji ürünlerini içeren binalar mıdır? Bunlar insanlara -veya kurumlara- gösterilerek ne sağlanabilir? Soru sormaları, cevap aramaları, bulduklarından kuşkulanmaları, burada gördükleri ile sağlanabilir mi?
Kuşkusuz hayır! Hattâ, bu yolun bilime götüreceği sanısı nedeniyle geçecek süre içinde insanlar “şeylerin adlarını” bellerler, bunları birbirlerine söyleyerek bilimle ilgili olduklarını ima ederler, ama bilimden adım adım da uzaklaşırlar. Yaşamları, kendilerine ve birbirlerine, doğru olarak belledikleri kalıpları benimsetmeye zorlayarak sürer gider..
Hiç ilgisi yokmuş gibi görünen faktörler de var!
Bir kişinin, bilim yol göstericisinden yararlanabilmesi için basit gibi görünen bir ön-koşul vardır: kişinin, sorunlarını çözmek için bir başkasını değil kendini sorumlu sayması..
Sürekli olarak yakınmayı adet edinmiş, kendi refah ve mutluluğunu sağlama sorumluluğunu başkalarına -örneğin ailesine, devlete- ihale etmiş kişilerin bilim ya da bir başka araçtan yararlanma ihtiyaçları -ve de imkânları- yoktur.
Buna göre, toplumumuzda çok yaygın olan “salt yakınma kültürü”, bilim kültürünün yerleşmesi önündeki önemli engellerden birisi gibi görünmektedir. Buna benzer başka faktörlerin de bulunduğu kolayca tahmin edilebilir.
O halde şu 2 soruya yanıt arayabilmeliyiz !
1. Bilim Merkezleri’nin, her düzeydeki kişide, bilim kültürünün en temel yaklaşımı olan:
“sorun(lar)ımı ve böylece de ne(ler)in cevap(lar)ını arayacağımı tam anlamama yardım edebilecek soru(lar) neler olabilir?”
anlayışı, Bilim Merkezi adı verilen yerde, nasıl fiziki düzenekler ve gerçek durum senaryoları aracılığı ile harekete geçirilebilir?
2. Bu kültürden uzaktaki bir toplumda, Bilim Merkezleri’nin yaygınlaşması için gereken toplumsal destek de yetersiz düzeyde olacağına göre, giderek kendini besleyebilen bir ilk hareket nasıl oluşturulabilir?
Görüldüğü gibi sorun, belirli deney düzeneklerinin ya da şaşırtıcı gösterilerin sergilenmesi meselesinden çok farklıdır.
Bilim kültürünün yerleşip yaygınlaşmasını isteyen bilim dostlarımızın bu 2 soru hakkındaki görüşleri olağanüstü değer taşımaktadır.
Azami 450 kelimelik birer özet yollar mısınız?
Bu 2 soruya yanıtlarınızı içeren metinler 450 kelimeden çok daha uzun -ya da çok kısa- olabilir. Amaç, bu konudaki fikir sahipleri arasında bir ağ oluşturmak ve sinerjik düşünce ürünleri elde edebilmektir. Daha sonra bu görüşler daha yaygın olarak duyurulabilir. Herkesin, telefon no, posta adresi ve elektronik posta adresini belirtmesi, kendileriyle ilişki kurmak isteyenlerin ulaşmasını sağlayabilecektir.
21 Aralık 2003
(1) Science, Latince Scire (bilmek) kökünden gelmektedir. Origins, Eric partridge, 1983, Greenwich House
(2) Bilimden Beklediğimiz, Bertrand Russell
(3) Webster Dictionary
(4) Türkçe Sözlük, TDK
-
May 25 2012 Zengin ve/ya değerli bilgi!
Herkesin, ilk defa bir yabancı ülkeye gidişi için kurduğu hayaller vardır. Benim hayalim de insanın, aradığı bütün kitapları bulup satın alabileceği bir kıtapçıya gitmekti.
1980’lerin hemen başında Türkiye’de kitapçıların ne kadar az ve küçük hacimli, hele hele yurt dışından kitap getirmenin ne denli güç olduğunu hatırlayanlar bu duyguyu anlayacaklardır.
Ankara ve İstanbul’daki az sayıda kitapçının her birinde uzun süreler geçirir, bu şehirlerin birinden diğerine seyahat ettiğimde mutlaka kitapların bulunduğu raflardaki kitapları karıştırır, birazını okur ve bazısını satın alırdım.
Durum böyleyken, ilk defa yurt dışına çıkma fırsatı doğunca, bu kitap takıntımın etkisiyle programıma, Türkiyedeki kitapçılarda harcadığım süreyi çok aşan bir zamanı kitapçı ziyareti için koydum.
Bütün bu hayallerim, ünlü bir kitabevinin kapısından girdikten yaklaşık 30 saniye sonra yıkılıverdi. Bu kısa süre içinde nasıl bir bilgi denizinin içine düştüğümü, eğer ne aradığımı tam olarak bilmiyorsam, bir kapalı spor salonu büyüklüğündeki bu kitapçıda hiçbirşey bulamayacağımı gördüm ve kapıya yakın bazı dergilere baktıktan sonra birkaç dakika içinde orayı terkettim.
Bu anımı iletmemin nedeni, bilgi erişiminde müthiş bir araç olan İnternet’in, yukarıda sözünü ettiğim “büyük kitapçı” ya pek benzemesidir. “Ne” aradığını ve üstelik “nasıl” araması gerektiğini bilmeyen bir kişi, boş zamanlarında sörf yapar, eğlenceli hatta yararlı zaman geçirir, ama amacına katiyen ulaşamaz. İnternet ve toplumumuz bağlamında bu nokta iki defa önemlidir.
Birincisi, olağan üstü boyutlardaki bir bilgi okyanusunda, sorunlarını bilgiyle değil onun almaşıklarıyla* çözümlemeye alışmış insanlar olarak “ne” aradığımızı bilme konusundaki olası sorunlardır.
İkincisi ise, az sözcükle konuşup yazan, üstelik de sözcüklere yüklediği anlamlar konusunda net olmayan insanımızın, bu okyanustaki bilgilerin ancak pek küçük bir bölümünden yararlanabilmesi ihtimalidir.
Bu iki sorun da çözülemez değildir. Hatta İnternet, bu iki “Kök Sorun”u çözebilmemiz için bir nimet olarak da görülebilir. Yeter ki bunlar birer sorun olarak kabul edilsin.
Diğer yandan, İnternet’teki bilgi hacmi büyük bir hızla artmaktadır. Dört yıl içinde bugünkü hacmin dört katına varılacağı, ve iki kata çıkma süresinin giderek kısalacağı tahmin edilmektedir.
Bu patlamanın olası olumlu sonuçlarını yorumlayabilmek için bazı kavramsal araçlara ihtiyaç vardır. İnternet aracılığıyla erişilen bir bilginin işe yararlığını ölçmek için birkaç tip ölçüte gerek vardır
Bunlardan birisi “içerik zenginliği” olarak adlandırılabilir. Bir bilginin İçerik Zenginliği (İ.Z.);
İ.Z.= haber değeri (bit) / toplam bit
olarak tanımlanabilir.
Örneğin; “ülkemizin son 40 yılına damgasını vurmuş 4 lider arasında yapılan bir ankette YAHOO’ nun yeni bir çorap markası olduğuna inanan sayısı yalnızca birdi” gibi bir “bilgi” nin haber değeri 2 bittir. Bu bilginin ifadesi ise toplam 1160 bit olup, İçerik Zenginliği denilebilecek oran % 0.1 civarındadır. Yani hemen hemen “boş laf”tır.
Buna karşın, “Ali Konuşkan’ın telefonu (0212)212 2122dir” bilgisi için ise bu oran yaklaşık 10 kat fazladır.
İçerik Zenginliği dişında, bir bilginin işe yararlığının ikinci bir ölçütü de İçerik Değerliliği (İ.D.) olarak adlandırılabilir. Bu ise birincisi kadar yalın tanımlanabilir olmayıp ihtiyaç ile ilgilidir; aynen susuzluktan ölmek üzere olan bir kişi ile su kaynağı başında oturan bir kişi için bir bardak suyun değerinin farklı olması gibi.
Ali Konuşkan’ın telefon numarası bilgisinin İçerik Zenginliği her ne kadar YAHOO ile ilgili bilgiye göre 10 kat daha fazlaysa da yine de pek “değerli” değildir. Ama Ali Konuşkan’ın numarası değişmiş ve buna ihtiyacı olan kimse tarafından da bilinmiyor ise son derece “değerli”dir.
İnternetteki bir kısım bilginin içerik zenginliği ve değeri açısından son derece zayıf olduğu bir gerçektir. Bilgi miktarı hızla arttıkça, değerli bilgi yanında değersizlerin de aynı hızda – belki de daha hızlı- artması beklenebilir.
Bu süreç boyunca arama motorlarının algoritmaları ne denli gelişirse gelişsin, bunun kimi güçlüklere yol açacağı da beklenmelidir. Yararlı bir bilgiye erişmek isteyen bir kişi, belki de katlanamayacağı kadar uzun bir süre uğraşmak zorunda kalacaktır.
Ülkemizde insanlar çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılırken şimdilerde gözde ölçüt “İnternet kullanıp kullanmadığı” olmaya başlamıştır.
Ama onu ne amaçla ve ne ölçüde kullandığı daha önemlidir. Eğer konu böyle değerlendirilmezse, tek ilaçlı reçetelere pek düşkün olan toplum dokumuz bir süre sonra herşeyin tek çözümü olarak internet’i görmeye başlıyabilir.
Söylenmek istenenin özü şudur; ne yöne gideceğine karar vermemiş bir kaptan için hiç bir rüzgar elverişli değildir!
Bilgi, sorun çözmenin bir amacı olarak görülüp anlaşılmaya başlandığında hem içeriği zenginleşir, hem de değerlenir. Çünkü hiç kimse sorununu çözmeyi bırakıp laf ebeliği yapmak istemez. İşte o durumda internet çok değerli olur.
O halde iki şeyi aynı anda yapabilmeliyiz: Bir yandan sorunlarımızı bilgiyle çözmek, diğer yandan da bilgi erişim yollarını -internet de dahil- zenginleştirmek. Değer İletişimi kavramının işaret ettiği “bir ihtiyaca karşılık geldiğinden emin olunacak şekilde iletişmek” kuralı da bir üçüncüsü denilebilir.
(*) bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/sck.pps Slide 6-8
13 Temmuz 2003 (15.02.2019 edit)
-
May 25 2012 Biz niçin icat yapamıyoruz?
Önce tarihten ve günümüzden bazı gerçekler..
- A.B.D.’de, 1794 tarihinden 1986 yılına kadar 192 yıl içinde 4,600,000 patent tescil edilmiştir.
- A.B.D. Başkan’larından Abraham Lincoln, 6469 numaralı “sığ sularda karaya oturmuş gemileri yüzdürme” patentinin sahibidir.
- Aynı ülkede bir başka Başkan, Thomas Jefferson, Patent Ofis’te ‘surveyor’ idi. Dışişleri bakanı olduğu dönemde hala bu işe devam ediyor, her akşam çalışmalar bittikten sonra bakanlıkta kalıp patent başvurularını inceliyordu. Kendisinin icadı olan “döner sekterer sandalyesi” siyasi muarızlarınca kullanılmış, “bu adam şeytan, her yönde gözü var” biçiminde hırpalanmaya çalışılmıştı.
- A.B.D.’de halen her hafta 4000-7000 arasında patent başvurusu yapılmaktadır. Haftalık yayımlanan Patent Resmi Gazetesinin sayfa sayısı 1800-2200 arasında değişmektedir.
- İsveç’i 100 yıldan kısa bir süre içinde, bir buz çölünden “endüstri ötesi ülke” haline getiren faktörün, belli başlı 49 adet icat olduğu, bir Yunanlı doktora öğrencisinin teziyle kanıtlanmıştır.
- İsviçre’liler, ülke ve toplumlarını tanıttıkları bir turizm broşürüne, en belirgin nitelikleri olarak “biz İsviçre’liler, icatçı bir milletiz” diye yazmaktadırlar. Benzer bir broşürün Türkçe olarak hazırlanması sırasında Turizm Bakanlığımız ilgilileri onbinlerce sözcük arasından yalnızca bu cümleyi çıkarmışlardır.
- Bir Japon otomobili üzerinde irili ufaklı 120,000 `innovation’ mevcuttur.
- Ülkemizde patent yasasının çıktığı 1800’lü yıllardan günümüze kadar geçen süre içinde, yaklaşık 23,000 patent tescil edilmiş olup bunun 20,000 kadarı yabancıların Türkiye’de tescil ettirdikleri patentlerdir. Yaklaşık 200 yıldaki toplam patent sayımız, A.B.D.’de 1 haftada yapılan başvuru sayısının yarısı kadardır.
- I Hezarfen Ahmet Çelebi (!), hang-glider ile Galata kulesinden Üsküdar’a uçtuğu için Cezayir’e sürülmüştür (daha doğrusu rivayet böyledir).
- II Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (!) (1992 Şubat), Muğla Ağır Ceza Mahkemesinde yaşanmış ve araştırma denizaltısı yaptığı için bir buluş sahibi – Erkan Ayral- yargılanmıştır (2).
Bu birkaç satırbaşı dahi, toplumumuzun “icat” konusunda olumsuz -icat düşmanı demek yerine- bir tutum içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu olgunun neden(ler)i açıklanamadığı ve sonra da tedavi edilemediği sürece, acımasız uluslararası rekabet arenasında daima başkalarının kontrolunda, başkalarının istediği biçimde yaşamak ve hatta belki de yaşayamamak kaçınılmazdır.
Bu olguyu ne inkar edebilir, ne de görmezlikten gelebiliriz. İcat’tan hoşlanmayacak şekilde çocukluk geçirmiş, icatçılıktan uzak bir eğitim görmüş, icatçılığı özendirmeyen bir mevzuat sistemiyle yoğrulmuş ve icat’ların ortasında ondan uzak yaşamış olabiliriz.
Bize, gelişmenin yolu olarak yollar yapmak, daha çok çocuğu okullara yollamak ya da bunlara benzer şeyler belletilmiş olabilir.
Önümüze daima bir takım “esas mesele”ler konulmuş, kaynak yetersizliği, iç veya dış borçların çokluğu, Kürt sorunu, sanayileşme meselesi vesairenin kafa yorulup çözümlenmesi gereken sorunlar olduğu, icat yapmanın ancak bilime daha çok para ayırmakla mümkün olduğu ya da teknolojinin transfer edilerek de aynı kapıya çıkılabileceği gibi yanlışlar da benimsetilmiş olabilir.
Bütün bunlar katı gerçeği değiştiremez. Bir toplum, “innovation” eğilimli kılınamadığı, bakkalından holding sahibine, seyyar satıcısından üniversite hocasına, politikacısından bürokratına kadar herkesin vazgeçilemez tek görevinin ürettiği mal veya hizmetleri geliştirmek, sürekli yeni buluşlar, icatlar yapmak olduğunu, bunun dışındaki tüm uğraşların, kelimenin düz anlamıyla `palavra’ olduğunu idrak edemediği sürece kurtuluş yoktur.
Şu soruya cevap aranmalıdır: Toplumumuz ve de özellikle okumuş kesimimiz icatçılıktan niçin bu denli uzaktır? Bu bir toplu zihinsel hastalığın dışavurumlarından birisi olabilir mi?
Eylül 1993 (ekim 2001)
(1) 1993 yılında yazılmış olan yazıya 22 Ekim 2001 tarihinde birkaç küçük ilave yapılmıştır.
(2) 14 Ocak 2000 tarihi itibariyle Erkan Ayral koşullu olarak affedilmiştir. Genç bir hakim tarafından öne sürülen koşul, “bir daha böyle icatlar yapılmamak” şeklindedir. Bu yazının yazarı o mahkemeye müdahil olarak katılmış ve bu sözlere bizzat şahit olmuştur.
-
May 25 2012 Buz çölünden endüstri ötesine..
İsveç 1858 yılında bir buz çölü iken, sadece 100 yıl sonra nasıl bir endüstri ötesi ülke haline geldi? Bu sorunun yanıtını arayan doktora öğrencisi Christos Papahristodolou, Uppsala Acta Üniversitesinde 1987 yılında bir çalışma yaptı.
Çalışmanın orijinal adı, “Inventions, Innovations and Economic Growth in Sweden: An Appraisal of the Schumpeterian Theory”. Aşağıda, bu çalışmanın içindeki bir tabloyu görmektesiniz. Tablo, ek açıklamaya gerek bırakmayacak kadar kendini açıklıyor. Toplumumuzdaki buluş antipatisinin anlaşılması –ve sonra da giderilmesi- çabalarında yararlı olabilecek bu kaynağı ilgilenenlere duyuruyorum. Kasım 2001
1858-1958 arasındaki İsveç ve yarı-İsveç* orijinli buluşlar
No Patent Buluş Mucit Geliştiren firma Geliştirme 1 1858 steel process* H.Bessemer G.F.Göransson
Sandvikens Jernverk 1862 2 1864 dynamite A.Nobel Nytroglycerin 1864 3 1874 process for sulfate and cellulose C.D.Ekman Bergviks Trämassefabrik (SCA) 1874 4 1876 desk telephone L.M.Ericsson L.M. Ericsson 1876 5 1878 cream separator G. de Laval Alfa Laval 1878 6 1880 adding machine* W.Odhner Original-Odhner 1880 7 1882 electrical motor J.Wenström ASEA 1883 8 1883 steam turbine G. de Laval ASEA 1883 9 1885 craft paper process A.Muntzing Munksjö Mill 1885 10 1885 sulfate pulping process C.Carlson many 1885 11 1887 watches* – Facit-Halda 1887 12 1890 3-phase transfer of electric power J.Wenström ASEA 1891 13 1892 adjustable spanner J.P.Johansson Munktells mekaniska verkstad (Bahco) 1892 14 1893 chlorine-petrochlorine O.Carlson Månsbrofabrikerna (Kema Nobel) 1893 15 1896 typewriter* – Facit-Halda 1896 16 1898 paraffin stove F.W.Lindqvist Primus 1898 17 1900 industrial welding electrode O.Kjellberg ESAB 1900 18 1904 process for converting fluid milk into powder M. Ekenberg many 1904 19 1904 accumulator E.W.Jungner Nife Jungner 1907 20 1904 acetylen-gas G.Dalén AGA 1909 21 1907 ball-bearings S.G.Wingquist SKF 1907 22 1907 progressive tolerance measure C.E. Johansson AB C.E.Johansson 1911 23 1909 electrical furnaces – Domnarverts Jernverk 1909 24 1918 spnerical roller-bearings N.A.Palmgren SKF 1918 25 1918 conical roller-bearings N.A.Palmgren SKF 1918 26 1922 oven G.Dalén AGA 1930 27 1923 refrigerating system B.C. von Platen C.G. Munters
Electrolux 1930 28 1926 locomotive with geared turbines B. Ljungström Stal-Laval 1926 29 1931 roller-bearings in double rows S.G. Wingquist SKF 1931 30 1940 xylocain N.Löfgren ASTRA 1948 31 1946 HUMI-KOOL C.G Munters Incentive 1946 32 1948 6×6 camera system V. Hasselblad V. Hasselblad AB 1948 33 1950 Respirator C.G.Engström Enström Medical 1950 34 1950 Automatic sugar spinner – Cardo 1950 35 1950 WKE-4 (stell-method) – Fagersta 1950 36 1951 Tetra Pak R.Rausing E.Wallenberg
Tetra Pak 1954 37 1953 Coordination choice system – Ericsson 1953 38 1954 High energy transformer – ASEA 1954 39 1954 ASEA-SKF method – ASEA 1958 40 1954 Sephadex – Pharmacia 1961 41 1965 dialysis machine H.Crafoord Gambro 1967 42 1966 Bricanyl – Draco (Astra) 1968 43 1973 Mechanical transference for robots – ASEA 1973 44 1973 Debrisan – Pharmacia 1975 45 1973 Signalsystem – Televerket 1973 46 1973 Automatic processing for ball-bearings – SKF 1973 47 1974 High temperature resistant steel – Avesta Jernverk 1974 48 1976 SAAB-TURBO – SAAB 1976 49 1976 AXE-system – Ericsson 1978 Sources: BRA BÖCKERS LEXIKONMacQueen, D.H., and J.T. Wallmark (1983)Patent, SPRO (annually)Companies’ Annual Reports. -
May 25 2012 NETWORKING
Türkçe’ye tam çevirmek yerine anlamını yansıtmaya çalışmanın daha doğru olacağı bir deyim “networking” dir.
“Şeyler arasında bir ilişkiler ağı oluşturmak” şeklinde uzun, ya da kısaca “ağ oluşturma” denilebilecek bu deyim, çağımızın belki de en çok kullanılmakta olan ve giderek de daha çok kullanılacak olan kavramlarından birisidir.
Bu, ülkemiz gibi devletin aşırı ölçüde büyüdüğü (irileşme) hallerde özellikle yararlı olabilecek bir kavramdır. Networking yalnız devlet idaresinde değil sanayide de kullanıma girmiştir.
Küçülürken büyümek ilk anda imkansızlığı çağrıştırıyor. Ama bu networking ile mümkündür. İster kamu ister özel kurumlar olsun, giderek daha geniş ürün yelpazelerine yönelmekte, daha geniş pazarlara yayılmakta, daha geniş bilgi kaynaklarına erişebilmektedir.
Ama bunları yapabilmenin yolu büyümekten değil aksine küçülmekten geçmektedir. Çünkü, kurumların bizzat yaptıkları herşey o alanda bir daralma yaratmaktadır. Geniş alanlara yayılabilmenin çaresi bizzat yapmamak, yapanlardan sağlamaktır.
Aynen, bir otomobil sahibi olan kişinin yalnız o arabaya mahkum olması, araç kiralama yolunu seçenin ise her an değişebilecek gereksinimlerine en uygun aracı kiralayabilme şansının olması gibi.
Yurdumuzda geleneksel anlayış, “elimin altında olsun da ne olursa olsun” dur. Yurtdışındaki bilim adamlarımızı oralarda tutup bir network kurarak onlardan yararlanmak yerine Türkiye’ye getirmeye çalışmak, dışarıdan hizmet satın almak yerine herkesin bilgisayar merkezi kurması, fırınlar arasında rekabeti sağlamak yerine Halk Ekmek denilen garabetleri kurmak, hep aynı geleneksel anlayışın ürünleridir.
Bu kavrama dikkat edilmelidir. Devleti küçültmek isteyen politikacının, sınırlı sayıda personelle geniş hizmet yapmak isteyen Belediye Başkanı’nın ve rekabet gücünü artırmak isteyen sanayicinin kullanacağı araç networking’dir.
Ellişer kişilik Bakanlık ve Genel Müdürlükler, her biri dar bir konuda hizmet veren kendi işini kurmuş girişimcilerden hizmet alan küçük dev şirketler uzak değildir.
Geleceğin Dünyası, her biri bir ayrı amaca hizmet eden, ama aralarındaki ilişkiler de sağlanmış binlerce network ten oluşacaktır.
Devlet ancak böyle küçülebilir, sanayi kuruluşlarımızın rekabet güçleri ancak böyle artırılabilir.
2 Ekim 2001
