• FETÖ’nün vizyonu..

    Bir TV kanalında Hanefi Avcı ile söyleşi yapılıyor. Söz arasında moderatör şöyle bir soru soruyor (mealen): “Peki, bu kadar karmaşık bir organizasyonda tüm emirlerin kimsenin haberi olmadan iletilmesi güç değil mi?” Cevap (yine mealen) şöyle: “Bu örgütlenmede abiler ne yapmaları gerektiğini bilir ve otomatik olarak onu yaparlar; her şey için emir beklemezler

    Bu cevabı duyunca gerçekten içim acıdı.

    Gözlemlerime göre, Türkiye’deki kurumların çok büyük çoğunluğunun “işe yarar” bir vizyonu yoktur. Büyük paralar harcayarak bir danışman kuruluşa vizyon belirletenler bunları ya müşterilerine göstermek ya da “başkasında var bende niçin olmasın” düşüncesiyle yaptıkları için işe yarar değil göstermeliktir. (İnanmayanlar internette 500 büyük firmanın vizyonlarına, sonra da  http://wp.me/p2t6mi-Yc adresindeki yazıya baksınlar).

    Bunun bir nedeni dilimizi kullanmadaki sorunlarsa, bir diğeri de vizyon kavramının ne kadar güçlü bir sorun çözme aracı olduğunun anlaşılmamışlığıdır. (Niçin anlaşılamadığını ise ben henüz tam çözemedim. Bir neden, böylesi kritik kavramların neredeyse tamamının yabancı kökenli oluşu olabilir. Örneğin vizyon, misyon, demokrasi, laiklik, organizasyon, koordinasyon, rasyonel ve kritik düşünme gibi).

    İçimin acımasının nedeni, bir terör örgütünün bu kavramın önemini fark edip uygulamaya koyarken, geri kalan kurumlarımızın işe yarar bir vizyonlarının bulunmayışı, bulunmak bir yana tanımı (http://goo.gl/1gQOpV) konusunda dahi kafalarının karışık olmasıdır. 17 Ağustos 2016

  • Domino ve iletişim..

    ” Uzun yılların sosyo-kültürel birikiminin yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu topraklarında meydana gelen ve cennet yurdumuzu çevreleyen topraklarda yaşamakta bulunan kimi komşularımızın, bu topraklar üzerinde emeller besleme durumunda olan diğer devletlerin de katkılarıyla kanalize edilip, yönlendirilip, cesaretlendirildiği bazı olaylar hepimizin malumudur.”

    Yani; ” Güneydoğu olaylarını biliyorsunuz.”

    Yazımın başlığındaki iki sözcük arasındaki münasebeti ( ya da münasebetsizliği ) düşünürken Güneydoğu olayları da işe katılınca galiba durum iyice anlaşılmaz oldu. Üzerinde durmak istediğim konu G.Doğu ya da domino oyunu değil “iletişim”dir.

    Bildiğiniz gibi domino, iki ucunda farklı sayılar bulunan taşların rastgele çekilip aynı sayılar birbirine değecek biçimde yerleştirilmeye çalışıldığı  bir oyundur. Yukarıda, rastgele seçtiğim bir konudaki  basit bir bilginin, domino benzeri bir teknikle  nasıl anlaşılmaz hale gelebildiğini göstermek için bu örneği verdim.

    Bu yolla laf uzatmada kural, her sözün başına ona uyabilen bir ek getirmek ve sonra o ekin de başına  o eke uygun başka ek getirmek ve böylece devam etmektir. Bir örnek daha vermek gerekirse; ” havalar ısınıyor”   ifadesi önce ” yurdumuzda havalar giderek ısınıyor”   haline, sonra  ” güzel yurdumuzda , geçen yıl da olduğu gibi havalar giderek ısınıyor ”  haline getirilir ve giderek NATO üyeliğimiz ile doğadaki sera etkisi de işe katılarak değme dilbilimcinin içinden çıkamayacağı hale getirilir.

    Okuyucuların aklına bu abesle iştigal metodunun faydası nedir gibi bir soru mutlaka gelir. Durum sanıldığı gibi olmayıp bu metodun kullanıldığı bir çok hal vardır. Bunlardan birkaçını hemen sıralayabilirim:

    1. Az söz söyleyip çok söylendi imajı yaratılmak istenen haller (eşinin kendisine fazla birşey anlatmadığı şikayetine muhatap olanlar ve diplomatlar kullanabilir)
    2. Ne söyleneceği düşünülürken vakit kazanılmak istenilen haller,
    3. Hafif saf insanların aklını karıştırarak, yapılmak istenen bir cinliğin farkına varılmasının istenmediği haller,
    4.  Hazırlıksız yakalanılan haller (öğrencilere sınavlar için tavsiye edilir, ancak sonuç garanti edilmez,
    5.  ve bütün bunlardan daha sıkça, bir konuda fikir belirtmek durumunda olunmasına rağmen, yeterli bilgi ve/ya deneyime sahip olunmayan ama bu durumun karşısındakilere de belli edilmemesi gereken haller.

    Domino tekniği tek başına kullanıldığı gibi, etkisini artırıcı diğer tekniklerle birlikte de kullanılabilir. Bunlar, konuşurken kelimeler arasında bekleme tekniği, parmağını karşısındakine uzatarak telaş yaratma tekniği ve sıkıntılı -düşünceli tavır takınarak ” zaten canım sıkılıyor bir de seninle uğraşmayalım ”   tekniği gibi metodlardır.

    Denilebilir ki bu basit bir laf uzatma sorunudur. Bu konu toplum hayatımızda ne gibi ciddi problemlere yol açabilir ki ?

    Değerli okurlarım; sizleri temin ederim ki başta demokratik yaşamımızdaki kesintiler dahil olmak üzere, çoğu sorunumuzun altında  iletişim becerisi yetmezliğimiz  yatmaktadır.

    Eğer sivri akıllının biri çıkıp da uzun ve tumturaklı söz söyleyip yazı yazmayı yasaklayıp sadece ifade edilmek istenilenin özünü (mesaj) söyleyip yazmaya izin verse,  okuyup dinlediğimiz birçok kişinin elinin veya dilinin tutulduğunu  hayretler içinde görürdük.

    Birçok kişinin, söz söyledikleri konuda hiçbir “öz”e sahip olmadıklarını, çözüm önerisi diye önümüze konulanların domino tekniği ile üretilmiş olduğunu ve belki kendilerinin dahi bunun farkında olmadıklarını görürdük.

    Şaka ile karıştırarak sizlere sunduğum domino tekniği aslında öldürücü bir silahtır. İnsanların zamanlarını çalarak onları yavaş yavaş (ama kesinlikle) öldürür; toplumlara ise boş umutlar sunarak onların yok olmasına yol açar

    Önümüzdeki haftalarda iletişim becerimizin niçin gelişemediğini irdelemek üzere bu haftalık hoşça kalınız.

    M.TINAZ TİTİZ

    1990 Şubat

  • Yanıltıcı Düşünme biçimi

    Lider (en genel anlamda) ve çevresi (yine en genel anlamda) arasındaki ilişkilerin en önemli bileşeninin, “karar alma” ve “alınan kararları uygulaması”dır denilebilir.

    Kuşkusuz lider ve çevresi arasındaki ilişkileri etkileyebilecek akrabalık, çıkar vb başkaca  öğeler olabilirse de, bunların istisnai durumlar olduğunu varsaymak zorundayız.

    Deneyim paylaşımı ve bir gözlem!

    Önemli kararlar –büyük çoğunlukla- lider tarafından alınır; kararlar her zaman olmasa da çevresiyle tartışılır. Yine çoğunlukla bu tartışmalar, liderin kararlarından emin olmak amacına yöneliktir.

    Lider çevresinin bu süreçteki olası itirazları genelde “cılız ve her an ricata hazır” tondadır. İşçi işveren ilişkilerindeki “kapıda senin işini yarı ücrete yapacak çok kişi var” kalıbı burada da geçerli sayılabilir.

    Bir soru: Bu niye böyledir?

    Olası cevap grupları şunlar olabilir (mi?):

    (1)Lider o denli üstün yeteneklere sahiptir ki, çevrenin itirazi fikirlerinin dikkate alınabilir olması olasılığı çok zayıftır.

    (2)Lider normal yetenekte bir kişidir, ama çeşitli nedenlerle çevresine nitelikleri düşük olanları toplamıştır.

    (3)Hem lider hem çevresi, uymayı zorunlu saydıkları bir “ortak düşünme disiplini”ne sahip değillerdir.

    İçinde bulundukları toplumun başat kültürü haline gelmiş bulunan “delusional thinking[1]” (rasyonel düşünce halkalarının boşluklarını dolduran irrasyonel halkalardan oluşan kopuksuz görüntülü zincir), lider ve çevresinin de düşünme biçimidir.

    Kanımca, liderler ve çevreleri arasındaki sağlıksız ve değer üretemeyen, aksine tüketen geleneksel ilişki biçiminin nedeni, bu üç ihtimalden sonuncusudur. Sürekli öykündüğümüz, ama aşağılamaktan da geri durmadığımız gelişkin kültürlerle aramızdaki fark bu üçüncü neden yoluyla doğmuştur.

    İnanılmaz görünebilir ama, toplumumuzda, arasına az sayıda rasyonel düşünce halkaları karışmış, çoklukla, ses tonu, unvan, rütbe, zenginlik, şöhret  gibi irrasyonel halkalar’dan[2],[3] oluşan “delusional thinking” düşünme biçimi son derece yaygındır. Bu o denli doğal hale gelmiş ve rasyonel[4] düşünceye o denli “benzer” hale getirilmiştir ki, aradaki fark ancak farklı kültüre sahip kişilerce görülebilir durumdadır.

    Söz konusu benzerlik, toplum içinde popüler olmuş dini, etnik, siyasi, ideolojik söylemlerden ödünç alınan kavramlar yoluyla sağlanmakta, bu söylemlerden herhangi birisinin sempatizanı olanlarca “rasyonel gibi” (pseudo-rational[5]) algılanmaktadır.

    Bu ilişki biçiminin yaşam içindeki başlıca kodları şunlar:

    (1)Bir şey ya bütünüyle doğru (beyaz) ya da yanlıştır (siyah). Yanlışlar ve doğrular birleşerek bir bütün (gri) oluşturamazlar.

    (2)Benim düşüncem doğrudur; doğrular da tektir.

    (3)Güçlünün düşünceleri doğrudur; değilse de itaat edilmelidir.

    Kimse kötü olmayabilir ama..

    Yıllardır siyasi partileri yöneten liderlerin hiç birisi –muhtemelen- kötü insanlar değillerdir; ama bu insanlar ve çevresindekilerin kabul edilemez görünen ilişkilerinin temelinde, açıklanan sağlıksız düşünme biçimi vardır. Bu sağlıksızlık, toplum içinde kimsenin birbirini anlamaması bir yana, ideolojik, etnik, siyasi ve özellikle de dini söylemlerin de içlerinin boşalmasına yol açıyor.

    Nitekim, toplumumuzda –sınırlı da olsa-  ulusal bütünlüğü sağlama görevi yapan unsurlardan birisi olan din kurumunun, irrasyonel halkalar üreticisi olarak görev yapmasındaki yaygınlık tek isimlendirme altında binlerce “yapay din” oluşmasına yol açmıştır. Medyada dini söylemler yoluyla siyaset yapan ya da “dini aydınlatmalar” yapan kişilerin bu denli ayrıntı düzeyinde, ama bir işe yararlılık da içermeyen ifadeleri bunu göstermiyor mu?

    Aydınımız rasyonel düşünceyi yeniden keşfetmelidir; ama nasıl?

    Aydın kesim –belirgin biçimde- bölünmüş durumdadır: Dünyevi yaşam kurallarını dini esaslara dayandırma yanlıları ile seküler yaşam kurallarını savunanlar.

    Bu kesimler geleneksel olarak ayrı dünyaların insanları olarak yaşayageldiler ve aralarında –Kurtuluş Savaşı hariç- pek bir yardımlaşma da ol(a)madı. Bu denli ayrışmış olsalar da ilginç bir gerçeklik olarak her iki kesimin de –tabii ki tamamı olamaz- düşünme biçimleri, yukarda açıklanan “delusional thinking” (kısaca yanıltıcı düşünme denilebilir) modelinin özelliklerini taşıyor.

    Bu iddianın somut bir örneği, iki kesimi ayırt eden din ve sekülerlik kavramları konusundaki bulanıklıktır. Bu denli ayrıştırıcı rol oynayan iki kavram konusundaki bu bulanıklık, bilgi eksiği, dikkatsizlik ya da kasıt değil, ancak düşünme biçimlerindeki ortak yanıltıcılıktan kaynaklanabilir.

    Bu kesimleri ikna ederek, bireysel özel yaşamları dışındaki ortak yaşam alanlarında ortak düşünme biçimi olarak rasyonel düşünceyi benimsemeleri güç görünüyor. Ama, bu iki kesim dışında kalan seküler ve/ya dindar kişilerin halen sahip oldukları rasyonel düşünme biçimini kullanarak:

    (a)Sekülerliği temsil eden akıl ve inancı temsil eden sezgi’yi, değer üreten bir spiral biçiminde kullanma yolunda işbirliği imkanları aramaları,

    (b)Yanıltıcı düşünme biçimine sahip kesimler içindeki “kazanılabilir nitelikteki” kişilere rol model oluşturabilecek kurgular üretmeleri

    mümkün olamaz mı? Her iki yolun da –özellikle ikincisi- güçlükler içerdiği bellidir; ama kazanımları tahmin edilebilecekten daha fazladır. Örneğin, akıl ve sezgi’nin parçalanması (bkz. http://wp.me/p2t6mi-Zu) olgusu tersine dönebilir ya da din kurumunu yozlaştıran irrasyonel düşünme öğeleri hakkında bir farkındalık oluşmaya başlar ve böylece din kurumu daha yapıcı bir konuma gelebilir.

    Bütün bu beklentilerin ötesine uzanabilen olumluluklar da beklenebilir; ama bütün bunlar, tüm yaşamımızı derinden etkileyen hastalıklı düşünme biçiminin (yanıltıcı düşünme) farkına varılmasıyla başlayabilir.

    17.06.2016

    [1] Bkz. http://psychcentral.com/lib/identifying-irrational-thoughts/

    [2] Sokaktaki sıradan kişiden en sıradışı kişilere kadar, her gün dinlemeye alıştığımız, “sen kimsin?”, “benim kim olduğumu biliyor musun?”, “işine bak”, “kanun manun tanımam”, “verdimse ben verdim” vb irrasyonel halkalar…

    [3] Bkz. Zihinsel Virüsler (http://wp.me/p2t6mi-1Wz)

    [4] Metin içinde kullanılan rasyonel düşünce, aslında rasyonel ve kritik düşünce ikilisini kapsamak üzere kullanılmıştır. Rasyonel (nedensel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1UIfMew; kritik (eleştirel) düşünce için bkz. http://bit.ly/1XfltUS.

    [5]http://bit.ly/1U6es8o

  • Zihinsel Virüs No 0: “Söz konusu olamaz!”

    Tam 16 yıl evvel yazılan Zihinsel Virüsler başlıklı yazıda, toplumsal kavram dağarcığımıza yerleşmiş dört virüsten söz etmiştim. Yazıya tıklayanlar, “Başkası yapmasın ben de yapmayayım”, “Evet ama yine de”, “Siyaset, yurttaşların sorunlarını çözmek için yapılır” ve “Sana ne” adı verilen virüslerin ne gibi melanetlere yol açtığını okuyabilirler.

    Bu kadar süre içinde, bu dört virüsün hemen hemen rastlanabilecek melanet türlerinin hepsi değilse de büyük bölümünü oluşturduğunu düşünmüş, geri kalanları da diğer araştırmacılara bırakmıştım J.

    Tam buna kendimi inandırmışken, ta başından beri var olan en kıdemli denilebilecek virüsü atladığımı fark ettim; bunun nasıl olduğunu bilemiyorum.

    Bu nedenle bu virüse, hepsinden önemlisi olduğunu belirtmek için de sıfır numarasını verdim. Kısa açıklamasını verince, ne kadar çok yerde işe yarayacağını(!) ve ne kadar başa çıkılmaz güçte olduğunu kolaylıkla değerlendirebileceksiniz. İşte birkaç örnek:

    –       Meydana gelen trafik kazasından sonra yapılan teknik incelemede km saatinin 220’de takılı kalması söz konusu değildir.

    –       Bakım ve güvenliğinden sorumlu olduğum çocuklara tacizde bulunmam söz konusu olamaz. Diğer yöneltilecek iddiaların hepsi aynen bunda olduğu gibi çürütülecektir.

    –       Bu ithamlarınızın hiçbirisi söz konusu değildir. Vb.

    Giderek daha fazla kullanılan bu virüsü de koleksiyonumuza dahil etmek istedim.

    26 Mart 2016 / https://tinaztitiz.com/7475

  • Yargıların Sorgulanması üzerine..

    • Sizin bir yazınızı okudum; başlığını tam çıkaramayabilirim, ama galiba “yargılarımızın sorgulanması” ya da o bağlamda bir başlıktı sanırım. Bu konuda kafama takılan birkaç soru var.
    • Neydi onlar ?
    • Sürekli kullandığımız “yargı” ifadelerinin kalıplaşarak hayatı kolaylaştırdığını, ama o ölçüde de gözlerimizi kör ettiğini iddia ediyordunuz.
    • Evet hatırladım, tam olarak böyle düşünüyorum.
    • Kalıp haline gelen yargılar zaman tasarrufu sağlıyor. Bu doğru. Örneğin, “su 100oC’de kaynar” yerine, “eğer sıcaklık, basınç ve suyun bileşimi normal sınırlar içinde ise su 100oC’de kaynar” gibi konuşmaya başlansa zaman kaybı olurdu. Peki ama kör etme meselesi nedir?
    • Bu tasarruf bir alışkanlık haline gelir ve “ön şartların söylenmeMEsi” gibi bir noktaya varır. Daha da vahimi, her zaman su kaynama örneğinde olduğu gibi bilimsel yargılar değil, daha bulanık (fuzzy) yargılar söz konusu olduğunda, taraflar birbirlerinden tamamen ayrı yargılarda ısrar etmeye başlayabilirler.
    • Evet giderek bir kör döğüşüne dönecek galiba.
    • Ön koşulların söylenmeden söylenmiş varsayılmasının sakıncası daha da önemli bir sorun ortaya çıkarır: Ön koşullar geniş bir alanı daraltarak söz konusu yargının gerçekten geçerli olduğu alanı tarif ederken, o alanın dışındaki alan giderek ilgi alanımızdan çıkar.
    • Kör olma işini şimdi anladım; ama bi dakka, “o alanın dışındaki alan”da ne var ki bu kadar ilginizi çekiyor?
    • Evet bu süper bir soru; örneğin, suyun normal şartlarda kaynaması yerine, o şartların dışında ortaya çıkabilecek yeniliklerden mahrum kalınabilir. Mesela düdüklü tencerede yüksek basınçta daha yüksek sıcaklıklarda pişirme sağlanabilirken, aksine daha düşük basınçlarda 100 derece yerine çok daha düşük sıcaklıklarda kaynama olabileceği gerçeklerini göremeyiz.
    • Bu müthiş bir şey. Acaba tüm keşif ve icatlar, “o alanın dışı” dediğiniz alandan mı geliyor?
    • Aynen öyle. O alanın ortaya çıkarılması, “eğer ….ise” ön koşulu yerine, “eğer …. değilse” ön koşullu bölgede olup bitenlerin sorgulanmasıyla mümkün oluyor. Sorgulama becerisi kazanmış bir kişi için çevresi, bu beceriyi kazanmamış olanlara göre çok daha geniştir (tıklayın); denilebilir ki, tüm keşif, icat ve inovasyonlar (eğer ….. değilse) alanının içinden çıkmaktadır.
    • Yemin ederim şu anda tüm çevrem farklı görünüyor. Oturup tek tek sonu …dir ile biten yargıları eğer ..ise / değilse süzgecinden geçirip ortaya nelerin çıkacağına bakacağım. Ama sen yine de bir örnek verir misin?
    • Vereyim, hatta biri somut diğeri soyut kavramlarla ilgili iki örnek vereyim.
    • Kör istemiş bir göz Tanrı vermiş iki göz.
    • Önce somut olan: “Özgül ağırlığı büyük olan dibe çöker” bir yargıdır ve fizik kuralıdır. Aynen “su 100 derecede kaynar” gibi. Ama nasıl ki kaynamanın ön şartlarını ıska geçmeden söylediğimizde mesela düdüklü tencere gibi bir icat ortaya çıkarsa, ağır olanın dibe çökmesi de böyle.
    • Onun ön şartı ne?
    • “Eğer yüzey gerilimince taşınamayacak ağırlıkta ise” gibi ön şartı var. Ve şimdi “eğer değilse” tarafına bakalım: “Eğer özgül ağırlığı büyük olan madde öğütülüp küçültülür ise” pekala bir sıvının yüzeyinde kalabilir.
    • Peki bundan bir icat çıkar mı?
    • Evet çıkar. Mesela kömür yıkama tesislerinde, suya karışan çok ince tozların –ki toplamda binlerce ton eder- geri kazanılması için, suyun yüzey gerilimini artıran bir madde suya karıştırılır. Böylece kömür tanecikleri suyun üstüne çıkar ve oradan da sıyrılarak alınır.
    • Vay be!
    • Vay ya. Tüm keşif ve icatlara bakarsan hemen hepsi, “eğer değilse” alanına bakmayı sağlayan sorgulamayla bulunmuşlardır.
    • Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Peki soyut kavramla ilgili örnek ne?
    • Ona da örnek olarak “demokraside halk kendini yönetmelidir” yargısını vereyim. Bu da neredeyse fizik kuralı kadar doğru değil mi?
    • Evet doğru.
    • Doğru ama ön koşulu var mı ona bakmak lazım. Sonra da o ön koşul yok ise diye bakarız.
    • Peki bak bakalım.
    • Ben niye bakayım, öğrenecek olan sen olduğuna göre sen bak bakalım.
    • Ben nasıl bakacağımı bilmiyorum, öyle bakmaya alışmadım.
    • Biraz kafanı kurcala, halk kendini ne zaman yönetmemelidir diye soru sorarsan ön koşulunu bulursun.
    • Peki; “eğer halk yeterli eğitim düzeyinde ise kendini demokrasi ile yönetmelidir” gibi bir ön koşul buldum, doğru mu?
    • Hem de tam doğru.  
    • Yani buradan şu mu çıkıyor: “Halk eğitimli değilse demokrasiyi bir kenara bırakmalıdır”?
    • Tam böyle çıkmıyor. “Eğer halk eğitimli değilse –herkes eğitimsiz olamayacağına göre- içindeki eğitimlileri seçip, temsilcileri eliyle (temsili demokrasi) kendini yönetmelidir” sonucu çıkıyor. Bu da bir çeşit buluş sayılmaz mı?
    • Bi dakka, bu tam olmadı. Eğitimli olanların iyi yöneteceği de bir yargı değil mi? O halde onun da ön koşulları olması gerekmez mi?
    • Sen bayağı hızlı gidiyorsun, bravo. Demin işi karmaşıklaştırmamak için eğitimli deyip geçtim. Şimdi diğer ön koşulları da koyalım.
    • Nedir onlar?
    • İtiraz eden sen olduğuna göre sen bulabilirsin. Eğitimli olmanın yanındaki ön koşulları bir düşün bakalım.
    • Bir, eğitimi uyduruk olmayacak; iki, yüksek ahlaklı olacak; üç ruh sağlığı yerinde olacak.. Başka aklıma gelmiyor.
    • Bunlar mükemmelen yeter. Şimdi “eğer değilse”yi bir toparla ve tam söyle de buluşun tam ortaya çıksın.
    • Eğer halkın tamamı ya da seçeceği temsilcilerinin eğitimleri yeterli, ahlakları iyi ve ruh sağlıkları yerinde değil ise, o halk kendini demokrasiyle yönetemez”; oldu mu?
    • Eksik oldu ama oldu diyelim.
    • Bu da ne demek, hani eksiksiz bulmuştum.
    • Eksik oldu, çünkü ortaya çıkan sonuç bu kadar değil; “halk kendini yönetemez” dedik bitirdik; ama sonrasında ne olacağı da yine “eğer ..ise” biçiminde tamamlamak gerekmez mi?
    • Haklısın tamamlayalım, onu da sen yap bari.
    • Peki;
      • eğer halk iyi eğitimli, iyi ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde insanları seçerse” ve
      • eğer onların doğru yol üzerinde olup olmadıklarını sağduyusuyla denetleyebilirse” ve
      • eğer yoldan çıkmalar halinde gereğini yapabilir ise” o takdirde demokrasi yararlı bir idare biçimi olup halkın sorunlarını çözebilir.
    • Şimdi eksiksiz oldu galiba!
    • Hayır hala olmadı.
    • İnanmıyorum, nesi eksik?
    • Dikkat edersen üç tane ardışık “eğer ..ise” gerçekleşir ise varılacak sonucu söyledik.
    • Daha eksik ne kaldı ki?
    • “Eğer ..değil ise” kısmı eksik kaldı. Yani bu üç koşul aynı anda gerçekleşmez ise ne olacağı. Ancak onu da söyleyebilirsek ancak o zaman eksiksiz bir sorgulama yapmış oluruz.
    • Yani?
    • Yani; “eğer bu şartlar yerine gelmez ise, bu durumda demokrasi sorun çözen değil, sürekli sorun üreten bir rejim haline gelir”.
    • Bitti mi?
    • Seni memnun etmek için istersen bitti derim ama, ne yazık ki sürekli sorun üreten ve çözümünü de yine demokrasiden bekleyen; ama bir türlü onun ön koşullarını yerine getirmeyi akıl edebilecek sorgulamayı yapamayan halkın sorunları bitmez. Bunun adı Kısır Döngü’dür.
    • Ben çözümü anladım, demokrasiden vazgeçmek lazım!
    • Senin aklın da yanlış formatlanmış olduğu için yanlış sonuca vardın. Tabii ki çözüm o söylediğin değil.
    • Ya ne?
    • Rasyonel (nedensel) ve kritik (eleştirel) düşünme ikilisini ayırmadan kullanırsan çözümü sen de bulursun.
    • Şimdi bir de n’olur başıma bu kavramları çıkarma zaten kafam karıştı.
    • Kafanın karışmasının nedeni ben değilim, hatta demokrasi de değil. Çocukluktan beri demokrasinin “istediğini yapma rejimi” olduğunu bize ezberleten –ve halen devam eden- süreçtir sorumlu olan.
    • İyi de ne yapmam gerektiğini bir türlü anlamıyorum. Lütfen önüme yapılması imkansız şeyler koyma.
    • Yapman gereken Rasyonel ve kritik düşünme disiplininden kopmadan yargıları sorgulamayı öğrenmek ve bunun yaygınlaşmasına çalışmak.
    • Peki böyle yaparsam Kısır Döngü’den çıkar mıyız?
    • Çıkarız ve çıkamayız.
    • Bu bir bilmece mi?
    • Hayır, gerçeğin ta kendisi ve yine tüm gerçekler gibi koşullu:
      • Eğer, birlikte ortaya çıkardığımız gereksinimleri yerine getirmek için çaba harcar isen ve
      • Eğer, bu çabanı yaygınlaştırmak için çaba harcar isen ve
      • Eğer, kestirme yollar bulacağım diye bu gerekliliklerden kaçmaz isen “çıkabiliriz”;
      • Eğer hayallere kapılır ve kısıtlı enerjini verimsiz kullanır isen ve
      • Eğer etkileyebileceğin insanların da enerjilerini benzer biçimde heba eder isen “çıkamayız”.
    • Galiba şimdi “koşulsuz hiçbir gerçeğin olamayacağını”; “koşulsuz gerçekler peşinde koşanların kendini ve toplumu kısır döngüler içine sokacağını”, kısaca “bedava yemeğin olamayacağını” anladım.
    • mi acaba?

    16 Şubat 2016 Salı

  • Kök-türev ilişkisi ıska geçilse n’olur? -II

    Aşağıda, M.S. 1992’de 🙂 yazılmış bir yazı var. Önce bir göz atıp sonra meramımı anlatmak istiyorum:

    Bir hastalık: Sayma !

    “Sayın başkan, sayın bakan, sayın milletvekilleri, sayın il başkanımız, sayın ilçe başkanlarımız, değerli il müdürümüz, değerli ilçe tarım komisyonu ve zirai aletlerin bakım, onarım ve yenileme daire başkan yardımcımız, konuşmamın başında hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

    Toplantının Dünya’mıza, memleketimize, ilimize, ilçemize halkımıza, milletimiz ve yurttaşlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunuyor ve arz ediyorum.”

    A.B.D.’de yapılan ve milletvekillerimizin de katıldıkları bir toplantıda konuşmacı, yalnız bakan ve diplomatları selamlayınca toplantıyı terk eden milletvekilleri olmuş.

    Bu bir gazete haberiydi. Bu olayın nedeni ilk bakışta zannedilebileceği gibi basit bir protokol hatası olmayıp daha geniş bir hastalık familyasının, “Sayma Hastalığı”nın basit bir sonucudur.

    Yabancıların toplantılarda -genellikle- katılanlara, “bayanlar, baylar” şeklinde hitap etmesinin nedeni, onlara cinsiyetlerini hatırlatmak değil, bu türlü acayipliklere düşmeyi önlemek içindir.

    Sayma Hastalığı’nın sebep(ler)i nelerdir? Acaba, bir grup içine dahil öğelerden herhangi birisini unutma endişesi midir? Yoksa her öğenin adını söyleyerek onların gönlünü alma arzusu mudur? Yoksa, ne söyleneceği konusunda fazla bir fikri bulunmamak ve mevcut süreyi bu şekilde doldurmak arzusu mudur?

    Belki de bunların hepsinin payı vardır. Sebebi ne olursa olsun Sayma Hastalığı, her hastalıkta olduğu gibi çeşitli olumsuzluklar üreten bir illettir. Bu olumsuzluklardan en basiti, yukarıda örneği verilen alınganlığa neden olmaktır. Ama daha ciddi sonuçları da vardır.

    Birisi, insanların vakitlerini israf ederek onları yavaş (ama sistemli) biçimde öldürmektir. Bir diğeri, sayılmamış olanların sebep olabilecekleri sorunlara yol açmaktır. Örneğin, “sinemada fındık, fıstık yenilmesi yasaktır” denildiğinde, kabuklu ceviz yemeğe kalkan birisinin çıkaracağı sinir bozucu gürültüye izin verip, kabuğu soyulmuş fıstık veya fındık yemenin yasaklanmış olmasıdır.

    Hatta, sayma hastalığının daha önemli sonuçlar yaratabilmesi de mümkündür. Buna kanunlarımızda sık sık rastlanır. Serbest ya da yasak olduğu belirtilecek bir şeyin grup adını bulup ifade etmek yerine onlardan akla gelenleri saymak ve bu arada doğal olarak bazılarını saymamış olmak, çoğumuzun başına garip işler açmıştır.

    Bu hastalık nasıl tedavi edilebilir bilemem ama herhalde yollarından birisi, konuşmalarıyla topluma örnek olması gerekenlerin saymadan konuşmayı öğrenmeleridir.

    1 Haziran 1992

    Bu sayma-dökme konusunu o tarihlerde daha çok vakit israfı açısından ele aldığımı düşünüyorum. Aradan geçen 12 yıl içinde, hastalığın, israftan daha önemli bir sonucunun da olduğunu gözledim ki o da, bir konunun özünün anlaşılmasına engel olmasıdır.

    Temmuz 2004

    Şimdi, 2004ten bu yana bir 13 yıl daha geçti, toplam 25 yıl içinde bu sayma-dökme alışkanlığında bir değişiklik olmadı; ama bu alışkanlığın başlangıçta pek köküne bakmadığımı, sadece bunun bir sorun olduğunu belirtince dikkate alınabileceği gibi bir naifliğe düşmüş olduğumu fark ettim.

    Fark ettim ve bu hastalığa “dilsizlik” gibi bir de ad taktım (bunun bir genelleme olmadığını, dili bir virtüöz gibi kullanan çok sayıda insanımızın olduğunu belirtmeye sanırım gerek yoktur).

    Dilsizlik, özellikle eğitimli kesimde rastlanan ve zihinsel karışıklık nedeniyle ortaya çıkan; yani aslında dil ile değil düşünce ile ilgili bir olgu. Buna göre “dilsizlik kafa karışıklığının bir sonucudur” denilebilir.

    Dilsizlik kendini başlıca şu iki yolla ortaya koyabiliyor:

    • Çok ve aralıksız konuşmak ve sık sık “yani” bağlacıyla aynı cümleleri farklı –zaman zaman aynı- biçimde tekrarlamak (cümle aralarında boşluk bırakılırsa, bir başkasının araya gireceği korkusu),
    • Dinlememek (muhtemelen, tüm zihinsel kurgunun büyük ölçüde kendi düşüncelerinden oluşması; başkalarını dinleyerek kurguyu yenileme alışkanlığı olmayışı).

    Zihinsel karışıklık yadırganmaması gereken bir olgu. Bilmediklerimiz -ki bildiklerimize göre sonsuz sayılabilir-, bildiklerimizin aralarını doldurarak olayları açıklamaya normal olarak yetmez. Bu durumda beklenen, bu boşlukların sorular, merak ifadeleri vb. yol açıcılarla doldurulmaya çalışılıp, dinleyenlerin de bu boşluklar konusunda olası tamamlayıcılar dile getirmesini ummaktır.

    Normal olmayan ise, kuşkusuzluğun ve onun türevleri olan meraksızlık ve kendini beğenmişlikle birleşip yukardaki başlıca iki eğilimin ortaya konulmasıdır.

    Sokaktaki insan açısından bu eğilimin zararı kendi yakın çevresi ile sınırlıdır. Yaygın iletişim yollarını kullanan, kendi çapında da olsa kanaat önderi konumundakiler için ise durum bu denli zararsız değildir. Kendisine rol model olarak medyada sürekli izlemek “zorunda kaldığımız” kuşkusuz bilmişleri seçen milyonlarca insan, onların düşünme biçimlerini kopyalayıp, sonra da inanç haline getirdikleri görüşleri uğruna çağlayandan yukarı tırmanmaya çalışıyor.

    Söylediğimiz her cümleden önce –hadi bilemedin sonra- “bu ifademden ne kadar eminim?” sorusunu hızla içinden geçirse, zaman içinde oluşacak sükunet içinde çok daha değerli düşünceler dinleyebiliriz.

    2 Kasım 2015

     

     

  • Değer İletişimi

    Ağızdan  ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir.  Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.

    İşte, erişkinlerimizin -genelde- dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.

    Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık  izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.

    Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.

    Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya  çalışılarak üretilebilir.

    Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.

    Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.

    Salı, 16 Ocak 2001 (Rev. Ekim 2015)

  • “Çalışmalarımız sürmektedir” ne demektir?

    Dünya’da nelerin koleksiyonlarının yapıldığının koleksiyonunu yapanlar herhalde vardır. Ben de oldum olası “yetkili beyanatı koleksiyonu” yapmaya meraklıyımdır..

    Örneğin, bir kazadan sonra yetkililerin ilk söylediklerinin koleksiyonu, yabancı bir heyetle görüşmeden sonra verilen demeç koleksiyonu, ek bütçe isteme konuşması koleksiyonu gibi çok sayıda koleksiyon vardır.

    Bu küme içinde öyle bir tanesi vardır ki bu denli yaygın kullanılanı hemen hemen yoktur. Bu, “bu konudaki çalışmalarımız sürmektedir” koleksiyonudur.

    Ana su borusu patladığında tamiratın ne zaman biteceği sorulan belediye başkanı, suikasttan sonra sanıkların ne zaman yakalanacağı sorulan emniyet görevlisi, Bilgisayar Destekli Eğitim’e ne zaman geçileceği sorulan eğitim yetkilisi daima, “çalışmalarımız sürmektedir” biçiminde yanıt vermektedirler.

    Bunun tam tercümesini bilmeyenler, gerçekten de bir çalışma yapıldığını zannedebilecekleri için, onları aydınlatmak halkımıza bir hizmet olacaktır. “Çalışmalarımız sürmektedir”in ilk sözcüğündeki (mız) eki, “bu iş bize aittir, başkalarını pek ilgilendirmez” demektir. Aynı sözcükteki (ler) eki ise yapılan işin öyle basit bir iş olmadığını, çoğul olarak tanımlanması gereken bir yaygınlıkta olduğunu anlatır.

    Bazen bunu kuvvetlendirip, ukalalık etmek isteyebilecekleri kesin olarak caydıran “çalışmalarımız çok yönlü̈ olarak devam etmektedir” denilir ki, artık buna da karşı çıkıp “kuzeyde veya kuzeybatıda neler yapıyorsunuz” gibi sorular sorabilecek meraklı bir babayiğit ortaya çıkamaz.

    İkinci sözcükte olan “sürmektedir” ise, düz Türkçe‘deki “patlamadın ya!” demektir. Bu beklemenin sonu belli olmadığı için ve genellikle de hemen ertesi gün unutulacağı için büyük yararlar sağlamaktadır.

    Genellemeler her zaman dikkatli kullanılmalıdır. Bu nedenle gerçekten “çalışmalar” yapan yetkilileri de bu tercümenin kapsamı dışında bırakmak gerekir.

    4 Ekim 1993

  • Görsel Not Tutma (Visual Note Taking)

    Eğitimin başlıca amaçlarından birisi de kendini doğru ifade edebilme ve ifade edilenleri doğru anlayabilme becerisi kazanmaktır denilebilir. Hattâ denilebilir ki tüm dersler, değişik alanlara özgü ifade yöntemleri’dir.

    –        Coğrafya, “yer” ile ilgili bilgileri harita, fotoğraf, grafik, yazı, söz vb araçlar ile,

    –        Tarih, “geçmiş” ile ilgili bilgileri yukarıdakilere ek olarak kronoloji şeritleri ile,

    –        Matematik, “sayı ve şekiller” ile bilgiler için özel notasyonlarla,

    –        Ve birden çok alan ile ilgili “olayları” ifade etmek için özel olarak geliştirilmiş araçlar [1] kullanılıyor.

    Bunların hepsi aslında heyecan verici buluşlar, ama öğrencilerin derslerde not tutmalarını kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir tanesi daha da ilginçtir: Cornell not tutma sistemi (bkz. http://bit.ly/9NcDI). Üstelik de bu konuda yapılmış birçok araştırma [2] var.

    Öğrencilik yıllarında, bir yandan dersi dinleyip bir yandan not tutmanın en riskli yanının, aynı anda bu ikisinin yeterince dikkat yoğunlaştırmaya izin vermeyişi olduğunu deneyimlemeyen pek kimse yoktur.

    https://www.youtube.com/watch?v=3tJPeumHNLY adresinde Rachel Smith, konuşmasının 1’45”nci dakikasında “bir bütün olarak ve tam olarak dikkatini vermek”ten söz ediyor ve ardından, yaşamını “dikkat verme” yoluyla nasıl kazanmakta olduğunu anlatırken “dikkatini vermek” kavramına dikkat çekiyor.

    Rachel Smith’in her iki sunumu:

    • Görsel Not Tutma tekniğinin ne kadar bir hızla yaygınlaştığını,
    • İnsanların –genç, yaşlı, çocuk, amir, memur- çeşitli seminerlerde bu tekniği öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını, dolayısıyla da nasıl devasa bir pazar oluştuğunu,
    • Bizim bütün bunları ancak mal ve hizmet ürünlerinin içine gömülü biçimde satın aldığımızı ve
    • Satın alırken de bunları üretenlere değer transfer ettiğimizi [3] (ve bu arada da sömürülüyoruz diye bağrışmakta olduğumuzu)

    anlatıyor. Özellikle de o son derece mütevazı edasıyla, yaptığı işin sadece “dikkatini vermek” olduğunu, bu kavramdan nasıl yepyeni işler (istihdam anlamında) doğduğunu izlemek ilham vericidir.

    Çocuklarımızı yetiştirirken yabancı dil öğrenme konusundaki çabalarımızı yöneltmemiz gereken esas yönün, “kendini ifade etme ve ifade edilenleri anlama” konusundaki çeşitli araçları öğrenme / keşfetme / gerekirse icadetme olduğu bir kere daha net olarak görünüyor.

    Torunlarımızı, “yarınlarda bu keskin rekabet içinde nasıl iş bulacaklar” endişesi ile, önünde kuyruklar oluşacak işlerden pay kapmaya zorlamak yerine, bu yüzyılın yeni iş alanlarının başlarında gelen bu ve benzeri alanlara yönlendirebilmeliyiz.

    Türkiye’de eğitim adına yaptığımız –büyük çoğunluğu eğitimle değil ideolojilerle ilgili- tartışmalarda hiç adı geçmeyen ve dünyaya yayılan Cornell Not Tutma Sistemi de, daha iyi eğitim kavramının temel taşının kendini daha iyi ifade etmek ve ifade edilenleri daha iyi anlamak olduğunu gösteriyor.

    Resimlerle (görsel) düşünme (visual thinking)

    Sözü getirmek istediğim yer sadece okullarla ilgili değildir. Her ne kadar okullar kendini ifade etme becerisinin kazanıldığı yerler olsa da, yaşamın bütünü bu kavram çevresinde akıyor. Edindiği deneyimleri başkalarıyla paylaşmak isteyen bir kişi bunu çeşitli yollarla yaparken aslında esas yaptığı “kendini ifade”den başka bir şey değildir; ister bilimsel makale, ister roman, ister gazetede köşe yazısı ya da bunların TV’deki karşılıklarıyla uğraşsın..

    İnternette yüzlerce konunun her birisinde farklı konularda kendini ifade etmek isteyen ve her biri kendi alanında uzman sayılan kişilere ait film klipleri [4] var.

    Bunlar ve diğerleri, görsel öğrenme (visual learning) denilen bir “KEndini Daha etkili İfade etme” (kısaca KEDİ 😊) teknolojisi oluşturmuş durumda.

    KEDİ’nin niçin bu denli etkili olabildiği ve dünyada bu denli hızla yayıldığı  düşünülünce şu görülüyor: Kişilerin kendilerini ifadeleri sırasında, değer iletişimi [5] (value communication) ilkesinin ne kadar farkında olduklarına bağlı olarak %10 ila %95 arasında “dolgu malzemesi” kullanılıyor. Tabii ki her dolgu birimi (sözcükler), dinleyeni / izleyeni bir ölçüde odak dışına itiyor; hatta çoğu zaman savrulduğu o odak dışı alandan çıkamıyor ve sonunda hiçbir şey anlamıyor.

    İşte, sesli anlatımın üzerine bindirilmiş grafik görseller bu dolguları büyük ölçüde sildiği için, bir çeşit esas anlatım rotasında tutan jiroskop işlevi görüyor.

    Şimdi bunlara dayanarak bir kehanet üretilebilir.

    Bundan sonra:

    1. İşlerini, kendini sözel olarak ifade ederek yapan:

    1.1. Politikacılar,

    a. Meclis kürsüsünde konuşan parlamenterler,
    b. Açık hava toplantılarında meydan nutku verenler,
    c. Basın toplantısı yapanlar vbg

    1.2. STK mensupları

    1.3. Camilerde (vaaz, hutbeler)

    1.4. Eğitimde

    a. Okullarda

    b. Askeri eğitimde (özellikle düşük eğitim düzeyindeki kişilerin kışla eğitiminde)

    2. Reklamcılar: (açıklamaya gerek yok)

    3. Ticaret erbabı: Pazarlamada (hatta kapıdan kapıya pazarlamada dahi kullanılabilir)

    4. Kamu yönetiminde:

    4.1. Kamu spotlarında
    4.2. Kamu görevlilerinin eğitiminde

    5. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek yüze yakın diğer kullanım alanlarında KEDİ’nin çok yaygın kullanılacağı görünüyor. Görsel Not Tutma ile ilgili kaynakçalarin [6] incelenmesi konunun geldiği boyutları açıkça gösteriyor.

    Bu yaygınlık, şimdilerde iş yaşamına da atlamış durumda. Görsel kolaylaştırıcılık (visual facilitation) adı verilen bir meslek, “dikkatini vermeyi”, “bir toplantı sırasındaki tartışmalar içinden anahtar ifadeleri seçmeyi”, “o ifadeleri, kendi grafik arşivi içindekiler yoluyla çizmeyi” ve bunları toplantı katılımcılarına göstererek, nereye gittiklerini bilmelerini” sağlıyor.

    Bu teknolojiyi öğrenmemiz gerekiyor..

    Kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitilirken ne gibi sakıncaların doğabileceğine kafa yoran insanlarımız, bu mesainin küçük bir bölümünü de, bu küçücük dünyamızın dışındaki her cinsiyetten, her yaştan, her meslekten insanın, bulabildiği imkanlarla bu teknolojiyi öğrenmeye çalıştığını; bir yandan da bu alanda yetişmekte olan kişilerin, seminer, webinar, kurs, konferans, makale vd yollarla bildiklerini aktardıklarına ilgi göstermeliler.

    24 Kasım 2013


    [2] http://bit.ly/9NcDI adresindeki sayfanın altındaki referanslar işin ne denli ciddiye alındığını gösteriyor.

    [6] Çeşitli konularda bilgi edinmek / araştırma yapmak isteyen kişilerin ilk gereksindikleri şey, o alandaki birikimleri incelemektir. Bu ise bilimin vazgeçilmez öğesi demek olan “kaynakça”dır. Ülkemizde ilk kaynakça çalışmalarını yapan Katip Çelebi’den (1609-1657) sonra ilk defa bu konuya eğilen kişi Bülent Ağaoğlu’dur. Söz konusu adresteki kaynakça da kendisince yapılmıştır.

  • Sözler ve doğru düşünme..

    Doğru düşünme bir zincire benzetilebilir. Düşünme sürecindeki her yargı, zincirin bir baklası gibidir. Nasıl ki bir zinciri, belirli bir kuvveti taşıyabilecek şekilde yapmak için her baklasını aynı sağlamlıkta yapmak gerekirse, bir düşüncenin de doğru olabilmesi için, her yargısının aynı sağlamlıkta olması lazımdır.

    Arada yalnızca bir baklası zayıf olan uzun bir mantık zincirinden oluşan bir düşüncenin, bütün doğru görüntüsüne (içindeki yargıların % 99.9999’u doğru olabilir) rağmen, “doğru” olmadığı günlük hayatta sık rastlanan olaylardandır. Bu zincirlerin bir bölümü ise ülkenin hayati denilebilecek sorunlarına ilişkindir. İşte o yüzden üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır.

    Bu niye böyledir? % 99.9999’u doğru olan bir düşünceye niçin bir (veya daha fazla) bozuk bakla eklenir? Bunun “niçin” böyle olduğundan önce, “nasıl” yapıldığına bakılmalıdır.

    “Bozuk Bakla”, ilk anda zannedilebileceği gibi mantığı yanlış bir bakla değildir. Zaten öyle olsa onu kullanan da farkına varır kullanmazdı.

    Ama, mantığı doğru da değildir. Daha doğrusu, mantığının ne olup ne olmadığı belli de değildir. Ama mutlaka süslü, tumturaklı, dinleyeni ciddiyete davet eden, bazen şiir, bazen atasözü gibi ve kolay kolay doğruluğundan şüpheye düşülmeyecek kadar ikna edicidir. Zaten tehlikesi de buradadır.

    Saçma sözler, karışık kafa ürünleri ve bu gibi konularda ihtisas sahibi(!) olmayanlarca kolay anlaşılamayan bu sözler biraraya getirilerek makaleler, kitaplar yazılabilir, söylevler verilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşünceler, ilk defa deneyenler için üretimi oldukça zor görünebilir. Ama zamanla alışkanlık kazanılır ve özel bir çaba sarfetmeden üretilebilir. Hatta yeterince geyret gösterilirse, insan kafası tamamen bunları üretir hale de getirilebilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncelere örnekler vererek anlaşılması daha iyi sağlanabilir. Mesela;

    –        “Bin yıllık tarihimizin sayfaları bu gibi olaylarla doludur” (inanmayanlar oturup bin yıllık tarihimizi inceleyebilirler)

    –        “Daha mutlu, daha müreffeh olmak istiyorsak çalışmalı, ama çok çalışmalıyız” (çünkü o zaman düşünmeye vaktiniz ve de ihtiyacınız kalmaz)

    –        “Geri kalmışlık zincirlerinin kırılıp, refaha doğru emin adımlarla yürümek…”.

    Buna benzer örnekler artırılabilir.

    “Bozuk Bakla” tipi düşüncenin “niçin” üretildiğine gelince: Örneklere bakılarak bunun bir abesle iştigal olduğu düşünülmemelidir. Bu tür baklalar birkaç sebeple üretilir. Bir sebep, “işine öyle gelme” dir. Hasmını muhtelif parçalara ayıran bir kişi, emniyetteki sorgulamasında, eğer gerçeği itiraf etmek niyetinde değilse, bu tür zayıf baklalardan kullanmak zorundadır.

    Bir çok “doğru” şey söyleyecek, araya bir veya birkaç tane “tam doğru olmayan” bakla sıkıştıracaktır.

    “Sayın memur bey, maktul(e) bana borçluydu (doğru). Defalarca ödemesini istedim (doğru). 
Her defasında bir bahane buldu (doğru). Son defasında üstüme saldırdı (doğru değil). Ben de onu doğradım (doğru).”

    İkinci ve daha sık rastlanan bir sebep “sıkışmak”, yani zaman ve/ya bilgi açısından cevap verememek durumunda kalmaktır. Genellikle politikacılar sıkıştıklarında “Bozuk Bakla” tipi düşüncelerden yararlanırlar.

    Temelde doğru olmayan ya da yeterli bilgi sahibi olunmayan bir düşünceyi savunmak için bu tür “bakla”lara ihtiyaç vardır.

    Tek bir “Bozuk Bakla”, imkansızı mümkün kılar.

    Eğer söylenen sözler hayati bir konuya ilişkin değilse, vakit kaybından başkaca uğranılan bir zarar yoktur. Ama eğer öyle değilse, üzerinde o sözlerin söylendiği sorun çıkmaza itilmiş olur.

    Hele aynı tür düşünce, çok sayıda ağızdan tekrarlanırsa, çıkmaz bu defa perçinleşmiş olur ve “eğri”, “doğru” olarak yerleşir.

    İlke olarak “Bozuk Bakla” tipi düşünce üretiminde, önce zincirin son baklasında varılacak yargı peşinen ortaya konulur. Ondan sonra gerekli baklalar dizilip zincir tamamlanmaya çalışılır.

    Burada karikatürize edilen düşünce sistematiği toplumumuzda oldukça yaygındır. Sokaktaki insanın, hatta ortalama elitin bu sistematikle düşünüp konuşması yine de pek zararlı sayılmayabilir. Ama işi, kopuksuz, hatasız düşünce zinciri kurmak olan, buna göre yetiştiği varsayılan insanların bu sistematiği kullanmalarını açıklayabilmek ve kabullenebilmek kolay değildir. Bu durumun tek açıklaması, insanımıza, okul-aile-çevre üçlüsünce verdiğimiz eğitimin, ancak bu tür düşünebilen insanlar yetiştirebildiğidir.

    Bu hastalığın sonuçlarının ne denli onulmaz olduğunu görebilmek için, iki ayrı düşünce tipini kullanan toplumların, sorunlara yaklaşımlarına göz atmak yeterlidir.

    Akılcı düşünce ile yetişip bunu bir yaşam biçimi haline getirebilen toplumlarda sorunlara yaklaşım, yol gösterici, insanların ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini gösterebilen sonuçlar üretir. “Bozuk Bakla” tipi düşünen toplumlarda ise en küçük sorunlar dahi içinden çıkılmaz hale gelir.

    Bu hastalık tedavi edilebilir mi? Sonucu kestirmek güçtür. Ama en azından tedaviye çalışılabilir. Bu illete yol açan etkenlerin başlıcası, süslü, tumturaklı, sınırları belli olmayan, yuvarlak söz etme merakıdır. O halde öncelikle bu terkedilmelidir.

    Her nerede bu türlü sözlere (ve yazılara) rastlanırsa, orada eğri bir düşünce üremekte olduğundan şüphelenilmelidir.
Bu tür sözleri kullananlara dikkat edilmeli, uyarılmalı, kısa adımlı, sağlam, basit düşünmeye, konuşmaya davet edilmelidirler. (Mümkünse, anayasaya, “Tumturaklı Söz Dinlememe Özgürlüğü” şeklinde bir temel özgürlük maddesi konulmalıdır.)

    Doğru düşünmek bir seçenek değil bir görev, hem de en temel ahlaki görevdir. Kendini daha doğru düşünmek konusunda geliştirmeye çalışmak, bu öldürücü illetten kurtulmanın en sağlam yoludur.

    12 Eylül 1992