-
Haz 18 2018 İslam Bu Donmuşluğu Aşabilecek mi ya da Nasıl?
NPQ dergisin 2004 sonbahar sayısında “İslam ve Bilimsel Köktencilik” (Islam and Scientific Fundamentalism) başlıklı bir makale[1] yayımlanmıştı. Makale, İslam’ın Altın Çağı[2] olarak bilinen 8nci ila 13ncü yy’lar arasındaki döneme yol açan İslam yorumunun en temel belirleyici özelliği olarak şu savı ileri sürmekteydi: “Din ve seküler felsefe arasındaki ayrışmayı bilginin kaynak ve edinim yöntemleri belirlediğinden ve İslami bilginin kaynaklarından birisi olan inanç da bilgisel (kognitif) bir içeriğe sahip olduğundan ötürü söz konusu ayrışma ortadan kalkar”.
Bu ifadede dikkat çekici olan bir paradigmadır. İslam’ın temel kavramlarından birisi olan “iman”ın, akla ait bir özelliğine yapılan vurgu, İslam Dünyasının içine düştüğü perişan durumu açıklayabilecek; üstelik o çukurdan çıkmasına yol gösterebilecek bir ipucunu da barındırıyor: İman ve akıl etkileşimi!
Bu etkileşimi sağlayan bağlaç ise, bilimin temel ilkelerinin birisi olan “yanlışlanabilirlik” ve onun öncülü “kuşku”dur; kısacası iman (bir anlamda kuşkusuzluk) ve kuşku birbiriyle etkileşim halindedir.
Birbirine zıt iki şey ancak bir şekilde bir araya gelebilir: Kuşkusuzluk (iman) ve bilimsel kuşku (akıl) bir spiral biçimde sonsuza kadar birbirlerini tetiklerler ise[3]!
İlk bakışta çelişki gibi görünebilecek bu döngüyü İslam’ın temeli olarak ilan eden Kuran referansı ise çeşitli vesilelerle 75 yerde geçen “akıl, akletme, akıl işletme” terimleridir[4].
Yan yana gelmesi günümüzde düşünülemeyen kuşku ve iman kavramları, kuşku temelli iman (tahkiki iman) şeklinde 500 yıl boyunca bir medeniyete yol açmış; sonrasında ise tekrar ayrışıp, akıl ve imanı donuk, kopuk, soyut kavramlar haline getirmiştir. Şimdilerde ise, tahkiki iman, DİB resmî sitesinde zaman zaman yer değiştirip gözlerden saklanarak, Müslümanların imanları korunmaya(!) çalışılmaktadır[5].
Köklere dönüş!
Mevcut “kuşku ve iman bir araya gelmezliği” paradigması sonunda doğan sorgulamama, itaat, biat, donmuşluk ve herkesin kendi ezberi içinde kutuplaşması, İslam’a altın çağ yaşatmış olan “kuşku ve iman etkileşiminin akıl yoluyla sağlanması” paradigmasına dönebildiği takdirde bugünkü durumdan çıkılıp sorgulama, hareket, gelişme ve barışıklık için bir imkân doğabilir.
Bu yapılabilir mi, nasıl?
Bugünün ortalama insanı büyük bir bilgi bombardımanı altında olduğu için, birisinin “kral çıplak” demesi hemen hiçbir etki yapmayabilir. Daha açıkçası artık o denli kalabalık ve o denli söylem yağmuru altındayız ve üstüne üstlük koşullanma[6] o denli derin bir hastalık haline geldi ki artık toplumu bir kül olarak ele almak mümkün görünmüyor.
Buna göre yeni bir “ikna felsefesine” ihtiyaç var. Tohum uygulamaları[7] belki aranan yollardan “birisi” olabilir. “Kuşku ve imanın, akıl aracılığı ile öğrenme peşindeki sonsuz döngüsü” şeklinde tanımlanan paradigma toplum tarafından çeşitli şekillerde yorumlanıp mutasyonlar üretilmesine izin verilmeli; bunlardan yaşayabilenler toplumu dönüştürebilmelidir.
Bu sürecin başarılı olması halinde gerek toplumumuz gerekse benzer durumdaki toplumlar için yeni bir güneş doğabilir; ama eğer doğmaz ise bu da akla aykırı bir sonuç sayılmamalıdır.
18 Haziran 2018
[1] Bkz. http://www.digitalnpq.org/archive/2004_fall/27_anees.html
[2] Bkz. Serhat Aydoğan, “Hıristiyan ve İslam Toplumlarında Gelişim üzerine mezheplerin etkisi perspektifinde ‘İslam’ın Altın Çağı’nın ardındaki ‘sır’ın incelenmesi”, http://bit.ly/2GYqNXD
[3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-22O, (Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?)
[4] Bkz. http://bit.ly/2tiWe9B
[5] 2014 yılında DİB resmi web sitesinde http://www.diyanet.gov.tr/dijitalyayin/ilmihal_cilt_1.pdf Sah 71-72 adresinde iken, http://www.diyanet.gov.tr/UserFiles/DiniBilgiler/Akaid.pdf adresine, oradan da http://bit.ly/2fq8PSmadresine nakledilmiş. Haziran 18 2018 itibariyle yeri belli değildir. DİB’nın Iman’ı tahkik ’ten ayırma konusundaki bu çabası birçok sorunun kaynağını açıklar niteliktedir.
[6] Bkz. https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/
[7] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp ve http://bit.ly/2FumYIw
-
May 25 2018 Dilin kemiği!
Dil organının son derece esnek oluşunu –yiyecek ve tükürüğün ağız içindeki dolaşımını kontrol dışındaki– temsil eden bu deyim, “gerçekliği belirsiz bir kanı veya tasavvurun -fıskos’tan bambam’a kadar- çeşitli açıklıklarda ifadesi” anlamında kullanılıyor.
Buna bir örnek, son zamanlarda sıkça kullanılan ve duyanlarda bir ferahlık yaratan “liyakate göre atama yapılacağı” vaatleridir.
Önce -kör kör parmağım gözüne- türü bir gerçeğin altı çizilmelidir: Nadir haller bir yana, yapılmış, yapılmakta ve gelecekte de yapılacağından kuşku duyulmaması gereken tüm (şirket, vakıf, her tür bürokrasideki) atamalarda tek gözetilen öğe “liyakat”tir. Hangi liyakat denilirse tanım basittir: “Benim -yani atama otoritesi- düşünce ve eylemlerimi sorgulamaksızın, ne pahasına olursa olsun yerine getiren” (çünkü bulunduğu yere en layık olan benim).
Kastedilen liyakat o liyakat değil mi?
“Tanımlanmış bir işin gereklerine en çok uyduğu tahmin edilen” denilmek isteniliyorsa orada biraz durulması gerekir. Bu efradını câmî ağyârını mânî tanımın gerçekleştirilebilmesinin ön koşulları olup olmadığına bakılmalıdır. Akla gelebilecek birkaçı şunlar olabilir:
(1) Tanımlar ve o tanımlar çerçevesinde verilecek direktif ve emirler kavramlardan oluştuğuna; kritik önemdeki kavramların çoğu da tanımsız olduğuna göre[1], bir işin yapımında yer alacaklar arasında bir saklı dilsizlik[2] olgusu ortaya çıkacaktır.
(2) Dildeki virüsler: Çoğunluk tarafından sık tekrarlandıkça dile yerleşmiş ve mantık sistemini geçersiz kılan sözcüklerdir. Bu tür sözcükler özellikle de sıkı bir retorik ve inkarı mümkün olmayan doğruların arasına sıkıştırıldığı için fark edilmesi güçtür.
Emniyet şeridine girip herkesi avanak yerine koyan çakarlı saygısız kendini “evet emniyet şeridi kullanılmamalı, ama yaptırım uygulayıp kullananlar engellense ben de kullanmam” şeklinde savunurken; gözetimsiz sınav[3] yapmayan öğretmen de benzer şekilde “tüm öğretmenler yapsa ben de uygularım” şeklinde bir virüsten yararlanıyor[4].
(3) Kavram dağarcığı ne denli zengin, tanımlar da o denli iyi yapılmış olsunlar, yine de bunların aralarında çimento göreviyle eksikleri tamamlayan, tamam olanları ise birbirlerine bağlayan bir öğe daha vardır: Ahlaki ilkeler.
Özellikle yüksek düzeyli siyasal içerikli görevler açısından tanımlar ikinci dereceye düşerken, birinci (hatta sıfırıncı) sıraya ahlaki ilkeler yükselecektir.
Gerek seküler gerek dindar aydın kesimlerimizi oluşturan bireylerin tek tek ahlaki ilkeleri kuşkusuz vardır. Ama aynı kesinlikte belli olan bir diğer gerçek ise ne kesimlerin için de ne de arasında bir ortak ahlaki ilkeler belirlenmemiştir. Örneğin, her şey bir kenara bırakılsa dahi, çiğnenmesi hiç tolere edilmeyecek olan -ve tüm kesimlerin uzlaşı halinde olduğu- ortak ve de uygulamada da çiğnenmeyen, çiğnendiğinde tüm toplumun kurumlarıyla birlikte ayağa kalktığı bir ilke yoktur[5].
(4) Halkın denetimi: Bütün bu sıralananlardan oluşan bütünün kilit taşı ise yaygın denetim sistemi olup, demokrasi denilen halk yönetiminin vazgeçilmez ilkesidir. Halkımızın önemli bir bölümü ise bu işlevi iki nedenle yerine getiremiyor: (1) Bu işlevin kendine ait olduğunun farkında değil, kendini tebaanın kullarından birisi sayıyor, (2) Başına dert alacağından -haklı olarak- korkuyor; çünkü kavram dağarcığı içinde korkmama özgürlüğü[6] kavramı yok. Buna sahip olan aydın kesim ise bunu tohumlama yoluyla[7] gerçekleştirmek için birilerinin kendi adına bunu yapmasını bekliyor.
Şimdi dönüp liyakate göre atama vaatlerine tekrar bir bakalım!
Söz konusu vaatlere konu olan modüllerden sadece dört tanesi bile şunları gösteriyor:
– Bu modüllerde açıklananlar yerine getirilmeden ya da sivil toplumca o yolda yol gösterici, kuvvetli talep içeren adımlar atılmadan mevcut liyakat sistemi(!) yürürlükte kalacaktır.
– Bu modüllerin her biri sadece liyakat için değil, onlarca toplum sorununun yapı taşlarıdır. Örneğin ahlaki ilkeler modülünün işe karışmadığı bir süreç var mıdır?
– Aydın kesim -büyük bölümü- bir tatmin aracı haline getirdiği “salt yakınma” alışkanlığından sıyrılmadıkça, sürekli olarak “sorunların çözülmesi gerektiği” ve/ya “Japonya’da öyle burada böyle” yaklaşımlarıyla hem kendi hem başkalarının vakitlerini harcıyorlar. Halbuki yukardaki modüllerin her birinde her bir dakikada yapılabilecekler var.
Kalabalığın bilgeliği
Sosyal inovasyon kavramı epeydir biliniyor. Buna göre bizi bu uyku modundan uyandırabilecek bir sosyal inovasyona ihtiyaç var. Bunun için bu konulara duyarlı kişilerin somut, kendini çoğaltabilir (doğurgan), ön koşulları az (ya da hiç koşulsuz) fikirlerine ihtiyaç var. Yakınmasız, suçlamasız, -meli/-malı’sız ve yaratıcı.
Lütfen http://bit.ly/2kqZaNB adresine tıklayıp yazar mısınız? (Bu da bir katılım yöntemi olabilir)
25 Mayıs 2018
[1] Bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram
[2] Saklı dilsizlik ile kast edilen, bir dili konuşabilen, fakat o dilin yüksek seviyeli soyut kavramlarını ancak yüzeysel anlamlarıyla anlamlandırabilen kişiler arasındaki iletişimdir. Örneğin, cumhuriyet, demokrasi, birey, özgürlük, laiklik vb. soyut kavramların tanımları üzerinde bir anlam birliği oluşturamamış kişilerin bu konular çevresinde tartışmaları, mücadele etmeleri, kamplaşmaları mümkündür, ama sadece ortak anlayış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu duruma saklı dilsizlik denilebilir. Bu konudaki kısa birkaç açıklama için bkz. http://bit.ly/2rNQ16P, Sah.2-III ve Sah.4-XV.
[3] Onur Sistemine göre sınav için bkz. http://wp.me/p2t6mi-WO
[4] Dilimizdeki virüsler için bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Wz
[5] Bkz. “Üç parçalı toplum, sürdürülebilirlik (beka) ve bir model önerisi”, http://wp.me/p2t6mi-1Y2
[6] Bkz. “Korkmama Özgürlüğü ve hukuk”, http://wp.me/p2t6mi-Tj
[7] Bkz. “Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw
-
Şub 24 2018 Din ve Bilim
İnsanlık tarihinin en başında, bugünkü anlamda ne dinler ne de bilim olduğuna ilişkin bir kanıt var. Var olduğu tahmin edilebilecek tek şey korkular ve belki bazı sezgisel sorulara yine sezgisel cevapsılar olabilir.
Zaman içinde, toplu yaşam formları oluştukça, topluluklar içindeki kişilerin zekâ dağılımlarına göre çeşitli açıklamalar ortaya çıktığı ve giderek daha tatminkar cevap verebilenlerin belirginleştiği tahmin edilebilir.
Bu açıklamaların sahipleri o günlerin büyücüleriydi. Bunlar sadece cevap üretmiyor, bazı çözümler de -kurban veya meyve ikramı gibi- uyguluyor olabilirler.
Zaman ilerledikçe, topluluklar içinde büyücü pozisyonları için rekabet başlamış olmalı. Mevcut büyücüyü gözden düşürmek için çeşitli yöntemler bulunduğu düşünülebilir. Bu yöntemler bir süre -mesela birkaç bin yıl- vaziyeti idare ettiyse de giderek uzmanlaşan büyücüler büyük ölçüde sezgi, biraz -o zamanki- istatistik, biraz da risk alarak daha tutarlı tahmin ve çözümler üretmeye başlamış olmalılar. Bunlara i̇lk bilimciler denilebilir.
Sürecin buralarda çatallaştığını, bazı büyücüleri bu tahmin işinde -mutasyon olgusunun da yardımıyla- yanlışlama’nın i̇lk öncülleri yoluyla diğer büyücüleri saf dışı etmeyi keşfettiklerini; diğerlerinin ise alıştıkları sezgisel yollarla rakip büyücüleri alt etmeye çalıştıklarını tahmin edebiliriz. Bu noktada akıl kullanımı sınırlı da olsa devreye girerek bilimin evrimsel gelişimine bir avantaj sağlıyor.
Her iki kesimin başlıca tahmin aracı sezgi olsa da, giderek belirginleşen -i̇ki renk ipliğin birbirine dolanıp tek iplik oluşturması gibi- sezgi ve akıl’ın “bir” olmadığı, ama varlıklarını sürdürerek bir “bütün” oluşturduğu düşünülebilir. Bunlar sezgi (çok ağırlıklı) ve akıl (az ağırlıklı) tahmin süreçleridir.
Bu süreç boyunca kuvvetli bir olasılık, i̇ki süreç arasındaki -rekabet nedeniyle- güçlü bir etkileşimin varlığıdır. Nitekim binlerce yıl sonra bugün de bu olgu akıl-sezgi etkileşimi olarak devam ediyor ve koparılmadığı takdirde insanoğluna bilim ve teknolojideki gelişmeleri sunuyor (http://wp.me/p2t6mi-Zu). Bu bütünlüğü koparanlar ise birbirlerinin gözlerini oyarak egolarını daha da şişirmeye, haklılıklarını ispat etmeye ya da çıkarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İşte bilim ve din arasındaki temelden bağlantı buradan, yani her iki sürecin de amacının “sorulara cevap ve o cevaplara dayalı çözüm üretmek oluşundan” gelse gerekir.
Yine kısa ve sağlam bir adım olarak, bu etkileşimli akıl-sezgi sürecine paralel olarak ikinci bir patika oluştuğu, özellikle sezgi’nin kanıt gösterme zorunluğunun olmayışının yarattığı avantajı kullanan ve bundan ticari, siyasi hatta akademik çıkar üretenlerin -ki bugün de bol miktarda var-, bol miktarda sahte sezgilere dayalı sahte dinler ve sahte bilimler ürettiği söylenebilir.
Fakat şu dikkatten uzak tutulmamalı: Her iki süreç boyunca, ana amaç sorulara cevap aramak olsa da, bu süreç sorumlularının sahip oldukları ayrıcalıklardan yararlanmak isteyen (gibi bilim insanları – pseudo scientists) ve (gibi din insanları – pseudo clergy) ortaya çıkacak, hatta Machiavelli’nin nasihatı doğrultusunda gerçeklerini de aşacaklardır.
Sahte din ve bilimlerin son derece somut çıkar sağlama vaatlerinin yanısıra, evren ile ilgili sorulara cevap arayan sezgi ve de akıl yandaşlarının oluşturdukları din ve bilim topluluklarının hiç de özenilecek bir şey vaat etmedikleri, vaat bir yana, “seküler veya dini iyi ahlak” ilkeleri nedeniyle yaşamı güçleştirdikleri de bir gerçektir.
Buraya kadarki akıl yürütmede büyük boşluk yoksa ve de sahte bilim ve sahte din mensupları tartışma dışı bırakılırsa (ve bu bağlamda ne yapılması gerektiği ayrıca ele alınmak suretiyle), bilim ve dinin çıkış noktasının aynı olduğu ve gelişim süreçleri boyunca daima sorulara cevaplar aradıkları; bir yandan da süreçlerin ayrı ayrı örgütlendiği, bu örgütlerin sahtelerinin de gerçekleri ile çatışma halinde olduğu, kimi toplumlarda ve kimi zamanlar sahtelerinin daha baskın roller oynadığı söylenebilir.
Sahte din ve bilimin kendilerini “tek amacı sorulara yanıt aramak” olanlardan ayırt edilmemesi için gereken her türlü sahtekarlığa -pek başarılı biçimde- başvurduklarını tahmin etmek güç değildir. Böylece geniş halk kitleleri nezdinde iki ayrı din ya da iki ayrı bilim değil, sadece din ve bilim gibi, içlerinde tutarsızlıklar içeren algılar ve de kurumlar ortaya çıkmış görünüyor. Din kurumunun, ayrı bir bilim kurumuna ihtiyaç olmadığını göstermek istercesine “ilim” adında bir disiplini de icat etiğine işaret edilmelidir.
Bu kargaşadan çıkarılabilecek bir diğer sonuç da, sorulara cevap arayan bilimin aracı akıl ile benzer amaca sahip din’in aracı sezgi’nin başlangıçtan beri sürdürdüğü etkileşimin hala -ve daha da kuvvetle- var olduğudur. Gerek bilim gerekse dinin çağlar boyunca zaman zaman ve yer yer sahte, kötü niyetli uygulamalarına bakarak, akıl ve sezgi iplikçiklerinin bütünlüğünü koparmaya yönelik tek yanlı bakışların, özümüzü oluşturan bilinmeyen karşısındaki korku – soru – merak – kuşku – inanç döngüsünü görmezden gelmeye neden olmamalı.
Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?
Aradan geçen -şimdilik- 12,000 yıl sonunda insan toplulukları bilim ve din açısından büyük ölçüde kamplaşmış durumdalar. Kimi toplumlar -bizim gibi- bu konuda daha becerikli(!). A.B.D.’nin en yüksek nişanı olarak bilinen başkanlık Özgürlük Madalyası sahibi yazar Eric Hoffer “Kesin İnançlılar” kitabını muhtemelen Türkiye seyahatinden sonra kaleme almıştır.
Toplumumuz hem din hem bilim yandaşlarının bir bölümlerince, “İslam dininin, ayrı bir bilime gerek bırakmayacak kadar mufassal olduğu” ve “Din’in gereksiz bir kurum olduğu, ama yine de ilgi duyanlara tahammül edilmesinin demokrasinin bir gereği olduğu” konusunda en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin inançlıdır.
Korku – soru – merak – kuşku dörtlüsü aralarındaki ilişki gerek ilk insan gerekse günümüz insanı açısından oldukça belirlidir; çeşitli durumlar karşısındaki duygularımızın bu sıralamaya uydukları test edilebilir. Şablon bu olsa da dörtlünün her öğesinin herkeste aynı düzeyde olmayacağı, kalıtsal ve kültürel farklar nedeniyle bunların değişik düzeylerde olabileceği; bunun da farklı kişilikler oluşturacağı tahmin edilebilir.
Kabullenilmesi o kadar kolay olmayan ise bu dörtlüye eklenecek beşinci öğe, “inanç” açısından olup özellikle de kuşku ile inancın asla bir araya gelemeyeceği düşünülebilir.
İslam’ın “tahkiki iman[1]” ilkesi, iman’ın (inancın en üst derecesi) şüphe ve itirazlara karşı korunabilmesi için tahkik (=sorgulama yoluyla doğrulama) gerektiğini ileri sürüyor.
Tam bu noktada kritik bir soru şu olabilir: Şüphe’nin (kuşku) ortadan kalkacağı bir nokta var mıdır yoksa bu döngüsel bir süreç midir? Yani, doğru olduğundan hiç kuşku duyulmayıp “iman” edilen bir denge durumunda, ister bir başkası aracılığıyla ister kişinin kendince, durup dururken ya da yeni edindiği bir bilgi nedeniyle yeniden kuşku doğması kaçınılmaz olduğuna göre mevcut “iman dengesi” sakatlanmış olur ve bu kuşkunun ortadan kaldırılması Müslüman’a görev olarak verildiğine göre, bu süreç döngüsel olmak zorundadır; yani, imanın sağlam tutulması için, bilgi çerçevesinin genişlemesinden sakınarak (cehalete sığınarak) imanı korumak değil, bilgi’nin yani kuşku uyarıcısının peşinde koşup, sürekli olarak kuşkuyu (ve böylece imanı) sağlam tutmak gerekecektir.
Bu nereye kadar gider?
Bu döngü spiral biçimde işleyeceğine göre;
-> Bir nedenle doğabilecek kuşku > imanın zedelenmesinden duyulan korku > soru > merak > bilgi> iman’ın yeni dengesi > başa dön ->
döngüsünün sonsuzda sonlanacağı nokta, giderek bu altı öğenin üst üste geldiği, her bildiğinin son nokta (tek doğru) olmadığı, yeni bir bilginin mutlaka var olacağı, bunun yarattığı büyük merak ve bu döngünün kopmasından duyulan korkunun birleşik olduğu bir nokta olabilir.
Peki tutarsızlıklar ne olacak?
Tüm din kitapları içinde çevirilerin, kültürel uyumlandırma (içtihat) eksiklerinin bozucu etkileri kuşkusuz olmuştur. Bunlar örnek gösterilerek akıl-sezgi bütünlüğünün anlamsızlığı ileri sürülebilir. Ama şu anahtar soru sorulabildiğinde, başka bir resim ortaya çıkar: Sahte sezgi ve sahte akıl tarafından kirletilmemiş ve insanlığın (ve tüm varlıkların) mutluluğuna yarayabilecek kimi ortak kurucu ilkeler var ise, bunları bırakıp ayrıntılarda taraf olmak, o sahte kesimlere hizmetten başka bir işe yarar mı?
Toplumumuz, bu hastalığı derinden yaşıyor. Seküler kesim de dindarlar da “ortak iyi”lerini belirlemeye ihtiyaç duymadıkları gibi, her iki kesimin de “ortak iyi”lerinin bir “ortak ortak iyi” oluşturduğunu ya fark etmiyor ya da fark ediyor ama sürüklenmekten de kendilerini kurtaramıyorlar.
İyi de bilim bu kadar ilerledi, hala niçin dine gerek var ya da var mı?
Bu konuda öncelikli soru din’e gerek olup olmadığı değil, “gerek vardır ya da yoktur” gibi bir yanıtın bir işe yarayıp yaramayacağıdır. Din’in sosyolojik bir gerçeklik olduğu konusunda tartışma olmadığına göre, olsa olsa “bilim’in hızlı gelişmeleri karşısında din hala niçin var?” şeklinde bir soru olabilir ve bu soru hala çok sayıda kişi tarafından da sorulmaktadır.
Muhtemelen şöylesi yanıtları olabilir:
- Bilimin bir konuda açıklama getirmesi öncesinde din tarafından o konuda yapılan açıklamanın, bilim açıklama getirdikten sonra da alışkanlık nedeniyle terkedil(e)meyişi,
- Din’in bir konudaki açıklamasının, derhal başka alanlardaki soruların cevaplanmasına da yol göstermesi ve böylece tek konudaki alışkanlık yerine birçok alanda alışkanlıkların oluşması; bunun ise henüz cevabı bilinmeyen sorulara da cevapların yine -alışık olunan- alan içinde aranması; bunun giderek bir kimlik oluşturması ve kimliğin korunması gibi giderek kendini güçlendiren bir duyguyu beraberinde getirmesi,
- “Yaratıcı” kavramının eksiksiz / kesintisiz açıklamalar yapmaya yeterli güçte bir mantık operatörü olması; bilimin ise bilinmezlerin ancak bir bölümünü açıklayabilmesi,
- Bilimin, bazı konulardaki açıklamalarının yol açtığı itiraz noktalarının varlığı (irreducible complexity[2] gibi),
- Bilimsel yaklaşımın temelini oluşturan “yanlışlanabilirlik[3]” ilkesini tam kavramamış kişilerin, “bilimin her şeyi açıklayabildiği” şeklindeki iddialarının bilimi gözden düşürücülüğü,
- Bilim alanına girmeyen öte Dünya gibi kavramlara dinin açıklamalarının oluşu ve bunların çekiciliği,
- Herkesin bir ölçüde deneyimleyebildiği “sezgi”nin din lehine yarattığı, ama gerçekte yersiz olan genelleme,
- Dinin açıklamalarının herkesçe tekrarlanabilirken, bilimin çekiciliğinin herkesçe kolayca deneyimlenemeyişi,
- Dinin kimi ilkelerinin bilimle örtüşmesi[4] ve nihayet
- Din kurumu adına ileri sürülebilecek her iddianın tahkiki iman ilkesi uyarınca doğrulanamayışı halinde imanın ancak “taklit” olacağının yaygınlıkla bilinmeyişi nedeniyle her konuda doğrulanmamış çok sayıda uydurma bilginin “Allah emri” şeklinde lanse edilerek, böylece üretilen sahte dinlerin yaygınlaştırılması; bunların çoğunun ticari, siyasi vd. amaçlarla gerçek dindarları baskılaması.
Bu durumdan koruyabilecek kalkan tahkiki iman ilkesi iken, ilgili resmi kurumun (D.İ.B.) web sitelerinde dahi bu ilkenin zaman zaman yerinin değiştirilmesinin uyandırdığı “kurum da bilinmesinden yana değil; gerçek imana değil taklit imana dayalı olsa da dindar görünümlü olmak önemli” anlayışı.
Ne yapalım?
Gerek bozulma gerek düzelme süreçleri, birer çığ etkisi[5] oluşturmak eğiliminde. Şimdi mesele doğrularımızı bir süreliğine de olsa askıya alıp, buradan çıkışın yollarında yardımlaşmak.
Din ve bilimin, yukarda ancak bir kısmına değinilen etkiler altında yaşamımızda olması gereken yerlerin dışına sürüklendiğini söyleyebiliriz. Bu sorun din ya da bilimi kutsamak ya da nefret etmekle çözülemeyeceğine göre, her iki alandan da gelebilecek iddialara “her türlü inancımızın sorgulanıp doğrulanmaya çalışılması” yani tahkiki iman ve yanlışlanabilirlik operatörlerine başvurulması ile cevap vermek iyi bir çözüm olabilir. (Bu arada bu iki operatörün de ne işe yaradığına daha dikkatle eğilinmesi önerilir).
Böylece, gerek din adına gerek bilim adına ileri sürülecek (….dir) ifadelerine meşrebimize göre kredi vermeyip, akıl ve sezginin bütünlüğünden yararlanmaya bakalım. Çünkü biz burada dövüşürken, atlılar Üsküdar’ı geçmekteler.
24 Şubat 2018
[1] “Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklidî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklidî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkiki iman denir. Aslolan her Müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır”, http://bit.ly/2fq8PSmSah. 71-72
[2] Bkz. http://bit.ly/2GIHYw5
[3] Bkz. http://bit.ly/2HHTt8k
[4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Y2
[5] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Ok
-
Şub 10 2018 “Zilsiz Okul”
Zilsiz Okul, derslerin başlayıp bittiğini ilan etmek amacıyla zil, kampana, müzik, sesli anons ve benzeri bir yolla (dikkat! Kritik kavram) “herkese” duyuran bir yöntemin kullanılmadığı (ama bu videodaki kadar da herkesin kafasına göre takılmadığı) bir okuldur.
Bağımsız düşünüp hareket edebilen (kısaca“kendi ayakları üzerinde durabilen”) kişiler yetiştirmek bir okulun misyonu (varlık nedeni) olduğuna göre “zil”, bütün masum görünüşüne karşın, bağımsız birey yerine “sürüye ait kişi” koşullandırmasına neden olabilir; belki tek başına değil ama benzer uygulamalarla beraber. Baz hallerde amaç bu olmasa da sonuç ister istemez budur.
Bunun yerine -hangi yaşta olursa olsun- öğretmen ve öğrencilerin (ya da öğrenci gruplarının) kendi aralarında farklı saatlerde randevulaşıp sınıf ya da bir başka ders yapılacak yerde buluşmaları esas olmalıdır. Böylece bir yandan bağımsız birey yetiştirme desteklenirken, bir yandan zamana sadakat, bir yandan da başkalarının meşgul olduğu saatlerde onları rahatsız etmemek gibi bir alışkanlık kazanılmasına yol açılmış olur.
Bu öneri Beyaz Nokta® (www.beyaznokta.org.tr) tarafından gündeme getirildiğinde, M.E.B. okullarının bir bölümünde zil kalktı, onun yerine müzik geldi; hele daha havalı kolejlerde klasik müzik çalınmaya başlandı. Herhalde zilsiz okul önerisinde esas amacın “zil” olduğu sanıldı.
Zil veya benzeri bir araçla, dersliklerde süregiden çalışmaların neresinde olunduğuna bakılmaksızın sabit saatlerde dersin otomatik olarak kesilmesi yerine, öğretmen ve öğrenciler arasında yapılabilecek kısa bir görüşme yoluyla:
(a) Öğrenciye, fikri değerli olan bir birey olduğu
(b) Bireyin tercih yapabilme özgürlüğü demek olduğu,
(c) Demokrasinin, tercihlerini dile getirebilme, bu konuda tartışabilme hakkı olduğu,
(d) Her tartışmada karşılıklı görüşlere başvurulması gerektiği
(e) Tartıştığı kişiler kadar -hatta daha da çok- onların fikirlerinin değerli olduğu
“saklı içerik” (http://wp.me/p2t6mi-ZA) yoluyla hatırlatılmış olur.
Bu yararların yanısıra, teneffüs sırasında halen dersi kesmemiş olanları rahatsız etmemenin gerekliliği ve yolları da öğrenilmiş olur.
Bu öneri -aynen gözetimsiz sınav (http://wp.me/p2t6mi-WO) gibi- tek başına “en kötü eğitim sistemine sahip olma” unvanımızı değiştiremez. Ama, uygulayabilmek için anayasa değişikliği, KHK, geniş mutabakat , maaş artırma vb bir şey de gerektirmez. Bir (sadece 1) öğretmenin uygulamaya başlaması ve büyük olasılıkla bunun niçin olamayacağını iddia edecek diğer öğretmen ve idarecileri ikna etmeye çalışmasını gerektirir.
Peki yapıl(a)mayışının nedenleri nelerdir?
O da bellidir: Emperyalizm ve gelişmemizi istemeyen dış güçler mani olmaktadır.
Bu “zilsiz okul” ve “gözetimsiz sınav” tohumları , sivil toplum açısından toplumumuzdaki potansiyelin kanalize edilmesi açısından da işe yarar. Bu önerilerin ikisi de “tek” kişilerce peşine düşülebilecek hedeflerdir.
İlgilenenlere duyurulur.
10 Şubat 2018
-
Ara 19 2017 “Yargıların askıya alınması” ve “düşünme” üzerine
Düşünme yerli ve yabancı birkaç kaynakta şöyle tanımlanıyor:
- “Bir şey hakkında muhakeme yürütme süreci”
- “Bir yargıya varmak ereğiyle bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki bağlantılardan yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak”
- “Aklından geçirmek, göz önüne getirmek”
Bu tanımlarda -ve buraya alınmayan birçoğunda- ortak nokta, beynin akıl adı verilen “nöronlar arasında bağlantı arama ve/ya kurma” yetisinin özgürce hayal kurmak ve/ya bir amaca yönelik olarak kullanımıdır.
Diğer ortak nokta, bu sürecin mutlaka birbirine ve / veya / ise / değil / dir / eğer gibi mantık operatörleri ile ya da birbirinin neden veya sonucu olacak şekilde bağlı olma zorunluğu olmasıdır.
Damdaki kemancı’nın “eğer zengin olsa idim” düşüncesi böylesine özgür bir düşünce iken, “eğer çevre şartları normal ise su yüz derecede kaynar” cümlesini oluşturan ve her biri tanımı belirli öğeler ise, birbirine mantık operatörleriyle bağlı başka bir düşüncedir.
Buna göre “hâkim bey düşünsenize bu durumda rüşvet vermeyip de ne yapacaktım?” cümlesindeki düşünme’nin yanlış olduğunu değil, ancak yasalara göre suç olduğu söylenebilir. Bu nedenle düşünme sürecinin başına, onun niteliğini belirten bir sıfat eklenmesi adet olmuştur. Yaratıcı düşünme, rasyonel veya irrasyonel düşünme, ahlak normlarına uygun düşünme, şeytani düşünme, abuk-subuk düşünme vd. daha belirli tanımlar sayılabilir.
İşaret edilebilecek ikinci nokta, her “düşünme” eyleminin, şu altı öğe ile sınırlı bir alan içinde gerçekleştiğidir:
(1) Kavram dağarcığı,
(2) Belleğindeki ve erişimindeki bilgiler,
(3) Başkaları ile etkileşimler[1],
(4) Ön yargıları,
(5) Çevre koşullarının empoze ettikleri[2] ve
(6) Bu beş öğeyi işleyebilme konusundaki yetisi[3].
Yukarıda sayılan çeşitli düşünme türlerinin her birisindeki düşünme verili olarak kutsanması gereken bir eylem değildir. Değerli olan düşünme, kişinin düşünebildiği çerçeveyi genişleterek, daha önceden sahip olmadığı bir “buluş” ile sonlanan düşünme olup, buradaki buluş, kişinin mevcut bilgileri ile bağ kurabilme -ki buna akletme[4] deniliyor- sonucudur.
Düşünme sürecini denetleyen bu öğeleri askıya almaksızın bir buluş üretilemeyeceği net olarak görülüyor. Toplumumuzun, buluşçuluk konusundaki geleneksel zafiyetine[5], akıl kullanma ya da düşünme konusundaki zafiyeti; ona da askıya alma konusundaki çekingenliği açısından bakmak gerekir.
Bu tür düşünme süreçleri en sonunda kişinin evren tasavvuru denilebilecek bir noktada durmak zorundadır. Bu nokta bir süre, yeni bir düşünme yoluyla değişebilmeye açık bir inanç olarak kalabilir. Örneğin düşen bir cismin, yerçekimi adı verilen bir nedenle düştüğüne “inanılır”; eğer bu inanç değiştirilmeye kapanmaz ise bir süre sonra daha akla yakın başka bir bilgiyle değiştirilip, yeniden değişene kadar yeni inanç olarak benimsenir.
Düşünme süreci bedendeki enerji bilançosu açısından en önde gelen süreç olup, toplam enerjinin %20 kadarlık bir bölümünü kullanmaktadır[6]. Gerek bu nedenle gerek düşünce çerçevesinin sınırlarını genişletme çabası yeni belirsizlikler getireceği ve onların aşılması için de yukarda sayılan altı öğede değişiklik yapma ihtiyacı nedeniyle ve nihayet doğan belirsizliklerin yaratacağı korkular nedeniyle düşünceler değişime kapatılabilir ve giderek değişime dirençli inançlar oluşabilir.
Bu süreç dini bağlamdaki inançlar için de geçerli olup, inancın nihai derecesi denilebilecek olan “iman” için dahi İslami öğretideki “tahkîkî iman” (doğrulamaya dayanan iman) kavramı geçerlidir[7].
Kimi yorumcular “iman”ın, sürekli gelişen bir süreç olmayıp, doğrulamalar sonunda birden sıçranan bir bilinç durumu olduğunu ileri sürseler de, şu cümle iman’ın gelişime açık karakterini göstermeye yeterlidir: “Aslolan her Müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır[8]”.
İman’ın bireysel karakteri, bunun “bir başkasının imanını tahkik etme” anlamı taşımayacağı, ancak ve yalnız kişinin kendi imanını sorgulama yoluyla doğrulaması ve giderek onu zayıflatmış olabilecek öğelerden arındırma çabası olması gerektiğini gösteriyor.
Bu yazının konusunu oluşturan “askıya alabilme” becerisi düşünme çerçevesinin genişletilmesi için en önemli araçtır denilebilir. Düşüncelerinin -ki nihai durumda inançlarının- doğruluğundan emin bir kişi için bilim de din de donmuş birer kalıptan başka bir şey değildir.
Bunun sürekli bir arayış içinde olmak anlamına geldiği açıktır. Fakat bu durumda, düşünme sürecinin altı öğesinin her biri içindeki çok sayıdaki element de kesinlikten uzak olacağına göre kaotik bir durum doğmaz mı? Eğer her şey değişebilirse neye dayanarak yeni düşünceler üretilebilecektir?
İşte bu nedenle, altı düşünme öğesinin her biri için “daha az değişeceğine inanılan” birer omurga oluşturulmalı, diğerleri o omurgalar içine yerleştirilmelidir. Kuşkusuz omurgalar da değişime açık olmalıdır; ama her an için yine de elde “sabit duran bir omurgalar sistemi” mevcut olacaktır. Bu omurgalara “temel ilkeler”, “kurucu ilkeler” ya da “maksimler” denilebilir. Çeşitli alanlardaki maksimler için yapılan bir araştırmaya verilen cevaplar http://bit.ly/2BlLpGa adresinde -hiç dokunulmadan- verilmiştir.
Sonuç: Bir toplumun sorun çözme kabiliyeti, beka (varlığını sürdürebilme) kabiliyeti ile neredeyse eş anlamlı sayılacağına; bu ise doğrudan doğruya o toplumu oluşturan bireylerin düşünsel kapasitelerine bağlı olduğuna göre, başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlar için önemli bir yol göstericinin “düşünme becerilerinin geliştirilmesi” olduğu görülüyor.
Bu yol göstericinin aksi de işe yararlıdır: Bir ülkeyi yok etmek için, onların düşünsel becerilerini azaltacak önlemler (ezber, sorgulamama, değişmez öğretilerle beyinleri doldurma vb) uygulamak, o ülkeyi işgal etmekten daha düşük maliyetlidir.
Gerektiğinde askıya alınamayan ya da istemli unutulamayan[9] bilgi yararsız bir yüktür; yaratıcılığın, yeni öğrenmelerin ve en önemlisi muhakemenin önündeki aşılmaz engeldir. Bilgiçlik, bağnazlık ve köktenciliğin başlıca yapı taşı bu tür bilgidir.
19 Aralık 2017
[1] Kişinin başkalarıyla etkileşimi yoluyla elde ettikleri, “erişimindeki bilgiler” başta olmak üzere diğer öğeleri de etkilemektedir.
[2] Örneğin, bir işte çalışan ve yaşamı için gereken ücreti kazandığı iş koşullarının dikte ettiği kimi zorunluklar, kişinin düşünce sınırlarını ister istemez etkilemektedir.
[3] Bu yetiye zeka (intelligence) adı verilmekte olup ½’sinin genetik, ½’sinin çevrel faktörler olduğu biliniyor. Bkz. https://ghr.nlm.nih.gov/primer/traits/intelligence
[4] Düşünme sürecini mümkün kılan yetiye akıl veya zihin (mind) adı verilmektedir. Zeka ve akıl arasında ortak yetiler olsa da akıl daha üstün yetiler (muhakeme, problem çözme vb) için kullanılıyor. https://en.wikipedia.org/wiki/Reason
[5] Bkz. https://tinaztitiz.com/3634/biz-nicin-icat-yapamiyoruz/, https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/total_history-1.pdf
[6] Bkz. https://popsci.com.tr/cok-dusunmek-insani-yorar-mi/
[7] Bkz. Tahkiki iman, https://goo.gl/wyu1Yq
[8] a.g.e. (6)
[9] Unlearning, geçerliği kalmamış bir bilginin istemli olarak unutulması
-
Kas 10 2017 Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir
Bu ara bir kitap okuyorum: “İcadedilmiş Dillerin Topraklarında”[1]. Her an –belki birçok kişinin- kendi yüklediği ve gerek anlamı gerekse yerindeliği hakkında bir kuşkusu olmadan rastgele kullandığı sözcüklerin döne dolaşa ne anlamlar kazanıp nelere yol açtığını konu eden bir kitap.
Yazar, sözcüklerin ve kullanımlarının rastgeleleğinin farkında olan mucit ruhlu kimi insanların tarih boyunca ne akıl almaz çalışmalar yaptığını ele almış. Bu kişiler farklı yer ve zamanlarda yaşamış da olsalar, hemen hepsinin ortak hareket noktası “anlatılmak istenen anlama pek dolaylı ve de keyfi olarak işaret edebilen sözcüklere dayalı diller yerine, evrensel olarak herkesçe aynı anlamlara gelecek –matematik gibi- bir sistematik icat etmek” olmuş[2].
Bu alıntıları iletmemin nedeni, kitapta adı geçen mucitlerden birisine ait “Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir” ifadesinin, gözlemlediğim bir konuya nasıl yansıdığını paylaşmak.
“Allah’ın emirleri”
Dindarlık (sofu – Ateist) skalasının neresinde olunursa olunsun “Allah emri” ifadesi çok sık kullanılır. Özellikle dini tartışmalarda sıkça, “Allah filan ayette şöyle emrediyor” ifadesi bir kalıptır. Daha kızışmış tartışmalarda Allah neredeyse üçüncü bir şahıs olarak tartışmaya katılır ve çoğunlukla da o’nun adına “isteseydi öyle değil böyle emrederdi” biçiminde ahkam kesilir.
Burada mesele neyin doğru neyin yanlış olduğu değil, saklı içerik[3] yöntemiyle verilen “Allah, emirler veren; bunlara uyulmadığı zaman da cezalandıran çok çok yetkili birisidir” mesajıdır. Nitekim halk aklı bu tanıma uygun bir sıfat da bulmuş ve “Allah baba” deyimini dolaşıma sokmuştur. Halkın çoğunluğunun –özellikle de geçmiş çağlarda- en yakınındaki biraz da olsa benzer yetkilere sahip kişi olarak “baba”yı bilmesinin bu deyimde payı büyük olsa gerekir.
Ne zararı var?
Bu masum benzetmenin sonuçları tahmin edilebileceklerden daha ciddi olmuş olabilir. Birisi, duyularımızın boyutları ve onlardan gelen bilgileri işleyebilen zihinsel yetilerimizle sınırlı algılama kapasitelerimizi aşabilen boyutlara sahip Allah kavramının birkaç boyuta indirgenmesidir.
Böylece algı alanımız içine indirilen Allah, kızdırılmamaya çalışılan, ara sıra yapılacak yaramazlıkları bir baba sevecenliği ile görmezden gelen, kendisiyle kıyasıya pazarlık edilebilen, rüşvete (adak gibi) açık, çok tekrarlanan isteklerden (dua) sıkılıp istekleri yerine getiren ve daha kurnazların kötülükleri fatura edebildikleri, bulunduğu yeri (gökyüzü) bile belli hale gelmiş oluyor.
Neler istediği, nelere kızdığı, ne cezalar vereceği de listelenmiş ve insanlara gönderilmiştir. Böylece merakın önü kapanmış, neyin niçin olduğu yolundaki yaşam sevinci kaynağı, emirler listesinin ezberlenmesine indirgenmiştir.
Olası ciddi sonuçların bir diğeri, insanlar arasında yaratılan büyük uçurumdur. Bir bölüm insan, böyle bir benzetmenin saçma olduğunun farkında, algı sınırlarının farkında ve onu sürekli genişletme çabası içinde. Diğeri ise işine geldiği gibi pazarlıklar girişebildiği “birisini” bulmuş.
Varoluşunu düzenleyen, görünür hale gelmiş (giderek gelişen bilim) ve henüz görünmez durumdaki (giderek bilimin aydınlattığı dinin kurucu ilkelerinin) tanımladığı büyük sistemin, etrafa emirler yağdıran bir varlık olmadığını; o sistemin sadece, insanların tutum ve davranışlarına karşı, bir bölümünü keşfettiğimiz, bir bölümünü de keşfetme çabası içinde olduğumuz kurallara –ki bunların hepsinin algı kapasitemiz içinde olmaması da mümkündür- göre “sistem cevapları” olduğunun bilincinde olanlarla, sistemle pazarlık ilişkisi içinde olanların oluşturduğu iki kesim.
Keşke mesele burada bitse..
Tanımlanan bu iki kesimden ikincisi yalnız Allah ile değil, her şeyle pazarlık halinde ve her birisi tarafından orantısız biçimde cezalandırılmaktadır.
Sürekli atan sigortaya giderek daha kalın tel saran elektrikçi, demir tozunun bile patlayabileceğinin bilincinde olmayan işletme müdürü, ancak yüksek katma değer üreterek ayakta kalınabileceğini bilmeden ihracat hedefi koyan, bununla da övünen ihracatçı, T-shirt üretip cep telefonu tüketmek isteyen yurttaş ve daha binlercesi, çeşitli sistemlerle –sistem kurallarının dışına çıkma konusunda- sürekli tek yanlı bir pazarlık halindedir. Halbuki o sistemlerin hangi tutum ve davranışlara hangi “cevapları” üreteceği bellidir. Yani aslında kişiler kendi kendileriyle pazarlık etmekte ve her defasında kendilerini cezalandırmaktadırlar.
Allah adı verilen büyük sistemin hangi durum karşısında ne cevap üreteceği de milyarlarca yıldır bellidir. Allah cisimleştirilip emirler veren, bazı hallerde beklendik emirleri vermeyen, bunun da nedeninin önerilen rüşvetler olduğu gibi bir anlayışa, bu konularda kendi kendini görevlendirmiş kişilerce itilen milyonlarca insan, o büyük sistemin işleyişinin temel ilkelerini anlamaya değil, ayrıntının ayrıntısı konularda çekişmeye tutuşmuş durumdadırlar, hem de bu konularda okumuş yazmış insanların gözetiminde.
Anlamaya çalışmak en büyük ibadet olabilir..
Tanrı, Allah, büyük sistem her ne ad konulursa konulsun, –hangi tutum ve davranışlarımıza karşı ne cevaplar ürettiğini- anlamaya çalışmak, bilime de dine de en büyük saygı ve ibadettir denilebilir. Bir masum görünüşlü Tanrı “emirleri” sözcük yanlışının, toplumların ayrışmasına ve onların en değerli nitelikleri olan meraklarını öldürmek ve paralel olarak da Tanrı’nın “emirlerini yorumlamakla kendini görevlendirmiş” insanların türemelerine ve de istismarına destek olmak anlamına geldiğini artık idrak zamanı gelmedi mi?
10 Kasım 2017
[1] Arika Okrent, “In the Land of Invented Languages”, Spiegel&Grau, New York, 2009
[2] Bazı özel amaçla dillere örnekler: Emoji, Heterogram (linguistics), Icon (computing), Lexigram, List of symbols, List of writing systems, Logotype, Therblig, Traffic sign
[3]bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/SMUH_Profesyonel_Hizmetleri/Ortak_Kavram_Tabani.doc Sayfa 34
-
Ağu 27 2017 Din ve bilim kurumlarıyla ilgili sorun nedir?
Muhtemelen tüm varlıkların –bu arada insanın- doğuşundan itibaren en güçlü arzularından birisi, içine doğduğu –her türlü- ortamı, en genel deyimle “evreni” duyu organları ve aklı yardımıyla canlandırmak (tasavvur etmek), bunun için de sorular üretmek ve cevaplarını aramak olmuş görünüyor.
Kendisini böylece güvende hissedebiliyor. Buna göre dinin de, sonradan gelişen bilimin de amacı aranan bu cevapları vermeye çalışmak olmuştur denilebilir. Bunun için, toplum içinde çeşitli biçimlerde kurumlaşmışlar.
Normal olarak, her iki kurumlaşmanın da temel işlevi olarak kabul edip uyması beklenen amaç, kişilerin “evren tasavvurlarını özgürce oluşturmak” için uygun ortamlar yaratmak ise de pratikte durum böyle olamamıştır.
Dini kurumlar, kaynaktan (yaratan) aldıklarını iddia ettikleri “hesap vermezlik” zırhını kullanarak hem bilim alanına müdahale etmişler, hem de temel işlevlerini bir kenara bırakıp, çeşitli (siyasi, ticari, ideolojik vd) çıkarlar sağlamaya (istismar) girişmişler.
Bu yanlış konumlanmayı durdurabilecek tek imkan olan akıl (artikülasyon aracı da bilim kurumları) ise, din’in bir toplumsal gerçeklik olduğunu reddetmiş, hızlı gelişiminden de kazandığı kibir ile, kendini evren tasavvuruyla ilgili tüm soruları cevaplayabileceği (hatta cevapladığı) iddiasına konumlamış durumda. Halbuki soruların sadece “nasıl” tarafını (o da bir bölümünü) açıklayabilirken, “niçin” tarafına ait bir açıklaması da yok.
Bilim kurumları bu kibirli tutumları içinde, toplumun çok büyük bir bölümünün evren tasavvurlarını, değinilen yozlaşmışlıktaki din kurumlarının cevaplamasına terketmiş durumda. Aslında din kurumları da bilim kurumları da temel işlevlerinden uzakta sadece kendilerine hizmet eder durumdalar. Halk ise ikiye ayrılmış, ne din ne de bilimle ilgisi olan dini ve bilimsel hurafeler denizinde her iki kurumun temeldeki aynılığı yüzeydeki ayrılığı ile birbiriyle çatışıyor.
Din ve bilim kurumlarının kazandıkları mevzileri terketmesi eşyanın doğasına aykırı görünüyor. Her sistem (yanlış oluşmuşlar daha da güçlü olarak) her tür değişime karşı kendini koruyor, koruyacak.
Bu durumda, ilk aşamada yapılabilecek olan, din ve bilim kurumlarının bu ortak temel varlık nedeninin kabul edilmesi olabilir. İkincisi, her iki kurum yandaşlarının çok az şey bldiklerini kabul etmeleri ve bilgiçlikten vazgeçerek, binlerce yıllık geçmişlere ya da kulaktan dolma söylentilere dayanan ayrıntılar yoluyla keskin iddialar ileri sürmek yerine, şu temel ilkeyi kabul edip alçakgönüllü bir merak duygusuna teslim olmalarıdır: “İnsan cevap arar ve en kolay nerede bulursa onu benimser”.
Dinin ya da bilimin tüm cevapları herkesin algılayabileceği kadar yalın olamayabilir. O halde, tüm cevapları bildiği iddiasından vazgeçip, sadece temel ilkelerle (maxims) çevrili alanlardaki cevaplarla ilgili “kesin olmayan iddialara sahip olduğu” gerçeğini ilan etmeli ve böylece insanların “varlık nedenleri ile ilgili sorularının peşinde koşmaları için meraklarını (ki o yaşam sevincidir) diri tutmaları olabilir.
Kurumlaşmış istismar ancak bu yolla, o da ancak zaman içinde azalıp yok olabilir.
Alanya, 27 Ağustos 2017
-
Kas 06 2016 -
Kas 02 2016 Uzlaşma Çemberleri için İletişim Etiği Kuralları
V 0.0 – 02.11.2016
Birbirlerinden farklı kültür, ideoloji, inanç, paradigma vb’ne sahip kişilerin, aralarında ortak bir dil oluşturmak ve bu yolla hem kendilerini daha iyi anlatmak hem de diğerlerini daha iyi anlayabilmek amaçlarıyla uymayı taahhüt edebilecekleri kurallar şunlar olabilir (mi?)
- Her yargı’nın en az bir ön koşulu olduğunun farkında olarak,
- Hiç kimsenin, kendi doğru – iyi –güzel’leri yerine, bir başkasınınkileri benimsemek istemeyeceğinin bilincinde olarak,
- Ortak akılların bireysel akıllardan daha güçlü olduğunu bilerek,
- Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek,
- İnançların özlerinin nedensellik yoluyla tartışılamayacağını; özlerinin güçlenmesine yardımcı olabilecek şekilde daima sorgulanmasının (tahkik-i iman)[1] sağlam inançlara varmanın yolu olduğunu bilerek
her türlü düşünceyi tartışmayı ve bu yolla uzlaşılar oluşturmayı benimsiyorum.
2 Kasım 2016
[1]Bkz. https://goo.gl/61Rc93 Sah 71, 72
-
Eyl 13 2016 Anlar gibiyim!
http://goo.gl/t4SaLK adresinde bir video var; yüzlerce benzerinden rastgele birisi. Bunu izleyince uzun süredir anlamadığım bir konuyu anlar gibi oldum. Anlar gibi dememin nedeni, acele edip eksik bilgiyle kesin yargılara varmamak. Bu nedenle de çıkarımlarımın her birisinin birer soru olarak kabul edilmesi yerinde olur.
Doğrusu bu tür söylemleri duydukça, pek tereddüt etmeden bunların yozlaştırılmış dini içeriklerin istismar amacıyla kullanımı olduğunu düşünürdüm; şimdi ise meselenin pek böyle olmadığı kuşkusuna kapıldım.
Videoda görülen izleyici kümesinin profiline bakılarak şunlar söylenebilir:
- Birey[1] olmayan, tercihlerini (söylem, giyim, tavır vd.) toplu olarak yapabilen,
- Kümeyi oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu orta-alt ekonomik sınıftan,
- Konuşmacının olağanüstü düşük hitabet yeteneği ve söyleminin düşük kalitesine razı olduklarına, zaman zaman da coşkuyla karşılık verdiklerine göre, küme bireylerinin eğitim düzeylerinin de oldukça alt seviyede olduğu söylenebilir,
- Konuşma ve tepkilerin meydan okuyucu, hınç ve nefret dolu, ötekileştirici tarzı, söylem ve tepkiler zaman zaman İslâm’a ait motifler içerse de, katılımcıların İslâm dahil herhangi bir dinin özüne saygı göstermedikleri; hiçbir dinin böylesi kişiliklere cevaz vermeyeceği gerçeğine dayanarak söylenebilir,
Bu tahminlere dayanarak şöyle bir profil çizilebilir:
- Yaşamlarını, ancak kendi aralarındaki dayanışma ile sürdürebilen; bu yüzden medeni hayatın bireyselliğe dayalı tüm yüzlerinden doğan korku. Toplu olma ve korku iki ana öğe.
- Değerli bir kimliğe sahip olamayacakları inancı ile değerli kimlik özelliklerine düşman.
Pekiyi, bu insanları bu denli irrasyonel bir tutku çevresinde toplayan nedir? Kanımca, gerek yaşam sürdürme gerekse ortak nefretlere sahip olma özelliklerini tatmin edebilecek çözüm aracı, “tehdit olarak gördükleri her şeyi alt edebilecek güçte bir koruyucuyu sık sık cismanileştirmeye[2] çalışarak, güçlü ve gurur verici bir kimlik edinmek, böylece de değerli sayılmak” olarak beliriyor.
Fakat bu hipotez yine de tek başına bu yıkıcı olguyu açıklamaya yetmiyor. Bir kuvvet’in ortaya çıkması için nasıl ki bir kütle gerekiyorsa, tanımlanan bu olgu da onun varlığını ortaya çıkarabilecek karşıt(lar)ı olmadan görünür olamazdı. Bu karşıtlar –hatibin tek tek saydığı tank, top, atom, fantom, Kemalizm, Siyonizm, kapitalizm, faşizm, komünizm vd.-, kısacası hemen her şeydir. Kuvvet – kütle analojisinden hareketle, söz konusu irrasyonel tutkunun büyüklüğü de:
- Onunla mücadele eden unsurların büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
- Bir bütün olarak ya da onu oluşturanların değersizliğini vurgulayan her eylem ve söylem, olguyu güçlendirmeye yaramaktadır.
Bu iki etki altında oluşan sarmal, topluluğun sorgulamaya kapalı insan malzemesi nedeniyle bir inanca dönüşmekte, inanç sorgulanamazlığı daha da artırmaktadır.
Bir soru: Bu inanç olgusu din ile ne kadar bağlantılıdır?
İnanç terimi genellikle din bağlamında kullanılsa da kaynağı herhangi bir şey olabilir. Bir fanatik taraftarın tuttuğu takımın galip geleceğine inancı, bir girişimcinin başarılı olacağına inancı, bir lidere ölesiye bağlı insanların liderin kararlarının doğru olduğuna inancı, hiç biri dini değildir.
Din ve inancın neredeyse özdeş sayılmasının nedeni, dini inanca kaynaklık eden öznenin “gücünün sınırsızlığı” tanımıdır ve bu da sadece dini alanda söz konusudur. Değersizlik duygusu, korku ve nefret ne denli büyükse, bunlara karşı yapılabilecek söylem ve eylemlere karşı koruyabilecek güç de o denli büyük olmalıdır. Bu üç duygunun en yüksek olduğu haldeki koruyucu gücün Allah olarak “atanması” –ve bundan dolayı da olgunun dini olarak anılması- rastlantı değildir.
Burada ikinci bir sarmal söz konusudur: Başlangıcı dini olmayan bu olgu, söylemlerine dışarıdan bakanlarca dini olarak tanımlanması nedeniyle, dini eğilimlere sahip kişileri çevresine çeken, -manyetik alan gibi- bir “alan” yaratmakta, topluluk içinde giderek dini söylemler birer örgüt söylemi şeklinde gelişmektedir. Yine de bu söylemlerin –İslam dahil- herhangi bir dinin öğretilerine saygılı olmadığı belirtilmelidir.
Bu tür “din görünümlü nefret toplulukları” ile mücadele..
Halen adı bilinen IŞİD, Nusra, Boko Haram gibi örgütler ve pek bilinmeyen onlarcası ile mücadele “nasıl yapılmalı?” sorusu yerine “nasıl yapılmamalı?” ile başlamalıdır.
Halen bolca kullanılan “İslam bu değildir”, “IŞİD yerine DAİŞ” diyelim vs. gibi yaklaşımlar tek kelimeyle akılsızcadır. İslam, insanların önüne 6236 ayeti koyup içinden istediklerini seçip bütüne teşmil edilebilecek bir din olarak algılandığı takdirde, pekala kendi aklınca müşrik (Allah’a ortak koşan) gördüğü kişileri tek tek temizleyen bir örgüt mensubu Tövbe Suresinin 5nci ayetini referans gösterebilir.
Eğer bu kişi, Kuran’ın en önemli ilkelerinden birisinin içtihat (hükümleri zamanın gereklerine göre yorumlama[3]) olduğunu bilse ve “müşriklerin öldürülmesi” emrinin 1400 yıl önceki koşullar ve kültür uyarınca verilmiş olabileceğini, bugün bunun cezasının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis olduğunu bilebilecekti.
Buna göre, din görünümlü şiddet örgütleriyle mücadelenin ilk araçlarından birisi, dinin temel ilkelerinin ortaya konulması olmalıdır. Bu ilkelerin dikkate alınmadığı herhangi bir söylem veya eylemin referansının din olamayacağı böylelikle netleştirilebilir.
Bu yolla dinin, din dışı amaçlara alet edilmesi önlenebilir ya da en azından azaltılabilir; ama, profili başlangıçta tanımlanan kişiliklerden oluşan toplulukların nefret söylem ve eylemleri yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça sorun çözülmemiş olarak kalır.
Söz konusu kişilik profilinin temelindeki sorunlar azaldıkça üreyen sorunlar da azalacaktır. Kişilerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayabilecek eğitim imkanlarının yaygınlaşması, değersiz sayılma, başkalarına muhtaç olma gibi yetersizliklerin azalmasını, ancak topluluklar içinde ortak kimlikle yaşayabilen “bağımlıların” yerlerini, yaşam tercihlerini kendisi yapabilen “bireylerin” almasını sağlayabilir.
Söz konusu eğitimin –hangi sistem içinde yapılırsa yapılsın ve ne düzeyde olursa olsun– temel yapı taşının “tüm bilgilerin sorgulamaya ve yanlışlanabilirliğe[4] açık” olması, bağımlılar yerine bireylerin yetişmesine birinci derecede etkili olduğu bilinmelidir.
Nihayet, birbirini destekleyen sarmallardan üçüncüsüne işaret edilmelidir: Yukarıda açıklanan biçimde oluşan toplulukların yönetimleri kuşkusuz liyakat sistemine göre değil, söylem ve eylemleri en keskin olanların rekabetlerine göre oluşur. Örgütlenme genellikle din kıyafetli olduğu için de tepe yöneticilerinin de “inançlı taklidini iyi yapan ağzı kalabalık”lar içinden çıkması kaçınılmazdır. İnanç taklidi, giderek daha çok dini eğilimli kişinin çekilmesine, bu ise örgütün giderek daha çok dini örgüt olarak tanımlanmasına yol açar.
Buna karşı doğrudan alınabilecek bir önlem olmadığı defaatle görülmüştür. Tek önlem yorucu ve uzun erimlidir. 6236 arasında yol kaybetmeye engel olabilecek temel ilkelerin ortaya konulmasından başkaca çare görünmemektedir.
13 Eylül 2016 Salı
[1]http://goo.gl/QMK6GV adresinde açıklandığı üzere birey, öz olarak “tercihlerini yapabilme” özelliği olarak tanımlanabilir.
[2] Yerli veya yersiz hemen her vesile ile neredeyse bir slogan olarak dile getirilen “Allah-ü Ekber” söylemi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı ve hakimi olduğu inancının hatırlanarak, davranışların buna uygun olarak düzenlenmesini sağlayan bir araç olarak değil, çevrelerinde tehdit olarak gördükleri her şeye karşı somut bir koruyucusu ve eylemlerinin onaylayıcısı ihtiyacının dışavurumu olarak görülebilir.
[3] Bkz. http://goo.gl/WSXd1N sayfa 3, Md 4.