-
Nis 16 2012 Otobiyografi kesiti-2: Bilişimle ilk tanışıklıklar!
Otobiyografi kesiti-2: Bilişimle ilk tanışıklıklar!
Erişkinlikteki yaşamıma bir etkisi olup olmadığını, varsa ne olduğunu bilmiyorum, ama ilk çocukluk yıllarımdan hatırladığım garip bir şeyi anlatarak başlamak istiyorum.
O zamanlar 4-5 yaşında olduğumu hatırladığıma göre yıl 1946 filan. Fatih’te bir apartman dairesinin 4ncü katında oturuyoruz. Arada şimdiki Fevzipaşa caddesi – o zamanlar birkaçyüz metre genişliğinde görünürdü- ve caddenin öbür tarafında yüksekte, “taşmektep” (şimdi de aynen duruyor).
Evdekiler sık sık bu okula gideceğimi söylüyorlar ve “sınıf geçme” diye bir şeyden bahsediyorlar. Sınıfın nasıl “geçileceğini” sorunca da, oturduğumuz dairenin penceresinden okula bir kalas uzatılacağını, benim bunun üzerinden yürüyerek “geçeceğimi” açıklıyorlar. Okula gitmek değil ama bu beni çok korkutuyor. Çünkü yerden en az 15 metre yükseklikten karşıya geçmek gerçekten de çok korkutucu. Ama yine de okula gitmek istiyorum.
Henüz okuma-yazma bilmiyorum. O zamanlar okula gitmeyen bir çocuğa bir şey öğretmenin pek doğru olmadığı gibi bir inançları vardı herhalde.
Okul denilen şey hakkında pek bir fikrim yok ve okul denilince aklıma tek şey geliyor: kaymak gibi beyaz kağıtlar!
Bu bende o denli bir takıntı ki, ara sıra annemden yüz para (2 ½ kuruş) alıp evin karşısındaki kırtasiyeciden 5 tane dosya kağıdı alıp eve getiriyorum; sonra oturup büyük bir keyifle her bir sayfayı su ile ıslatıp bir diğerine yapıştırıyorum. Bu operasyon bitince -ki evdekilerin bundan pek hoşlanmadıklarını da demek ki biliyorum- yapışık ve ıslak kağıtları hemen hemen arkasına hiç bakılmayan yüklük gibi bir yere atıyorum.
Bu iş böyle ne kadar sürdü bilmiyorum, ama bir gün her ne sebepleyse o yüklük gibi yerin temizlenmesi gibi bir ihtiyaç doğunca yüzlerce sayfa buruşuk kağıt deposu ortaya çıkıyor.
Bu yaşlardaki hemen her çocuğun, erişkin aklının ermeyeceği böyle işleri olmuştur sanırım. Bunu anlatmamın nedeni, yıllar geçip mühendis olduktan sonraki benzer bir deneyim.
Bu defa yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da 2 haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.
O yıllarda çalışanlar bilirler, 10195 sayılı bir ücret kararnamesine göre maaş alıyoruz ve o günün şartlarında iyi bir paradır (1964 yılında işe ilk başladığımda aylık 1600 lira alıyorum ve 1$ yaklaşık 1 TL).
Eşimle -meslektaşım- benzer ücretleri aldığımız için eve iyi de para giriyor ve bunun düzenli olarak her ay birkaçyüz liralık bölümünü kitap almaya harcıyorum. Kömür işletmesi genel müdürlüğü (o zamanki TKİ) Ankara’da olduğu için sık sık Ankara’ya seyahat ediyorum ve her defasında da Sakarya çarşısının girişinde o zamanki adı Merkez Kitabevi olan kitapçıya uğruyorum. Burası teknik kitaplar satıyor ve çok ilginç kitapları yurt dışından getiriyor.
Bir defasında rafta bir kitap görüyorum: Simulation with GASP II, A Fortran Based Simulation Language. (demin etiketine baktım 131.20 lira).
İçini şöyle bir karıştırıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum; FORTRAN kursunda öğrendiklerimize benzer bir takım program kodları var. Ne işe yaradığını anlamıyorum ama kitabın kalınlığı, kağıdının kalitesi, kabının görüntüsü çok hoşuma gidiyor ve satın alıyorum.
İnsan bir şeye çok para verince onun mutlaka bir işe yaramasını istiyor. Bu nedenle derhal eve gelince kitabı elime alıp giriş bölümünü okumaya başlıyorum. Birkaç paragraf sonra benim hiç ilgilenmediğim, o zamanki işim olan şantiye mühendisliği ile de pek ilgili olmadığı belli olan “simulation” diye bir tekniğe ait bir dil olduğunu anlıyor ve kütüphaneye koyuyorum. En azından satın alma sırasında duyduğum -neye yaradığını bilmeden almanın yol açtığı- huzursuzluğu bir ölçüde tatmin etmiş oluyorum; çünkü “okudum ama anlamadım!”.
Aylar geçiyor, kitap almaya devam ediyorum ve kütüphanede yer sorunu başlayınca, bir bölüm dergi vs gibi şeyleri ya başkasına veriyor ya da atıyorum. Her defasında GASP kitabına elim gidiyor; atılmaya iyi bir aday, çünkü kimsenin de işine yaramayacağı belli. Ama atamıyorum, çünkü hem kabı güzel, hem kalın ve kağıdı da çok iyi. İçten içe bunun değerli bir şey olabileceği, dolayısıyla da (yüklüğün ardına) atılmaması gerektiğini “seziyorum”.
Yıl 1972. Maden ocaklarının havalandırma sorunu konusunda bir İngiliz uzman geliyor. Peter Cundall. Bir münasebetle karşılaştığımızda Peter, 2 adet 80 kolonluk kartı (daha disket keşfedilmemişti) üstüste koyup güneşe doğru tutuyor ve bundan bir şeyler anlıyor (sonraları, kopyalanan bir kartın diğeriyle tamamen aynı olup olmadığının göz kontrolunun böyle yapıldığını öğrendim).
Yaşamımda bu denli büyük bir aşağılık duygusuna kapıldığımı hatırlamıyorum. O da elektrik mühendisi ve benimle aynı yaşta ama ben ne yaptığını dahi anlamıyorum. Belli ki bu GASP ve Peter’in becerisi arasında gizemli bir bağlantı var.
Bunun üzerine -ilaç içmeye mecbur bir kişinin mantık-duygu çatışmasına benzer biçimde-, GASP kitabını okumaya karar veriyorum. Belli ki Peter gibi olmanın yolu bu.
Bu defa birkaç sayfa okuyorum ama daha fazla gidemiyorum; kitaptaki konular, şantiyedeki ihtiyaçlarımdan çok kopuk ve tekrar kitabı yerine koyuyorum. Belli ki iyi bir süs eşyası olarak kalacak. Peter’in beceri ve üstünlüğünü de kabulleniyorum: demek ki bunlar böyleymiş!
Bir taraftan da şantiye işlerinde bazı ihtiyaçlar var. Örneğin, kıt kaynak durumunda olan donanım, bazı özel becerili ustalar gibi. Bunların kullanımını planlayabilmek için neler yapılabileceğini ararken, Milli Prodüktivite Merkezi’nin 3-4 yapraklı bir kitapçığı elime geçti: Kritik Yol Metodu! Meğer aradığım yöntem -hemen hemen- bu imiş.
Bu arada bir arkadaşım (Dr.İrfan Ergün) aracılığıyla, o zaman işletmemizde mevcut olan IBM 360/20 bilgisayarı -ki o zamanki adı muhasebe makinesi- için yazılmış bir bilgisayar programının mevcut olduğunu öğreniyorum. (Meraklılar için belirteyim; bu bilgisayar 16Kbyte belleğe sahipti).
Fred Komrush adında bir kişi oturup bu bilgisayar için 8K büyüklüğünde bir Kritik Yol Metodu (CPM) programı yazmış. Programı temin ediyoruz ve şantiyedeki gereksinimlerimiz için işe yarayacağı belli oluyor.
Bu defa -hiç umulmayan- bir sorun çıkıyor: O güne kadar sadece bordro hesapları için muhasebeciler tarafından kullanılan “makine”nin mühendislerce kullanımına karşı çıkan bürokratlar, makinenin ne idüğü belirsiz işlerde kullanımı sonunda makinenin bozulabileceğini -ki aylık kirası $5500 olan makinenin bir de yedeği var-, dolayısıyla da başkaca işler için kullanımının caiz olmadığı fetvasını veriyorlar.
Allahtan işletme yönetimi hep mühendislerin (maden mühendislerinin) elinde olduğu için, diğer mühendisler de birazcık daha “beyaz” sayılıyor ve “siyahlara” (mühendis dışı varlıklar) karşı korunuyoruz. Ama bir koşulla: Makine ancak sabahları 04.30 ile 8.30 arasında kullanılabilecek, çünkü 9.00’da esas iş (bordro işleri) başlayacak.
O günlerde en büyük arzum bir araba sahibi olabilmekti. Çünkü sabahları yaya olarak bilgisayar merkezine giderken -özellikle kışın- çok üşüyordum.
Neyse böyle böyle, bazen sabah erken, bazen geceleri 24.00den sonra makineyi CPM için kullanmaya başladım. Artık ben de kart kopyalıyor ve ışıkta kontrol edebiliyorum. Demek ki Peter öyle sandığım kadar da muazzam bir adam değilmiş!
Hatta işi biraz daha ilerletip, FORTRAN kursunda öğrendiklerimi kullanıp, kıt kaynakları optimal dağıtabilecek bir CPM programı yazabilmeyi beceriyorum.
Bir süre sonra CPM’in olasılıklara da yer veren türünü keşfedince benzetim (simulation) denilen şeyin pekala işime yarayabileceği ortaya çıkıyor. Hoş geldin yöneylem araştırması!
Tam bu sırada, bir yazılım (yine 80 kolonluk kart desteleri halinde) ithal etmek gerekiyor. İngiltere’den ithal edilecek yazılım yaklaşık £10,000 civarında. Gümrük verigisi de o zamanlar %30 civarında. Zar zor gerekli bütçeyi onaylatıyoruz ve yazılım gümrüğe geliyor.
Bir heyecanla gümrüğe gidiyorum ve gerekli işlemleri yapıp, üzerine program kodlarının delindiği kartları alacağım. İşlemler bitiyor ve sıra imza atmama geliyor.
O da ne: toplam ücret sadece yazılımın fiyatından ibaret. Gümrük yok. Hemen itiraz ediyorum ve ileride başımıza gelecekleri -ki devletin bir süre sonra pardon deyip gecikme faizi ve cezasıyla birlikte tahsil edilmesi sehven unutulmuş gümrük verigisini isteyeceğini- tahmin edip hemen itiraz ediyorum: Sayın memur bey bunun gümrük vergisi de olacak!
Yetkili, “sen bu işlerden anlamazsın” edasıyla göz kapaklarını yarım perde aşağı indirip tok bir sesle cevaplıyor: Hayır unutmadık ama bunlar kullanılmış kart, bak hepsi delikli!.
Ben de ikna olup kartları alıp sevinçle geri geliyorum.
Bilişimle ilgim böyle başladı.
Hala düşünürüm: Yapıştırdığım kaymak kağıtlarla GASP arasında bir ilişki varmı? Bir de acaba şu aralar yine kağıt yapıştırıyor muyum?
M.Tınaz Titiz
27 Aralık 2008 Cumartesi
-
Nis 16 2012 Şans bazen yaver gidiyor!
Şans bazen yaver gidiyor!
Bugün tarihli bir gazetede çıkan iddiasız görünümlü bir duyuru, bunca yıldır kafalarımızı kurcalayan eğitim sorunlarını -teknolojinin yardımıyla- çözdü. “Formülmatik” adı verilen ve içinde sayısız matematik, fizik, kimya vb formülü bulunduran bir avuç-içi-bilgisayar, hem de kupon karşılığı yurttaşların (çocuk ve gençlerinin) hizmetlerine sunulmaya başlıyor.
Devlet Üstün Hizmet Nişanı kimlere verilir bilmiyorum ama eğer ondan 1 tane bulunsaydı kime verildiyse geri alınıp bu aleti bu amaçla kullanmayı akıl eden kişiye verilmelidir.
Formülmatik, yıllardır çocuklarımızın iflahlarını kesen formül ezberleme derdini bir anda yok etmiştir. Bundan böyle, bir soru sorulduğunda, aletin fihrist bölümünden hangi formülle çözüleceği bulunup o formülün bulunduğu sayfaya tıklamak yeterli olacaktır.
Muhtemelen alet sadece formülü vermekle kalmayıp gerekli değerler girilerek sonucu da bildirecek, öğrenciye ise bunu sınav kağıdına yazmak kalacaktır. Kısa bir süre içinde Formülmatik’ten, doğrudan yazıcıya bağlantı yapılabieceği için çocuklarımız bu yazma yükünden de kurtulmuş olacaklardır. Gerçekten müthiş bir ilerlemedir bu.
Ne olduğunu anlamadan ezber de olsa formül ezberleyen çocuklarımız ve fen bilimleri konusunda eğitim gören yüksek öğrenim öğrencilerimizde son yıllarda ezbere karşı gelişmeye başlayan endişe verici gelişmeyi de bütünüyle durdurabilecek bu uygulamanın, bir yandan da ezbere dayalı öğretiler konusunda büyük bir şans getireceğini unutmamak gerek. Hatta denilebilir ki, birkaç yıldır o alanlarda kullanılmaya başlanılan “duamatik” vb araçlar bu son gelişmeyi tetiklemiştir. Buna dallar arası teknoloji transferi deniliyor.
Ama esas heyecan verici gelişme potansiyeli başka!
Eğitim sorunlarını bir çırpıda çözen Formülmatik’in çok kısa bir süre içinde toplumumuzun hemen hemen tüm sorunlarını çözebileceğini görebilmek lazım. Neredeyse hiçbir çaba harcamadan, bu alet -hatta adını bile değiştirmeden- bambaşka işlere yarayacaktır.
Bilindiği gibi demokrasi rejimlerinin en sakıncalı yanı herkesin ayrı ayrı fikirlere, çözümlere sahip olmasıdır. Nitekim ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin nedeni, iddia edildiği gibi Sorun Çözme Kabiliyeti Yetmezliği adı verilen ve üzerinde çok çalışılması gereken bir sorun olması değildir.
Mesele, her sorun karşısındaki fikir ve çözüm dağınıklığıdır. Bu dağınıklığı giderebilecek -üstelik de elektronik- bir araç, milyonlarca üretileceği için de ucuz olacağı için herkese birer adet dağıtılabilecek ve her okuma yazma bilen kişi sorunu ne ise formülünü okuyup öğrenebilecektir.
Bu kadar da değil!
Bu çözüme karşı ileri sürülebilecek en ciddi iddia -çünkü başka itiraz olamaz-, değişen sorunlar ve çözümler karşısında sabit reçetelerin -başlangıçta ne denli doğru olursa olsunlar- bir süre sonra geçersiz olacağı, formülmatiklerin ise hala eski formülleri dayatıyor olacağıdır.
3G teknolojisi neye yarayacak sanılıyor!
Yaşamımızda büyük değişiklikler yapacağından emin olduğumuz 3G iletişim teknolojisi bu noktada devreye girecektir. Çoğu -ufku dar- kişinin sadece pizza sipariş etmeden önce neye benzediğini görmeye, kaçırılan golleri tekrar izlemeye ya da sinemaya gitmeden önce fragmanlarını önizlemeye yarayacağını sandığı bu teknoloji, her gece biz uyurken Formülmatik’lerin belleğine -tabii ki ücreti karşılığı- kablosuz olarak yeni çözümleri indirecek, ertesi sabah hangi sorunun çözümünün ne olduğu, hatta kişiye özel olarak neler yapması gerektiğinin listesi hazır olacaktır.
Hayal etmesi bile güzel!
Bu çözümü düşünenlere -ki son kısmının pirimi bana ait olmalıdır- ne kadar teşekkür etsek azdır. Benjamin Disraeli ve Mevlana Celalettin Rumi neredeyse aynı sözcüklerle söylenmesi gerekeni yıllar, yüzyıllar öncesinde söylemişlerdir: İnsanlar ve toplumlar layık oldukları şekilde yaşarlar.
29 Kasım 2008 Cumartesi
-
Nis 16 2012 “Yalnız Öğrenenler Kalacak!”
9/11 ile iyice görünür hale gelen, tarihin en şiddetli finansal krizi denilen çalkantıyla da süren huzursuzluk ortamı -üstüne bir de küresel ısınma binince-, adına ne denilirse denilsin bir çeşit kıyametin hemen kıyısında bulunduğumuz söylenebilir.
Böyle bir durumda, “yalnızca öğrenenlerin hayatta kalıp diğerlerinin yok olacağı öngörüsü“, üzerinde düşünülmeye değer görünüyor. Bu söz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı‘nın 21-22 Kasım 2008’de düzenleyeceği kongrenin sloganlarından birisidir.
İnsanlar genellikle fikirlerinin önemsenmesi için “korkutma”yı bir araç olarak seçebiliyor. Fakat artık o kadar çeşitli korkular içinde yüzüyoruz ki [1], korku bir ilgi sağlama özendiricisi olmaktan çıktı.
Yalnız öğrenenlerin kalıp öğrenemeyenlerin yok olması aslında dünyanın -belki de evrenin- en eski ve sağlam ilkelerinden birisi. Her sürecin dokuları içine gömülü durumda, derinden derine tüm yaşam kesitlerini etkiliyor; canlılar ve de cansızlar dünyasında.
Hatalarından öğrenemeyen iş adamı başarısız olurken, öğrenebilenler başarılı olabiliyor; yanlışlarından öğrenebilen sporcu, öğrenci, siyasetçi ve bunlara ait kurumlar başarılı oluyorlar. Bütün bunlar yeni değil, milyonlarca yıldır tekrarlanan süreçler; o kadar ki, çok yaygın olduğu için dikkatimizi çekmeyen olgular gibi.
Bununla beraber, öğrenen-az öğrenen-öğrenemeyen farklılıklarının yol açtığı olgu genellikle “başarı” düzeyinde. Az öğrenenler ya da öğrenemeyenler de bir biçimde yaşamlarını sürdürebiliyorlar; belki yaşam kaliteleri öğrenenler kadar yüksek olmuyor ama yok da olmuyorlar.
Fakat bu defa durum değişik.
Bilim ve teknoloji o hızla ilerledi -ve ilerliyor- ki, insanların bunları kullanmaması iki nedenle imkânsız: Bunların yaşam kolaylaştırıcılığına dayanılamaz ve ayrıca da bu gelişmeleri sağlayanlar bunları satmadan duramazlar.
Halbuki insanların büyük çoğunluğu, bilim ve onun türevi teknolojilerin belirlediği akıl-fikir-bilinç düzeyinin çok altında, dolayısıyla da o ürünlerin değerlerine karşılık gelebilecek katma değer üretebilme kabiliyetleri çok sınırlı. Kısacası o ürünleri tüketebilmeleri matematiksel olarak mümkün değil.
Bu duruma çare yine o yüksek düzeyli ürünleri ortaya atabilenler buluyor ve tedavüle (dolaşıma) “sanal katma değer” araçları sokuyorlar. Sanal katma değer araçları isteyen herkesçe ve de oldukça kolay edinilebiliyor. Örneğin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitli satış, şimdi al-sonra öde, saadet zincirleri vb bunların en yaygın olanları.
Böylece, şişirilmiş satın alabilme kabiliyeti ile yüksek tüketim düzeyi, olması gerekenin çok üstünde bir yerde dengeleniyor ve dahası bu buluşma noktası her geçen gün daha da yukarı çıkıyor; bir yandan da çevrenin yıkımına yol açıyor.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu tür kararsız süreçlerin bir “irade” tarafından durdurulması imkânsızdır. Çünkü her ne kadar bu tüketim çılgınlığı sürecini başlatan, ondan zarar gören yığınlar değilse de kısa bir süre sonra o çılgın sürecin bir parçası olmak koşuluyla yaşamını sürdürebilir hale geliyor.
Peki bu durumda, bu çılgın süreç durur mu, durursa nasıl durur?
Bu soru’nun yanıtı çoğu kimse için bellidir. Eski İstanbul yangınlarını bilenler ya da duyanlar, bu sorunun yanıtını tahmin edebilirler: Yangın, denize varıncaya kadar sürer! (Bu nedenle de eski büyük yangın alanları daima bir denizden bir diğer denize kadardır).
A.B.D.’de başlayan ve tarihin en büyük -ve kapsamlı- kurtarma operasyonuna sahne olan yangın, insanların satın alma kabiliyetleri (yani katma değer üretebilme kabiliyetleri) ile tüketim düzeyleri, yavaş yavaş -belki de birkaç yangından sonra- daha sürdürülebilir düzeylerde dengeye gelene kadar sürüp tekrarlanacaktır.
İhtiyaçlar, dolayısıyla da işler değişecek!
Bu yangınların her birinden sonraki yaşam, bir öncekinden farklı olacak, eskiden mevcut olan kimi tüketim alışkanlıkları (yani ihtiyaçlar = işler) terk edilecek, yerlerini doğala daha yakın alışkanlıklar (ihtiyaçlar = işler) alacaktır. Kuşkusuz bu yeni tüketim kalıpları da yeni işler yaratacaktır, ama hiçbir şekilde bugünküler kadar bol değil.
Öğrenme bunun neresinde yer alıyor?
Birincisi, her yangından kurtulacak olanlar, öğrenebilenler olacaktır. Alışkanlıklarını (yani tüketim kalıplarını) değiştirmeyi “öğrenebilenler” ile katma değer üretebilme kabiliyetlerini artırmayı “öğrenebilenler” yangın sonralarının kalanlarıdır. Bu iki sınıfa bir de “üçüncü sınıf” diyebileceğimiz ve sayıları her yangından sonra azalacak -ama hiçbir zaman yok olmayacak- olanları eklemek gerekir: Azalmasına rağmen halâ tedavülde bulunacak olan sanal katma değer araçlarını kullanarak yaşamlarını bir biçimde sürdürebilenler.
Toplumun çeşitli yaşam kesitlerinde “öğrenme”nin yansımaları!
Görülüyor ki “öğrenme” tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar öne çıkıyor. Düne kadar pek farkında olunmayan bu olgu artık bir yaşam sürdürme aracı haline gelmeye başladı.
Birey, kurum, cemaat ve toplumların her bir yaşam kesitinde, ticaret, sanayi, eğitim, siyaset, din, spor ve akla gelebilecek her alanda, öğrenebilirlik bir numaralı değer haline dönüşmektedir.
Artık iş arayanlar diplomalarını göstererek değil öğrenebilirlik yeteneklerini kanıtlayarak iş bulabilecekler.
Siyasi partiler vaatte bulunarak değil, kendilerinden önceki -ve de başka ülkelerdeki- politikacıların olumlu ve olumsuz karar ve icraatından öğrendiklerini kanıtlayabildikleri takdirde oy alabilecekler,
Eğitimde ezberleyerek kendisine öğretilenleri geriye iyi kusanlar değil, bunlardan yaşamı için bir şeyler öğrenebilenler eğitimden bir yarar sağlayabilecekler.
Genel olarak hata yapmayanlar değil yanlışlarını birer öğrenme aracı olarak kullanabilenler yaşamlarını sürdürebilecekler.
Belki dünya nüfusu bu hızla artmayacak, hattâ azalacak; ama geriye yalnızca öğrenebilenler kalacak.
21-22 Kasım’da bir kongre var!
İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde 2 tam gün süreli kongrede, siyasetten spora, dinden rekabet gücüne, sanattan terör mücadelesine kadar tüm yaşam alanlarındaki öğrenme konusu işlenecek.
Sponsor olmak ya da katılmak için www.gelisimkongresi.org adresini tıklamanız yeterlidir, bekliyoruz.
08 Kasım 2008, Cumartesi
-
Nis 16 2012 Bayraktepe, varsayım zincirleri ve “A sınıfı açıklama”!
Kamuoyunda Aktütün Karakolu olarak bilinen Bayraktepe Baskını, terör konusunda rastgele bir örnek olsa da, tamamen farklı alanlarda benzer yaralayıcılıkta olaylarla sıkça karşılaşıyoruz.
Bu olayların tümünün ortak yanı, bu konularda akıl fikir yürütmek durumunda olanların çoğunluğunun –birbirleriyle tam aksi görüşleri savunanların dahi- açıklama metodolojilerinin benzerliğidir.
Burası “özgür varsayımlar” ülkesidir:
Bir paradigma oluşturacak kadar belirgin çizgili bütün bu açıklamaların başat özelliği, ardarda sıralanmış bir dizi varsayıma dayalı olmalarıdır.
Yukarıdaki şemada, Bayraktepe olayına etkisi olabilecek öğelerden bir bölümü görülüyor.
Kuşkusuz bu şemada sıralanan seçeneklerin her birinin sonuç üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Ama bir ABC sınıflaması [1] yapılırsa bunların %80 dolayındaki bir bölümü A sınıfının dışında kalacaktır.
İkinci nokta, sonuç üzerine etki yapabilecek 50,000’i aşkın bileşimin belirgin bir çizgiyle ikiye ayrılmakta olduğudur:
- Belirli stratejik amaçları gerçekleştirmek amacıyla sürekli ve etkili bir sistem uyarınca eylemleri planlayıp uygulayan(lar),
- Yürümekteki bir sürecin ardına –zaman zaman- takılarak taktik amaçlar peşinde koşanlar.
Bu iki grup etmen, meselelere belirli ilkeler uyarınca bak(a)mayan kimseler açısından son derece içiçe girmiş ve bir o kadar da spekülasyon üretmeye uygun bir resim ortaya çıkarıyor. Örneğin bir köşe yazarı, her gün bu etmenlerden beş-altı tanesini seçip, kendi içinde tutarlı spekülasyonlar üretebilir.
Ama birkaç küçük(!) eksik vardır:
- Olayı açıklamada –örneğin Bayraktepe- kullandığı varsayımların A sınıfına ait olup olmadığı,
- Kullandığı varsayımların geçerlik dereceleri hakkında –hedef kitlesinin duygusal eğilimleri, takıntıları, temennileri, beklentileri ve kişisel tahminleri dışında- bir kanıtı bulunmayışı,
- Birden fazla sayıda varsayımın peşpeşe dizilmesi halinde bileşik geçerlik düzeyinin son derece hızla azalacağı, ama bu yolla açıklanamayan hiçbir olayın da kalmayacağı gerçeğinin ıskalanması.
- Örneğin, %80 düzeyinde emin olunan bir varsayımın peşine yine aynı güvenilirlikte varsayımlar dizilirse bileşik güvenilirlik şöyle olur:
Şimdi bir soru akla gelebilir:
Her varsayımın kanıtı aranacak olsa hiçbir sorun için akıl yürütülemez. Spekülasyon da bir açıklama yolu değil midir? Böylece olayları bütün yüzleriyle gözden geçirmiş olmaz mıyız?
Evet doğrudur, böylece bir olay tüm olası yönleriyle gözden geçirilebilir. Ama, bütün bu yönler akla gelebilecek her şeyi kapsadığı ve de böylece hemen herkesi tatmin edebilecek bir açıklama seçeneği bu bulamaçın içinde yer alacağı için, üzerine gidilmesi gereken “A sınıfı açıklama” yapılamaz, yapılmasına ihtiyaç da duyulmaz.
Her teori varsayımlara dayalıdır ama!
Kuşkusuz teoriler de varsayımlar çevresinde oluşturulur. Bir teorinin ileri sürülmesinde kullanılabilecek varsayım sayısının bir sınırı da yoktur. Tek koşul, teorinin olabildiğince çok sayıda olayı açıklayabilmesidir; sadece bir olayı açıklayabilen, bir başka olayda varsayım değiştirmek zorunda kalınan bir teori geçerliğini yitirir.
Sadece bu son olayda değil, bundan evvelkilerde de çeşitli kalem ve ağızlar yoluyla ortaya konulan resmi, yarı resmi, gayrı resmi açıklama, yorum, analiz vb çözümlemelerdeki varsayımlardan hatırladıklarım şunlar:
- Türkiye’nin güneydoğusunda –şu anki petrol fiyatları karşısında çıkarılması kârlı olmayan-, katı petrol rezervleri terörün başlıca nedenlerindendir,
- İnsan hakları, demokrasi vb kavramların yükseldiği, iletişimin son derece kolaylaştığı bu çağda terör, klasik savaşların yenilenmiş bir şeklidir. Dolayısıyla terör diye bir olgu yoktur, belli amaçlarla açılmış ve ülkelerin birbirlerine karşı örtülü güçleriyle yürüttükleri savaşlar vardır; bu savaşlar birer “kozlar savaşı”dır. [2]
- A.B.D. Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak istiyor,
- Su petrolden önemli oluyor, Batılı’lar su kaynaklarını ele geçirmek istiyorlar,
- Irak petrollerini kontrol edebilmek için Türkye’nin GD’sunu ele geçirmek istiyorlar,
- Küresel ısınma nedeniyle sular altında kalacak veya buzul çağına girecek ülkelerden insanları Türkiyeye göç ettirecekleri için buraları ele geçirmek istiyorlar,
- Lozan sırasında zaten bu işin rövanşının alınacağı yüzümüze söylenmişti,
- Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçler komplo kuruyorlar,
- Bor, toryum vb değerli maden rezervlerimizi ele geçirmek istiyorlar,
- Kuzey Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtler birleşerek devlet kuracaklar,
- Terör örgütü, sahip olduğu imkanları sürdürebilmek için terörü sürekli canlı tutuyor,
- Kürt kökenli vatandaşlarımız PKK’yı desteklemiyor,
- PKK sempatisi Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çok yüksektir,
- Batı, islamlaşmaktan korkuyor; bu nedenle ılımlı islam icat edilmiştir. Türk-Kürt kavgası yoluyla Türkler ve aynı zamanda islam zayıflatılmak isteniliyor.
Peki bu durumda Bayraktepe baskını’nın “A sınıfı açıklaması” nedir?
Yukarıda bir bölümü sıralanan varsayımların hepsi birden gündemde tutulduğu –ve böylece her nabza uygun şerbet sunulduğu- sürece, belirli bir tehdit senaryosu oluşturup yeterli güçle üzerine gitmeye imkan yoktur.
Nitekim, “terör magazini” şeklindeki medya haberlerinin en sonlarında –artık soracak soru kalmadığında-, “peki terör örgütü bu saldırıyı niye yapmıştır?” sorularının sorulması, bu “tanı dağınıklığı”nın bir göstergesidir.
Yani, belki de son derece doğru bir varsayım üzerinde yoğunlaşabilmek için gerekli sorgulama yapılmadığı için –ki buna da terör ezberi denilmelidir- ne Dağlıca baskınının, ne Bayraktepe baskınının ne de Diyarbakır’daki bombalı saldırıların nedeni bellidir.
Müteveffa başbakanlardan Bülent Ecevit’in, Öcalan’ın yakalanması üzerine söylediği, “niçin teslim ettiklerini bir türlü anlayamıyorum” sözleri de bu belirsizliğin bir diğer kanıtıdır.
Kısacası, PKK niçin var? sorusunun cevabı olarak onlarca alternatif cevap vardır, ama “A sınıfı açıklamaya” esas tek cevap yoktur.
Terör adını verdiğimiz çağımız savaş türü karşısındaki başarı düzeyimizin düşüklüğünün nedenine bir de böyle bakınız.
9 Ekim 2008
-
Nis 16 2012 “Sorun Çözme Kabiliyeti” yükselebilir mi?
Önce birkaç tanım!
“Sorun”, istenmeyen bir duruma yol açan nedenlerin ve/ya istendik bir durum karşısındaki engellerin oluşturduğu durum olarak tanımlanabilir.
Kişiler ve/ya onların -çeşitli anahtarlara göre- bir araya gelmiş topluluklarının karşılaşabildikleri, çeşitli rahatsız edicilik derecesindeki durumları, daha az rahatsız edici başka durumlaraçevirebilme kabiliyetine ise Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) denilebilir.
Bu iki tanımdan hemen anlaşılabileceği gibi gerek sorunlar gerek SÇK son derece geniş bir alana yayılmıştır.
Bir aracın patlayan lastiği onun sürücüsü için bir “sorun”, patlak lastiği onarabilme becerisi ise bu özel konudaki “SÇK”dir. Aynı kişinin, çocuğunun derslerindeki başarısızlığı bir diğer -araç lastiğine göre biraz daha güç- “sorun”, tekrar başarılı olmasını sağlaması ise bu konudaki “SÇK”dir.
Böylece giderek, daha güç sorunlara doğru ilerlenir ve her bir sorun alanındaki SÇK bir kenara not edilirse, sonuçta iki küme ortaya çıkacaktır: “Sorun Kümesi” ve “SÇK Kümesi“. Kuşkusuz her ikisi de sanal birer kümedir, ama söz konusu kişinin yaşamında birinci derecede belirleyici etkileri vardır.
Söz konusu kişi sorunlarını çözerken çeşitli araçlar kullanabilir. Bunlara da Sorun Çözme Araçları (SÇA) ya da biraz daha anlaşılır bir benzetmeyle “SÇA Dağarcığı” denilebilir. Yine kolayca tahmin edilebileceği gibi her kişinin SÇA, o kişiye özgüdür. Bir başka kişiyle benzer araçları içerebilir ama tıpatıp aynı olması beklenmemelidir.
Bu noktada ilginç iki özellik söz konusudur:
- Kişilerin tek tek SÇA dağarcıklarının birer imzası sayılabilecek ayırıcı özellikleri vardır. Kaba kuvvet, akılcılık, dini inaçlar, bir başkasının yardımını aramak, yasa dışılık, dogmalar, sevecenlik vb özellikler dağarcığa rengini verebilir.
- Kişilerden oluşan kesimler, kurumlar ve nihayet toplumun bütününün de bileşik bir SÇA dağarcığı olduğu düşünülebilir ve bu bileşik dağarcığa da renk veren hakim araçlar vardır. Cepheler (Vatan Cephesi, Milliyetçi Cepheler), darbeler, kurtarıcı aramak, övünmek, ya / ya da yaklaşımı (either / or) birer hakim renk örneğidir.
Yukarıda anılan ve gerek bireyler gerekse onlardan oluşan kesimler, kurumlar ve toplum için söz konusu olabilecek Sorun Kümeleri’nin güçlük düzeyleri ile, bunlara karşılık gelen SÇK’nin etkililik düzeyleri karşılaştırılırsa şu olası durumlar ortaya çıkabilecektir:
- SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğüne yakın veya yüksek ise, kişi veya toplum karşılaştığı sorunların genellikle üstesinden gelir ve dahası, SÇA dağarcığındaki araçlar kullanıldığı için daha da gelişirler. Bu durumda kişi veya toplumun SÇK giderek artar.
- SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğünden daha düşükse, bu defa şu sonuçlar beklenmelidir:
1. Kişi, kesim, kurum veya toplum, karşılaştığı sorunları çözemez; her çözemediği sorun yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar.
Sorun Kimyası yazısında [1] anılan üçüncü kanun, çözülmeyen hiçbir sorunun öylece kalmayacağını, yeni sorun bileşikleri üretmeye devam edeceğini ileri sürüyor.)
2. SÇA dağarcığı içinde bulunabilen etkili araçlar kullanılamadığı için zayıflar, bu ise giderek SÇK’nin zayıflamasına, kullanılan etkisiz araçların ise tahribatının artmasına yol açar. Buradan bir dizi başka sonuç ortaya çıkar. Şöyle ki:
- Evvelce rahatsızlık yaratmayan ve çözülebilen sorunlar bu defa çözülememeye başlar,
- Kişi veya toplumun, sorunlarını çözeceğine güveni azalır ve kısa vadede etkili gibi görünen, uzun vadede ise tahripkar SÇA’na yönelir,
- Kişi veya toplumun çevresindeki iç ve dış rakipler bu zayıflamayı fırsat olarak kullanır ve -doğal seçim yasalarının bir sonucu olarak- SÇK’ni daha da zayıflatabilecek, ama tam da öldürmeyecek manipülasyonlara girişirler. Bunu kesinlikle “hıyanet“, “vefasızlık“, “düşmanlık” vb sıfatlarla nitelemek doğru olmayıp doğa kuralının sosyal alandaki birer uzantısıdır.
SÇK oluşumunda başlangıç koşullarının rolü!
Karşılıklı etkileşim halinde, çoğu pozitif geri besleme içeren döngüler içindeki bu olgular açısından iki soru akla geliyor:
Soru 1: Canlıların birçok davranışı yaşama başlangıç anlarındaki verilerle (genetik miras) ilgiliyse, SÇK de benzer biçimde Başlangıç Şartları (BŞ) denilebilecek koşullarla mı işlemeye başlar? Canlılardaki doğum anı, SÇK açısından kişi ve toplumlarda hangi anlara karşılık gelir ve bu koşullar ne kadar etkilidir?
Örneğin, en azından birkaç yüzyıllık geçmişi bulunan toplumumuzun SÇK, Osmanlı kültürünün -SÇK açısından önem taşıyan- iki kültür öğesi tarafından etkilenmiştir. BŞ denilebilecek öğelerden birisi dogma / ezber, diğeri ise biat / itaat‘ın başat olduğu sosyal yaşamdır.
Soru 2: Başlangıç Şartları değiştirilemediğine göre, acaba daha sonra yapılabilecekler yoluyla SÇK’nin yükseltilmesi mümkün müdür, nasıl?
Cumhuriyetin ilanı ile bu BŞ’nın hemen değişmesi beklenemez, ama değişim yönünde bir ivmelenme olduğu da biliniyor. Acaba bu ivmelenme ve devam süresi, BŞ’nın etkilerinin ortadan kalkması için yeterli olmuş mudur?
Bu sorunun cevabını net olarak biliyoruz ki, kesinlikle yeterli olmamıştır. Küçücük yaşlarında -dini ya da laik okullarda- anlamını bilmesine imkan olmayan ezberlerle toplumsal yaşama başlayan çocuklarımızın erişkinliklerinde bu ezberleri sorgulayabilmelerine imkan var mıdır?
Bu basit yaklaşımdan önemli görünen bir sonuç çıkabilir: Eğer bireyler ve toplumumuzun SÇK yükselebilecek ise bu “ezber” denilen sorgulamama alışkanlığının tahripkarlığının idrak edilmesiyle mümkün olabilir görünüyor.
Rekabet ettiğimiz insanlık ailesi üyeleriyle muasır medeniyet yarışına 2-0 yenik başladığımız bellidir. Ama yenilmek bir kader de olamaz. Eğer belirli sayıdaki insan bu kavramların farkına varırsa pekala bu sorunun üstesinden gelebiliriz.
Mevcut durumda böyle bir işaret yoktur. Onlarca radyo, TV, basılı ve internet iletişim aracına, yüzlerce yazar-çizere rağmen 1 kişi (yazıyla bir kişi), sorgulamama (ezber) denilen illetin ne olduğu, nelere yol açtığını yazmamakta, konuşmamaktadır. Bu kadar kesin bilgilere nasıl sahip olunabiliyor? Belirsizlik niçin bu kadar korkutucu oluyor?
Soru sormanın sorun çözmekte ne denli önemli olduğu biliniyor. Soru sormak ise ancak, dogmalarının üstesinden gelebilen, ezberi bulunmayan insanlarca yapılabilir.
Peşpeşe sıraladığı -ve çoğu da sorgulanmamış- yargılarından ürettiği kişisel fantezilerini boyuna benimsetmeye, öğretmeye, dayatmaya çalışan insanlarımızdan, özellikle de aydınlarımızdan çok şey mi bekliyoruz?
Sivil, askeri, siyasal tüm kurumlarımız, tehdit değerlendirmelerinin birinci sırasında SÇK yetmezliğini almalıdırlar. SÇK yetmezliği ile yaşamını devam ettirebilmiş toplum görülmemiştir.
8 Ağustos 2008, Cuma
-
Nis 16 2012 Aralar nasıl doluyor?
Uzun süredir merak ettiğim bir konuda bir cevap bulduğumu ‘sanıyorum’; ama bunun nihai cevap olmayabileceği nedeniyle, ortaya atıp gelebilecek görüşlerle zenginleştirmemin doğru olacağını düşündüm. Merak ettiğim soru şudur:
Değişik, meslek, akıl- fikir düzeyindeki insanlarla konuştukça -ki ben de o kümenin bir üyesiyim- çeşitli alanlardaki ne- niçin- nasıl yanıtlarının oluşturduğu zihinsel kurgularının (mind set) eksiksiz bir bütünlükte olduğu izlenimini edindim.
Acaba insanlar bu eksiksizliğe nasıl erişiyorlar; zihinlerindeki kuşkusuzluğa dayalı sükûnet ortamını nasıl kuruyorlar?
Bulduğumu zannettiğim cevap, başlıklarla şöyle:
- İnsanoğlu dünyaya tabula rassa (beyaz sayfa) olarak gelmiyor; insanoğlunun genel genetik birikimini ve soyunun özel genetik mirasını beraberinde getiriyor. Böylece bir yandan organizmasının ihtiyacı olan işletim sistemine otomatikman sahip olurken, bir yandan da ana babasından itibaren geriye doğru, soyundaki bir takım olumlu- olumsuz özellikleri de – kendi iradesi dışında- yaşamının ‘verileri’ olarak getiriyor. ‘Beyaz sayfa’ olmayışının nedeni budur.
- Bu noktadan sonra, yaşamının çeşitli yansımaları ‘sayfa’ ya düşmeye başlıyor. Sayfa’ya ilk düşen yaşam yansımaları‘nın bu ilk izleri çok belirleyici oluyor. Bir Markov Zinciri’nde olduğu gibi, bu ilk izler, daha sonraki yansımaları yorumlayıp birer iz haline getiriyor [1]. (Aynı bir yansımanın, değişik ilk izlerle başlamış sayfalardaki izleri birbirinden farklı oluyor; bu çok ilginç bir olgu!)
- Sayfadaki izler (insanlık birikimi + genetik miras + ilk izler + gelmeye devam eden izler) arttıkça – ki zihinsel kurgu denilen de budur -3 ilginç sonuç ortaya çıkıyor:
- Kişi, zihin kurgusunun yorumlama algoritmasına uymayan girdileri görmezden geliyor veya bu mümkün olamıyorsa -girdiler güçlü ve sürekli ise-, o girdileri kendi kurgusuna göre çarpıtıyor [2].
- Zihinsel kurgudaki ‘ilk izler’den bazıları, eğer diğerlerinin daima sorgulamaya açık tutup, onların ‘değişmez, mutlak, kalıcı’ izlere dönüşmesini engelleyemiyorsa, izler giderek derinleşip birer ‘kesin inanç’a dönüşüyor. Bunun sonunda da kafasındakilerin doğruluğuna ölümüne inanmış tipler ortaya çıkıyor
- Bu ilk ikisi daha önce farkına varılmış olgular. Şimdi -yeni farkına vardığımı düşündüğüm- en önemlisi:
- Zihinsel kurguyu oluşturan izler arasında boşluklar olması doğaldır. Kişi bunlara katiyen razı olmaz, rahatsız olur; zihinsel kurgusunun kesintisiz olmasını arzu eder ve boşlukları doldurur.
- Eğer akıl – fikir – izan düzeyi yüksekse, araları nisbeten akla uygun ‘sentetik izler’ ile doldurur.
- Fakat, başkalarıyla olası fikir tartışmaları sırasında, zihin kurgusu içindeki bu dolguların (ek yerlerinin) sırıtması ihtimali vardır.
- Bu olasılığı bertaraf etmek için de, o sentetik izleri daha güçlü, zorlamaya varan ısrarla, hatta gerekirse kaba üslupla savunur. Ve böylece izlerin fark edilmesini güçleştirir, hatta neredeyse asli iz dahi sanılabilir.
- Eğer böyle değil de akıl-fikir için düzeyi yeterli değilse, bu defa boşluklar, hurafeler, kör-kanıtsız inançlar, dogmalar, gibi sentetik izlerle macunlanıp gözden kaçırılır.
Bu yaklaşım doğru / doğruya yakın ise ‘ilk izler’ in ne denli belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Erken çocukluk yaşlarından itibaren, ‘sorgulanmayan doğrular’ ile karşılaşan çocukların ileride birer açık ya da gizli fanatik olma ihtimali yükselir.
Bu defo, eğitimle tamir edilemez, aksine pekişir. Çünkü bu defa kişinin sentetik iz üretmesi yerine okul öğretilerine dayalı bilgiler kullanılır.
Bu tür kişiliklerin cahil kalmaları eğitilmelerine oranla daha az tehlikeli sayılabilir.
Özgürleşmenin, başın içindeki sağlam sanılan yargıların (izlerin) sorgulanmasıyla başlayabileceğini, aksi halde insanın kendi kendine ürettiği safsataların esiri olarak kendi ve belki başkalarının ömürlerini tüketebileceğini düşünüyorum.
Bu cesaret gösterilemediği takdirde, bir ömür boyu, “anlaşılmadığı“, “kendisine haksızlık edildiği” gibi düşüncelerle kızgınlığını bastırır.
Bu pratik olarak kolay yapılabilir bir şey midir bilemem. Ama bir yol, her ağızdan ya da kalemden çıkan yargı için şu sorunun -korkmadan- sorulması olabilir: söylediğim ya da yazdığımın doğru olduğundan emin miyim ve nasıl eminim?
Düşüncelerim – şimdilik – böyle.
‘Ezber’ olgusuna böyle bakılırsa, her şey daha berraklaşıyor mu?
1 Ağustos 2008, Cuma
[1] Edward De Bono, bu olguyu bir pelte üzerine dökülen sıcak mürekkebin yarattığı kalıcı çukurlaşmalar biçiminde örnekliyor. “Chapter 12. The Past Organize the Present”, pp 97, The Mechanism of Mind.
[2]Thomas Kuhn bu konuda daha ileri gidiyor ve kişinin kendi paradigmasına uymayan verileri fizyolojik olarak algılamasının bloke edildiğini ileri sürüyor.
-
Nis 16 2012 Bu da nereden çıktı?
Toplumumuzun gelişme yolunda geri kalma nedenlerinin başında, Sorun Çözme Kabiliyeti denilebilecek bir özelliğindeki yetmezlik olduğu iddiası var. İddia sahip(ler)inin kim(ler) oldukları ve kaç kişi olduklarının hemen hiçbir önemi yok; velev ki 1 kişi olsun.
Eğer yeterli kanıt ya da en azından birkaç işaret gösterilebilirse kim ve kaç sorularının önemi kalmaz. İşte bunlardan birkaçı:
- Bir arada yaşayabilmenin en temel uzlaşılarını başaramamış olmak
- Demokrasi, özgürlük, egemenlik, inanç, laiklik, sekülerlik ve benzeri birkaç temel kavram üzerinde uzlaşamamış olmak
- En etkili sorun çözme araçlarından birisi olan “eğitim”i, kendi ayakları üzerinde durabilme becerisikazanmak olarak anlayıp uygulamak yerine, -herkes için farklı- bir ideolojiyi benimsetme yöntemi olarak anlamlandırıp kullanmak
- Laikliği, salt bir yasa maddesi olmaktan öteye götürebilmek için, bu kavramın temelinde yatan koşullanmama hakkı‘nı konu bile etmemek
- Sorunları çözmeye çalışmadan önce, onların nedenlerini, o nedenlerin nedenlerini ve ilh. sorgulamak gibi basit bir yöntemi akıl edemeyip ezberlenmiş kalıpları uygulamaya çalışmak
- Bir toplumun gelişkinlik ölçütlerinin en başında, kavram dağarcığı zenginliğinin geldiğini, her yeni durumun ancak o durumla ilgili yeni kavramlar üreterek anlaşılabileceğini idrak edememiş olmak
- Tüm canlılar gibi insanoğlunun da en temel becerilerinden birisinin öğrenmek olduğunu ıska geçip, kazandırabileceği tüm maddi ve manevi zenginliklerden bihaber yaşamak
- Kaynaklarını, sorunlarının kökleri yerine onların hayaletleriyle boğuşarak harcamak
- Haydi hepsini bir yana bırakınız: Bilim’in en güçlü sorun çözme aracı olduğu gerçeğini tüm gelişkin toplumların gözlerinin içine baka baka ıska geçip, birbirine ünvan dağıtmaya indirgemek.
Şu adreste [1], birkaç zihin haritası var. Bir tanesi Napolyon’un 1812 Rusya seferinin bir analizi. Bir diğeri de Rus kozmonot Georgi Grechko’nun, 1977’deki ilk uzay yürüyüşü sırasındaki 1500 gün doğumu ve 1500 gün batımından oluşan cyclogram‘a ilişkin son derece ayrıntılı bilgileri sığdırabildiği zihin haritası.
Bu kadar basit bir sorun çözme aracını yaşamına sokabilmiş insan sayısı da pekala Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin bir göstergesi olabilir. İsterseniz bir soruşturun.
27 Temmuz 2008
-
Nis 16 2012 Hayvan muamelesi !
Öyle deyimler vardır ki, onları biraz kurcaladığınızda altından çıkan cılk, yüzlerce ayıbınızı yüzünüze vurur, nedenlerini bir türlü anlayamadığınız bir çok sorununuzu açıklar.
“Hayvan muamelesi” deyimi de bunlardan biridir. Örneğin, “Bize hayvan muamelesi değil, insanca davranılmasını istiyoruz!” denildiğinde çoğu kimse ne denilmek istendiğini anlar. Anlamayanlar yalnızca, hayvanla insan arasında önemli bir fark olmadığını, olan farkların insanlar arasında da bulunduğunu bilenlerdir.
“Merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler!” deyimi, istatistiksel güvenilirliği çok yüksek bir deyimdir. Herhalde yüzbinlerce defa denenmiş ve insanlar öğünür; yiğitlik gösterisinde bulunurlarken ne gibi melanet işlediklerini de itiraf ettiğini gören bilge kimselerce söylenmiştir.
“Hayvan muamelesi” deyimi, hayvanların Tanrı’nın yaratığı olarak görülemeyeceğini, onların dövülebileceğini, zevk için öldürülebileceğini (adına av deniyor), etlerinin, sütlerinin, emeklerinin sonuna kadar sömürülebileceğini, onların kötü muamele edilmek üzere yaratıldıklarını, insanların ise -pisliklerinde boncuk bulunduğu için- farklı muameleye mazhar olduklarını ifade ediyor.
Ama, istatistiksel güvenilirliği en az yukarıdaki atasözü kadar yüksek olan bir başka gözlem de vardır: O da, hayvanlarla insanlar arasında böylesine fark görenlerin, insanlığa da daima zarar verdikleri gerçeğidir.
Beş yıl kadar önce, av turizmi denilen vahşetin Dünya çapında yasaklanması için bir kampanya açmada önderlik etmesini istediğim, vahşi hayatla ilgili bir vakfın pek ünlü bir yabancı “büyüğü”, bu çağrıya yazdığı cevapta avcılığın faziletlerini uzun uzun anlattıktan sonra, “siz önce ülkenizdeki insan haklarına eğilseniz” demeye gelen ifadeler kullanmıştı. Bu yabancı büyüğün bizzat sıkı bir avcı olduğunu sonradan tesadüfen öğrenmiştim.
Birkaç yıl önce sinemalarda oynatılan “ayı” filmindeki sevimli yaratıkların, bakım külfeti nedeniyle, emanet edildikleri Kanada’daki milli parkta bakıcılarınca katledildiklerini öğrenince, hayvan sevgisizliğinin yalnız bize mahsus olmadığını anladım.
Tabii ki bu iki örnek de uç olaylardır ve genelleştirilemez. Gelişmiş ülke insanlarının hayatlarında, hayvanların yeri bu iki örnektekiyle bağdaşmayacak ölçüde sevgi doludur.
Hayvanlara karşı duyarlı olanlara karşı genellikle yöneltilen bir eleştiri vardır: O da, insanların temel sorunları çözülmemişken, hayvanlarla uğraşmanın bir fantezi, hatta daha da öteye insanlara karşı sorumsuzluk olduğudur.
İlk bakışta pek doğru gibi görünen bu eleştirinin tek ve kesin yanıtı şudur: Dünyadaki canlılar -hatta cansız dediklerimiz-, tümü birden bir bütünü oluştururlar. Bu gerçeği biraz anlayanlar buna eko-sistem, daha iyi anlayanlar da Tanrı’nın bir görüntüsü derler.
Canlıları birbirinden ayırmak, henüz bu iki gelişmişlik düzeyine henüz varmamışların bilinç düzeylerinin bir göstergesidir.
21 Ağustos 1994, Pazar
-
Nis 16 2012 Darbe eğilimleri neyin göstergesidir?
Her çözümlemenin vazgeçilmez ilk adımı “varsayımlarını ortaya koymak” ise, bu yazı konusunun da varsayımları işin başında belirtilmelidir. Buna göre:
- 27 Mayıs 1960’tan bu yana, mevcut hükümetleri indirmeye yönelik çeşitli eylem ve girişimlerin deklare edilmiş ortak yönlerinden birisi, “mevcut gidişata karşı demokratik düzeni tesis etmek” olmuştur. Yani -en azından söylem bazında-, bir sorunu çözmek amacı ileri sürülmektedir.
- Girişimlere karşı halk desteğinin düzeyi hakkında sağlam bir veri bulunmasa da, hiç birisine karşı ciddi bir halk tepkisi de olmamıştır. Hattâ birkaçında “ordu halâ ne bekliyor?” gibisinden sitemler de biliniyor.
- Gerek eylem ve girişim sahipleri gerekse pasif biçimde de olsa destekleyenler, gelir ve eğitim düzeyleri açısından toplumun orta ve üst katmanlarında yer almaktadır.
Lütfen bu üç varsayımın da darbe yandaşlığı ya da karşıtlığı bağlamında değil, sadece bir dış göz soğukluğu ile yapıldığı dikkatten uzak tutulmasın.
Şimdi bir soru!
Toplumun -halk deyimiyle- aydın denilen kesimi, sorun olarak gördüğü bir duruma karşı darbeden başka çözüm yolu niçin düşün(e)memektedir?
Olası yanıtlar!
- Darbe, en kesin sonuçlu ve en hızlı sorun çözme (SÇ) yöntemidir,
- Darbe, yapanı riske eden, pasif destekçilerine ise zarar vermeyen bir SÇ yoludur,
- Darbe tembel işidir, ben otururken başkası -benim yerime- yapar,
- Darbe olursa bana da ikbal yolu açılabilir,
- Benzer durumlarda yine darbe düşünülmüştü,
- Darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığı yolunda beyin yıkama yapılmıştır,
- Darbe dışında başkaca SÇ yolu yoktur,
- Akla gelmeyen başka nedenler.
Gerçek -muhtemelen- bunların bir bileşimidir, ama!
En az yüzbinlerle ölçülebilen sayılar içinde kuşkusuz bu seçeneklerin her birini benimsemiş kişiler vardır. Ama bunlardan birisi vardır ki, iddiam, onun 1 numara olduğudur. O da, “darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığına inanmış olmak“tır.
Her toplumun bir SÇ profili vardır…
Gündelik yaşam mücdelesi içinde olan nüfusun büyük bölümünü dışarıda tutup, aydın adı verilen kesimin çeşitli sorunlarını hangi yollarla çözdüğü “SÇ profili” olarak adlandırılabilir.
Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın [1], bir süredir, üniversiteli gençler arasında yürüttüğü bir ankette şu seçeneklerden birisinin işaretlenmesi isteniyor:
Sizce iş bulmada en önemli özellik nedir?
- Güçlü ilişkileri olan iyi referanslara sahip olmak,
- Çok iyi bir üniversiteden mezun olmak,
- Çok çalışkan olmak,
- Çok düşük ücrete razı olmak.
Bu ankete şu ana kadar katılan 410 kişinin %62’si birinci seçeneği işaretliyor. Düz Türkçe’de torpil adı verilen bu SÇ yöntemi, küçük de olsa söz konusu profil hakkında bir fikir veriyor.
Profilin sayısallaştırılmamış, ama gözlemlerimizle doğrulanmakta olan şekli hakkında fikir verebilecek, ağırılkla kullanılan SÇ yolları şunlar:
1. Sorunun köklerini önce anlamaya sonra da ortadan kaldırmaya yönelik olmayan (irrasyonel) yollar kullanmak:
- Yakınmak,
- Sorunu görmezden gelmek,
- Sorun olmadığını savunmak,
- Tevekkülle sorunu kabul etmek,
- Sorunun dile getirilmesini önlemek,
- Sorunu, bir başkasının sorunu haline getirmek,
- Sorunu çözebilecek birisini aramak,
- Yasa ve/ya ahlâk dışı yollar kullanmak,
- Sorunun kökleri yerine hayaletleriyle uğraşmak [2],
- Yatıra rüşvet vaat etmek,
- Zor veya şiddet kullanmak,
2. Nadiren ise rasyonel yöntemler kullanmak.
Buna göre darbeler, SÇ profilimizin “zor veya şiddet kullanarak sorun çözmek” kategorisine girmektedir. “Zor veya şiddet kullanmak” kuşkusuz bazı hallerde bir SÇ yöntemidir. Ülke savunmasında, içteki düzenin sağlanmasında -diğer yollar tüketildikten sonra- zor veya şiddet kullanmak gerekebilir. Toplumumuz açısından mesele, bu SÇ aracının “başka seçenekler bulunmasına karşın tercih edilen başlıca SÇ aracı” haline gelmiş olmasıdır.
Örneğin, birkaç darbenin gerekçesi olan “dine dayalı toplum yaşamı tasarımı” sorununun çözümü için en etkili yol, bu soruna yol açan “ezbere dayalı eğitim sistemi” ve onun okul dışı yaşamdaki karşılığı olan “sorgulama yerine inanca dayalı karar verme geleneği” ile mücadele iken, ~15 milyon nüfuslu eğitim sınıfının (öğrencisi, öğretmeni, yöneticisi, politikacısı) ve ~30 milyon nüfuslu öğrenci velisi kesiminin tavan köşesi seyreder aymazlığı, sonra da “bu ordu ne güne duruyor?” diye gaz vermesi ahmaklık değilse nedir?
Ve Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK)?
Bu resmin işaret ettiği hastalık, “toplumumuzun SÇK’nin yetersizliği“dir. Canlıların bağışıklık sisteminin toplumsal alandaki -tam- karşılığı SÇK’dir. Bu tanı aydın kesim tarafından anlaşılmadan, toplumsal bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli sonuçları ile uğraşmak hayaletlerle boğuşmak gibidir. Hele hele bu sorunlarla başa çıkabilmek için darbe yönteminin kullanımı, gölge yoketmek için insanın kendini yakıp yoketmesi kadar akıl dışıdır.
SÇK ve Çığ Etkisi!
Ne olup da toplumumuzun SÇK böyle zafiyete uğramıştır? Hemen her sorunun (keneler dahil J) değişmez nedenlerinden birisi olarak ileri sürülen dış mihraklar mı tezgahlamıştır?
Bunu anlamak için “bozulmanın ve düzelmenin çığ etkisi” denilebilecek bir olgunun kavranmasına ihtiyaç var. Buna göre, bir sistem -herhangi bir nedenle- bozulmaya yüz tuttuğunda bir müdahalede bulunulmaz ise giderek daha çok bozulur; aksine, düzelmeye başladığında ise daha da gelişir.
Sorunlarını akılcı yollarla çözme kabiliyeti yüksek olan toplumlar, o sorunlara yol açan nedenleri giderecekleri için aynı sorunlarla daha seyrek karşılaşırlar ve SÇ süreçleri boyunca edindikleri bilgi ve deneyimlerle SÇ kabiliyetleri giderek artar.
SÇK düşük toplumlar ise kök sorunları anlama ve giderme için gereken SÇ araçlarına sahip olmadıkları için sadece ezbere belledikleri araçları kullanmaya devam ederler. Bu araçlar kökleri gideremediği için bir yandan sorunlar büyüerek ve şekil değiştirerek devam eder, bir yandan da SÇK gelişmediği için giderek zayıf düşerler.
SÇK azalmış toplumların ise giderek daha çok sorunla karşılaşacağı ve sonunda Toplumsal AIDS denilebilecek bir onulmaz hastalığa yakalanacakları kolayca görülebilir.
İster bilerek kapmış olsun, isterse doğum sırasında anneden geçmiş olsun henüz AIDS’e çare bulunmadı; toplumsal olanına ise belki de hiç bulunmayacak.
15 Temmuz 2008, Salı
-
Nis 16 2012 Bu keskin kutuplaşmadan çıkış yolu var mı?
Fatih Altaylı’nın, iki genç kızımız ile TV’de yaptığı söyleşi, izleyenleri -hiç olmazsa bir bölümünü- şoke etmiş görünüyor.
Kızların söylediklerinin özeti şu:
- Atatürk olmayıp da örneğin İngilizler yurdumuzu işgal etmiş olsalardı, “biz”im daha geniş haklarımız olurdu,
- Başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin olsak Atatürk’ü sevmediğimizi de açıkça söyleriz; Humeyni ise “biz”im için daha değerlidir,
- Burada zulüm görüyoruz.
Bu üç ifade de aşağı-yukarıdır ama anlamları tamdır. Her 3 cümledeki birinci çoğul şahıs zamiri ve eki, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunu anlamak isteyenler için anahtar özelliktedir ve bu sözcük “biz”dir.
“Biz” kimdir, ne kadardır?
“Biz”; kendilerini “inanan”, kendi dışındakileri de “inanmayan” olarak kategorize etmiş, sayıları TV programına çıkan 2 genç kızımızla katiyen sınırlı olmayan bir kesimdir.
Çoğulcu demokrasi bağlamında bu kesimin nüfusunun bir önemi de yoktur. Önemli olan; ne istedikleri, bu isteklerinin makullüğüne nasıl olup da bu denli yürekten [1] inanabildikleridir.
“Biz”, büyük olasılıkla tek düze olmayıp içinde “inanmayanların kafalarını kesmek için yanıp tutuşanlar“dan başlayıp, “inanmayanları da -yılanlar ve çiyanlar gibi- Allah’ın yarattığı, varlıklarının mutlaka bir nedeni olduğu, bu yüzden (yani yaratandan ötürü) bunların da (yani yaratılanlar) sevilmeleri (yani tahammül gösterilmeleri) ve içlerinden bazılarının zamanla ikna edileceklerini beklemek ve de ikna için çaba göstermek gerektiği“ni düşünenlere kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bayrakları, dini öğretilerin ezberletilmesi ve tekrar yoluyla koşullandırılmaları yoluyla benzer düşüncedekilerin -hangi ülkede ve kimin mandasında olurlarsa olsunlar- birleştirilmesidir.
Bu yolla yaptıkları eğitimin en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen yine epey denilebilecek sayıdaki dindar insanın varlığı, büyük olasılıkla “biz”e karşı en güçlü sigortalardan birisidir.
Öbür “biz” kimdir?
Birinci “biz” için anahtar bağ din ise, ikinci “biz” için anahtar bağ “laiklik”tir. İkinci biz de homojen olmayıp, kafa kesicilerden başlayıp tahammülcülere kadar uzanan geniş bir alanı kaplar. Bayrakları eğitim olup, ne kadar çok insan laikliği ezberler ve koşullandırılırsa (yani eğitilirse) o kadar iyidir. Komedyen Cem Yılmaz’ın “eğitim şart” parodisindeki “eğitim” bu eğitim olup en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen -aynen yukarıdaki gibi- yine epey denilebilecek sayıdaki laik insanın varlığı, ikinci “biz”e karşı bir sigortadır.
Başka “biz”ler de var!
Buraya kadar ahatarı “din” olan kutuplaşma üzerinde durulması, başka “biz”lerin olmadığını düşündürmemeli. Etnik temele dayalı kutuplaşma da aynen yukarıdaki gibi işlemektedir. İşlemek zorundadır çünkü temel dürtü, kendi doğrularının “yürekten” (ezber) belletilmesidir.
“Bizler” çatışmaya başlamıştır
Doğruluğuna ve mutlaklığına yürekten (yani ezber) inanmış insanlar yanyana yaşamak zorunda kaldıklarında, kendilerini güvende hissedebilmek için doğal bir refleks gösterecekler ve kendi değer yargılarının egemen olmasını sağlamaya çalışacaklar, bu yolda nereye kadar gitmek gerekiyorsa gideceklerdir.
Bunun kibar adı iç savaş’tır ve tüm “biz”ler önemli telafat verip çatışmaya mecalleri kalmayana dek sürer ve sonunda bir uzlaşı -ister istemez- doğar. Çok ahmakça görünmesine karşın bugüne değin tarih “genellikle” buna şahit olmuştur.
Çatışmalar sürecektir, yeter ki?
Anayasa Mahkemesi’nin türban davasıyla ilgili kararı çevresindeki tartışmaları saf hukuk tartışmaları olarak yorumlayıp nefes tüketmek yerine, bu çatışmanın kök nedenlerini anlamaya çalışmak daha akılcı değil midir?
Kök neden, insanlık tarihinin en yaygın kümeleşme anahtarlarından olan din ve etnik köken bağlamındaki doğrularına “yürekten” (yani sorgulamaya kapatarak) inanmış ve bunları kendi dışındakilerin de benimsemesini talep eden, ikna etmeye çalışan, zorlayan, ortadan kaldırmakla tehdit eden kesimlerin varlığı ile bu kesimlerin dışındakilerin seslerinin güçsüzlüğüdür.
Bu “biz” kümelerini bir anda çözüp “ben”lere dönüştürebilecek anahtar ise “ezber” denilen zihinsel soykırım aracılığıyla girişilen ve örgün ve yaygın eğitim elbiseleri giydirilen koşullandırma eylemleridir.
Peki bunun için ne lâzım?
Pek inandırıcı gelmeyebilir, ama bunun için insanların kendi doğrularının ne kadar doğru olduğunu hiç olmazsa bir defa sorgulamaları, ama korkmadan sorgulayarak ta dibine kadar sorgulamaları, ondan sonra da açılacak çukura düşmeden kenarında durabilmeleridir.
Birbirimize bir takım doğrular tebliğ etmeye kalkışmanın tam anlamıyla bir “zihinsel tecavüz” olduğunu idrak etmek ise ilk adım olmalıdır.
Yapılabilir mi?
Evet ve hayır.
Bu “biz”lerin içindeki rol modellerinden birkaçının bunu yapabilmeleri halinde evet.
Şu ana kadar görüldüğü kadarıyla ise hayır!
12 Haziran 2008
[1] Yürekten = Farsça “ezber” = İngilizce “by heart” = Fransızca “par coeur