• Nereye varmak istediğini bilmek!

    Nereye varmak istediğini bilmek!

    Sağlam iki gözlem

    Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].

    Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun  -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.

    Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.

    Halkın ilgi alanı içinde değil

    Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.

    Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.

    Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!

    Aklınızı eşek arası soksun!

    Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”

    Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?

    Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır

    Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.

    Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.

    Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!

    Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.

    Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?

    Haziran 27, 2010

  • Merak ediyorum!

    Merak ediyorum!

    Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.

    Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:

    ü       Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?

    ü       Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.

    ü       O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.

    ü       Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.

    ü       Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?

    ü       Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?

    ü       Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?

    ü       Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?

    ü       “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?

    ü       Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?

    ü       Her saldırıdan sonra standart biçimde:

    o        Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),

    o        Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),

    o        Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),

    o        Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),

    o        F-16’lar bölgeyi bombalıyor,

    o        Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs

    ü       Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?

    o        Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,

    o        Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,

    o        Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,

    o        Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.

    ü       Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.

    Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.

    Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?

    Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.

    Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.

    Pazar, 20 Haziran 2010

  • ISI, SICAKLIK VE MEDYA

    ISI, SICAKLIK VE MEDYA

    Hemen herkesin dikkatini çekmiştir, yıllardır TRT bültenlerinde ve özellikle de hava raporlarında ısrarla “sıcaklık” yerine “ısı” denilir. “Filan ilimizde en düşük ve en yüksek ısılar şöyle ve böyle olacaktır” gibi!

    Şimdi özel TV ve radyolar devreye girince bu bireysel yanlış `kollektif’ olmaya başladı. İşin içine basılı yayın organlarını da katarsanız, bir `yanlış’ın nasıl `doğru’ haline geldiğini(!) kolayca anlayabilirsiniz.

    Merakımı çeken nokta, kuruluş içi tek satırlık bir uyarıcı not ile düzeltilebilecek bu yanlışı düzeltmeye gerek görmeyen ya da yanlışmı doğru mu olduğu konusunda şüphede bulunan medya yöneticilerinin durumudur.

    Aslında yanlış kullanılan yalnızca ısı-sıcaklık sözcükleri değildir. Afra-tafrasından geçilmeyen spikerlerimizin, “resm-i geçit” yerine “resmı geçit”; “lider” yerine ”lıder”; “tenkisat” yerine “tensikat” dediklerini hemen hergün duyarız.

    Elektrik santrali filan gibi yerlerin açılışında enerji miktarını ifade etmek için `megawatt’; kuvvet ifade etmek için de `güç’ demenin adet olduğunu da hep biliriz.

    Bunları bir ayrıntı olarak görenler, bu kadar sorun içinde bula bula bunların üzerinde kafa yorulmasını yadırgayanlar bulunabilir. Ama bakınız Konfiçyüs ne diyor: “Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur!”.

    Laiklik, demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlar üzerinde halkımızın niçin anlaşamayıp, dirliğimizin niçin bozulduğunu araştıranlar mutlaka ısı ile sıcaklığın niçin yerinde kullanılmadığını ve de kullanmamakta bu denli ısrar edildiğini anlamak zorundadırlar.

    Kanımca konu yalnızca sözcüklerin yanlış kullanımından ibaret değildir. Yanlış kullanılan sözcükler, daha derinlerdeki başka sorunların yüzeydeki küçük uçları gibidir. Derindeki sorunlardan birisi “teknoloji cehaleti”dir. Yabancıların `teknoloji okur-yazarlığı’ dedikleri nitelikten yoksun olmak!

    Durmadan teknoloji lafı edilen bir toplumda nasıl olup da teknoloji cehaleti varolabildiğine inanmayanların, I ve II Hezarfen Ahmet Çelebi olaylarını (II H.A. Çelebi olayı 1993 tarihlidir) incelemelerini öneririm.

  • Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
  • FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

    FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

    Sözlüklerde “birlik” yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.

    Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yokedilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.

    Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.

    Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır.  Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir.  Pekiyi, tek tip ürün üretmek yerine  yüzlerce farklı tip  ürün üretmek güç değil midir?

    Farklı ürün üretmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır. Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür. Aslolan, birbirinden farklı olanları teke indirgemek değil, o farklılıklardan bir bütünlük elde edebilmektir.

    Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a -yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara- sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası farklılıkları gidererek istenilen uyumu  sağlayamaz.

    Farklılıkların ayrılığı ya da bütünlüğü olgusunun en somut örneği “akıl” ve “inanç” alanlarındadır. Kendilerini laikler ve inananlar olarak iki kampa ayırmış ve bir diğerini  karşıt olarak değerlendiren toplum kesimleri, kendi tek-doğrulu anlayışları uyarınca çatışmakta ve her iki kesim de doğruyu savunduğuna inanmaktadır. Bu ayrışmaya neden olan ise, akıl ve inanç’ın farklılığı sanısıdır.

    Gerçekte ise, mantıksal yargılarımızı üreten akıl ile, sezgilerimizin ürettiği inanç, birbirleriyle sürekli olarak etkileşimde  bulunması gereken iki kavramdır.

    Akıl yoluyla kavranamayacakların sezgilerle kavranması ve bunların da tekrar akıl yoluyla değerlendirilmesi ve bunun tekrarlanması, insanı bir spiral biçiminde daha yüksek kavrayış düzeylerine, daha yetkin zihinsel becerilere ve daha derin sezgisel yeteneklere yükseltebilecektir.

    İnançlar sorgulanamaz, sorgulanana inanç denilemez” kalıplarının nereden doğduğu bilinmez, ama bunun, akıl ve inanç bütünlüğü gibi yüksek bir kavrayış yolundan yoksun bıraktığı; bu yetmezmiş gibi toplumu düşman kamplara böldüğü de bir gerçektir.

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Kaktüs

    Bu dikenli bitkinin ne işe yaradığını ne için yaratıldığını bileniniz var mı? Unutmayın ki, dünyadaki herşey bir amaçla yaratılmıştır. Örneğin kaktüs, radyosyonu emmektedir. Bu yüzden büyük nükleer santrallerin cevresindeki hektarlarca alana  kaktüs dikiliyor. Geçenlerde istanbul’da bir banka şubesi tam 250 adet kaktüs siparisi verdi. Ne için? Bilgisayarların yanına koymak ve böylece personelini korumak için. Herkes evinde hatta her odada mutlaka kaktüs bulundurmalı. Cildinizde iyileşmeyen yaralar, lekeler, lezyonlar varsa, bir kaktüsü kesip dikensiz bir dilimini o yara, leke veya lezyonun üzerine koymayı deneyin. Mucizeyi görün. Doğadaki her varlığın bir görevi olduğunu unutmayalım. Uzm. Dr. xxxxxxxx

    Bu yazı geçenlerde herkesin birbirine zincirleme ilettiği, belki hergün onlarcası gelen “koruyucu / gönendirici” e-postalardan biri olarak geldi.

    Filanca virüsten korunmak için postanın açılmaması, bir mesajın en az 20 kişiye yollanmazsa başınıza ne gibi bir felaket geleceği, topraklarımızda bulunup da yeni keşfedilen trilyon dolarlık bir kaynağa sahip çıkmamız, bir maile cevap verilirse Microsoft’un her cevap verene bir servet ödeyeceği ve benzeri yüzlerce “junk mail” posta kutularımıza düşüyor.

    Bu değerli bilgileri üreten ve sonra da yurttaşların hizmetine sunan kişilerin en azından bir bölümünün iyi niyetlerinden kuşku duymak yersizdir.

    Yukarıdaki alıntıdaki uzman doktor adını -herhangi hukuki bir meseleye yol açmamak için- gizledim. Belki kendisinin dahi bu iletiden haberi yoktur, birileri adını yazmıştır. Eğer öyle değil de gerçekten tıp eğitimi almış birisi bunu yazmışsa halimiz harap demektir. Bu kişi kaktüs ve radyasyon yazıp da bir arama yapsaydı hiç olmazsa bulacağı cevaplara bakıp gülerdi.

    Benim merakım, bu tür bilgileri üreten kişilerin zahmet edip bir araştırma mı yaptığı, yoksa ilkokullardan beri uğradığımız zihinsel soykırım olan ezber‘in bir ürünü olarak otomatik şekilde kulaktan mı duyduğudur.

    Bu tür zincir maillerin adres pazarlayıcıların adres toplama yöntemlerinden birisi olduğu, her gelen e-postadaki adresleri silmeye veya bcc bile yapmaya zahmet etmeden olduğu gibi yollamaya devam edilerek yüzlerce kişinin adreslerinin ilgisiz kişilerin eline geçmesine yol açıldığı, asgari bilgisayar okur-yazarlığı olanlar biliyor.

    Ne diyeyim, biraz netiquette!

    Pazar, Mart 28, 2010

     

  • ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    Hiçbir kazanım bedelsiz değildir. Pazılarını, içinde yumurta varmış gibi şişirenler onları yalnız arzularıyla değil, çile çeker gibi çalışmalarıyla yapabilmişlerdir. Tüm sporcular böyledir. Onların göz kamaştıran başarılarının altında ter, sıkıntı, mahrumiyet hatta zaman zaman gözyaşı vardır.

    Bireysel kazanımların bu bedelleri gibi toplumlar da çeşitli faturalar ödeyerek bir şeyleri elde ederler. Örneğin bağımsızlık böyledir. Binlerce evladını kaybetmeden bağımsızlığını kazanabilmiş toplum var mıdır?

    Genelleştirerek denilebilir ki her beceri, onun bedelini mutlaka ödemeyi gerektirir. Bu tartışılmaz doğrulukta bir yargıdır. Ama bu bedelin ne kadar olması gerektiği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Eğer söz konusu olan kişiyse bu onun “bireysel aklı”na, böyle değil de bir toplum söz konusu ise onun “kollektif aklı”na bağlıdır.

    Bireysel aklı çok gelişkin kişilerden oluşan bir toplumun kollektif aklı da gelişmiş olabileceği gibi, hiç gelişmemiş de olabilir. Bunları bir kenara yazalım.

    Diğer yandan, bir gazetemiz tüm okurlarına bedava TV vereceğini vaadetmişti. Aradan bir süre geçtikten sonra veremeyeceği anlaşılınca da diğer gazetelerde büyük bir gürültü koptu. Vatandaşın kandırıldığı, baştan gazete fiyatının artmayacağı söylenip arkasından kırkbin liraya çıkarmanın ahlaksızlık olduğu filan yazılıp söylendi.

    Birçok vatandaşımızın bu olaydan üzüntü duyduğu, devletin bu işe el koyması gerektiğini düşündüğü, özellikle de bedava TV bekleyen uyanık vatandaşlarımızın daha da bir kızgın oldukları gibi haberler basına yansıdı. Hatta savcıları göreve çağırıp bu gazetenin cezalandırılmasını isteyenler oldu.

    Önce şu iyi bilinmelidir ki, bu işi kim düşündüyse o kişiye ulusça minnettar olunmalıdır. Ancak, 60 milyon nüfusa sahip kalabalık bir ülke için böyle bir kişiler yetmez. Her ne kadar diğer alanlarda da bazı bireysel girişimler varsa da, ülkemizde böyle toplu bir eğitim ikinci defa yapılmaktadır. Daha önceleri bankerlerimiz aracılığıyla benzer bir eğitimden geçmiş olan toplumumuz, eğitimin sürekli olması ilkesi gözardı edildiği için kazandığı beceriyi sürdürememiştir.

    Evet, bu bedava TV işini düşünen vatan evladına minnet duyulmalıdır. Nitekim, büyük bir olasılıkla bir süre sonra kendisi de kamuoyuna bu vicdan borcunu hatırlatacak ve yaptığının bir sahtekarlık değil bir “toplumu üçkağıtçılara karşı uyandırma eğitimi” olduğunu açıklayarak belki de bir ücret talep edecektir

    Günde onbin liradan bir yılda yaklaşık üçbuçuk milyon liralık bir ödemenin, gazete basımı ve dağıtımı için gereken masraflar çıktıktan sonra geriye kalabilecek yaklaşık iki milyon lirasıyla bedava TV alabileceğini düşünen yaklaşık 1 milyon vatandaşımızın bulunduğu bilinmektedir.

    Ülkemizdeki okur-yazarlık oranının her ne kadar %90’lar dolayında olduğu söylenirse de bunun doğru olmadığı bu olaydan anlaşılmaktadır.

    Buna göre, 1 milyon vatandaşımızın üstelik de parasını kendileri vererek bir eğitimden geçirilmeleri, geleceğimizin ne kadar aydınlık olduğunu göstermektedir. Her fırsatta her şeyi devletten beklediğini gösteren toplumumuzun artık yavaş yavaş bedava yemek olmadığını anlaması ve kendi eğitiminin parasını kendisinin vermesi ve üstelik bunu gönüllü olarak yapması fevkalade sevindirici bir olaydır.

    Artık hiç kimse bu 1 milyon vatandaşımızı bedava TV yoluyla kandıramaz. Ama geriye 59 milyon vatandaşımız daha kalmaktadır. Onların da aşılanarak bağışıklık kazanmaları iyi olur. İşte bunun için de karalanmayı, sahtekar damgası yemeyi göze alabilecek fedakar vatan çocuklarına ihtiyaç vardır.

    Ama merak edilmesin, bu toplum daha nice eğitmenleri içinden çıkarabilecektir. Yeter ki biz eğitime hazır olalım.

    Bu hızda ve bu azimle devam edilirse, mesela 2500 yılındaki Türkiye’yi göz önüne getiriniz. Bedava TV yoluyla toplum eğitimi yapanlardan daha kimbilir kaç yüzlercesi Dünya’nın dört bir yanına dağılacaklar ve ülkemizin şöhretini nasıl yayacaklardır. Daha şimdiden gurur duymamak mümkün mü?

    Pazartesi, 13 Kasım 1995

  • Tarih kırımlarla doludur ama?.

    Tarih kırımlarla doludur ama?.

    İster bir ırkı yoketme, ister etnik arındırma, ister savaşlardaki kırımlar olsun, binlerce yıldır çeştli kılıklar altında süregelen -hatta giderek artan- bir vahşet türü, öldürmek olsa gerek.

    En büyük çok taraflı kırımlardan birisi sayılan II Dünya Svaşı’nda 50 milyon asker ve 47 milyon sivil öldü.

    Günümüzde ise son 20 yılda, 1nci Körfez Savaşı’nda sadece Irak’ta ölen insan sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında etnik temizlik nedeniyle öldürülen insan sayısı 312,000, Darfur’da ise 300,000. Şimdilerde daha ekonomik olduğu için yerel savaşlar tercih ediliyor.

    Kısacası insanlar öldürüyor, öldürüyor ve her birine de uygun gerekçeleri ya icedediyor ya da oluşturuyorlar.

    Bu resim için bir soru akla gelebilir: Acaba ölenler ve öldürenler arasında bir haklı-haksız ayrımı yapılamaz mı; örneğin çatışmalara herhangi bir şekilde katıl(a)mamış sivillerin durumlarında bir belirsizlik var mıdır? Kuşkusuz onlar tartışma dışıdır ve deyim yerindeyse kimvurduya gitmişlerdir.

    Eğer yeterince geçmişe gidilirse -mesela birkaç bin yıl-, bu mazlum kesimlerin dışında kalanların birbirlerinden alacak veya borçları olmadığı görülür.

    Rockefeller’e ait olduğu söylenen, “ilk milyonumun hesabını sormazsanız geri kalanlaı kuruşuna kadar açıklayabilirim” sözü, günümüzde hesap soran ve sorulan tüm toplumlar için geçerlidir. Yunus’un “mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sözü, aslında herkesin (toplumsal ölçekte) sahip olduklarının başlangıcının öyle ya da böyle bir zora, onun da öldürmeye dayalı olduğuna işaret ediyor.

    Bunu herkes bildiğine göre, nasıl oluyor da dünya yüzünde daima birileri diğerlerine hesap soruyor?

    Birkaç yıl önce, kurban bayramlarında hayvanlara uygulanan vahşet sahnelerini eleştirdiğim  bir yazıma bir arkadaşımdan, Danimarka’da -yine tamamen dinsel bir gerekçeyle- balinalara uygulanan daha vahşi bir tören örneği gelmişti. Belki aradaki fark oralarda o vahşete karşı çıkabilen insanların varlığıdır.

    Her toplumun benzer “uzun geçmiş sicilleri“ne rağmen, kimi toplumların hesap sorabilir konumda olmalarının nedeni, hesap soranların daha temiz olmları değildir. İddia edilen “tarihiyle yüzleşmek” gibi öneriler geçmişi yıkayan bir temizleyici değil, sadece kendisinden hesap sorulmaya kalkışıldığında kullanılablecek basit bir akıl karıştırıcıdır.

    Hesap soran ve sorulanları ayıran en önemli özelliği T.Roosevelt ünlü büyük sopa[1] ilkesiyle -çok veciz biçimde ifade etmiştir. Hesap sorabilenler daima haklı oldukları için değil, sorun çözme yetenekleri daha yüksek olduğu için sormakta, sorulanlar ise mazlum oldukları için değil sorun çözme kabiliyetleri düşük olduğu için sorulmaktadırlar.

    1915 olaylarının -adına ne denilirse denilsin- bu denli sistemli biçimde üstüne gidilmesi yerine pekala iki toplum bir şekilde üzgün olduklarını ifade edip, enerjilerini gelecek nesillerinin nefretten uzak yerişmeleri için kullanabilirlerdi.

    Bu yoğun ve sistemli eylemler, Ermenistan’ın elinde bulunan büyük sopa nedeniyle değil, Türkiye’nin elinin boş olması, daha da doğru deyimle koz yönetimi ilkesini sorun çözme araçları dağarcığına sokamamış olması nedeniyle, bunun farkında olan ticari, siyasi, ideolojik vd “rakiplerinin” -düşman deyimi yanlış deyimdir- kendi işlerine yarayabilir koz üretme eylemlerinden başka bir şey değildir.

    Tarih birbirini rahatça dengeleyebilecek kırımlarla doludur. Mesele, bunları “işe yarar”(!) birer suçlama haline dönüştürebilecek koz yönetimi anlayışına sahip olmak ya da olamamaktır.

    21 Mart 2010

     

     

  • Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    (Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent No: TR 2005 03764 A2) ile yazılmıştır. Sadece anaf fikri okumak için kalın siyah yazıları okumanız yeterlidir. Ayrıntılar için Bkz. www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Öz


    Ayrıntı Düzeyi

    1.düzey

    2.düzey

     

    Bir yandan otomasyon, insanın yaptığı kimi işleri elinden alırken, bir yandan da şirket birleşmeleri ve diğer ölçek büyütme yöntemleri küçük işletmeleri tasfiye ederek daha yüksek rekabet güçleri yaratıyor; ama bir yandan da istihdam edilenlerin sayısı azalıyor.

    Bu iki olgunun bileşik etkisi altında, dünyada edilen tüm insani sözlere rağmen son tahlilde kuruluşlar giderek çalışan sayısını azaltma eğilimi içindeler ve bu eğilim giderek de güçleniyor.

    Bir an için, tüm mal ve hizmetlerin tam-otomasyon yardımıyla ve hepsi birleşmiş tek kuruluşça yapıldığı varsayılsa, herhalde insanların büyük bölümünün işsiz kalacağı kolayca tahmin edilebilir. Halen işi olan insanlar varsa, bunun nedeninin şu 3 kısıt olduğu söylenebilir: Enerji kaynaklarının sınırlı oluşu, otomasyon teknolojilerinin eksikleri ve firmaların yerel ve/ya küresel ölçekte birleşmelerini sınırlayan çeşitli öğeler.

    Yarınlarda, yeni ve çok ucuz enerji kaynakları geliştirilip bir yandan da otomasyon teknolojileri iyice geliştiğinde, bugün insan çalıştırarak yapılan çoğu işlerin -hatta çoğu beyaz yaka işlerin- neredeyse sıfır maliyetle yapılabileceğini, bu eğilimin önünde de kolay kolay kimsenin duramayacağını tahmin etmek güç değildir.

    Eğer bir de bunun üzerine, küreselleşme önündeki engellerin tamamen kaldırılması bindirilirse, istihdam edilecek sıradan insanların sayısının neredeyse sıfıra düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

    Bu sorun kimler içindir?

    Çizilen bu gelecek resmi genel olsa da her toplum ve o toplumlardaki her kesim için etkileri aynı olmayacaktır. Mal ve hizmet ihtiyaçlarını bol ve ucuz enerji + yüksek otomasyon + yüksek birleşmişlik düzeyindeki kuruluşlar eliyle karşılayan ülkelerde bu sorun daha büyük ölçeklerde ortaya çıkacaktır.

    Bunun doğal sonucu olarak işsiz kalacak insanların tepkilerini dindirmek için, bir yandan bu insanların dünya hakkındaki algılarını sınırlarken, başka ülkelerin mal ve hizmet ihtiyaçlarının, kendilerince üretilecek düşük maliyetli ürünlerle karşılanması yoluna gidilecektir. Bu mücadele sürecinde yerel ölçekli-küresel yaygınlıklı çatışma-savaşlar ise yine bu tablonun kaçınılmaz yan ürünleri olacak gibi görünüyor.

    Türkiye’deki istihdam ve işsizlik rakamlarına bakıldığında tam olarak görünen de budur.

    Korunulabilir mi, nasıl?

    En az üç cepheden korunabilmek gerekiyor: (1) Yukarda açıklanan otomasyon / ölçek büyütme nedeniyle ucuzlayan ürünlere, yüksek gümrük duvarları nedeniyle kaçakçılığı özendirmeyecek bir korunma yönetimi yapabilmek cephesi, (2) İç pazardaki oyuncuların otomasyon / ölçek büyütme girişimlerini yönetebime cephesi ve (3) Ucuz ürün istilasının çatışma boyutundan korunabilme cephesi.

    Bunlardan ilki ve ikincisinin birlikte yönetilmesi gerekiyor; çünkü birbiri ile etkileşim halindeler. İç pazardaki oyuncuları dış pazar oyuncularından ayırdedebilmek neredeyse imkansız olduğuna göre tek çare, bazı sağlam ilkelerin koruyuculuğundan yararlanmak.

    Cephelerden üçüncüsü için ise bir sorun çözme aracı koz yönetimi olmak zorunda.

    Bu ilke(ler) ne olabilir? Ticari Soykırım yasağı.

    Buna göre, “kendini istihdam eden bireyler (tek kişilik firmalar) ve benzeri çok küçük ölçekli kuruluşları bütünüyle ortadan kaldırıcı ticari kuruluşlara izin verilmez” şeklindeki bir kural gerekiyor.

    Bakkaları, eczaneleri, seyyar satıcıları, küçük dükkan sahiplerini ve benzeri küçük esnafı ortadan kaldıran, AVM’ler ve süper/hiper marketlerin, çalışma alanları, süreleri, yerleri ve diğer koşulları bir yasa ile düzenlenmeli, çok küçük istihdam odaklarını yoketmeleri tamamen önlenmelidir.

    Bir başka ilke: Büyük firmalara küçük işleri kapatın!

    Pahalı bir otomobil edinip sonra da onu sadece semt pazarına gidip gelmek için kullanmak akıldışıdır. Akıldışılık bir yana, toplumsal hasılanın kötü kullanımı dolayısıyla -yasal engel olmasa da- ahlaki de değildir.

    Benzer biçimde, büyük sermaye birikimini biraraya getirebilmiş, bu haliyle toplumun ihtiyacı olabilecek yüksek karmaşıklık düzeyli mal ve hizmet üretimi, teknoloji geliştirme, araştırma gibi işlerle uğraşabilecek kabiliyete sahipken, bunları bir yana bırakıp seyyar satıcıların ailelerini geçindirmek için yapabildikleri -ayrıca da başka bir iş yapamadıkları- işlere girerek ticari soykırıma yol açılması -yasaklayarak olmaz ama- en azından ayıp ilan edilmeli ve bu yolla caydırılmalıdır.

    Bir diğer ilke: İl bakanı peşinde koşmayı bırakın!

    Aşağıda, büyük kentlerimizin birisinin belediye başkanının, kentteki işsizlikle ilgili yakınlamaları görülüyor. Aynen şöyle:

    “X Büyükşehir Belediye Başkanı XXX, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ilk kez açıkladığı illere göre işsizlik oranları sıralamasında X’nın Şırnak’tan sonra ikinci sırada yer almasının hiç de sürpriz olmadığını belirtti. XX, yaptığı açıklamada, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıllardan bu yana X’nın en büyük sorunu işsizliktir vurgusu yaptığını hatırlatarak, Türkiye genelinde yüzde 11 olan işsizlik oranı X’da yüzde 20’yi aştıysa, bu vahimin de ötesinde sosyal bir felakettir dedi.

    “XX’NIN 30 YILDIR YATIRIMCI BAKANI YOK” XX’nın 30 yıldır hükümette yatırımcı bir bakanı olmadığını kaydeden Başkan X şunları söyledi: Komşu kentler XX ve YY değişik hükümetler döneminde yatırımcı bakanlıklar aldı ve sonuçları ortada. Maalesef Türkiye’de işler böyle yürüyor; yatırımcı bakanınız varsa devletin imkanları kentinize akıyor, eğer yoksa Ankara’nın vicdanına kalıyorsunuz.”

    Buna göre ikinci ilke, işsizlikle mücadelede bu çok yaygın, acayip ve o derecede de etik dışı yaklaşımı milletçe bırakıp, il bakanı[1]anlayışına son vermektir.

    Bİr başka ilke: Seyyar satıcılara dokunun, ama kaldırmayın.

    Özellikle büyük kentlerde belediyeler oldum olası seyyar satıcılarla mücadele eder. Bu mücadele, kovalama, tezgah kırma, geceyarısı han basma gibi soft sayılabilecek yöntemlerden, at arabasını (atı ile birlikte) denize atma gibi ölümcül yöntemlere kadar uzanır.

    Bundan kesinlikle vazgeçilmeli, bu insanların gelir sağlayıp yaşamlarını sürdürdükleri araçlar tahrip olunca, ya gasp, hırsızlık vb ya da herhangi amaçlı bir suç örgütü üyeliğine sapacakları idrak edilmelidir.

    Seyyar satıcılar açısından yapılacak olan, onların sağlık kurallarına uygunluk başta olmak üzere bir dizi (ve az sayıda) kuralla düzene sokulmasıdır.

    Bu ilkeler şimdilik Türkiye ve benzeri ülkeler için geçerli zannedilebilir. Fakat son derece kısa sayılabilecek -mesela birkaç yıl- içinde başta A.B.D. olmak üzere, kapitalizmi ehlileştirememiş tüm ülkelerde gündeme gelecek ve küçük güzeldir tekrar ve bu defa esaslı olarak bir ilke haline gelecektir.

    Mart 10, 2010

  • Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Önce bir soru!

    Eğitimle herhangi bir düzeyde ilgilenen hemen herkes ezber konusu açıldığında görüşünü derhal söylüyor: “ben ezbere karşıyım; eğitim sorgulamaya dayalı olmalı!”.

    Hatta, eğitimciler arasında daha da ileri gidip, öğrencilerine hiç ezber yaptırmadığını, öğrencilerinden soru soranları katiyetle paylayıp susturmadığını, cevabını bilemeyeceği sorular karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmediğini -gözünüzün içine baka baka-, ama ezbersiz eğitimin de olamayacağını, eğitimin zaten bir koşullandırma olduğunu -hemen birincisinin ardından- savunanlar çoğunlukta.

    Ben zaman zaman, rastladığım eğitimcilerle -yani herkesle- bu konuları konuşmaktan çok hoşlanıyorum. En sevdiğim konu ise, konuşması, tavrı, simgeleri vs yoluyla başkalarına dini, siyasi, ideolojik tebliğde bulunmayı bir görev sayanlara karşı -hem de iyice karşı- olanların, kendi doğrularını benimsetme konusundaki tutumlarının nasıl bağdaşabildiğini sormak.

    Sanki bütün bu kişiler tek merkezden eğitilmişler gibi benzer cevabı verirler: “ama akıl var mantık var, doğru tektir!”

    Eskiden, tebligat görevlilerine direnebilmenin hiç de zor olmadığını düşünürdüm, şimdi ise bunun göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Eğer, bir tebliğ grubuna aitseniz mesele kolaydır; ama eğer “ben zihinsel bekaretimi korumaya kararlıyım; kimsenin köklerini bilmediği ve bilemeyeceği doğrularıyla aklımı koşullandırmasına izin vermeyeceğim” derseniz o zaman işiniz zordur.

    İşte bu nedenle bir süredir, bir çeşit can yeleği gibi zihin yeleği düşlüyorum. Zihinsel taciz veya tecavüz girişimlerine karşı zihinsel duruluğumuzu koruyacak, hatta mümkünse zaman zaman salgılayacağı bir çeşit durulayıcı ile belleğimize -koruyucuyu aşarak- bulaştırılmış dogmaları silecek.

    Bu fikrimi açtığım, çeşitli konularda icatları bulunan bir arkadaşım, kendisinin de dahil olduğu bir grubun düşüncelerinin bu koruyuculuğu sağlayabileceğini, tek koşulun grubun doğrularını sorgulamamak olduğunu söyledi. Güvendiği dağlara kar yağmak demek ki bu demekmiş!

    Ama ben henüz yılmadım, zihin yeleği konusunda aklına fikrine güvendiklerime danışmaya devam edeceğim. Eskilerin bekaret kemerine benzer bir zihinsel bekanet kemeri buluncaya kadar devam edeceğim.

    Ne dersiniz, bulabilir miyim?

    Aralık 13, 2008