-
Nis 16 2012 KAŞ YAPMAK-GÖZ ÇIKARMAK !
KAŞ YAPMAK-GÖZ ÇIKARMAK !
Çeşitli TV kanallarının bulunması ve bunların çoğunun devletin resmi yayın organı durumunda bulunmayışı, şüphesiz ki çoğulcu demokrasinin yerleşme süreci açısından büyük bir nimettir.
Çeşitli konuları, en aykırı bakış açıları dahil didiklemek, zamanla insanımıza çok yönlü bakma yeteneği ve bakış derinliği kazandıracaktır.
Bu madalyonun öbür yüzünde ise epey olumsuzluklar vardır. Her türlü yayıncılığın, halkı doğru bilgilendirme olan ana amacı ile bağdaşmayan, kendi ticari çıkarlarını savunma için TV kurma konusu, henüz toplumumuzun sorun portföyü içinde yer almamaktadır. Ama bir süre sonra mutlaka birinci sıradaki bir sorun olarak o portföye girecektir.
Henüz o portföye girdiğinden şüphe bulunan -çünkü pek şikayet yok gibi görünmekte ya da geleneksel sessizliğimiz nedeniyle öyle zannedilmektedir- bir diğer önemli sorun da, kaliteli program konusudur.
Bir saat süreyle şivesi bozuk bir kadının, vapurlardaki jilet satıcısı edasıyla “telefondaki sesten fal bakma” sı, halk arasında küfürleşme aracı olarak kullanılan bir “buluşturma” mesleğinin alenen yapılması, o inanılmaz ilkellikteki yarışma (!) programları, hayat kadınlarının müşteri çekme ilanları, çeşitli sapıklık sahiplerinin birer marifet gibi uzun uzun tanıtılması, kara cahil ama ünlü bir sürü dangalağın yaptıkları sözüm ona sunuşlar gibi gerçekte acınası bir zavallılık kokan vakit doldurma yöntemlerinin yanısıra bir de toplum hizmeti olarak sunulan (gerçekte de o niyetle) açık oturumlar var..
Bunları sunanların (çoğu), kendileri ya da yöneticilerinin doğru saydıkları düşünceleri bir taraf olarak savunma çabası içinde kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmaktadırlar.
Taraf tuttuğu konuda, sokaktaki adamın düz kızgınlığı dışında herhangi bir bilgisi bulunmayan “kızgın sunucu” ların pratikte hizmet ettikleri yan ise tamamen terstir. Yani, aşağılamak istedikleri tarafa -ki böyle bir görevleri olmaması gerekir- öyle çanaklar tutmaktadırlar ki, sonunda istemeden aşağılamak istediği düşüncenin destekçiliğini yapmaktadırlar. Aptal dost yerine akıllı düşman sözü herhalde bu gibi durumlar için söylenmiştir.
Yerel seçimler öncesi, başkan adaylarıyla yapılan bir açık oturumda oturum yöneticisi, hırpalamak istediği bir adaya, “peki ama siz gelince meyhaneleri ve genelevleri kapatacağınız söyleniyor, doğru mu?” deyince, aday da “beyefendi, sizin bu şehrin sorunlarıyla ilginiz meyhane ve genelevlerden mi ibaret, başka sorununuz yok mu?” yanıtını yapıştırıvermişti.
Halbuki o adaya sorulabilecek yüzlerce soru bulunabilir ve mesela, “sizin şeriata dayalı toplum düzeni hedefiniz, mevcut laik düzene göre şekillenmiş belediyecilik anlayışına nasıl yansıyacak?” gibi bir soru sorulabilirdi.
Seçimlerden sonra yine bir TV programında büyükşehir belediye başkanlarına yöneltilen “peki şu anda takiyye yapıyor musunuz?” sorusu ise tam evlere şenlik bir soruydu. Sunucunun beklediği cevap herhalde, “evet, sayın sunucu, yüksek zekanızla beni fena sıkıştırdınız. Maalesef takiyye yapmış bulunuyorum. Tüm söylediklerim izleyenleri aldatmak içindi. Arzeder özür dilerim” şeklindeydi.
Ancak, bu zavallı yaklaşımların sadece açık oturum yöneticilerine ait olduğu sanılmamalıdır. Kamuoyunda laiklik savunucusu olarak ün yapmış pek kültürlü bir hanımefendi, bir saat boyunca tartıştığı şeriat yanlısı bir yazara, bütün savlarını dayandırdığı %99’u müslüman olan bir toplum deyimiyle, islamın inançlara ilişkin yanını benimseyen insanları mı yoksa kamu düzenine ilişkin yanını da benimseyen insanları mı kasdettiğini ya da, bireysel inançlara dayalı milyonlarca farklı görüşün ortak bir toplum yaşamına nasıl temel teşkil edeceğini sormak yerine, onu küçümser tavırlarla gardırop laikliği yaptı durdu.
Her akşam nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu bizlere anlatan pek ünlü bir TV yorumcumuz ise laikliği “din ve devlet işlerinin ayrılığı” şeklinde açıklayarak, şeriata dayalı toplum yaşamı yandaşlarının ilk adım olarak pek arzuladıkları “önce, toplum yaşamının çeşitli kesitlerinde, en sonra da devlet düzeninde şeriat” stratejisini bilmeden savundu.
Bu insanların kötü niyetli olmadıkları kesin. Ama savunmak istedikleri konularda bilgisiz oldukları da öyle.. Ayrıca TV sunucularından, açık oturum yöneticilerinden böyle bir görev de beklenmemeli. Tek yapmaları gereken, o konularda görüş bildirme yetkinliğine (dikkat, ünvanına değil!) sahip insanları bulup, onların toplumu doğru bilgilendirmelerine aracılık etmek. (Aracılığın böylesine kimse bir şey diyemez!).
Yoksa kendi bilgileriyle kimsenin kaşını yapmaya kalkmasınlar çünkü göz çıkarıyorlar..
Pazar, 10 Nisan 1994
-
Nis 16 2012 Bir mezuniyet töreni için konuşma metni
Bir mezuniyet töreni için konuşma metni
Saygıdeğer bayanlar ve baylar, hepinizi bu sevinçli gecenizde selamlıyor ve gençlerimizin başarılı mezuniyetleri adına kutluyorum.
Size bu akşam, iki iyi bir de kötü haber içeren bir konuşma hazırladım. Ama kötü haberi duyunca aslında onun da “iyiliklere yol açabilecek” (moda deyimle hayırlara vesile olabilecek) bir haber olduğunu göreceksiniz.
Önce birinci iyi haberim:
Bu bir buluşile ilgili. Öğrenme konusunda yapılan çalışmalar sonunda bir mikroçip ve ona yüklenen bir yazılım geliştirildi. Bu buluşun heyecan verici yanı, insan beyni ile organik bağlantısının sağlanmış olması. Biliyorsunuz ki bu henüz yapılamamıştı.
Bu çip ve üzerine yüklenmiş yazılımın bir işlevi, çip yerleştirilmiş bir kişinin -yaş, cinsiyet, zeka düzeyi, bilgi düzeyi ne olursa olsun- ihtiyacı olan bilgileri tam bir doğrulukla belirlemek.
Bunun ardından daha da önemlisi, bu bilgilerin edinilebileceği tüm imkanlar arasından en uygun erişilebilir olanları buluyor ve onları kullanarak kalıcı biçimde öğrenilmesini sağlıyor.
Tahmin edebileceğiniz gibi bütün bu süreç, kişinin herhangi bir çaba harcamasına gerek kalmaksızın gerçekleşiyor. Aynen, soluma, sindirme, boşalma, üreme vd doğal işlevlerimiz gibi.
Yapılan açıklamalar, bu buluşta anahtar rolün bir kavramda saklı olduğunu gösteriyor. Bu, demin değindiğim “ihtiyacı olan bilgiler” kavramı.
Bu kavramın üzerinde bir miktar durmakta yarar var; çünkü eğer bugün olduğu gibi, kişi tarafından ihtiyaç olarak algılanmayan, ama kişi adına karar verenlerce -aile, çevre, okul, devlet gibi- ihtiyaç olarak ileri sürülen bilgiler söz konusu olduğunda bu çip ve yazılım işlevsiz kalıyor.
İhtiyacın, gerçekten, varoluş amacına, yani varlığını ve türünün devamını sürdürmek amacına yönelik olması halinde ise çip ve yazılım, birkaç milyon yıllık evrim birikiminin hemen hemen aynı tepkiyi göstermekte ve bilgi ihtiyacı öğrenilebilmektedir. Sevgili konuklar,
Bu gelişmenin ne gibi somut ve önemli sonuçları olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Bununla beraber kısaca özetlemek gerekirse kısa bir süre içinde şunları bekleyebiliriz:
ü İlk öğretimden yüksek öğrenime kadarki tüm seviyelerde halen, “varsayılan öğrenme ihtiyaçları” kavramına dayalı içerik mimarisi tamamen değişecektir. Bunun yerine, çip ve yazılım, kişinin gerçek öğrenme ihtiyaçlarını belirleyecek ve kişi -neredeyse- farkında olmadan bunları öğrenecektir.
ü Öğrenme konusundaki bu kolaylık en büyük etkisini işgücü piyasasında gösterecektir. Halen kendini “yanlış karşılaşma” olarak gösteren bir olgu var. Belirli bir bilgi-beceri kazanmış olmasına rağmen iş bulamayan insanlar bir yanda, farklı beceriye sahip insanlar arayıp da onları bulamayanlar diğer yandadır. Adına öğrenme devrimi denilebilecek bu değişim, yanlış karşılışma olgusunu sıfıra indirebilecektir.
ü Bir ümitle yüksek öğrenim diploması peşinde koşanlar ve bunun için de dersanelere koşan çocuk ve gençlerimiz buna ihtiyaç duymayacaklardır. Çünkü artık iş = ihtiyaç altın kuralı gereğince, ihtiyaçların yol açtığı öğrenme ihtiyaçlarını kendileri kolayca edinebileceklerdir.
ü Öğrenme devriminin diğer beklenebilir sonuçlarını saymayacağım; ama şu kadarını söyleyebilirim ki insanlık tarihine endüstri ve enformasyon devrimlerinden daha derin izler bırakacaktır. Bunların neler olabileceklerini sizler kolayca tahmin edebilirsiniz.
Gelelim ikinci iyi haberime: Yapılan sürpriz bir açıklamaya göre, bilim insanları, geliştirilen çipe gerek olmadığını, çünkü bundan daha gelişkin bir sistemin dünyaya gelirken yanımızda beraber getirdiğimizi, hatta bunu ilk okul ilk sınıflarına kadar kullanımda olup, ondan sonra birdenbire kapatılıp devreden çıkarıldığını bildiriyorlar.
Birkaç milyon yıllık evrim sürecinin her bir saniyesinde insanoğlunun çevresinde oluşan ve onu tehdit edebilen etkenlere karşı sürekli öğrenerek bugünlere gelen insan türü bu sürecin muhteşem bir yan ürününü bedeninde taşıyor.
Şimdi yapılması gereken, herkesin bu doğuştan gelen öğrenme sistemini tekrar ON konumuna getirmesinden ibarettir. Bunun öğrenilmesi ise -öğretme’nin yasak olduğu- birer günlük kurslarla yapılabilecekmiş.
Ve bu iki iyi haberden sonra sıra kötü haberde:
Bu büyük imkanın farkına varan kimi toplumlar, büyük bir hızla çalışıp gelecek yüzyılların insanına bu doğuştan gelen hediyesini geri verme sürecini başlatmışlar. Öğrenme Devrimi adını verdikleri bu büyük devrime kayıtsız kalan toplumlar ise, eski öğretme paradigması’nın orasına burasına yamalar yapmakla meşguller.
Yarının dünyasında öğrenme paradigmasınış anlamamış ya da anlayıp da direnmiş olanlara da yeni roller biçiliyor. Bu roller, tahmin edebileceğiniz gibi yeni üstün insanın yapmaktan hoşlanmayacağı işleri boğaz tokluğuna yapan bir alt-türe görev olarak verilecek. Bunu da reddedenler ise iç karışıklıklar, iç savaşlar vs yoluyla yok edilecek.
Yeri devrimi kabullendiğini, onun gereklerini yerine getirdiğini sürekli olarak söyleyip de gereklerini yerine getirmeyenler için uzay hapishane kolonileri geliştiriliyormuş. Ama bu sadece bir söylenti. Şimdilik.. J
16 Haziran 2010
-
Nis 16 2012 Aşağıda, Çorum’lu bir öğrenci yurttaşımızdan gelen bir mektup var. Benzer düşünceler binlerce yurttaşımızda ortaktır, ama bu genç arkadaşımız az sayıda “yazarak dile getirenler”den..
Önce mektup:
Merhaba,
Ben çorum ilinde yaşamaktayım. Sokak hayvanları için ailemle beraber savaş vermekteyiz. Hayvan haklarıyla ilgili mücadele içinde olduğunuzu bildiğim için dün yaşadığım bir olayı size aktarmak istiyorum.
Ailemle bağ evimizin bulunduğu çevredeki sokak köpeklerini hertürlü bakım ve beslenme işlerini elimizden geldğince gerçekleştirmeye çalısıyoruz. Diğer bağ sahiplerinden bazıları bu köpeklerden çok şikayetçi, sürekli belediyeyi arayacağız diye tehdit ediyorlar (Çorum belediyesi önceki yaptığımızı mücadelelerle tam olmasada belli bir bilince ulaştı ama yeterli değil).
Bağ yolunda yürüyüşe çıkan bir grup kadın evin önündeki köpeklerin yanından geçerken köpeğin biri SADECE havladı; kadın korkusundan kendini dikenli tellerin üstüne attı. Yardım etmeye çalıştık ancak kadın “siz insan mısınız? köpeklerinizi bağlasaydınız” gibi kelimeler kullandı. Karşılıklı bağırmalar sonucunda kadın belediyeyi arayıp köpekleri öldürtceğim diye bağırdı.
Daha sonra annem, kadının nasıl oldğunu sormaya yanına gitti; kadın polisi aramış; evimizin önüne jandarma+polis ekibi evi basar gibi geldiler, suçlu gibi kortej eşliğinde karakola gittik, köpekleri beslediğimiz için suçlandık.
İşin can alıcı noktası bu suçlamaları yapan uzman doktor xxxx ve eşidir. Güç gösterisinde bulunarak aileme ve bana hiç görmediğim karakolu göstermiş oldular. Bunu sizinle paylasmak istedim çünkü bu gelinen son nokta beni şaşkınlık içinde bıraktı artık.
Sizden özellikle rica ediyoruz Çorum’daki az sayıda bulunan hayvansever olduğumuz sesimizi duyurmamızda bize yardım edin.
(adı soyadı)
“Önce insan“, öyle mi al sana!
Çok sayıda siyasetçi -ister slogan, ister lafın gelişi- sık sık “önce insan” diye bir övüntü tutturmuştur. Düz Türkçe’ye çevirince bu şu demek olur: “İnsanı hayvanı, bitkisi ile canlıları ve taşı toprağı, suyu, havası ile aralarındaki -birlikte yaşamayı zorunlu kılan- muhteşem denge bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren sadece insan -hatta doğrusu sadece “ben”im.”
Yukarıdaki mektupta anılan kadın ve milyonlarca benzeri, “köpeğin mekruh olduğu“, “kedi köpek giren eve melek girmeyeceği“, “insanın tüm canlılar içinde en üstünü olduğu” gibi propaganda ile yetişmiş, şimdilerde de “önce insan” safsatasıyla yaşamaktadır.
Bu insanlara, insanın en üstün olduğu, o üstünlük varsayımının ona kendi dışındakilere her türlü işkenceyi yapma hakkını verdiği yargılarını nereden bildiğini hiç soran olmuş mudur? Ben çok sordum. Aldığım cevaplar hemen hemen aynıdır ve bu konudaki ezbere bellediklerini hiç mi hiç sorgulamamışlardır.
https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’Yunuslar.wmv‘
Bu nedenle onlara ve onların başkanlarına kızmak yersizdir. Onlar da en az hayvan dostlarımız kadar “kurban”dırlar. Canlı dostlarına düşen görevlerden birisi de “insanı, hayvanı, bitkisi, taşı toprağı, havası suyuyla tümünün birlikte yaşayabilecek bir ebedi programa sahip oldukları“na onları ikna etmektir.
Bir yandan da hayvanseverlerin ilk seçimlerde hayvan düşmanı kişileri seçmemek için bir inisyatif geliştirmeleri de gerekiyor. Bu amaçla şu 2 belgenin incelenmesini öneririm:
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_taahhut.pdf
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_rev2.2.pdf
Temmuz 25, 2010
-
Nis 16 2012 Nereye varmak istediğini bilmek!
Nereye varmak istediğini bilmek!
Sağlam iki gözlem
Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].
Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.
Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.
Halkın ilgi alanı içinde değil
Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.
Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.
Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!
Aklınızı eşek arası soksun!
Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”
Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?
Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır
Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.
Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.
Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!
Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.
Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?
Haziran 27, 2010
-
Nis 16 2012 Merak ediyorum!
Merak ediyorum!
Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.
Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:
ü Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?
ü Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.
ü O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.
ü Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.
ü Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?
ü Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?
ü Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?
ü Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?
ü “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?
ü Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?
ü Her saldırıdan sonra standart biçimde:
o Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),
o Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),
o Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),
o Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),
o F-16’lar bölgeyi bombalıyor,
o Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs
ü Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?
o Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,
o Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,
o Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,
o Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.
ü Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.
Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.
Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?
Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.
Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.
Pazar, 20 Haziran 2010
-
Nis 16 2012 ISI, SICAKLIK VE MEDYA
ISI, SICAKLIK VE MEDYA
Hemen herkesin dikkatini çekmiştir, yıllardır TRT bültenlerinde ve özellikle de hava raporlarında ısrarla “sıcaklık” yerine “ısı” denilir. “Filan ilimizde en düşük ve en yüksek ısılar şöyle ve böyle olacaktır” gibi!
Şimdi özel TV ve radyolar devreye girince bu bireysel yanlış `kollektif’ olmaya başladı. İşin içine basılı yayın organlarını da katarsanız, bir `yanlış’ın nasıl `doğru’ haline geldiğini(!) kolayca anlayabilirsiniz.
Merakımı çeken nokta, kuruluş içi tek satırlık bir uyarıcı not ile düzeltilebilecek bu yanlışı düzeltmeye gerek görmeyen ya da yanlışmı doğru mu olduğu konusunda şüphede bulunan medya yöneticilerinin durumudur.
Aslında yanlış kullanılan yalnızca ısı-sıcaklık sözcükleri değildir. Afra-tafrasından geçilmeyen spikerlerimizin, “resm-i geçit” yerine “resmı geçit”; “lider” yerine ”lıder”; “tenkisat” yerine “tensikat” dediklerini hemen hergün duyarız.
Elektrik santrali filan gibi yerlerin açılışında enerji miktarını ifade etmek için `megawatt’; kuvvet ifade etmek için de `güç’ demenin adet olduğunu da hep biliriz.
Bunları bir ayrıntı olarak görenler, bu kadar sorun içinde bula bula bunların üzerinde kafa yorulmasını yadırgayanlar bulunabilir. Ama bakınız Konfiçyüs ne diyor: “Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur!”.
Laiklik, demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlar üzerinde halkımızın niçin anlaşamayıp, dirliğimizin niçin bozulduğunu araştıranlar mutlaka ısı ile sıcaklığın niçin yerinde kullanılmadığını ve de kullanmamakta bu denli ısrar edildiğini anlamak zorundadırlar.
Kanımca konu yalnızca sözcüklerin yanlış kullanımından ibaret değildir. Yanlış kullanılan sözcükler, daha derinlerdeki başka sorunların yüzeydeki küçük uçları gibidir. Derindeki sorunlardan birisi “teknoloji cehaleti”dir. Yabancıların `teknoloji okur-yazarlığı’ dedikleri nitelikten yoksun olmak!
Durmadan teknoloji lafı edilen bir toplumda nasıl olup da teknoloji cehaleti varolabildiğine inanmayanların, I ve II Hezarfen Ahmet Çelebi olaylarını (II H.A. Çelebi olayı 1993 tarihlidir) incelemelerini öneririm.
-
Nis 16 2012 Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!
2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.
Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.
Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..”
Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!
Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?
Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.
Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.
Dağarcık zafiyeti
Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.
Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.
Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.
Örnekler..
- Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
- Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
- Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
- Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
- Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?
Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.
Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.
Sonuç: Gerçekçi iki vaat!
Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.
Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.
Pazar, Mayıs 2, 2010
[1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir. [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor. -
Nis 16 2012 FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ
FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ
Sözlüklerde “birlik” yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.
Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yokedilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.
Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.
Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır. Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir. Pekiyi, tek tip ürün üretmek yerine yüzlerce farklı tip ürün üretmek güç değil midir?
Farklı ürün üretmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır. Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür. Aslolan, birbirinden farklı olanları teke indirgemek değil, o farklılıklardan bir bütünlük elde edebilmektir.
Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a -yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara- sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası farklılıkları gidererek istenilen uyumu sağlayamaz.
Farklılıkların ayrılığı ya da bütünlüğü olgusunun en somut örneği “akıl” ve “inanç” alanlarındadır. Kendilerini laikler ve inananlar olarak iki kampa ayırmış ve bir diğerini karşıt olarak değerlendiren toplum kesimleri, kendi tek-doğrulu anlayışları uyarınca çatışmakta ve her iki kesim de doğruyu savunduğuna inanmaktadır. Bu ayrışmaya neden olan ise, akıl ve inanç’ın farklılığı sanısıdır.
Gerçekte ise, mantıksal yargılarımızı üreten akıl ile, sezgilerimizin ürettiği inanç, birbirleriyle sürekli olarak etkileşimde bulunması gereken iki kavramdır.
Akıl yoluyla kavranamayacakların sezgilerle kavranması ve bunların da tekrar akıl yoluyla değerlendirilmesi ve bunun tekrarlanması, insanı bir spiral biçiminde daha yüksek kavrayış düzeylerine, daha yetkin zihinsel becerilere ve daha derin sezgisel yeteneklere yükseltebilecektir.
“İnançlar sorgulanamaz, sorgulanana inanç denilemez” kalıplarının nereden doğduğu bilinmez, ama bunun, akıl ve inanç bütünlüğü gibi yüksek bir kavrayış yolundan yoksun bıraktığı; bu yetmezmiş gibi toplumu düşman kamplara böldüğü de bir gerçektir.
Cuma, Aralık 16, 2005
-
Nis 16 2012 Kaktüs
“Bu dikenli bitkinin ne işe yaradığını ne için yaratıldığını bileniniz var mı? Unutmayın ki, dünyadaki herşey bir amaçla yaratılmıştır. Örneğin kaktüs, radyosyonu emmektedir. Bu yüzden büyük nükleer santrallerin cevresindeki hektarlarca alana kaktüs dikiliyor. Geçenlerde istanbul’da bir banka şubesi tam 250 adet kaktüs siparisi verdi. Ne için? Bilgisayarların yanına koymak ve böylece personelini korumak için. Herkes evinde hatta her odada mutlaka kaktüs bulundurmalı. Cildinizde iyileşmeyen yaralar, lekeler, lezyonlar varsa, bir kaktüsü kesip dikensiz bir dilimini o yara, leke veya lezyonun üzerine koymayı deneyin. Mucizeyi görün. Doğadaki her varlığın bir görevi olduğunu unutmayalım. Uzm. Dr. xxxxxxxx”
Bu yazı geçenlerde herkesin birbirine zincirleme ilettiği, belki hergün onlarcası gelen “koruyucu / gönendirici” e-postalardan biri olarak geldi.
Filanca virüsten korunmak için postanın açılmaması, bir mesajın en az 20 kişiye yollanmazsa başınıza ne gibi bir felaket geleceği, topraklarımızda bulunup da yeni keşfedilen trilyon dolarlık bir kaynağa sahip çıkmamız, bir maile cevap verilirse Microsoft’un her cevap verene bir servet ödeyeceği ve benzeri yüzlerce “junk mail” posta kutularımıza düşüyor.
Bu değerli bilgileri üreten ve sonra da yurttaşların hizmetine sunan kişilerin en azından bir bölümünün iyi niyetlerinden kuşku duymak yersizdir.
Yukarıdaki alıntıdaki uzman doktor adını -herhangi hukuki bir meseleye yol açmamak için- gizledim. Belki kendisinin dahi bu iletiden haberi yoktur, birileri adını yazmıştır. Eğer öyle değil de gerçekten tıp eğitimi almış birisi bunu yazmışsa halimiz harap demektir. Bu kişi kaktüs ve radyasyon yazıp da bir arama yapsaydı hiç olmazsa bulacağı cevaplara bakıp gülerdi.
Benim merakım, bu tür bilgileri üreten kişilerin zahmet edip bir araştırma mı yaptığı, yoksa ilkokullardan beri uğradığımız zihinsel soykırım olan ezber‘in bir ürünü olarak otomatik şekilde kulaktan mı duyduğudur.
Bu tür zincir maillerin adres pazarlayıcıların adres toplama yöntemlerinden birisi olduğu, her gelen e-postadaki adresleri silmeye veya bcc bile yapmaya zahmet etmeden olduğu gibi yollamaya devam edilerek yüzlerce kişinin adreslerinin ilgisiz kişilerin eline geçmesine yol açıldığı, asgari bilgisayar okur-yazarlığı olanlar biliyor.
Ne diyeyim, biraz netiquette!
Pazar, Mart 28, 2010
-
Nis 16 2012 ELİNE SAĞLIK KOÇUM!
ELİNE SAĞLIK KOÇUM!
Hiçbir kazanım bedelsiz değildir. Pazılarını, içinde yumurta varmış gibi şişirenler onları yalnız arzularıyla değil, çile çeker gibi çalışmalarıyla yapabilmişlerdir. Tüm sporcular böyledir. Onların göz kamaştıran başarılarının altında ter, sıkıntı, mahrumiyet hatta zaman zaman gözyaşı vardır.
Bireysel kazanımların bu bedelleri gibi toplumlar da çeşitli faturalar ödeyerek bir şeyleri elde ederler. Örneğin bağımsızlık böyledir. Binlerce evladını kaybetmeden bağımsızlığını kazanabilmiş toplum var mıdır?
Genelleştirerek denilebilir ki her beceri, onun bedelini mutlaka ödemeyi gerektirir. Bu tartışılmaz doğrulukta bir yargıdır. Ama bu bedelin ne kadar olması gerektiği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Eğer söz konusu olan kişiyse bu onun “bireysel aklı”na, böyle değil de bir toplum söz konusu ise onun “kollektif aklı”na bağlıdır.
Bireysel aklı çok gelişkin kişilerden oluşan bir toplumun kollektif aklı da gelişmiş olabileceği gibi, hiç gelişmemiş de olabilir. Bunları bir kenara yazalım.
Diğer yandan, bir gazetemiz tüm okurlarına bedava TV vereceğini vaadetmişti. Aradan bir süre geçtikten sonra veremeyeceği anlaşılınca da diğer gazetelerde büyük bir gürültü koptu. Vatandaşın kandırıldığı, baştan gazete fiyatının artmayacağı söylenip arkasından kırkbin liraya çıkarmanın ahlaksızlık olduğu filan yazılıp söylendi.
Birçok vatandaşımızın bu olaydan üzüntü duyduğu, devletin bu işe el koyması gerektiğini düşündüğü, özellikle de bedava TV bekleyen uyanık vatandaşlarımızın daha da bir kızgın oldukları gibi haberler basına yansıdı. Hatta savcıları göreve çağırıp bu gazetenin cezalandırılmasını isteyenler oldu.
Önce şu iyi bilinmelidir ki, bu işi kim düşündüyse o kişiye ulusça minnettar olunmalıdır. Ancak, 60 milyon nüfusa sahip kalabalık bir ülke için böyle bir kişiler yetmez. Her ne kadar diğer alanlarda da bazı bireysel girişimler varsa da, ülkemizde böyle toplu bir eğitim ikinci defa yapılmaktadır. Daha önceleri bankerlerimiz aracılığıyla benzer bir eğitimden geçmiş olan toplumumuz, eğitimin sürekli olması ilkesi gözardı edildiği için kazandığı beceriyi sürdürememiştir.
Evet, bu bedava TV işini düşünen vatan evladına minnet duyulmalıdır. Nitekim, büyük bir olasılıkla bir süre sonra kendisi de kamuoyuna bu vicdan borcunu hatırlatacak ve yaptığının bir sahtekarlık değil bir “toplumu üçkağıtçılara karşı uyandırma eğitimi” olduğunu açıklayarak belki de bir ücret talep edecektir
Günde onbin liradan bir yılda yaklaşık üçbuçuk milyon liralık bir ödemenin, gazete basımı ve dağıtımı için gereken masraflar çıktıktan sonra geriye kalabilecek yaklaşık iki milyon lirasıyla bedava TV alabileceğini düşünen yaklaşık 1 milyon vatandaşımızın bulunduğu bilinmektedir.
Ülkemizdeki okur-yazarlık oranının her ne kadar %90’lar dolayında olduğu söylenirse de bunun doğru olmadığı bu olaydan anlaşılmaktadır.
Buna göre, 1 milyon vatandaşımızın üstelik de parasını kendileri vererek bir eğitimden geçirilmeleri, geleceğimizin ne kadar aydınlık olduğunu göstermektedir. Her fırsatta her şeyi devletten beklediğini gösteren toplumumuzun artık yavaş yavaş bedava yemek olmadığını anlaması ve kendi eğitiminin parasını kendisinin vermesi ve üstelik bunu gönüllü olarak yapması fevkalade sevindirici bir olaydır.
Artık hiç kimse bu 1 milyon vatandaşımızı bedava TV yoluyla kandıramaz. Ama geriye 59 milyon vatandaşımız daha kalmaktadır. Onların da aşılanarak bağışıklık kazanmaları iyi olur. İşte bunun için de karalanmayı, sahtekar damgası yemeyi göze alabilecek fedakar vatan çocuklarına ihtiyaç vardır.
Ama merak edilmesin, bu toplum daha nice eğitmenleri içinden çıkarabilecektir. Yeter ki biz eğitime hazır olalım.
Bu hızda ve bu azimle devam edilirse, mesela 2500 yılındaki Türkiye’yi göz önüne getiriniz. Bedava TV yoluyla toplum eğitimi yapanlardan daha kimbilir kaç yüzlercesi Dünya’nın dört bir yanına dağılacaklar ve ülkemizin şöhretini nasıl yayacaklardır. Daha şimdiden gurur duymamak mümkün mü?
Pazartesi, 13 Kasım 1995