• Yemin..

    Yemin..

    Yemin bir taahhüttür

    Yemin’e, birey, kurum ya da daha üst örgütlenmeler arasındaki taahhüt türlerinden birisi olarak bakılabilir.

    Tanım olarak bir ifadenin taahhüt sayılabilmesi için, taahhüdün yerine getirilmemesi halinde taahhütte bulunacak olanı maddi / manevi bir yükümlülük altına sokabilecek bir karşılığın güvence olarak gösterilmesi gerekir. Örneğin, “Artık sigara içmeyeceğim” ifadesi bir taahhüt gibi görünse de bir karşılık gösterilmediği için bir hükmü yoktur. Eğer:

    –       bu ifadenin arkasından “eğer sigara içersem X” şeklinde bir tamamlayıcı geliyorsa ve

    –       X, taahhütte bulunan kişi açısından gerçek bir yükümlülük yaratabiliyorsa  ve

    –       bu koşula uyulup uyulmadığı bağımsız gözlemci(ler)ce serbestçe denetlenebiliyorsa (örneğin gizlice sigara içmek denetlenemeyebilir)

    ancak bu durumda gerçek bir taahhütten söz edilebilir.

    Burada X’e bir isim vermek gerekirse taahhüdün güvencesi denilebilir. Güvence, taraflardan birisinin bağlı bulunduğu konusunda kuşku bulunmayan değerlerden birisinin şahit gösterilmesi şeklinde de olabilir. Fenerbahçe’liliğinden kuşku bulunmayan  bir kişinin, “artık sigara içmeyeceğim; eğer içersem Galatasaray’lı  sayılayım” ifadesi buna göre gerçek bir taahhüt sayılabilir.

    Taahhüt hiyerarşisi

    Evin erkeğinin hizmetçiye verdiği “karımı boşayıp seni alacağım” sözü, müteahhitin “yuvanızı yapacağım” taahhüdü, satıcının satın alma görevlisine “abi sen ihaleyi bana ver, ben de komisyonunu hesabına yatırayım” anlaşması, bir ülke başbakanının “geliştirmeyi düşündüğümüz nükleer santralı bizden alın, atıklarınızı biz alırız” uluslararası sözleşmesi ya da “bir daha şu partiye oy vermezsem gözüm körolsun” yemini ve bunlara benzer taahhütler arasında bir saklı güvenilirlik hiyerarşisi vardır.

    Hiyerarşideki yeri neresi?

    Bir toplumu oluşturan çeşitli sosyo-ekonomik katmanlar açısından en güvenilir taahhütlerin birbirinden farklı olduğu görülüyor. Küçük ve herkesin birbirini iyi tanıdığı yörelerdeki esnaf arasında “ağızdan çıkan söz” en güvenilir taahhüt iken, belirli bir inanç grubuna dahil kişiler arasında “Allah şahidim olsun ki”  türünden yeminler en güvenlisidir.

    En ağır hakaretlerin genellikle iki eksende (şeref ve cinsel namus) toplandığı toplumumuzda, bu iki öbek aynı zamanda taahhütler için de en güvenilir kavramları içeriyor. “Şerefim üzerine yemin ederim ki“, daha üst sosyal statüye ait olanların benimsediği taahhüt türü iken, “annem aynı zamanda eşim de olsun ki” yemini ayak takımının pek kullandığı türdür.

    En güvenilir olanlar aslında en kolay bozulabilir olanlardır..

    Bu bir çelişki gibi görünebilir ama değildir.  Güvenilir olanların nedeni güvenilir olagelmişliğidir! Tuhaf görünebilir ama paranın paradoksu denilen, “para kabul edildiği için kabul edilir“e pek benzer bir durumdur bu. Çünkü, yeminlerin, bir toplum kesimi içinde, o kesimin değer ölçülerine uygunluk ve zamanın aşındırıcılığına dayanmış olmaktan olmaktan başka bir güvencesi yoktur.

    Bozulmayı sağlayan ajan “yalan” kavramıdır..

    Zaman içinde, kimi insanlar yemin’in bu “bozulabilirlik” özelliğini keşfedip kendi çıkarları için kullanmayı akıl ettikçe, yalan yere yemin etmek gibi bir yoz-kültür üremiş bulunuyor. Bir yandan da -her şeye rağmen- bundan korkup çekinenler bazı antidot’lar üretmişlerdir. Yemin ederken ayağını kaldırmak, köpeğe ekmek doğramak vs gibi.

    yuh.jpgDaha melun tipler ise, yeminin dayandığı değerleri -her ne iseler- aşabilecek yeni operatörler arayışına girmişler ve “davamız uğruna” virüsünü laboratuvarda böyle üretmişlerdir.

    Milletvekili yemini de bozulmaya uğrayanlardandır..

    Artık yazılı etik güvencelere ihtiyaç var..

    Yeminlerin ortak özelliği, fuzzy nitelikli oluşları nedeniyle geniş bir alanı kapsamalarıdır. Nerede başlayıp nerede biteceği, tutulmaz ise ne yapılacağı tamamen paylaşılmış değerlerce belirlenir. Eğer paylaşılmış değerler aşınmış ise fuzzy kavramlar tamamen belirsizlik haline gelir.

    İşte bu noktada daha belirgin, sınırları iyi tanımlanmış, kolay denetlenebilir dar kapsamlı taahhütlere ihtiyaç vardır. Etik Güvence adı verilebilecek olan bu tür taüahhütler, bu yozlaşmayı bir ölçüde aşmak, belki de yeminin birleştiriciliğini geriye getirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

    Haziran 2011 seçimlerinden sonra iyiden iyiye ortaya çıkmış olsa da epeydir yürürlükte bulunan, “yemin ederiz ama uymayız da” ilkelliğine bir de buradan bakınız.

    24 Haziran 2011 Cuma

     

    büyütmek için tıklayınız!

  • İzmir Milletvekillerine Çağrı

    İzmir Milletvekillerine Çağrı

    12 Haziran seçimleri öncesinde 11 İzmir milletvekili adayının, seçildikleri takdirde aşağıdaki ilkelere uyacaklarını sözel olarak taahhüt ettiklerini biliyoruz:

    (1)    HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİMİ VE SONUÇLARINI SEÇMENLERİME İLAN EDECEĞİMİ,(Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi –conflict of interest– yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)

    (2)    ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,(Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir.)

    (3)    ŞAHSIMA AVANTAJ SAĞLAYABİLECEK ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİKLERİNİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,(Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla:  da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımızdaki eksik bir elemana!)

    (4)    HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,(Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)

    (5)    TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,(Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararları kastediliyor- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)

    (6)    SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,

    (7)    BAKANLIK GÖREVİNE ATANMAM HALİNDE, TÜM ÜLKE İÇİN KULLANIMI GEREKEN BAKANLIK İMKANLARINI SEÇİM BÖLGEME AYRICALIK SAĞLAYACAK ŞEKİLDE KULLANMAYACAĞIMI                                                     

     TAAHHÜT EDİYOR, BU TAAHHÜDÜMÜN HERHANGİ BİR YOLLA DENETLENMESİNE HİÇBİR ŞEKİLDE KARŞI ÇIKMAMAYA SÖZ VERİYORUM.

    Söz vermenin toplumumuzda özel bir yeri vardır. Hatta çoğu zaman yazılı taahhütlerden daha da geçerlidir. Örneğin -özellikle geçmiş kuşaklarımızın kültürlerinde- ticaret büyük ölçüde “söz”e dayalıdır.

    Ama günümüzde söz, yerini yazılı taahhütlere bırakmıştır. Bu bir bakıma anlaşılabilirdir. Çünkü özellikle kısa ve farklı şekilde yorumlanamayacak olan ifadeler yerine daha karmaşık ifadeler -yukarıdaki taahhütlerde olduğu gibi- geçtiğinde,  yazılı ifadeler daha güvenlidir. “Ben onu demek istememiştim” gibisinden yorumlara kapalıdır.

    Şimdi:

    Bu taahhütte -sözel olarak- bulunarak yemin eden adaylarımızdan milletvekili seçilenlerden bu sözlerini yazılı olarak tekrarlamalarını beklemek hakkımızdır. Bunun aksi, “seçilene kadar her şeye söz verir yemin ederim, ama ertesi gün unuturum” gibisinden bir anlam çıkar ki böyle bir olasılık olmaması gerekir.

    İzmir’deki STK’lar başta olmak üzere tüm yurttaşlarımızdan, bu “sözden yazıya çevirme” konusunda birer sosyal baskı unsuru olmalarını  beklemek de hakkımız olmalıdır.

    17 Haziran 2011 Cuma

  • Oy vermeyenler!

    Oy vermeyenler!

    Bugün milletvekili genel seçimi yapılıyor. Hemen her görüşten kişi bu seçimlerin “önemli” olduğunu, sandığa gitmenin bir yurttaşlık görevi olduğunun altını çiziyor.

    Seçimler hakkında görüşü alınan bir yurttaş TV’de, boş oy verenlerin de önemli bir işlev yerine getirdiğini, böylelikle tüm partilere “ben sizlerin yaklaşımlarınızdan mutlu değilim” mesajı verdiğini söyledi ki gerçekte de doğru bir saptama. Bu mesajı alabilenlerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve/ya yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç olduğunu farkeden yurttaşların siyasi girişimlerde bulunabilmesi olasıdır.

    Ben bütün bu görüşlere tüm kalbimle katılırım.

    Bir de sandığa gitmeyerek tepkisini dile getirenler var. Onlar boş oy‘a göre daha güç deşifre edilebilir bir mesaj veriyorlar. Seçim gününü unuttukları için mi yoksa tümüne bir mesaj vermek için mi ya da tembelliklerinden mi bilmek imkansız. Ama yine de davranışlarının bir “değeri” var.

    Bu kişileri de anlayabiliyorum.

    Üçüncü bir tip “yurttaş”(!) var ki onlar, oy vermeye gitmiyorlar; etrafa ayıp olmasın diye de çeşitli yalanlar -hastaydık, adres naklettik vs- söylüyorlar.

    Ben kendimi zorluyorum ve bunları da anlamaya çalışıyorum. Toplum içinde yaşayıp, onun imkanlarından yararlanan ama en basit yurttaşlık görevini yerine getirmeyen, bunu da açığa vuramayan zavallılar.

    Ama dördüncü bir tipe katlanamıyorum. Onlar, yukardaki üçüncü tipin özel bir grubu. Sürekli olarak vatan-millet söylevleri çeken, posta kutularımızı, oradan buradan gelen e-postalarla dolduran, yarım akıllarıyla herkese akıl satan ve kimsenin kendilerinin farkında olmadığını sananlar.

    Hani bir fıkra vary ya; “çıkar şu dilinin altındaki baklayı..” konulu. Şimdi öyle bir kişiye ihtiyaç var.

    12.06.2011 3:17 PM

     

  • Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.

    Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.

    Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.

    Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.

    Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.

    Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.

    Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.

    Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.

    Şaka bir yana..

    Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.

    Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?

    Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!

    (Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).

    Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.

    (Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..

    O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.

    Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.

    Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.

    Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki,  Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.

    Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.

    Ya çözersin ya övünürsün..

    Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.

    Peki ya insani değerlere n’oldu?

    Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.

    Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?

    Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil,  birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.

    Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.

    Güçsüzlere yer yok..

    Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.

    Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.

    Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.

    Kimler farkına varmalı?

    Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.

    Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?

    İyi, Kötü ve Çirkin..

    The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.

    Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!

    Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.

    24 Mayıs 2011 Salı

  • Düşünce Notu

    Düşünce Notu

    Tarih:                         13 Mayıs 2011 Cuma

    Kimden:                    M.T.Titiz

    Kim(ler)e:

    cc

    Konusu:                 BN hizmet ürünlerine talep konusunda bir paradigma değişikliğine mi gereksinim var?

     

    pisa.tiffÜnlü askerlerden Omar Bradley’in bir sözü var: “Sana bir kiş eşek derse, aldırma gül ve geç; ama aynı gün beş kişi eşek derse kendine bir semer edin“.

    Beyaz Nokta® (BN), kurulduğu yıldan bu yana, çoğunluğun ilgi / dikkat alanının dışında kalan, ama toplumsal sorunların kökleri durumundaki sorun alanlarını anlamaya, çözüm üretmeye odaklandı.

    Konuların bu ortak özelliği, çözümlerin “satılabilirliği“ni de ister istemez olumsuz etkiledi, etkiliyor. Buna bir dereceye kadar razı olmak gerekir; nitekim razı da oluyoruz.

    Son olarak bir eğitim ürünümüz (KiGeP) konusunda bir üniversite ile yazışmamızda, gençlerin yaşamlarını değiştirebilecek bir seminerin –ki HDK seminerleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir, çünkü iki seminer de benzerdir– üniversite ile ortak düzenlenebilmesi için ne kadar çok ön koşul ileri sürüldüğüne dikkat edince, bu notu kaleme almayı düşündüm.

    Aslında uzun süreden beri BN ürünlerine talep konusunda bazı kuşkularımız vardı; fakat birkaç ay önce İzmir Konak Belediyesi ile ortak düzenlemeyi planladığımız Hızlı Dönüşüm Kampı seminerlerine talep azlığı sorunu ortya çıkıp, nihayet birkaç gün önceki yazışmada tekrar kendini gösteren talep sorunu tekrarlayınca, bu konunun sistemik olduğunu düşünmeye başladım.

     

    Bir
    yanda, PISA sıralamasında (okuduğunu
    anlamada bile
    ) sondan üçüncü olabilen, ama bir yandan da kendini neredeyse
    eksiksiz gören öğrencilerimizin, bütünüyle yanlış hedefler doğrultusundaki bu
    koşuşturmalarının neye yaradığını sorgulamayan biz erişkinlerin Türkiye’yi
    elbirliği ile nerelere götürdüğümüzü bir daha serinkanlılıkla düşünmek
    gerekiyor.

    Aslında biraz düşününce,
    gençlerimizdeki bu “talep eksiği“nin
    nedensiz olmadığı, onların nasıl yetişmesi gerektiğini sürekli olarak dikte
    eden sanayinin, neredeyse her firma için özel dikilmiş elbise gibi insan
    malzemesi istediği, üniversitelerin de bunu hiç irdelemeden yerine getirmeye
    çalıştığı –ama bunun hem yanlış hem de
    imkansız olduğunu düşün(e)medikleri
    – anlaşılabiliyor[1].

    Bir
    sürü ad kalabalığını ezberlemek yerine, okuduğunu anlayabilen, bir yabancı dili-özgün ihtiyaçlara göre mükemmelleştirecek
    düzeyde
    – bir tabana sahip ve doğru sorular sorarak, eksiklerini ve
    ihtiyaçlarını şekillendirebilen insanlara ihtiyaç olduğunu idrak edemeyen
    üniversitelerle karşı karşıyayız. Bu gürültü içinde ne KiGep, ne HDK ve ne de meselenin
    köklerine yönelik girişimlere yer yoktur.

    Geçen yıl, İzmir BNGD ile ziyaret
    etmek istediğimiz DEÜ rektörünün, vakit yokluğundan dekanına, onun da yardımcısına
    havale edip bizim de vazgeçip geri dönmemiz de bu resmin bir kopyası değil
    midir?

    Öyle
    anlaşılıyor ki, öğrenme hedefleri BN ile çakışmayan öğrenci ve öğretmenlere bir
    şey “satmaya” çalışmaktan vazgeçip
    alternatif yollar düşünmeliyiz.

    Düşünmeliyiz, çünkü çocuk ve gençlerimiz ilköğretim, lise ve
    üniversitelerde öğretmenlerinin önlerine koyup ezbere bellemeyi[2]
    istedikleri malzemeyi yiyip-kusmaya koşullanmışlardır. Bunun dışında bir işle
    meşgul olabilecek ne zamanları ne motivasyonları vardır. Daha da vahimi,
    anaokulundan itibaren beynini istirahate almış “geleceğimizin teminatı” çocuk ve gençlerimiz giderek zihinsel
    yetilerini kaybediyorlar
    da olabilirler. Okuduğunu anlayamama bunun bir ön-göstergesi olabilir.

    Yanlışımız nerede olabilir?

    Birçok yerde olabilir. Ama -sanırım ki- bunların başında, her yerde
    verdiğimiz “ip itme – ip çekme” benzetmesine[3]
    kendimizin uymayışı geliyor. Yani bir öğrenme talebi olmayıp sadece
    koşullandırıldıkları işe yaramaz meşgalelerle zaman öldüren çocuk ve gençlerden
    öğrenmeleri için bir isteklilik göstermelerini bekliyoruz.



    Kuşkusuz onlar içinde -normal dağılım’ın bir
    cilvesi olarak- bu ölümcül sarmala kendini kaptırmamış olanlar da vardır.
    Nitekim 2003ten bu yanaki seminerlerde %10 kadar böyle kişiyle karşılaştık.

    Peki bunu bile bile
    niçin yapıyoruz? Cevap basit: Başka bir yol düşünemediğimiz için! (belki de
    başka yol gerçekten de yoktur; ama emin olamayız)

    Moderatör yetiştirme girişimlerimiz!

    Moderatör
    yetiştirebilmek için çok çaba harcadık. Öğrencilerle ilgili talep yetmezliği ile aynı nedenden
    dolayı başarılı olunamadı; ama nelerin olmayacağını da görmüş olduk.

    Tüm seminerlerin %95ine
    aktif olarak katılmış birisi olarak söyleyebilirim ki, gerek KiGeP ve HDK
    seminerlerinde gerekse moderatör yetiştirme seminerlerinde -sözünü ettiğim
    %10’luk kesimler hariç- sürekli olarak, “bir
    talebi olmayan
    ” ve “birçok ön-koşulu
    kabullenildiği için lutfen katılmış
    “, ama en küçük tatminsizlikte semineri terketmeye hazır katılımcılara,
    rica-minnet bir şeyler “öğretmeye” çalıştık. Halbuki satmaya çalıştığımız şey “öğretmek yerine öğrenmek” idi.  Şimdi bunun olamayacağını tam olarak
    görmüş bulunuyoruz. Bu da önemli bir kazanım sayılmalıdır.

    Peki şimdi??

    Madem ki %10 kadar
    öğrenme talebi olanlar vardır, o halde pasif olarak BN öğrenme ürünleri[4]
    hakkında bilgi veren, oldukça zengin BN web sitesi ile karşılaştırılmaları
    yeterlidir. Onlar, herhangi bir zorlamaya gerek kalmaksızın öğrenecekler; büyük
    bir olasılıkla onları rol model olarak kabul eden ikinci bir % 5-10 da
    öğrenmeye heves duyabilecektir.

    Burada bilemediğimiz, bu
    olası sürecin, kritik iyileşme eşiğini
    aşıp aşamayacağıdır.

    Bilemediğimiz ikinci
    nokta, halen ne kadar kişinin BN ile benzer amaçlar doğrultusunda yürüdüğüdür.
    Web üzerinden geri dönüşler son derece azdır ki bu, her iki anlama da
    gelebilir.

    Cüppeli Ahmet namıyla
    bilinen kişinin çeşitli TV söyleşilerinden birisinden, insanlarımızın
    neleri merak ettikleriöğrenilebilir (linke tıklayınız). Merak
    portföyleri içinde insanımızın,
    kurumlarımızın ve toplumumuzun sorun çözme kabiliyetlerinin niçin düşük olduğu,
    nasıl yükseltilebileceği
    gibi konular olmadığına göre ne(ler) yapılabilir?

    Hemen her toplumdaki gelişmelerin
    önderliğini yapan kişilerin sayısı yüzde birkaçlar ile ölçülebildiğine, bizdeki
    bu % birkaç ise kendi doğrularının dışında doğrular olabileceğini dinlemeye
    istekli görünmediğine göre, acaba biz de kendi cübbeli hocamızı mı oluştursak
    J.

    Bu da pek yapılabilir
    görünmediğine göre orta ve uzun vadeye yönelmekten başka çare görünmüyor.

    Öğrenme Evi® kavramının yeri ne olmalı?

    Başlangıçtan beri ÖğrEv, yerel sorunları çözmek isteyenlerin öğrenme
    ürünlerini kullanarak sorunlara çözümler ürettikleri ve bu yolla da
    katılanların sorun çözme kabiliyetlerinin gelişimine katkıda bulundukları
    yerler olarak öngörülmüştü.

    Bu yaklaşımda bir
    değişikliğe gerek görünmüyor. ÖğrEv’lerin peryodik olarak yapmaları öngörülen
    KiGeP ve HDK gibi seminerler ise, bu konulara ilgi duyanların bir araya
    gelmeleri için organizasyonların yapıldığı, ama seminer içeriklerinin -webte
    ayrıntılı olarak vardır- tamamen katılımcılar arasında bir workshop (çalıştay)
    formatında işlendiği biçime dönüşecektir.

    İzmir MY ÖğrEv, meraklı ve öğrenme istekli  kişilere (öğrenci olanlar ve olmayanlar birlikte) böyle bir
    çalıştayı duyurup deneyebilir. Çalıştay moderatörlüğünü de birkaç defa BN
    üstlenir, gerisini katılımcılar kendileri sağlarlar.



    Olmazsa olmaz: Kendini adamış kişiler!

    Bu sürecin yürümesinde vazgeçilmez unsur, zamanını ve/ya aklını ve/ya
    parasını ve/ya ilişkilerini toplumsal sorumluluk uğruna harcayabilecek
    insanların varlığıdır.

    Ne zamanını, ne parasını, ne ilişkilerini harekete geçirmeyen, ama
    sürekli olarak çeşitli olumsuz örnekler bulup yakınan, böylelikle de “sakin
    sularda” yaşam sürdürmek bireysel olarak iyi olabilir; ama bu tür tutumların
    geleceğimizden çalıntı olduğu da
    unutulmamalıdır.

    Sonuç

    Özetlemek gerekirse:

    1.     Bir talebi olmayan kişilere hizmet sunmak yöntemi sonuç vermiyor.

    2.     Potansiyel katılımcılar içinde küçük bir yüzde öğrenme talebine
    sahiptir. Bunlara  web veya aktif
    olmayan yöntemlerle (poster, broşür vs) erişilmeye çalışılmalıdır.

    3.     Moderatör yetiştirme çalışmaları başarılı olmamıştır.

    4.     Bundan sonraki çalışmalar, yerel sorunlar çevresinde düzenlenecek
    atelye çalışmaları yoluyla yapılmalı; ÖğrEv’ler bunları organize etmelidir.

    5.     Mevcut gönüllü tabanımızın, toplumsal sorumluluğunu duyumsayan,
    kaynaklarını bu yolda harekete geçirebilen kişilerden oluşmasına
    çalışılmalıdır.

     

     

     

     


    [1] Üniversitelerle ilgili bu düşüncemi abartılı bulabilenlerin,
    Cumhuriyet Bilim-Teknik ekinde (13 Mayıs 2011) Prof. Celal Şengör’ün “Türkiye’de üniversite yoktur” konulu
    yazısını okumalarını öneririm.

    [2]Mümkün olan
    yerlerde “ezbere bellemek
    sözcüklerini yanyana kullanıyor ve böylece farklı anlamlar taşıdığını
    hatırlatmayı umuyorum. Bellemek, bellekte
    tutmak, akılda tutmak, unutmamak
    anlamına gelirken; ezberlemek ise sorgulamadan kabul etmek (by heart, par coeur, yürektenlik)
    anlamındadır. Bellemek bir öğrenme
    yöntemi iken ezberlemek Tanrı vergisi merak duygusunun -kendi egemenliklerini
    sorgulamalarını engellemek amacıyla- yasaklanmasıdır.

    [3] Öğretmeyi “ip itmeye” -ki imkansızdır-, öğrenmeyi ise “ip çekme”ye
    -ki ancak bu mümkündür-benzeten örnek kastediliyor.

    [4] Öğrenme ürünleri deyimiyle, Sorun Çözme Araçları kastediliyor.

  • OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    Bir yolcu otobüsünün bagajında çıkan yangının, hidrolik sistemini bozması nedeniyle kapıları açılamamış ve 18 yolcu diri diri yanmışlardır. TV bu olayı “kaza” olarak duyurdu.

    Ölenlere Allah rahmet eylesin!

    Muhtemelen, düzenlenen kaza raporunda olayın“ nasıl” olduğu ayrıntılı olarak hikaye edilmekte, fakat “niçin” olduğuna ilişkin tek kelime edilmemektedir. Zaten, bu tür olayların birer talihsizlik eseri meydana geldiği, geleneksel “kaza” adlandırmasından da belli olmaktadır.

    Bu kaza (!);

    • Bagajlarda yanıcı-patlayıcı nesne taşımama kuralına aldırmayan aptal ve kurnaz yolcu vatandaşlarımız,

    • Yolcuların bu kurala uyup uymadığını denetleyebilecek sistemi kurmak becerisine ve sağduyusuna sahip olmayan otobüs şirketleri ve onların fiyakalı kaptan (!) ları

    • Otobüs şirketlerinin, yükümlülüklerine ne denli uyduğunu denetlemek durumunda olup da buna boşveren kamu otoritesi

    • Her otobüste bulunması zorunlu olup da genellikle otobüs şoförlerinin evlerinde fındık ve ceviz kırmak için kullanılan imdat çekici’ni fantezi sayan kafa yapıları

    • Bu ve benzer olaylar hakkında uyarılarda bulunan az sayıda insana kulak asmayıp, olabilecekleri falcı ve cincilerden öğrenmeyi yeğleyen bir kamuoyu

    mevcut olduğu sürece, daha çok kazalara hazır olunmalıdır. Ama yanarak ama çarpışarak. Yolda ve de dağlarda!

  • VesayetBağımlılığı

    Vesayet Bağımlılığı

    Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın -büyük bedeller ödeyerek- öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor.

    Türkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır, çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları“dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır.

    Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise, bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek -vesayet açısından- güvence altına alınmış demektir.

    Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikçe kendini güvende hissetmeyecek bir kültür oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak?

    Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar -hatta toplumlar- sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi?

    İyi ama bu olur mu?

    Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur” diyor. İşte size birkaç ipucu:

    ·      İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da -askeri okullar da dahil- kullanılması.

    ·      60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin -tüm dönemlerde ve partilerde- böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür:  İradelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir.

    Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır.

    Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir.

    ·      “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir.

    Kişiler -ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum- bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren -aile, okul ve toplumda- sorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır.

    Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar.

    Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar.

    Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışırlar.

    ·      Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı -bireysel ya da örgütlenmeniz yoluyla- kendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi?

    Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları elinde bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor?

    Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, sorun çözemedikleri, ayakları üzerinde duramadıkları için vesayete muhtaçtırlar. Vesayet odakları ise sorun çözebildikleri için değil, sorunları kendilerinin çözebileceklerini ezberledikleri için boşlukları doldurmaya isteklidirler.

    Kendi ezberlerini topluma benimsetmek arzusunda olanlar, insanların en önemli yetileri olan sorun çözme kabiliyetlerini aşındıra aşındıra muhtaç bağımlılar durumuna getirdiklerinin farkına varabilmelidirler.

    10 Mayıs 2011

  • Sorunların İntikamı

    Sorunların İntikamı

    sorunlarin_intikami.jpg“Antropolog ve tarihçi Joseph A. Tainter (Complexity, problem solving and sustainable societies) başlıklı makalesinde, bir toplumda çeşitli sorunları çözmekle görevli kurumların başarı ya da başarısızlıklarının, o toplumun sürdürülebilirlik ya da çöküşünü belirlediğini; sosyal karmaşıklık ve o karmaşıklığın enerji yoluyla sübvansiyonu arasındaki azalan getiri ilişkisinin negatife dönmesi halinde karmaşıklığın yönetilemez hale gelip çöküş sürecinin başladığını tartışmakta, Roma İmparatorluğu gibi birkaç toplumun çöküşlerini de örnek olarak vermektedir. 

    Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde de benzer motifler bulunduğunu, ama çöküşün küllerinden doğan cumhuriyetin kültürel karmaşıklığı yönetebilme –bir diğer deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti- genlerinin de Tainter’in teşhisinin izlerini taşıdığı kuşkusu yersiz sayılmamalıdır.

    Bu yaklaşım, bir damla petrol = bir damla kan ilkesinin geçerli olduğu günümüzde, enerjinin niçin bu denli önemsendiği, mevcut ve potansiyel enerji kaynağı -Türkiye gibi- ülkelerin büyük satranç tahtası’nda niçin önemli taşlar sayıldığını anlatıyor; ilk bakışta zor farkedilse de, gelişmiş ülkelerin aslında yüksek karmaşıklık düzeyindeki yaşamlarını sürdürebilmelerinin ancak enerji ile mümkün olabildiği, giderek artan karmaşıklığın ise yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç demek olduğu anlaşılabiliyor.

    Bununla eşit önemdeki ikinci nokta, genetik evrim açısından değil, ama kültürel evrim açısından anlamlı süreler boyunca itaat-biat kültürüyle yaşamış toplumlarda oluşmuş karmaşıklığı yönetebilme (sorun çözme) kabiliyeti yetmezliğinin bir genetik yazgıya dönüşüp dönüşmediğidir ki İkili Kalıtım Kuramı bunun göz ardı edilmemesini söylüyor.

    Bu yaşamsal konu üzerinde başlatılabilecek odaklanmanın toplum gündemine taşınarak, gündelik çekişmelerin dışında bir “derinden iyileşme” sürecini başlatabileceği ümit edilebilir.”

    Yukarıdaki satırlar, birkaç hafta evvel yayımlanan Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler[1] adlı kitabımın arka kapağından alınmış, kitabın bir çeşit özetidir.

    Duyururum.

    Sunday, May 8, 2011

     

  • Birbirine karışmış birkaç terim

    Birbirine karışmış birkaç terim

    Şu deyimler ortaya karışık şekilde kullanıldıkça içinden çıkılmaz bir hal doğuyor. Hani bu kargaşa terim düzeyinde kalsa iyi, oradan da gündelik yaşamımızın temellerini tehdit etmeye başlıyor. Konfiçyüs’ün ünlü sözü bir kere daha anılmalı: ‘Sözcükler yanlış olursa cümleler; cümleler yanlış olursa kavramlar bozuk olur. Kavramlar bozuk olunca halk anlaşamaz; halk anlaşamazsa dirlik bozulur’.

    Dirliğin bozulmasına çok az kaldığı için bir kere de ben yazayım dedim.

    Birbirine mkarışmış ve herkesin kendi kafasına göre anlam yüklediği birkaç terim ve bu terimler için anlam önerilerim şunlar:

    Kavram

    Önerilen tanım

    Özgürlük

    Tüm varlıklara –bitki, hayvan,
    insan, taş toprak ilh
    .- saygının içselleştirilmiş
    olması halindeki korkusuzluk ve iç huzuru durumu

    Af

    Uğranılan –maddi ve/ya
    manevi-
    bir kişisel zararı, herhangi bir karşılık
    beklemeksizin –ki aksi halde ‘pazarlıkla
    vazgeçme olur-
    karşısındakinin iyiniyet içindeki bir
    yanlışına atfederek karşılık vermekten vazgeçme hali.

    Uğranılan zarar kişisel değil de toplu zarar ise
    bu takdirde, diğer kişilerin tek tek affa razı olması halinde af
    mümkün olabilir. Başkası adına af yapılamaz.

    Hoşgörme

    Uğranılan –maddi ve/ya manevi- bir kişisel
    zararı, karşısındakini cezalandırmaya –yaşı,
    akli durumu, içinde bulunduğu durumun tahrik ediciliği vb nedenlerle-

    ehil görmeyerek karşılık vermekten vazgeçme hali.

    Toplu zararın hoşgörülebilmesi de af ile benzer
    koşullara sahiptir.

    Çifte standart

    Aynı bir duruma, -tembellik,
    adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik, kişisel çıkar veya bu gibi
    nedenlerle-
    farklı karşılık verilmesi.

    Yaptırım ve yaptırımda acizlik

    Yaptırım, bir kuralın en temeldeki
    amacına tam hizmet edecek şekilde uygulanabilmesi
    karşısındaki engellerin, herhangi bir istisna gözetilmeden ve
    engellerin  ne pahasına olursa
    olsun kaldırılarak uygulanmasıdır.

    Yaptırım acizliği ise, bu tanımın kilit taşı
    niteliğindeki ‘uygulama’ya gücünün, aklının ve/ya gereken diğer
    becerilerinin yetmemesidir.

    Görmezden gelme

    Karşılık verilmesi gerekli ve zorunlu bir durumun, -tembellik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik,
    kişisel çıkar veya bu gibi nedenlerle-
    görmezden gelinmesi.

    Uygulanamayacak kural koyma

    Yaptırımını sağlayamayacağını düşünememek
    eksikliği ile malul kural koymaktır.

    Kural tanımazlık

    Kendi tanımladığı gerekçelere dayanarak ve bunu bir
    alışkanlık haline getirerek yaşam sürdürmedir.

    Kural tanırlık

    Konulmuş kurallara uymak, bir yandan da yanlış,
    haksız, yersiz vb olarak nitelenebilecek kurallara karşı mücadele
    etmektir.

    Bu kavramlar içinde hoşgörme ve af en sık yanlış kullanıma konu olan ve yaptırım acizliği ile karıştırılan terim olsa gerekir.

    Burada verilen tanımlardan amaç, doğruluğu tartışmaya kapalı hükümler vermek tabii ki olamaz. Ama rastgele bilinçsiz / bilinçli kullanım nedeniyle birlikte yaşama iklimini bozan kavramlara dikkat çekmek amaçlanmıştır.

    Bir ortak kavram tabanı inşa etmeden birlikte yaşamak mümkün müdür?

    Akla hayale gelebilecek her türlü vaadin havada uçuştuğu bir seçim öncesinde birisinin de çıkıp böyle bir taban inşa edeceği–üstelik arsa spekülasyonuna yol açmadan – vaadetmesini beklemek pek mi iyimserliktir?

    05 Mayıs 2011 Perşembe

     

  • Doğrusal Mantık

    Doğrusal Mantık

    Uzun süredir medyada -konuşma veya yazı olarak- gözlemlediğim iki alışkanlığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birisi, yazının başlığındaki doğrusal mantık alışkanlığıdır. Önce bir örnek verip ardından diyeceğimi açıklayayım.

    Kadın ve çocuklara yönelik olarak artan şiddet olaylarını önlemek için özel bir yasa çıkarılarak cezaların artırılması gerekir / düşünülüyor. Böylece, karısını, sevgilisini ya da şekerle kandırdığı çocukları parçalara ayırarak buzdolabında saklayıp, sonra uygun bir zamanda farklı illere götürerek parça parça gömen caniler cezaların ağırlığını düşünerek vazgeçeceklerdir.”

    Bu örnekteki akıl yürütme biçimi bir doğrusal mantık örneğidir; sebep (cezaların azlığı), sonucu (şiddet) üretmektedir. O halde cezalar artırılırsa şiddet azalacaktır.

    Gerçekte de, sonuçları caydırmak için -nedenlerine bakılmaksızın- cezalar artırıldıkça sonuçlarda bir miktar -o da bazen- azalma olabilmektedir. Örneğin alkollü araç kullanımı ile cezalar arasındaki ilinti epey yüksektir. Üstelik işlenen suçu ölçmek çok da kolaydır; bir alete üflemek ve nesnel olarak cezayı hakedip etmediğini anlamak mümkündür.

    Bu mantığın doğruluğunu kaybettiği sınır çizgisinin bir tarafında, vazgeçilebilecek çıkarlar  (örneğin kafa çekip zevklenmek) varken, çizginin diğer yanında vazgeçilemeyecek çıkarlar (yakınını gece yarısı hastaneye yetiştirmek veya banka soygunu yapmadan önce kafa çekip rahatlamak gibi) yer alıyor.

    Polisin bir miktar rica ile vazgeçebileceği ya da kesesinin gücü vereceği cezadan etkilenmeyecek durumda olan kişiler, “parayı bastrır içerim” diyebilir; ama eğer katlanılamayacak kadar ağır ceza varsa araç kullanmaktan vazgeçip taksi veya kiralık şoför kullanır. Bu durumda ceza ağırlaştırmasının sonuçlarını ortadan kaldırmaya yeter.

    Ama eğer kişi, evinde kafayı çekerken bir anda bir yakınını hastaneye yetiştirmek zorunda kaldığındaysa ağır ceza vs onu durduramaz; üstelik de bu insani bir davranış olur.

    Gerçek yaşam olayları farklı bir mantığa göre işliyor. Sonuca yol açan nedenler iyi saptanamadığı takdirde, sonucun engellenmesi bir yana, başka istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin;

    ·       Cezaların giderek şiddetlendirilmesi, hatta kısas uygulanmasına (hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gibi) doğru bir kamuoyu isteği ortaya çıkar ve bu giderek toplu faşizan bir tutum haline gelebilir,

    ·       Cezaların ağırlığından ürken ama onu suç işlemeye iten güçlü nedenleri aşamadığı için suç işlemeye devam eden insanlar daha sofistike metotlarla işe devam ederler (eminim ki bundan sonra tecavüz ve şiddet olayları daha zor ortaya çıkacak, çoğu kişi de bunu artan cezaların suçları azaltmasına bağlayacaktır),

    ·       Ve en önemlisi, aslında bir çeşit mağdur olan kişiler -ki bu kesip biçen kişilerin çoğu daha büyük ama yaygın suçların kurbanlarıdırlar- tedavi edilmek hakkından mahrum olacaklardır. Böylece, toplumsal histeri daha  ağır bir şiddet uygulamış olacaktır.

    Kadın ve çocuklara uygulanan caniyane görünüşlü şiddet olaylarını önlemenin yolu, çabucak önlemeyi bir kenara bırakıp anlamaya çalışmaktan geçiyor. Bir şey yapmak isteyenler önce bir şey yapmamayı öğrenmelidirler!

    Gözlemlediğim ikinci bir alışkanlık, döngüsel mantığın dikkate alınmayışıyla ilgilidir. Bunu da -yine şiddet konusu ile- örnekledikten sonra açıklamaya çalışayım:

    Önemli bir bölümü cinsel istismara uğramışlık kaynaklı ve kronik hale gelmiş ruhsal sorunları bulunan kişilerin uyguladığı şiddet olayları halinde doğan toplumsal histeri, bu tür hasta kişilerdeki kurban psikolojisini (Psychology of Victimhood) muhtemelen daha da azdırıp toplumdan intikam almaya yönlendiriyor.

    Bu örnekteki mantık doğrusal mantıkla açıklanamaz; burada döngüsel mantık yürürlüktedir. Yani bir neden (istismara uğramışlık) bir sonuca (başkalarına şiddet uygulamak) yol açmakta, bu caniyane -ki değildir- olaya toplumun gösterdiği tepki, kurban tarafından yeni bir istismar / haksızlığa uğramışlık duygusu üretmekte ve bunun öcünü almak için tekrar şiddete yönelmektedir. Yani (sebep) > (sonuç) > (tepki) > (sebep) > ………..> (sonuç) > …. şeklinde bir  döngü (pozitif geri besleme).

    Toplum, aklısıra sorunu ceza veya nefret yoluyla çözmeye(!) çalışırken farkında olmadan neden-sonuç döngüsüne yakıt taşımaktadır.

    Çözüm, tahmin edilebileceği gibi yine ne olup bittiğini anlamaya çalışıp kök-nedenleri gidermeye çalışmaktan, bir yandan da döngüsel mantık mekaniğinin nasıl işlediğini unutmaksızın cezai uygulamalardan geçiyor.

    Şöyle bir sloganı her yere asmak ne iyi olurdu: Önce anla!

    2 Nisan 2011