• Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır.

    Birisi için “kilidi kırıp yenisiyle değiştirmek“, “sabredip 1000 adet deneme yapmak” vbg basit araçlar yeterli iken, diğeri için örneğin “işletim sistemine hakim olmak“,  “bütünüyle reset etmek” vbg daha karmaşık bilgilere ve o bilgileri kullanabilecek düzeyde düşünsel araçlara ihtiyaç olabilir.

    Fakat bir sorun var..

    Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” atasözümüz ya da Apollon tapınağının girişindeki “kendini bil” yazısı sıradan bir öğüt gibidir ama, biraz düşünülünce gerçekleştirmenin ne denli güç olduğu hemen anlaşılabilir. Birisini -ya da kendini- “bilmek”, bilinecek olanın çeşitli tutum ve davranışlarını yargılamak demek olduğuna göre, yargı ölçütlerine ihtiyaç vardır.

    Örneğin, lokantada yemek yerken, yemeğine ortak olmak isteyen bir kediyi tekmeyle kovan kişinin bu davranışı, hayvanlardan bahsederken “afedersiniz hayvan” diye başlayan birisi için onaylanacak bir davranış iken, canlıların bütünlüğünü idrak etmiş bir diğeri için affedilemez bir yanlıştır. Bu yargılamadaki ölçüt -görüldüğü üzere- “insanın, canlılar dünyasındaki yeri” bağlamındadır ve birisi insanı putlaştırıp en tepeye koyarken diğeri canlılar ailesinin eşit -ama farklı- bir üyesi olarak değerlendirmektedir.

    Buna göre, her değerlendirmede kullanılan ölçütler kişilerin kendi ölçütleri olacak, sahip olmadığı bir ölçüte göre değerlendirme yapması -imkansız değilse de- epey güç olacaktır.

    Benzer biçimde, kişiler, yaşamlarının her anını dolduran sorunları çözmeye çalışırken de, kendi bireysel sorun çözme araçları dağarcığındaki -kullanmaya alışık olduğu- aletleri kullanacaklardır. Kurumlar ve toplum için de durum benzerdir.

    Gündelik yaşam sorunları ikliminde birlikte yaşarken hemen hemen benzer araçları kullanan insanlar arasında sorun çıkmaz. Fakat, alışılmış karmaşıklık düzeyinin üzerinde sorunlarla karşılaşıldığında da yine alışılmış aletlerle sorunlar çözülmeye çalışılır.

    Yeni -ve daha başa çıkılamaz- sorunların başladığı yer burasıdır..

    Kişilerin -ya da onların oluşturduğu kurum, toplum gibi daha üst yapıların- kullanmaya alışkın oldukları aletlerle, alışkın olmadıkları karmaşıklıktaki sorunları çözmeye çalşmaları, başka hiçbir neden olmasa dahi yeni ve daha da karmaşık sorunların ortaya çıkması için yeterlidir. Üstelik, bu olgunun anlaşılmayıp, sorun çözmedeki başarısızlığın nedenleri olarak farklı etkenlerin aranması -ki bir bölümü doğru da olabilir- ve bulunacak bu etkenlere göre yeniden ve yeniden girişilecek yeni çözüm girişimleri sonunda, yepyeni ve hiç tanışılmamış karmaşıklık düzeyindeki sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

    Uyaranları kimse dinlemez..

    Giderek karmaşıklık düzeyi artan sorunlar ikliminde, alternatif -ama mevcutla aynı karmaşıklık düzeyindeki- açıklama ve çözüm sahipleri, doğan bu olumsuz iklimin kendi savundukları yaklaşımların benimsenmemesi nedeniyle oluştuğunu iddia edeceklerdir.

    Bu iklim içinde, daha yüksek karmaşıklık düzeyindeki “sorun anlama“, “sorun tanımlama” ve “sorun çözme” yöntemlerini savunanlar da kuşkusuz bulunabilir; ama alışılmış anlama, tanımlama ve çözme araçları öylesine bir ezber ortamı yaratmıştır ki, alışılmışa karşı ses duyurmak mümkün değildir.

    Bir örnek..

    Kürt Sorunu’nun 2011 Ağustos itibariyle geldiği durumda, ana muhalefet partisi lideri -mealen- şöyle diyor:  “Siyasi partilerin görevi sorun çözmektir. Mevcut iktidar partisi ise sorun çözemiyor. Bizim önerilerimiz dinlense siyaset bu sorunu çözer

    Bu yaklaşımın bütünü konusunda çeşitli kurumlar arasında görüş farklılıkları olması doğaldır. Fakat ilk cümle olan “siyasi partilerin görevi sorun çözmektir” parçasına itiraz edecek bir siyasi -hatta akademik- kurumun ortaya çıkması pek olası değildir. Çünkü mevcut paradigmaya göre sorunları çözmek siyasi partilerin görevidir.

    Nitekim seçimler sırasında birbirinden farklı siyasi partilerin temsilcileri tek nokta etrafında birleşegelmişlerdir: Bizi seçerseniz sorunlarınızı çözeriz!

    Bu paradigma, belirli karmaşıklık düzeyine kadar sorunları çözebilir..

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek ise, toplumu oluşturan birey ve kurumların çeşitli ilgi ve çıkarları doğrultusunda oluşturacakları dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik vs’nin işlevi nedir.

    ’80li yıllarda bir Arnavutluk seyahatinde, başkent Tiran ile İşkodra arasındaki yolu bir Arnavut bakan ile birlikte alırken, adım başındaki “union” tabelalarını görünce merakla -çünkü o tarihlerde sendikalaşma yasaktı- “bu union’lar neyin nesidir?” gibisinden -kibarca- sormuştum.

    Arnavut bakan büyük bir hayretle yüzüme bakmış ve şöyle demişti: “Ben Türkiye’de de union’lar olduğunu sanıyordum. Bu kuruluşlar hükümetin emirlerini işçilere ileten kuruluşlardır. Siz nasıl iletiyorsunuz?”

    Benzer biçimde, eğer siyasi partilerin görevleri sorunları çözmek ise, onca örgütlenmenin tek işlevi olabilir: Görüşlerini hükümete bildirmek; hükümetin de kendi görüşü yönündekileri destek olarak kullanması!

    Bu paradigma, belirli bir sofistikasyon düzeyine kadarki sorunları çözebilir. Bu yaklaşıma da -eğer örgütlenmelerin fikirlerini yeterince alıyor ise- yarı demokrasi denilebilir. Fakat halk böyle bir demokrasinin fazlaca bir faziletini görmediği için de sık sık otoriter idareleri -mesela askeri idareleri- destekler ya da en azından otokratik sivil idareleri arzular.

    Ama ne yazık ki sorunların karmaşıklık düzeyini kendimiz seçemiyoruz..

    Resmi haritalarda gösterilenlerin dışındaki çeşitli sınırları giderek daha karmaşık süreçler sonunda ortaya çıkan toplumlar arasındaki çıkar çatışmaları, öyle karmaşıklıkta sorunlar üretmektedir ki, bunların oluşumunda çoğu zaman yerel toplumların çok az katkısı vardır. Pişirilip kotarılmış sorunlar toplumların önlerine konulmaktadır. Irak, Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Türkiye gibi toplumların karşı karşıya bulundukları sorunlar, onların sorun çözebilme kabiliyetleri ile orantılı olarak kendilerince seçilmemiştir.

    Bu sorunların, yarı demokratik paradigmaya göre işleyen toplum yapılarınca bırakınız çözülmesi, anlaşılması bile imkansızdır. Eldeki en güçlü araç, “sorunları siyasi partiler çözer; diğer tüm örgütlenmeler de fikir beyan ederler” şeklindedir.

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek değil, ortam hazırlamaktır..

    Çoğulcu demokrasi, yapacak işi olmadığı için sıkıntıdan bunalan müreffeh insan topluluklarının değişiklik olsun diye ürettikleri bir yaşam biçimi değildir. Tam aksine, bir sorun çözme aracıdır ve karmaşık sorunları çözmek yolunda evrimleşmiştir. Eskilerde derebeylerinin, zalim kralların boyunduruğunda yaşayan ve sorunları o diktatörlerce çözülen o toplumlar, daha sofistike sorun çözme yöntemlerine ihtiyaç duydukça önce çoğunlukçu yarı demokrasileri geliştirmiş, daha sonraları ise sorunların karmaşıklığı arttıkça çoğulcu demokrasilere geçmek zorunda kalmışlardır.

    Tek kişilerin kolayca buyurup sorun çözdüğü düzeyden daha karmaşık sorunlar, ancak o sorunlara taraf (paydaş) olan kesimlerin ortak akıllarının harekete geçirilmesiyle çözülebilir.

    Karmaşık sorunların paydaşları da -sayı ve nitelikleri itibariyle- çok ve karmaşık olduğu için, onları bir salona doldurup çözüm bulmalarını beklemek beyhudedir. Bu nedenle, ortak akıl üretme sürecinin, birilerince oluşturulması gerekmektedir ve bu çok önemli bir işlevdir. Bu işlevi yapacak olan kurum, çözüm geliştirecek ve uzlaşı sağlayacak olan kurumlar değildir.

    Bu işleve “ortam yaratma” işlevi denilebilir ve siyasi partilerin başlıca görevi bu ortamın yaratılması bağlamındadır. Yaratılacak ortam içinde, sorunlara çözüm geliştirecek, uzlaşı sağlayacak kurumlar ise, çoğulcu demokrasinin ana yapı taşları olan örgütlenmelerdir.

    Ortam yaratma işlevi, çoğulcu demokratik sürecin şiddetten kesin olarak arındırılması, bir korkusuzluk ortamı oluşturulması, her örgütlenmenin özgürce fikir oluşturup uzlaşı sürecine katkıda bulunması ve toplumda bir uzlaşı kültürü oluşturulmasını içerir.

    İktidar partisinin görevi bu ortamı yaratmak ve bu yolla ortaya çıkacak çözümleri uygulamaktan; muhalefet partilerinin görevleri ise daha verimli ortamların yaratılması için seçenekler üretmekten ibarettir.

    Dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik ve benzeri ilgi ve çıkar örgütlenmelerinin rollerinin ne denli farklı olması gerektiği ve siyasi partilerin toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimler adına çözüm üretmelerinin çoğulcu demokrasiye ne denli aykırı olduğu görülüyor.

    Şu an için üzerinde durduğumuz düşünsel platform, karşıkarşıya olduğumuz sorunları çözemez. Bu platformun sorun çözme kabiliyeti, sorunlarımızın karmaşıklık düzeyinin altındadır.

    Bunu lütfen bir düşününüz. Sonra da siyasi partilerden sorunlara çözüm bulmasını istemekten vazgeçiniz. Siyasi partilerin görevleri konusunda yeni paradigmaları gündeme getiriniz. Bu düşünsel araçlar, bu sorun çözme kabiliyeti düzeyi ile bu kritik coğrafyada tutunamayız.

    17 Ağustos 11 Çarşamba

     

  • Sevgili öğrenciler,

    Sevgili öğrenciler,

    Sizleri, yaşamınızın en önemli parçasını oluşturan eğitiminizin dışında kalan zamanlarınızın küçük de olsa bir bölümünü, toplum sorunlarımıza bütüncül bir yaklaşımla bakma misyonunu edinmiş bir sivil toplum kuruluşundan haberdar etmek istiyorum. Bu kuruluş Beyaz Nokta® Hareketi’dir. www.beyaznokta.org.tr adresinde oldukça zengin bilgi bulabilirsiniz.

    Topluma hizmet amacı edinmiş binlerce kuruştan birisi ise de, BN’nın farklı olan yanı size çekici gelebilir. Bu farklı yan, hemen her şeyin konuşulduğu günümüzde, Türkiye’nin sorunlarını -karşılaştırılabilir ülkelere göre- niçin daha güçlükle çözebildiği ya da çözemediği ve bu olgunun,  yönetimlerden bağımsız sistemik bir olgu olup olmadığının irdelenmesidir. Kısa ifadeyle Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK).

    1994’ten bu yana yaptığımız çalışmalar, kimsenin ilgisini çekmese de ilginç bir özelliğimiz olduğunu gösteriyor.

    BN gönüllülerinden bir hekim dostumuz, bu olguyu şu cümlelerle özetliyor: “SÇK-immune system benzetmesi hem sorunun anlaşılması hem de çözüm yollarının ortaya çıkarılması açısından mükemmel bir örnek olarak kabul edilebilir. Bağışıklık sisteminin etkinliğini azaltan veya ortadan kaldıran bir yığın etken, sonuçta bu sistemin normal işleyişine bağlı olan tüm diğer sistemlerin savunmasız kalmasına yol açmaktadır. Bu durum da organizmanın işlevini tümüye yitirmesi ile sonuçlanmaktadır. Bağışıklık sisteminde yardımcı T hücreleri dediğimiz bir hücre grubunun tahrip olması (AIDS hastalığında olduğu gibi) tüm diğer bağışıklık sistemi hücrelerinin işlevlerininin büyük ölçüde azalmasına ve ortadan kalkmasına yol açmakta. SÇK yetmezliğinin merkezinde yer alan ezberin de (sorgulanamazlık) SÇK da benzer bir işlevsizliğe yol açtığı düşünülebilir. Kısacası, SÇK yetmezliğinin neden olduğu sonuç tablosunu ortaya koyarken, yapılan benzetme takdir edilmeye değer

    Sizleri, Beyaz Nokta’ya, daha da doğru Sorun Çözme Kabiliyeti olgusuna ilgi göstermeye çağırıyorum. Bu ilginin yöntemini yaratıcılık yeteneğinizle sizler belirleyebilirsiniz. Yeter ki, hemen he şeyin konuşulduğu, ama tüketilerek konuşulduğu toplumumuzda, sizler gibi iyi eğitim almakta olan gençler bu konuyu tartışmaya  başlasınlar ve de toplumun aydınlarının tartışmasına önderlik etsinler.

    İsteğim bundan ibarettir.

    Hepinize teşekkür ederim.

    Kolay gelsin.

    M.Tınaz Titiz

    Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı (tinaztitiz@gmail.com)

  • RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?

    RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?

    Bir ürün varsa mutlaka müşterisi vardır. Daha doğru ifadeyle müşteriler belirli bir kritik kütleye ulaştıklarında talepleri bir ürün haline gelir.

    Pazarlamanın bu altın kuralı radyo ve TV alnında da işlemeye başladı. Vıcık vıcık bayağılık kokan, sapık tercihlerin en yılışık biçimde sergilendiği programlar almış başını giderken, AÇIK RADYO ve NTV adlı iki istasyon ortaya çıkıverdi.

    Bu olgunun, üzerinde durulması gereken yanı, bunları kuranlar değil, hizmet ürünlerini ayakta durabilir kılabilecek kritik düzeye erişen dinleyici ve izleyicilerin varlığıdır.

    Medya sektöründeki olağanüstü düzey düşüklüğünün içinden çıkan bu iki pırıltı acaba, başka alanlardaki bir uyanışın da habercileri sayılabilir mi? Bunu zaman gösterecektir.

    Ama burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: “Pazar ortamı uygun olunca ürün da doğar” kuralının zamanlama açısından duyarlığı, yılın belli gününde ortaya çıkıveren kelebeklerinki kadar kesin değildir. Çünkü, uygun pazar koşulları ancak uygun girişimcilerle birleştiği takdirde ürüne dönüşebilmektedir.

    Bu nedenle, eğer toplumun diğer alanlarındaki girişimciler eğer henüz vaktin gelmediğini, pazar koşullarının henüz oluşmadığını düşünerek bir girişimde bulunmaktan geri duruyorlarsa, toplum o girişimin ürünlerinden mahrum kalıyor demektir.

    Hele, bu farklı alanlardaki ürünlerin oluşturabileceği bileşik iklimin daha başka sinerjik ürünlere yol açabileceği de düşünülürse, bir radyo ve bir TV’nin gerçekte nelerin habercileri olabileceği daha iyi değerlendirilebilecektir.

    Bu, sıradan görünüşlü olgu özellikle gönüllü kuruluşlar için bir proje niteliğindedir. Yalnız bu değil, ne kadar “iyi ürün üreten varsa onlar da gönüllü kuruluşlar için birer proje olmalıdır. Bunun yanısıra, yalnız “iyi” ürün üretenler değil “kötü”ler de birer projedir. İyiler yüreklendirilmeli, kötüler ise ürettiklerinin çirkinliklerinin farkına vardırılmalıdırlar. İyi bir programa rastladığınızda, iyi bir yazı okuduğunuzda, hatta iyi bir espri duyduğunuzda lütfen birkaç satırla kutlayıp, kötü ürün sahiplerini de uyarınız.

    “Marifet iltifata tabidir” eski ama işe yarar bir sözdür. Marifete çok ihtiyacımız olduğu günümüzde elimize üşenmeyelim.

  • “Hayvan” bulundu!

    “Hayvan” bulundu!

    Olayı hatırlayalım..

    Bir kadın voleybolcu antrenmandan evine dönerken bindiği otobüste, giymiş olduğu şort nedeniyle bir namus bekçisinin “sen -kıyafetinle- toplumun ahlakını bozuyorsun” gibisinden sözlü ve fiili tacizine uğramış. Bunun gatelere yansıması üzerine, bir sanatçı da Ahlak Bekçileri Kampanyası adıyla bir protesto örgütlemiş. Ve, protestonun sloganı olarak da “Bu Hayvanı Bulun” ifadesi seçilmiş. Gazete haberine göre, tacize uğrayan sporcuya destek protestosu giderek genişliyor.

    Ben olayın, henüz yakalanmamış failine yakıştırılan “hayvan” sıfatı üzerinde durmak istiyorum. İhtimallerden birisi, delil yetersizliği -çünkü kimse şahitlik yapmak istemiyormuş- ya da bir başka nedenden dolayı suçsuz bulunabilecek olan “bekçi”nin, karşı şikayette bulunarak kendisine “hayvan” denilerek hakaret edildiğini iddia etmesidir.

    Bu sıfatı yakıştıranlar da kendilerini savunmak için, “az bile demişiz, sen hayvan değil hayvanoğluhayvansın” diyecekler, hakim de muhtemelen hakaret iddiasını haklı bulup küçük de olsa bir cezaya hükmedecektir.

    İkinci olasılık, tüm canlıların -ve cansızların- bir bütün oluşturdukları bilincinde olanların da suç duyurusunda bulunup, hayvanlara hakaret edildiğini, “bekçi”nin hayvan denilerek yüceltildiğini, hayvanların ise aşağılandığını iddia etmeleridir. Bu iddianın -bugünkü görünüşe göre- pek kazanma şansı yoktur.

    Ben suçluları buldum..

    Kendisinden başka canlılarla ilişkisini anlamaktan aciz, kendi başına varlığını sürdürebileceğini sanabilecek kadar cahil ve aptal olarak “önce insan” sloganıyla insana tapınan bozulmuş tür’ün esas suçlular olduğunu düşünüyorum.

    Bir hayvandan -istemeye istemeye- söz etmesi gerektiğinde “afedersiniz hayvan” diyerek özür(!) dileyen bu alt-tür mensupları içinde “bu hayvanı bulun” sloganının yaratıcısı sanatçılar da(!) dahil olmak üzere kerli-ferli nice -afedersiniz- insan olduğunu düşünebiliyor musunuz?

    Aranan hayvan bulunmuştur..

    İnsana tapınan putperestler, hayvan sözcüğünü aşağılama amacıyla kullanan yaratıklardır ve aranmalarına gerek olmayacak kadar çokturlar. Bekçiler ise beyinleri yıkanmış -afedersiniz- bir alt-türün üyesidirler.

    12 Ağustos 11 Cuma

     

  • Meslek Eğitimini Yeniden Konumlandırmak..

    Meslek Eğitimini Yeniden Konumlandırmak..

    İletişim Meslek Lisesi, Tekstil ML, Otomotiv ML, Ticaret ML, Otelcilik ML, Sağlık ML, Meteoroloji ML, İmam-Hatip ML …. vd.

    Meslek eğitiminin bir “memleket meselesi” olarak nitelendiği günümüz Türkiye’sinde bu eğilimin aksi yönde fikir beyan etmenin hoş karşılanmayacağının bilincindeyim. “Ne yani sen gençlerimizin meslek sahibi olmalarına karşı mısın?” kalıbını duyar gibiyim.

    Adı ne olursa olsun amacı tektir..

    Hangi meslek dalı için olursa olsun, yukarıda sayılan ve yer darlığından sayılmayan tüm meslek liselerinin amacı ortaktır:  X sektörüne eleman yetiştirmek!

    Şimdi soru şudur:

    Sürekli değişen ihtiyaçlar ortamında, sadece tekstil, sadece sağlık, sadece imamlık gibi alanlarda yetiştirilmiş “tek yönlü insanlar”, gün be gün değişen dünyanın bu “ihtiyaç dalgalanmaları”na nasıl karşı duracak?

    Frederick W.Taylor

    Sözü edilen meslek liseleri, temelleri bundan 200 yıl önce Taylor tarafından ortaya atılan şu ilkenin gerçekleştirilme araçlarından birisidir: “İşleri öyle parçalara bölünüz ki, en aptal insanlar dahi onları yapabilsin“.

    Doğru mudur bilinmez, anlatılan bir fıkra bu ilkeyi iyi anlatır: Bir otomobil fabrikasına çocuk yaşta girip 65 yaşında emekli olan ve bütün bu süre boyunca seri imalat bandında arabaların sağ arka tekerleklerinin bijonlarını sıkan işçiye jübile yapılıyor. Törende konuşmalar sırasında emekli olan işçiye de söz sırası geliyor ve şu soruluyor: Eğer bugün 50 yıl önceki çocuk olarak tekrar işe başlasaydınız hangi işi yapmak isterdiniz?

    İşçi bu hayali durum karşısında biraz şaşalasa da gözleri parlıyor ve ümitsizce şu cevabı veriyor: “Bu defa arabaların sol arka tekerleklerinin bijonlarını sıkmak isterdim“.

    Bu muhtemel fıkra aynı zamanda bir trajediyi anlatıyor. Çok yönlü yaşamın gereksinimlerine uygun bir yapıya sahip insanların zamanla iş içinde “eğitilerek” nasıl “eğildiklerini“, nasıl tek yön dışında bir şey hayal edemediklerini anlatıyor.

    Anahtar söylem: “İş dünyasının ihtiyaç duyduğu niteliklerde eleman

    Hemen her düzeydeki eğitim kurumuna yöneltilen eleştirilerin başında, o kurumların, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikte eleman yetiştiremeyişi gelir. İşin tuhaf yanlarından birisi de, eğitim kurumlarının bu eleştiriye karşı başlarını öne eğip, “biz mümkün olduğu kadar sizin ihtiyaçlarınıza cevap verecek insan yetiştiriyoruz, ama sizin hızınıza yetişemiyoruz” gibisinden cevaplar vermeleri, eleştiriyi bütünüyle kabul etmeleridir.

    Böylece zaman içinde bir kural yerleşmiştir: Eğitim kurumlarının misyonu, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikteki elemanları yetiştirmektir (üniversiteler dahi).

    Bu komiktir ve biraz da aptalcadır..

    Çünkü:

    –       İş dünyası, ihtiyaçları tek (homojen) bir dünya değildir. İçerdiği çeşitli -ve birbirinden çok farklı- söktörler nedeniyle ihtiyaçları da farklıdır.  Ayrıca aynı bir sektör, hatta o sektör içindeki aynı bir üretim cinsi için dahi ihtiyaçlar aynı değildir. Dolayısıyla “iş dünyasının ihtiyaçları” tabiri belirleyici bir sıfat değildir, hatta anlamsızdır.

    –       200 yıl öncesinin istihdamının büyük bölümünü sanayi kesimi üretirken, bugün tablo değişmiştir. Market kasiyerinden, betonyer pompacısına, bankaların çağrı merkezlerinde hizmet verenlerden kapı kapı dolaşıp tencere satanlara kadar geniş bir kesime ve sayısal kontrollu takım tezgahı operatörlerinden kaynak robotu operatörlerine ve bütün bunlara program yazan kişilere kadar hepsi “iş dünyası”na aittirler.

    Hatta insanların büyük çoğunluğu hem iş hem ev insanı (ev kadını + ev erkeği) durumundadır. O halde artık “iş dünyası ihtiyaçları” deyiminden vazgeçip “yaşam ihtiyaçları“ndan söz edilmelidir.

    –       Bir diğer buğulu terim “nitelik”tir. Geleneksel olarak mesleki nitelik denildiğinde tornacı, programcı, boyacı, tekstil ustalığı gibi meslek bazlı bilgi becerileri anlıyoruz.

    Geçen yüzyılda birkaçyüz mertebesindeki meslek bugün binlerle ifade ediliyor ve Moore yasası‘na paralel olarak artıyor. Bu denli büyük sayıdaki mesleğin meslek okullarında öğretilmesi yoluna gidilirse, her mahalleye birkaç tane meslek lisesi açmak gerekebilir ve bir süre sonra onlar da yetmeyebilir.

    İstenilen niteliklerin meslek okullarınca kazandırılamayacağı görünüyor.

    –       Meslek okulları pahalı yatırımlardır. hangi mesleki nitelikler kazandırılacaksa, o sanayi kolunun “ortalama” bir iş yerinin donanımı ile teçhiz edilirler. Fakat önemli bir sorun, çok kısa süre içinde bu pahalı donanımların modasının geçmiş olmasıdır.

    Öğrenci, meslek okulunda gördüğü makine-teçhizatı, mezun olup gittiği iş yerinde bulamaz; ya daha ilkelini ya da daha gelişmişi vardır ve her ikisine de yabancıdır. Meslek okullarındaki donanıma yapılan yatırımlar kısa süre içinde atıl yatırım haline gelir.

    –       Bir an için, bütün bu sorunların aşılabildiğini, binlerce mesleğin her birinin değişik versiyonlarına göre meslek okulları açılabildiğini ve sanayi kuruluşlarının gereksinecekleri insan kaynağı niteliklerini zahmetsizce bulabileceklerini varsayalım. Bu noktada ayrı bir sorun ortaya çıkacaktır: Hızla çoğalan meslek çeşitleri nedeniyle geçersiz kalacak meslekler için sürekli olarak yeni meslek okulları mı açılacaktır?

    Aslında bu sorun ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğinin yoluna da işaret ediyor: Yaşam ihtiyaçlarının gerektirdiği neredeyse sonsuz çeşitlilikteki bilgi-beceriyi ayrı ayrı kazandırmaya çalışan okul sistemi ile bu işin olamayacağı görülüyor.

    Ayrıca da insanın (ve diğer canlıların) doğuştan sahip oldukları en önemli yeteneği gözardı etmesi ve dünyaya tek yönlü bakabilen insanlar yetiştirmesi nedenleriyle de “olmaması gerektiği” görünüyor.

    –       Ve bütün bunların dışında en önemli soru şudur: Üretimin 6M’sinden (Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management) son 5 tanesi, yapılacak üretimi her kim yapacaksa onun tarafından sağlanır. Üretimi için gereken makine tam olarak (eksiksiz) sanayici tarafından sağlanır. Benzer şekilde malzemenin de ham veya yarı mamul olarak edinilip nihai hale getirilmesi sanayicinin sorumluluğudur.

    –       Para’nın bulunması, pazarlama ya da yönetimin sağlanması da onun sorumluluğudur ve bu konularda sanayi tarihi kadar eski bir anlayış birlikteliği vardır.

    Tek istisna “insan”dadır. Sanayicinin üretimi için gereken özel niteliklerle donanmış insan, sanayici tarafından değil, toplumun vergileri yoluyla devlet tarafından şekillendirilmelidir. Bu istisnanın bir açıklaması var mıdır?

    Yani üretimin tüm girdilerini ham veya yarı-işlenmiş olarak alıp tamamen kendi kaynaklarını harcayarak işleyen  iş dünyası, en pahalı üretim girdisi olan insanın yetiştirilmesini, toplumdan beklemektedir. Bu en hafif tarafından komiktir ve haksızlıktır.

    Yurttaşların çeşitli üretimler konusundaki tercihleri aynı değilken, nasıl olup da onların vergileri, onların rızaları dışındaki alanlara harcanabilir? Bu garipliğin muhtemelen iki nedeni vardır:

    (a)   Sanayi devriminin tüm nüfusa bir refah sağladığı dönemlerde bu garipliğin sorgulanması söz konusu olamazdı.

    (b)  Demokrasi kavramının bu denli bireye indirgenmediği dönemlerde, bireyin tercihleri yerine para ve güç sahiplerinin tercihleri ön planda idi.

    Çözüm ne?

    Yeni mesleki eğitim modelinin başlıca iki çerçeve çizgisi şöyle olabilir:

    (1)  Toplumun  vergileriyle oluşturduğu havuz, onun ortak ihtiyaçları için kullanılmalıdır. Bu ortak ihtiyacın eğitimle ilgili iki bileşeni şunlar olabilir:

    o   Birlikte yaşama kültürü edinmek,

    o   Kendi özgün ihtiyaçları / tercihleri doğrultusunda yaşayabilmek için -ki buna iş yaşamı da dahildir- gereken ve sürekli değişen bilgi-becerileri kendi kontrolunda öğrenebilmek (yani öğrenmeyi öğrenmek).

    (2)  Öğrenmeyi öğrenme becerisine sahip olarak dünyaya gelip, toplum kaynaklarıyla bunu keskinleştiren kişiler, iş yaşamının gereksindiği “yarı işlenmiş insan malzemesi”dir. Bunun tam işlenmesi, ilgili alanlardaki iş dünyası kuruluşlarının görevidir ve maliyeti de tamamen onlarca karşılanmalıdır.

    Öğrenmeyi öğrenmiş kişiler, yaşam akışının her an önlerine koyduğu koşulların gerektirdiği yeni bilgi-becerileri zahmetsizce öğrenebilen kişilerdir.

    Buna göre her iş yeri artık birer okuldur da. Nitekim dual-sistem denemesi bu yolda doğru bir denemeydi.

    Bu modele yapılabilecek itirazlar bellidir. Ama suyun akabileceği yön de bellidir. Tüm sistem öğrenme temelli hale dönmedikçe ne meslek okulları sorunu, ne tek yönlü insan sorunu ne de demokrasi sorunu çözülebilir.

    7 Ağustos 11 Pazar

  • PROSTAT AMELİYATINA MERAKLI YARIŞMACI !

    PROSTAT AMELİYATINA MERAKLI YARIŞMACI !

    Eskiden, yaşı geçtiği için fiili çalışmalardan uzaklaştırılmış bazı hanımların yaptığı eşleştirme işlerini günümüzde üstlenen bazı TV programları(!) var.

    Bunlardan birisine katılarak kendine erkek arkadaş arayan bir hanım, kendini sunucu ve tiyatro sanatçısı olarak tanıtan bir kişi tarafından 3 erkek adaya tanıtılıyor.

    Sunucu, arkadaş arayan hanıma, nelere meraklı olduğunu soruyor ve hanım da ameliyatlara ve özellikle de prostat ameliyatlarına meraklı olduğunu, bu yüzden de bütün arkadaşlarını operatör hekimlerden seçtiğini söylüyor ve sunucu da dahil seyirciler bu ince espriye katıla katıla gülüyorlar.

    Hanım, sunucunun, “erkeklerden en çok ne öğrendiği” sorusuna da aynı incelikte, “südyen (ne demekse) takmayı” şeklinde yanıtlıyor.

    Programın gerisi böyle abuk subukluklarla sürüp gidiyor.

    Bu ve benzer iğrençlikte çok program var. Bunlardan çıkarsanabilecek çok da sonuç var. Ama basit bir-ikisi şöyle:

    1. Aptal, kaba, bilgisiz, ağzı kalabalık ve ruh hastası bir toplum oluşturmak için muhtemelen bilinçsiz ama yakında bilinçli olarak kullanılmaya başlanabilecek bir yol üzerinde yürünmektedir.
    2. Bu tür iğrençlikler yasa vs ile önlenemez.
    3. Bunun, özgürlük, demokrasi, iletişim devrimi, medya egemenliği gibi kavramlarla ilgisi yoktur. Bu düpedüz rezilliktir.
    4. Bu tür rezillikler tek şekilde cezalandırılabilir: Seyretmeyerek ve seyretmediğini bildirerek.

    İlk adımı ben atıyorum. Haydi !

    Pazartesi, 29 Kas›m 1993

  • Yemin..

    Yemin..

    Yemin bir taahhüttür

    Yemin’e, birey, kurum ya da daha üst örgütlenmeler arasındaki taahhüt türlerinden birisi olarak bakılabilir.

    Tanım olarak bir ifadenin taahhüt sayılabilmesi için, taahhüdün yerine getirilmemesi halinde taahhütte bulunacak olanı maddi / manevi bir yükümlülük altına sokabilecek bir karşılığın güvence olarak gösterilmesi gerekir. Örneğin, “Artık sigara içmeyeceğim” ifadesi bir taahhüt gibi görünse de bir karşılık gösterilmediği için bir hükmü yoktur. Eğer:

    –       bu ifadenin arkasından “eğer sigara içersem X” şeklinde bir tamamlayıcı geliyorsa ve

    –       X, taahhütte bulunan kişi açısından gerçek bir yükümlülük yaratabiliyorsa  ve

    –       bu koşula uyulup uyulmadığı bağımsız gözlemci(ler)ce serbestçe denetlenebiliyorsa (örneğin gizlice sigara içmek denetlenemeyebilir)

    ancak bu durumda gerçek bir taahhütten söz edilebilir.

    Burada X’e bir isim vermek gerekirse taahhüdün güvencesi denilebilir. Güvence, taraflardan birisinin bağlı bulunduğu konusunda kuşku bulunmayan değerlerden birisinin şahit gösterilmesi şeklinde de olabilir. Fenerbahçe’liliğinden kuşku bulunmayan  bir kişinin, “artık sigara içmeyeceğim; eğer içersem Galatasaray’lı  sayılayım” ifadesi buna göre gerçek bir taahhüt sayılabilir.

    Taahhüt hiyerarşisi

    Evin erkeğinin hizmetçiye verdiği “karımı boşayıp seni alacağım” sözü, müteahhitin “yuvanızı yapacağım” taahhüdü, satıcının satın alma görevlisine “abi sen ihaleyi bana ver, ben de komisyonunu hesabına yatırayım” anlaşması, bir ülke başbakanının “geliştirmeyi düşündüğümüz nükleer santralı bizden alın, atıklarınızı biz alırız” uluslararası sözleşmesi ya da “bir daha şu partiye oy vermezsem gözüm körolsun” yemini ve bunlara benzer taahhütler arasında bir saklı güvenilirlik hiyerarşisi vardır.

    Hiyerarşideki yeri neresi?

    Bir toplumu oluşturan çeşitli sosyo-ekonomik katmanlar açısından en güvenilir taahhütlerin birbirinden farklı olduğu görülüyor. Küçük ve herkesin birbirini iyi tanıdığı yörelerdeki esnaf arasında “ağızdan çıkan söz” en güvenilir taahhüt iken, belirli bir inanç grubuna dahil kişiler arasında “Allah şahidim olsun ki”  türünden yeminler en güvenlisidir.

    En ağır hakaretlerin genellikle iki eksende (şeref ve cinsel namus) toplandığı toplumumuzda, bu iki öbek aynı zamanda taahhütler için de en güvenilir kavramları içeriyor. “Şerefim üzerine yemin ederim ki“, daha üst sosyal statüye ait olanların benimsediği taahhüt türü iken, “annem aynı zamanda eşim de olsun ki” yemini ayak takımının pek kullandığı türdür.

    En güvenilir olanlar aslında en kolay bozulabilir olanlardır..

    Bu bir çelişki gibi görünebilir ama değildir.  Güvenilir olanların nedeni güvenilir olagelmişliğidir! Tuhaf görünebilir ama paranın paradoksu denilen, “para kabul edildiği için kabul edilir“e pek benzer bir durumdur bu. Çünkü, yeminlerin, bir toplum kesimi içinde, o kesimin değer ölçülerine uygunluk ve zamanın aşındırıcılığına dayanmış olmaktan olmaktan başka bir güvencesi yoktur.

    Bozulmayı sağlayan ajan “yalan” kavramıdır..

    Zaman içinde, kimi insanlar yemin’in bu “bozulabilirlik” özelliğini keşfedip kendi çıkarları için kullanmayı akıl ettikçe, yalan yere yemin etmek gibi bir yoz-kültür üremiş bulunuyor. Bir yandan da -her şeye rağmen- bundan korkup çekinenler bazı antidot’lar üretmişlerdir. Yemin ederken ayağını kaldırmak, köpeğe ekmek doğramak vs gibi.

    yuh.jpgDaha melun tipler ise, yeminin dayandığı değerleri -her ne iseler- aşabilecek yeni operatörler arayışına girmişler ve “davamız uğruna” virüsünü laboratuvarda böyle üretmişlerdir.

    Milletvekili yemini de bozulmaya uğrayanlardandır..

    Artık yazılı etik güvencelere ihtiyaç var..

    Yeminlerin ortak özelliği, fuzzy nitelikli oluşları nedeniyle geniş bir alanı kapsamalarıdır. Nerede başlayıp nerede biteceği, tutulmaz ise ne yapılacağı tamamen paylaşılmış değerlerce belirlenir. Eğer paylaşılmış değerler aşınmış ise fuzzy kavramlar tamamen belirsizlik haline gelir.

    İşte bu noktada daha belirgin, sınırları iyi tanımlanmış, kolay denetlenebilir dar kapsamlı taahhütlere ihtiyaç vardır. Etik Güvence adı verilebilecek olan bu tür taüahhütler, bu yozlaşmayı bir ölçüde aşmak, belki de yeminin birleştiriciliğini geriye getirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.

    Haziran 2011 seçimlerinden sonra iyiden iyiye ortaya çıkmış olsa da epeydir yürürlükte bulunan, “yemin ederiz ama uymayız da” ilkelliğine bir de buradan bakınız.

    24 Haziran 2011 Cuma

     

    büyütmek için tıklayınız!

  • İzmir Milletvekillerine Çağrı

    İzmir Milletvekillerine Çağrı

    12 Haziran seçimleri öncesinde 11 İzmir milletvekili adayının, seçildikleri takdirde aşağıdaki ilkelere uyacaklarını sözel olarak taahhüt ettiklerini biliyoruz:

    (1)    HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİMİ VE SONUÇLARINI SEÇMENLERİME İLAN EDECEĞİMİ,(Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi –conflict of interest– yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)

    (2)    ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,(Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir.)

    (3)    ŞAHSIMA AVANTAJ SAĞLAYABİLECEK ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİKLERİNİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,(Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla:  da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımızdaki eksik bir elemana!)

    (4)    HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,(Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)

    (5)    TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,(Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararları kastediliyor- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)

    (6)    SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,

    (7)    BAKANLIK GÖREVİNE ATANMAM HALİNDE, TÜM ÜLKE İÇİN KULLANIMI GEREKEN BAKANLIK İMKANLARINI SEÇİM BÖLGEME AYRICALIK SAĞLAYACAK ŞEKİLDE KULLANMAYACAĞIMI                                                     

     TAAHHÜT EDİYOR, BU TAAHHÜDÜMÜN HERHANGİ BİR YOLLA DENETLENMESİNE HİÇBİR ŞEKİLDE KARŞI ÇIKMAMAYA SÖZ VERİYORUM.

    Söz vermenin toplumumuzda özel bir yeri vardır. Hatta çoğu zaman yazılı taahhütlerden daha da geçerlidir. Örneğin -özellikle geçmiş kuşaklarımızın kültürlerinde- ticaret büyük ölçüde “söz”e dayalıdır.

    Ama günümüzde söz, yerini yazılı taahhütlere bırakmıştır. Bu bir bakıma anlaşılabilirdir. Çünkü özellikle kısa ve farklı şekilde yorumlanamayacak olan ifadeler yerine daha karmaşık ifadeler -yukarıdaki taahhütlerde olduğu gibi- geçtiğinde,  yazılı ifadeler daha güvenlidir. “Ben onu demek istememiştim” gibisinden yorumlara kapalıdır.

    Şimdi:

    Bu taahhütte -sözel olarak- bulunarak yemin eden adaylarımızdan milletvekili seçilenlerden bu sözlerini yazılı olarak tekrarlamalarını beklemek hakkımızdır. Bunun aksi, “seçilene kadar her şeye söz verir yemin ederim, ama ertesi gün unuturum” gibisinden bir anlam çıkar ki böyle bir olasılık olmaması gerekir.

    İzmir’deki STK’lar başta olmak üzere tüm yurttaşlarımızdan, bu “sözden yazıya çevirme” konusunda birer sosyal baskı unsuru olmalarını  beklemek de hakkımız olmalıdır.

    17 Haziran 2011 Cuma

  • Oy vermeyenler!

    Oy vermeyenler!

    Bugün milletvekili genel seçimi yapılıyor. Hemen her görüşten kişi bu seçimlerin “önemli” olduğunu, sandığa gitmenin bir yurttaşlık görevi olduğunun altını çiziyor.

    Seçimler hakkında görüşü alınan bir yurttaş TV’de, boş oy verenlerin de önemli bir işlev yerine getirdiğini, böylelikle tüm partilere “ben sizlerin yaklaşımlarınızdan mutlu değilim” mesajı verdiğini söyledi ki gerçekte de doğru bir saptama. Bu mesajı alabilenlerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve/ya yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç olduğunu farkeden yurttaşların siyasi girişimlerde bulunabilmesi olasıdır.

    Ben bütün bu görüşlere tüm kalbimle katılırım.

    Bir de sandığa gitmeyerek tepkisini dile getirenler var. Onlar boş oy‘a göre daha güç deşifre edilebilir bir mesaj veriyorlar. Seçim gününü unuttukları için mi yoksa tümüne bir mesaj vermek için mi ya da tembelliklerinden mi bilmek imkansız. Ama yine de davranışlarının bir “değeri” var.

    Bu kişileri de anlayabiliyorum.

    Üçüncü bir tip “yurttaş”(!) var ki onlar, oy vermeye gitmiyorlar; etrafa ayıp olmasın diye de çeşitli yalanlar -hastaydık, adres naklettik vs- söylüyorlar.

    Ben kendimi zorluyorum ve bunları da anlamaya çalışıyorum. Toplum içinde yaşayıp, onun imkanlarından yararlanan ama en basit yurttaşlık görevini yerine getirmeyen, bunu da açığa vuramayan zavallılar.

    Ama dördüncü bir tipe katlanamıyorum. Onlar, yukardaki üçüncü tipin özel bir grubu. Sürekli olarak vatan-millet söylevleri çeken, posta kutularımızı, oradan buradan gelen e-postalarla dolduran, yarım akıllarıyla herkese akıl satan ve kimsenin kendilerinin farkında olmadığını sananlar.

    Hani bir fıkra vary ya; “çıkar şu dilinin altındaki baklayı..” konulu. Şimdi öyle bir kişiye ihtiyaç var.

    12.06.2011 3:17 PM

     

  • Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.

    Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.

    Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.

    Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.

    Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.

    Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.

    Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.

    Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.

    Şaka bir yana..

    Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.

    Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?

    Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!

    (Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).

    Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.

    (Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..

    O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.

    Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.

    Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.

    Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki,  Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.

    Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.

    Ya çözersin ya övünürsün..

    Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.

    Peki ya insani değerlere n’oldu?

    Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.

    Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?

    Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil,  birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.

    Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.

    Güçsüzlere yer yok..

    Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.

    Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.

    Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.

    Kimler farkına varmalı?

    Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.

    Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?

    İyi, Kötü ve Çirkin..

    The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.

    Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!

    Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.

    24 Mayıs 2011 Salı