İŞ ORTAMI VE DİRLİK (I)

İŞ ORTAMI VE DİRLİK (I)

“Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur.”

Konfiçyüs’ün, onca yıl sonraki Türkiye’yi düşünerek bu sözleri söylediğine inanasım geliyor. Bu sütunlarda bir süre önce iletişim konusundaki düşüncelerimi siz okurlarıma iletmiş olduğum için, tekrar o konuya dönmeyeceğim. Bu defa üzerinde durmak istediğim konu, Konfiçyüs’ün bu sözünü farklı bir alana aktararak bir Kaynak Sorun’u incelemektir.

“İdare, iş kurma ortamı oluşturamazsa kamu kadroları kalabalıklaşır, kadrolar kalabalıklaşınca kamu hizmetleri aksar, kamu hizmetleri aksayınca kamunun dirliği bozulur.”

Kamu kadrolarına personel almak yoluyla işsizlik sorununa çare bulmaya çalışmak, denilebilir ki ülkemizde gelmiş geçmiş idarelerin karakteristik bir özelliği olagelmiştir.

Herkes tarafından paylaşıldığına inandığım bu gözlemden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: O da, genelde yöneticilerin istihdam yaratma için bildikleri çok az sayıda enstrüman olduğudur.

Bu araçlardan birisi yeni yatırımlar yaparak istihdam yaratmak, diğeri ise kamu kuruluşlarına ilave personel almaktır.

Hiçbir konuda sağlanamayan uzlaşma ortamı, tam bir birliktelik içinde bu konuda uzun yıllar önce oluşturulmuş ve halen de titizlikle korunmaktadır.

Bu uzlaşmaya yalnız siyasi partiler değil, üniversiteler, iş çevreleri ve toplumu yöneten ve yönlendiren tüm kadrolar katılmış durumdadırlar.

Kurtuluş Savaşı dahil hiç bir konu, böylesine geniş tabanlı bir uzlaşma sağlamayı başaramamıştır. Yani;

“İş yaratmanın yolu, ya yeni yatırımlardan ya da kamu kuruluşlarına personel almaktan geçer.”

Uzlaşan taraflar kusura bakmasınlar ama, bunların birincisi eksik ikincisi de yanlıştır.

(Yatırım)ların (iş)lere dönüşmesi kayıtsız şartsız olmayıp, tersine önemli bir şarta bağlıdır. O şart öyle hayati bir belirleyicidir ki o yerine gelmezse, (yatırım) (iş) değil tam aksine (işsizlik)e yol açar.

Örneğin; eskice bir teknolojiye sahip bir tesise (yatırım) yapılıp modernize edilerek daha az işçiyle aynı (veya daha da fazla) üretim yapılabilir hale gelinse, eğer açıkta kalacaklar için bir beceri geliştirme programı uygulanmaz ise bu (yatırım), (işsizlik) üretmiş olacaktır.

Uygulanacak beceri kazandırma programı, açıkta kalmış olanlara yeni iş alanları yaratabilse mesele yine de bitmemekte, bu durumda sadece mevcut iş sayıları korunmuş olmaktadır.

İlave iş yaratabilmek için, bu kişilerin öyle bir beceri düzeyine yükseltilmesi gerekir ki, eskiden mevcut olmayan yeni işleri kurabilsinler, yanlarına yeni işsizleri alabilsinler ve böylece toplam iş sayısı artabilsin.

Görüldüğü gibi bir (yatırım)ın (işsizlik)e değil de (iş)e dönüşebilmesi her zaman o kadar kolay değildir.

Hele, beceri düzeyi düşük kişilerin iş sahibi yapılması çok daha güçtür.

Bu tür kişiler, ancak çok becerikli otomatların gözetmenliğini ya da marjinal denilebilecek çok basit işleri yapabilirler. Bunların her ikisi de son derece azdır.

Sonuç olarak, eğer toplumun ortalama beceri düzeyi düşük ve ayrıca eğitim düzeni, insanların becerilerini sürekli ve etkin olarak yükseltemiyorsa, yatırımlar işe dönüşmeyeceği gibi ayrıca yatırım yapılabilmesi de güç hale gelir.

Örneğin, ince mekanik, optik, mikro-elektronik gibi, bir milletin rekabet gücünü artırmada önemli dallardaki yatırımlar, mevcut işgücünün beceri düzeyinin yetersizliği nedeniyle yapılamayabilir.

Gelelim, bilinen ikinci istihdam yaratma enstrümanı olan “kamu kuruluşlarına personel alımı”na.

İŞ ORTAMI VE DİRLİK (II)

Yukarıda toplumumuzun uzun yıllardır benimsemiş olduğu iki iş yaratma enstrümanından birisi olan (yatırım) aracını incelemiş ve sonuçta (yatırım)ın (iş)e dönüşmesinin, etkin bir beceri geliştirme sistemine sahip olmaya bağlı olduğunu, bu olmazsa (yatırım)ların (işsizlik)e dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu, hatta yatırım bile yapılamayacağını belirlemiştik.

Şimdi gelelim ikinci enstrümana: kamu kuruluşlarına personel alımı!

Bu aletin ne denli yararlı (!) bir enstrüman olduğunu araştırmaya, bir soru sorarak başlanmalıdır: Bir kişinin yapabileceği bir işe iki kişilik işgücü verilse, bunun olası sonuçları ne olabilir ?

Bu soruya genellikle, ” çalışanlar daha az yorularak işlerini yaparlar ” şeklinde cevap verilebilirse de gerçek böyle değildir. Bir “kadro kalabalıklaşması” olan bu durumda doğabilecek muhtemel sonuçlar şunlardır:

  1. İki çalışan da işin büyük bölümünü kendisinin yaptığını, bu mağduriyeti önlemenin yolunun ise daha az çalışmak olduğunu düşünerek daha az toplam iş yaparlar,

  2. İki kişinin iş yapış biçimleri farklı olduğu için işin her parçası ayrı standartlarda yapılır,

  3. İki kişi bir kişiden daha fazla sorun üretir. Yönetim bunları çözmek için bazen ilâve personel dahi çalıştırmak zorunda kalabilir,

  4. Çalışma imkânını bulamayan kişiler, bu yarı çalışan-yarı boş kalan kişilere bakarak reaksiyoner olurlar ve kendilerine de bu imkânı tanıyabilecek olanları devreye sokmak için her yolu denerler,

  5. Ücretin, yapılan işin karşılığı olması gerektiği ilkesi zedelenir, boş geçen zamana da (%50) ücret ödenir,

  6. Yönetim, boş geçen zamanları değerlendirmek için ek işler yaratabilir. Bunların, kuruluşun asli fonksiyonları dışında işler olması ihtimali çok yüksektir.

  7. İdare ise, yapılan toplam işin 1 kişilik işten dahi az olduğunu görür ve 2 kişiye, 1 kişilik ücretten dahi daha az bir ödenek ayırır,

  8. Bu düşük ücretle ancak yetersiz nitelikli çalışanlar bulunabileceği için :

    1. Zamanla, kuruluşun asli fonksiyonları hiç yapılamaz olur,

    2. Asli fonksiyondan arta kalan zaman başka işlere ayrılmaya başlar ve o işler zamanla asli fonksiyon olur,

    3. Yüksek ücretli kadrolar (genellikle yönetsel) için kıyasıya bir yarış başlar. Bu yarış dürüst kurallarla olamaz. Bu yarıştan yararlanmak isteyenler müdahalelerde bulunarak durumu daha da karıştırırlar.

Olabilecek olayların basit bir senaryosu dahi göstermektedir ki bir kamu yönetim düzenini bozmak için, çok az sayıda dahi kadro fazlası kişinin istihdamı yeterlidir.

Bugün ülkemiz kamu kuruluşlarının durumu budur ve Devlet çarkının işlemeyişinin, hattâ Milli güvenliğimizi tehdit eden unsurların seslerini yükseltmelerinin altında, kamunun asli fonksiyonlarını yapamazlığı yatmaktadır. Bunun da başlıca sebebi, “çok sayı-düşük ücret-düşük nitelik” ile özetlenebilecek kamu kadroları bulunmaktadır.

Görülmektedir ki yıllardır kullanılan iş yaratma araçlarından birisinin kullanımı, yerine getirilmesi ihmal edilmiş bir şarta bağlıdır; diğeri ise bir sosyal dinamitdir. İşte, iş kurma ortamı denilebilecek iklimin yaratılması bu açıdan önemlidir.

İŞ ORTAMI VE DİRLİK (III)

Hiç ayrım yapmadan, geçmiş idarelerin çoğunluğunca kullanıldığını ve de benimsenerek kullanıldığını; bu da yetmezmiş gibi bilimsel (!) icazetler yoluyla kullanıldığını söyleyebileceğimiz iki geleneksel istihdam yaratma aletine (yatırım yapmak ve kamuya personel almak) biraz yakın plandan geçen haftalar bakmaya çalışmıştım.

Bu hafta ise bu konuyu “peki ne yapılmalı ?” sorusuna, başlıklarıyla cevap vererek kapamak istiyorum.

Bu konuda ilk bilinmesi gereken, Devletin bu konuda “ne yapmaması gerektiği” dir.

Devletle yakın-uzak ilişkisi olanın 24 saat gözünden kaçmayacak bir yere büyük harflerle: “DEVLETİN BİZZAT YARATTIĞI HER 1 KİŞİLİK İSTİHDAM, EN AZ 10 İSTİHDAM FIRSATININ KAYBI DEMEKTİR” yazılması gerektiğidir. Hatta bunun Anayasa’nın dibacesine yazılmasını dahi düşünebilirim.

İkinci bilinecek, Devletin “ne yapması” gerektiğidir.

Bu da, girişimcilerin (bütün insanlar) önündeki engelleri asgariye indirmektir.

Dilimizde kavramlar yeterince tanımlanmadığı için, “engellerin kaldırılması” kavramı da, insanların başıbozuk davranışlarına izin vermek olarak anlaşılmaktadır.

Engellerin kaldırılması, büyük düşünür Hoca Nasreddin’in dediği “taşları bağlayıp, köpekleri salmak” değildir.

Yani bir girişimciye engel olabilecek davranışları uygulayabilecek bir diğer girişimciyi serbest bırakmak değildir.

Kısaca girişim özgürlüğü denilebilecek bu ilkeye göre, herkesin girişimcilik konusundaki özgürlüğünün sınırları, diğer girişimcilerin özgürlüklerinin sınırında bitmelidir.

Buna göre, uyanık bir kişinin dağlarımızın nefis havasını kutulayarak satıp vergi iadesi teşvikinden yararlanması, girişim özgürlüğü olmayıp diğer girişimcilerin özgürlüklerine tecavüzdür.

Çünkü böyle parlak bir ihracatın arkasından mutlaka, tüm ihracatın tek tek kontrolu gibi bir uygulama gelir ki bu, gereksiz yere dürüst girişimcileri cezalandırmak demektir.

Buna göre Devletin “yapması gereken”, girişim özgürlüklerinin zedelenmemesini sağlamaktır. (aslında, Devletin her alandaki görevi, o alandaki özgürlükleri korumaktan ibaret değil midir?)

Bu iki ilkenin belirlediği alan içinde iş yaratma nasıl olacaktır? İşte üçüncü ilke, bu sorunun cevabıdır.

İş yaratma, diğer bütün işler gibi profesyonel olarak yapılması gereken bir iştir.

Bu hareket noktasını bir iş fikri olarak alıp, parasını ve emeğini iş yaratmak için riske edebilecek girişimciler, iş lerin gerçek yaratıcılarıdır.

Gerçekte işlerin 1 temel kaynağı mevcuttur: O da insanların ihtiyaçlarıdır.

Büyük bilgisayar firması CDC’nin kurucusu William Norris’in, bu firmayı üzerine inşa ettiği sloganı şudur:

“Toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları, yeni işlerin kaynağıdır”

Profesyonel istihdam yaratma firmalarının kullandıkları ilke de budur.

İş yaratma konusunda anlaşma yaptıkları tarafların* arzuladıkları çevre içindeki ihtiyaçları ortaya çıkarabilecek bir grup araç kullanmaktadırlar. (1986 yılında JCL-Job Creation Ltd, U.K. adlı bir profesyonel istihdam yaratma kuruluşu Türkiye’de çalışmıştı)

İşlerin kaynağında toplum ihtiyaçları vardır. Ancak bu, bir potansiyel enerji gibidir.

Tüm insanların ihtiyaçları vardır ve bu sonsuzdur.

Bu potansiyelin harekete geçip, gerçek iş’e dönüşebilmesi bir koşula bağlıdır: Kişilerin (girişimci), bu ihtiyaçları görebilmesine ve sonra da bu ihtiyaçları tatmin edebilecek becerilere sahip olmasına.

Bunların her ikisi de (görebilme ve yapabilme) aslında tek ad altında toplanabilir: Kişilerin Beceri Dokuları.

Kişilerin yalnız beceri dokularının iyi olmasının yeterli olamayacağı hemen görülebilir. Bu iş ortamı içinde dürüst hareket edebilecek ahlaki dokuya da sahip olmalıdırlar.

İşte bu nedenlerden dolayı da, zeka, bilgi-beceri, ahlak ve ruh sağlığından ibaret dörtlüye nitelik dokusu adını veriyoruz. Nitelik Dokusu, bir toplumun tek ve en güçlü kaynağıdır. Refahın da mutluluğun da kaynağı Nitelik Dokusudur.

Okurlarım, iş yaratabilmenin koşulları içinde sermayeyi saymadığımı düşünerek itiraz edebileceklerdir. Doğrudur. İş yaratmanın sermaye ile çok yakın bir ilişkisi vardır ve şöyledir:

“Bir girişimcinin başarısızlığı, sağlayabildiği finansman arttıkça artar!”

Bir Murphy kuralına benzeyen bu ifadenin ne denli doğru olduğunu, bir işin kurulup yaşaması için gereken unsurları zarar ederek (ya da batarak) öğrenmiş girişimciler çok iyi anlayacaklardır.

Bir iş tabii ki parasız yapılamaz. Ama, parayı tek şart olarak görüp, diğer şartları ihmal edenler öğrenmişlerdir ki para, iki tarafı keskin bir kılıçtır.

Diğer gerekler yerine getirilmemişse para, girişimcinin batmasını hızlandıran bir unsur olmaktadır.

İş yapmayı, yalnız para temin etmek sananları batmaktan koruyan, onların para temininde karşılaştıkları güçlüklerdir.

Sonuç olarak, iş ortamı denilebilecek iklimi yaratıp korumak ve onu bozabilecek çok sayıdaki faktörü elimine etmek, Devletin tek yapması gereken dir. Bu yapılamadığı takdirde, ne ekonomik ve ne de sosyal dirlik sağlanamaz. Hoşça kalınız.

Yorum Gönder