-
Nis 16 2012 İŞ ORTAMI VE DİRLİK (I)
İŞ ORTAMI VE DİRLİK (I)
“Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur.”
Konfiçyüs’ün, onca yıl sonraki Türkiye’yi düşünerek bu sözleri söylediğine inanasım geliyor. Bu sütunlarda bir süre önce iletişim konusundaki düşüncelerimi siz okurlarıma iletmiş olduğum için, tekrar o konuya dönmeyeceğim. Bu defa üzerinde durmak istediğim konu, Konfiçyüs’ün bu sözünü farklı bir alana aktararak bir Kaynak Sorun’u incelemektir.
“İdare, iş kurma ortamı oluşturamazsa kamu kadroları kalabalıklaşır, kadrolar kalabalıklaşınca kamu hizmetleri aksar, kamu hizmetleri aksayınca kamunun dirliği bozulur.”
Kamu kadrolarına personel almak yoluyla işsizlik sorununa çare bulmaya çalışmak, denilebilir ki ülkemizde gelmiş geçmiş idarelerin karakteristik bir özelliği olagelmiştir.
Herkes tarafından paylaşıldığına inandığım bu gözlemden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: O da, genelde yöneticilerin istihdam yaratma için bildikleri çok az sayıda enstrüman olduğudur.
Bu araçlardan birisi yeni yatırımlar yaparak istihdam yaratmak, diğeri ise kamu kuruluşlarına ilave personel almaktır.
Hiçbir konuda sağlanamayan uzlaşma ortamı, tam bir birliktelik içinde bu konuda uzun yıllar önce oluşturulmuş ve halen de titizlikle korunmaktadır.
Bu uzlaşmaya yalnız siyasi partiler değil, üniversiteler, iş çevreleri ve toplumu yöneten ve yönlendiren tüm kadrolar katılmış durumdadırlar.
Kurtuluş Savaşı dahil hiç bir konu, böylesine geniş tabanlı bir uzlaşma sağlamayı başaramamıştır. Yani;
“İş yaratmanın yolu, ya yeni yatırımlardan ya da kamu kuruluşlarına personel almaktan geçer.”
Uzlaşan taraflar kusura bakmasınlar ama, bunların birincisi eksik ikincisi de yanlıştır.
(Yatırım)ların (iş)lere dönüşmesi kayıtsız şartsız olmayıp, tersine önemli bir şarta bağlıdır. O şart öyle hayati bir belirleyicidir ki o yerine gelmezse, (yatırım) (iş) değil tam aksine (işsizlik)e yol açar.
Örneğin; eskice bir teknolojiye sahip bir tesise (yatırım) yapılıp modernize edilerek daha az işçiyle aynı (veya daha da fazla) üretim yapılabilir hale gelinse, eğer açıkta kalacaklar için bir beceri geliştirme programı uygulanmaz ise bu (yatırım), (işsizlik) üretmiş olacaktır.
Uygulanacak beceri kazandırma programı, açıkta kalmış olanlara yeni iş alanları yaratabilse mesele yine de bitmemekte, bu durumda sadece mevcut iş sayıları korunmuş olmaktadır.
İlave iş yaratabilmek için, bu kişilerin öyle bir beceri düzeyine yükseltilmesi gerekir ki, eskiden mevcut olmayan yeni işleri kurabilsinler, yanlarına yeni işsizleri alabilsinler ve böylece toplam iş sayısı artabilsin.
Görüldüğü gibi bir (yatırım)ın (işsizlik)e değil de (iş)e dönüşebilmesi her zaman o kadar kolay değildir.
Hele, beceri düzeyi düşük kişilerin iş sahibi yapılması çok daha güçtür.
Bu tür kişiler, ancak çok becerikli otomatların gözetmenliğini ya da marjinal denilebilecek çok basit işleri yapabilirler. Bunların her ikisi de son derece azdır.
Sonuç olarak, eğer toplumun ortalama beceri düzeyi düşük ve ayrıca eğitim düzeni, insanların becerilerini sürekli ve etkin olarak yükseltemiyorsa, yatırımlar işe dönüşmeyeceği gibi ayrıca yatırım yapılabilmesi de güç hale gelir.
Örneğin, ince mekanik, optik, mikro-elektronik gibi, bir milletin rekabet gücünü artırmada önemli dallardaki yatırımlar, mevcut işgücünün beceri düzeyinin yetersizliği nedeniyle yapılamayabilir.
Gelelim, bilinen ikinci istihdam yaratma enstrümanı olan “kamu kuruluşlarına personel alımı”na.
İŞ ORTAMI VE DİRLİK (II)
Yukarıda toplumumuzun uzun yıllardır benimsemiş olduğu iki iş yaratma enstrümanından birisi olan (yatırım) aracını incelemiş ve sonuçta (yatırım)ın (iş)e dönüşmesinin, etkin bir beceri geliştirme sistemine sahip olmaya bağlı olduğunu, bu olmazsa (yatırım)ların (işsizlik)e dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu, hatta yatırım bile yapılamayacağını belirlemiştik.
Şimdi gelelim ikinci enstrümana: kamu kuruluşlarına personel alımı!
Bu aletin ne denli yararlı (!) bir enstrüman olduğunu araştırmaya, bir soru sorarak başlanmalıdır: Bir kişinin yapabileceği bir işe iki kişilik işgücü verilse, bunun olası sonuçları ne olabilir ?
Bu soruya genellikle, ” çalışanlar daha az yorularak işlerini yaparlar ” şeklinde cevap verilebilirse de gerçek böyle değildir. Bir “kadro kalabalıklaşması” olan bu durumda doğabilecek muhtemel sonuçlar şunlardır:
-
İki çalışan da işin büyük bölümünü kendisinin yaptığını, bu mağduriyeti önlemenin yolunun ise daha az çalışmak olduğunu düşünerek daha az toplam iş yaparlar,
-
İki kişinin iş yapış biçimleri farklı olduğu için işin her parçası ayrı standartlarda yapılır,
-
İki kişi bir kişiden daha fazla sorun üretir. Yönetim bunları çözmek için bazen ilâve personel dahi çalıştırmak zorunda kalabilir,
-
Çalışma imkânını bulamayan kişiler, bu yarı çalışan-yarı boş kalan kişilere bakarak reaksiyoner olurlar ve kendilerine de bu imkânı tanıyabilecek olanları devreye sokmak için her yolu denerler,
-
Ücretin, yapılan işin karşılığı olması gerektiği ilkesi zedelenir, boş geçen zamana da (%50) ücret ödenir,
-
Yönetim, boş geçen zamanları değerlendirmek için ek işler yaratabilir. Bunların, kuruluşun asli fonksiyonları dışında işler olması ihtimali çok yüksektir.
-
İdare ise, yapılan toplam işin 1 kişilik işten dahi az olduğunu görür ve 2 kişiye, 1 kişilik ücretten dahi daha az bir ödenek ayırır,
-
Bu düşük ücretle ancak yetersiz nitelikli çalışanlar bulunabileceği için :
-
Zamanla, kuruluşun asli fonksiyonları hiç yapılamaz olur,
-
Asli fonksiyondan arta kalan zaman başka işlere ayrılmaya başlar ve o işler zamanla asli fonksiyon olur,
-
Yüksek ücretli kadrolar (genellikle yönetsel) için kıyasıya bir yarış başlar. Bu yarış dürüst kurallarla olamaz. Bu yarıştan yararlanmak isteyenler müdahalelerde bulunarak durumu daha da karıştırırlar.
Olabilecek olayların basit bir senaryosu dahi göstermektedir ki bir kamu yönetim düzenini bozmak için, çok az sayıda dahi kadro fazlası kişinin istihdamı yeterlidir.
Bugün ülkemiz kamu kuruluşlarının durumu budur ve Devlet çarkının işlemeyişinin, hattâ Milli güvenliğimizi tehdit eden unsurların seslerini yükseltmelerinin altında, kamunun asli fonksiyonlarını yapamazlığı yatmaktadır. Bunun da başlıca sebebi, “çok sayı-düşük ücret-düşük nitelik” ile özetlenebilecek kamu kadroları bulunmaktadır.
Görülmektedir ki yıllardır kullanılan iş yaratma araçlarından birisinin kullanımı, yerine getirilmesi ihmal edilmiş bir şarta bağlıdır; diğeri ise bir sosyal dinamitdir. İşte, iş kurma ortamı denilebilecek iklimin yaratılması bu açıdan önemlidir.
İŞ ORTAMI VE DİRLİK (III)
Hiç ayrım yapmadan, geçmiş idarelerin çoğunluğunca kullanıldığını ve de benimsenerek kullanıldığını; bu da yetmezmiş gibi bilimsel (!) icazetler yoluyla kullanıldığını söyleyebileceğimiz iki geleneksel istihdam yaratma aletine (yatırım yapmak ve kamuya personel almak) biraz yakın plandan geçen haftalar bakmaya çalışmıştım.
Bu hafta ise bu konuyu “peki ne yapılmalı ?” sorusuna, başlıklarıyla cevap vererek kapamak istiyorum.
Bu konuda ilk bilinmesi gereken, Devletin bu konuda “ne yapmaması gerektiği” dir.
Devletle yakın-uzak ilişkisi olanın 24 saat gözünden kaçmayacak bir yere büyük harflerle: “DEVLETİN BİZZAT YARATTIĞI HER 1 KİŞİLİK İSTİHDAM, EN AZ 10 İSTİHDAM FIRSATININ KAYBI DEMEKTİR” yazılması gerektiğidir. Hatta bunun Anayasa’nın dibacesine yazılmasını dahi düşünebilirim.
İkinci bilinecek, Devletin “ne yapması” gerektiğidir.
Bu da, girişimcilerin (bütün insanlar) önündeki engelleri asgariye indirmektir.
Dilimizde kavramlar yeterince tanımlanmadığı için, “engellerin kaldırılması” kavramı da, insanların başıbozuk davranışlarına izin vermek olarak anlaşılmaktadır.
Engellerin kaldırılması, büyük düşünür Hoca Nasreddin’in dediği “taşları bağlayıp, köpekleri salmak” değildir.
Yani bir girişimciye engel olabilecek davranışları uygulayabilecek bir diğer girişimciyi serbest bırakmak değildir.
Kısaca girişim özgürlüğü denilebilecek bu ilkeye göre, herkesin girişimcilik konusundaki özgürlüğünün sınırları, diğer girişimcilerin özgürlüklerinin sınırında bitmelidir.
Buna göre, uyanık bir kişinin dağlarımızın nefis havasını kutulayarak satıp vergi iadesi teşvikinden yararlanması, girişim özgürlüğü olmayıp diğer girişimcilerin özgürlüklerine tecavüzdür.
Çünkü böyle parlak bir ihracatın arkasından mutlaka, tüm ihracatın tek tek kontrolu gibi bir uygulama gelir ki bu, gereksiz yere dürüst girişimcileri cezalandırmak demektir.
Buna göre Devletin “yapması gereken”, girişim özgürlüklerinin zedelenmemesini sağlamaktır. (aslında, Devletin her alandaki görevi, o alandaki özgürlükleri korumaktan ibaret değil midir?)
Bu iki ilkenin belirlediği alan içinde iş yaratma nasıl olacaktır? İşte üçüncü ilke, bu sorunun cevabıdır.
İş yaratma, diğer bütün işler gibi profesyonel olarak yapılması gereken bir iştir.
Bu hareket noktasını bir iş fikri olarak alıp, parasını ve emeğini iş yaratmak için riske edebilecek girişimciler, iş lerin gerçek yaratıcılarıdır.
Gerçekte işlerin 1 temel kaynağı mevcuttur: O da insanların ihtiyaçlarıdır.
Büyük bilgisayar firması CDC’nin kurucusu William Norris’in, bu firmayı üzerine inşa ettiği sloganı şudur:
“Toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları, yeni işlerin kaynağıdır”
Profesyonel istihdam yaratma firmalarının kullandıkları ilke de budur.
İş yaratma konusunda anlaşma yaptıkları tarafların* arzuladıkları çevre içindeki ihtiyaçları ortaya çıkarabilecek bir grup araç kullanmaktadırlar. (1986 yılında JCL-Job Creation Ltd, U.K. adlı bir profesyonel istihdam yaratma kuruluşu Türkiye’de çalışmıştı)
İşlerin kaynağında toplum ihtiyaçları vardır. Ancak bu, bir potansiyel enerji gibidir.
Tüm insanların ihtiyaçları vardır ve bu sonsuzdur.
Bu potansiyelin harekete geçip, gerçek iş’e dönüşebilmesi bir koşula bağlıdır: Kişilerin (girişimci), bu ihtiyaçları görebilmesine ve sonra da bu ihtiyaçları tatmin edebilecek becerilere sahip olmasına.
Bunların her ikisi de (görebilme ve yapabilme) aslında tek ad altında toplanabilir: Kişilerin Beceri Dokuları.
Kişilerin yalnız beceri dokularının iyi olmasının yeterli olamayacağı hemen görülebilir. Bu iş ortamı içinde dürüst hareket edebilecek ahlaki dokuya da sahip olmalıdırlar.
İşte bu nedenlerden dolayı da, zeka, bilgi-beceri, ahlak ve ruh sağlığından ibaret dörtlüye nitelik dokusu adını veriyoruz. Nitelik Dokusu, bir toplumun tek ve en güçlü kaynağıdır. Refahın da mutluluğun da kaynağı Nitelik Dokusudur.
Okurlarım, iş yaratabilmenin koşulları içinde sermayeyi saymadığımı düşünerek itiraz edebileceklerdir. Doğrudur. İş yaratmanın sermaye ile çok yakın bir ilişkisi vardır ve şöyledir:
“Bir girişimcinin başarısızlığı, sağlayabildiği finansman arttıkça artar!”
Bir Murphy kuralına benzeyen bu ifadenin ne denli doğru olduğunu, bir işin kurulup yaşaması için gereken unsurları zarar ederek (ya da batarak) öğrenmiş girişimciler çok iyi anlayacaklardır.
Bir iş tabii ki parasız yapılamaz. Ama, parayı tek şart olarak görüp, diğer şartları ihmal edenler öğrenmişlerdir ki para, iki tarafı keskin bir kılıçtır.
Diğer gerekler yerine getirilmemişse para, girişimcinin batmasını hızlandıran bir unsur olmaktadır.
İş yapmayı, yalnız para temin etmek sananları batmaktan koruyan, onların para temininde karşılaştıkları güçlüklerdir.
Sonuç olarak, iş ortamı denilebilecek iklimi yaratıp korumak ve onu bozabilecek çok sayıdaki faktörü elimine etmek, Devletin tek yapması gereken dir. Bu yapılamadığı takdirde, ne ekonomik ve ne de sosyal dirlik sağlanamaz. Hoşça kalınız.
-
-
Nis 16 2012 İSRAFSIZ ŞİRKET
İSRAFSIZ ŞİRKET
Sorun çözme teknikleri içinde yer alan “sorunun yeniden tanımlanması” (redefining the problem) adıyla bilinen bir yöntem, herhangi bir sorunu çözmeye girişmeden önce onu “daha açık, daha kolay anlaşılabilir” bir şekle dönüştürmeyi öneriyor.
Böyle bir tekniğe niçin ihtiyaç duyulduğu, karmakarışık ifade edilmiş bir sorunla karşılaşan herkesçe kolayca anlaşılabilir. Örneğin, “işsizlik” olarak dile getirilen ve bu haliyle hakkında birçok çözüm geliştirilebilecek gibi görünen sorun gerçekte pek “anlaşılabilir” değildir. Acaba işsizlik deyimiyle, herhangi bir işi olmayan herkes mi, işi olup da yeterli geliri olmayanlar mı, işi olmayıp da yeterli geliri olanlar mı, işgücü piyasasının talep ettiği niteliklere ve de çalışma arzusuna sahip kimselerin iş bulamayışı mı, yoksa niteliği yetersiz ve her işe talip olup gerçekte hiçbir işe tam uygun olmayanların işsizliği mi kastedilmektedir?
Bunların her biri ayrı birer sorundur ve çözümleri birbirinden oldukça farklıdır. Sorun bu haliyle ortaya atılıp “işsizlik meselesi nasıl çözülmeli?” biçiminde bir tartışma açılsa, bu “sorun içinde sorunlar” yumağı çözülemez, hatta anlaşılamaz dahi.
Sorunun yeniden tanımlanması tekniği, bir sorun ifadesindeki anahtar kavramları tek tek ele alıp, onlarla nelerin kastedildiği üzerinde uzlaşma arayarak işe başlar. Bunun için o kavramlar iyice didiklenir.
Yazı başlığı olarak şirketlerde israfın alınmasının nedeni, küçük veya orta ya da büyük ölçekli tüm şirketlerin -özellikle de ekonomik kriz ortamlarında- dikkatlerini yoğunlaştırdıkları ilk konunun (çoğu zaman da batana kadar tek konunun) bu olmasıdır. Mali açıdan güç durumdaki şirketlerde ilk akla gelen, kullanılmayan ampullerin söndürülmesi, kağıtların arkalı önlü kullanılması, otomobillerin bir kısmının satılmasıdır.
Konu şirketlerle de sınırlı olmayıp daha yaygındır. Hükümetler değiştiğinde ilk yayımlanan, genellikle Tasarruf Genelgesi’dir.
Görülmektedir ki israf ve tasarruf konusu, toplumumuzun sorun çözme çantasında çok önemli bir yer tutmaktadır. O halde üzerinde durmak, bu kavramların doğru anlaşılıp anlaşılmadığını irdelemek gerekir.
Kuşkusuz ki, kağıtların iki taraflı kullanımından başlayan tasarruf önlemlerinin hepsi doğrudur ve daha da sıkı tutulması her bakımdan yararlıdır.
Burada kritik nokta, israf olgusunun kapsamının iyi tanımlanmayışı nedeniyle çok büyük israf kaynaklarının gözden kaçırılması, bunun yerine daha küçükleriyle oyalanılmasıdır.
İsraf, Arapça seref (gereksiz harcama) anlamına gelmektedir. Bir iş için harcanması gerekli kaynakların makul miktarları belli olduğuna göre, nereden sonra bir israfın doğacağında herhangi bir kuşku yoktur. Peki acaba, sorun bu mudur? Acaba, gereksiz harcamalar belirlense ve bir şekilde giderilse israf durmuş sayılır mı?
Sorunun yeniden tanımlanması tekniği uyarınca israf kavramı didiklenmeye başlanırsa, bunun harcama değil kullanma ve yararlanma anlamlarında alınmasının daha doğru olacağı; gereksiz kullanım ve yararlanılmayan gereklilik olgularını birlikte kapsadığı; bu son iki kavram içindeki yararlanılmayan gereklilik kavramının ise pek üzerinde durulmayan bir kavram olduğu görülecektir. Bir mal ya da hizmet üreten bir kuruluşta, nihai ürün(ler)e katma değer sağlayan çok sayıda girdi vardır. Bunların içinde, kağıtları birbirine tutturmaya yarayan zımba teli, ofisleri aydınlatmak için kullanılan elektrik enerjisi, ürünlerin hammaddeleri, işçilik, yönetim giderleri, genel giderler gibi kalemler yer almaktadır. Bunlar açısından israf, gereksiz kullanım biçiminde tecelli eder.
Bir de, soft girdiler denilebilecek olanlar vardır. Bunlar ürünlere en büyük katma değerleri katanlardır.
Örneğin, çalışan kişilerin yaratıcılıkları, şirketlerine bağlılıkları, buluşçulukları, sorunları yerinde çözebilmeleri, süreçlerin doğru tasarımlanmış olması, politikaların doğru belirlenmiş olması gibi kalemler, ne bilançolarda ve ne de başka raporlarda görünmez. İsraf, bu gibi öğeler açısından ise “yararlanılmayan gereklilik” biçiminde ortaya çıkar.
Bu iki grup girdi, sağladıkları katma değer bakımından karşılaştırılırsa, yararlanılmayan gereklilik’lerin diğerlerinden kat be kat yüksek olabileceği sonucuna varılacaktır.
İşte bu nedenle yönetici performanslarının ölçülmesinde artık geleneksel ölçütler yerine, R.O.M. (Return On Management, yani Yönetsel Getiri) adı verilen yeni bir ölçüt kullanılmaktadır. Tanım olarak Yönetsel Getiri, yönetimin harcadığı zaman ve dikkat karşılığında harekete geçirilebilen örgütsel enerji miktarıdır.
Bu oranı sayısal olarak hesaplamak güçse de, şu 5 asit testi sorusuyla, aranılan yanıt alınabilmektedir:
- Çalışanlar, hangi fırsatların, şirketin stratejik misyonuna doğrudan katkıda bulunmadığını biliyorlar mı?
- Yöneticiler, şirketi nelerin başarısızlığa götüreceğini biliyorlar mı?
- Yöneticiler, başarı ve başarısızlıkları tanımlamak için kolayca kullanabilecekleri anahtarlara sahipler mi?
- Örgüt, kırtasiye işlemleri içinde yüzmekten kurtulmuş mudur?
- Tüm çalışanlar, patronlarının gözettiği performans ölçütlerini mi gözetmektedirler?
Bir kuruluşta en büyük israf, Yönetsel Getiri’nin tanımında gizlidir. Eğer yönetim, örgütteki insanların enerjilerini tam olarak ortaya çıkaramıyorsa -yani yararlanılmayan gereklilik- büyük bir israf söz konusudur. Bu yalnız bir şirket için geçerli olmayıp bir ulus için de aynı şekilde geçerlidir.
Bu kısa akıl yürütmeden, israfı önlemenin altın kuralı da ortaya çıkmaktadır: yöneticilerin bir numaralı hedefi, örgütünde çalışan tüm görevlilerin yaratıcı potansiyellerinin azamisini ortaya çıkarmalarına yardımcı olmaktır. İsraf kaynaklarının belki de en önemlisi, tasarrufun yanlış yerlerde aranılmasıdır.
İsrafı doğru biçimde algılayan ve çalışanların potansiyellerinin ne denli büyük bir kaynak olduğunu farkeden bir kuruluşta, artık üzerinde durulacak nokta, “tüketim ahlakı”dır. Çeşitli çalışma alanlarının gerektirdiği bireysel yetkinlikleri oluşturan “öz yetkinlikler” içinde, bir yapı taşı gibi yer alan tüketim ahlakı, bir çeşit parmak izi gibi, çalışanların tüm eylemlerine yansımaktadır.
Tüketim ahlakı -bütün diğer konular gibi- bu konuda düzenlenebilecek eğitimler yoluyla kazandırılamayacak bir yetkinliktir. Kişinin, yaşadığı fiziki ve sosyal çevreyi bir “kaynaklar topluluğu” olarak algılamasına, bunları kullanma konusundaki sorumluluğunu farketmesine ve onlara saygı göstermesine bağlıdır. Bu nedenle, tüketim ahlakını geliştirmek isteyenler, onunla ilgisi hiç yokmuş gibi görünebilecek olan bir başka konuda farkındalık yaratmaya bakmalıdırlar. O da, “ben niçin varım?” sorusudur.
Bireysel olarak bir misyon edinmemiş bir kişinin, onu çevreleyen kaynaklara saygı göstermesine, yani israftan kaçınmasına imkan yoktur. İsrafsız bir şirket, çalışanlarının, bireysel misyonlarının farkına vardıkları, çalıştıranların da onları birer kaynak olarak görebildikleri bir şirkettir.
Ağustos 1997
-
Nis 16 2012 Değer Dökümleme (value auditing)
Geçen haftalar içinde İstanbul’da, Değer Dökümleme konusunda birkaç seminer veren Richart Barrett özetle şunları söylüyor: «Bir kişi ile bir diğer kişi ya da kurum, benzer değerleri savunmuyorlarsa bunların birlikteliğinde sorunlar doğabilir. Çatışmalara müdahale etmeden önce, çatışan tarafların değerleri bilinmelidir».
R. Barrett, bu amaçla yaklaşık 100 değeri içeren bir liste hazırlamış. Kişilerin kendilerini ve içinde bulundukları kurumu “en iyi” betimlediğini düşündükleri önce 20, sonra bunun içinden 10 değeri seçmeleri isteniliyor. Böylece 100 boyutlu bir eksenler takımında, 10 köşeli bir “çokgen” ortaya çıkıyor. Dilimizdeki “yıldızı barışmak” deyimi, böylece elde edilen “çokgen”i ifade ediyor olsa gerekir.
Aile, çeşitli toplum kesimleri ve nihayet toplumun bütünü açısından çeşitli tartışmaların önlenebilmesi, öncelikle bu “çokgenlerin”in uyuşmasına bağlıdır. Değer farklılıklarının nasıl derin çatışmalara yol açtığını yıllardır bizim kadar somut deneyimleyen az toplum vardır.
Bir koşul kümesi için geliştirilen bir çözümün, o koşul kümesinde değişiklikler olduğunda geçerliliğinin azaldığı, yitirildiği, hatta tam aksi etkiler üretebildiği bilinen bir olgudur.
Toplumumuzun “ değerler kümesi” ni , onun bütünlüğünü sağlamak amacıyla gözden geçirmek, yapılması mutlaka gereken bir iştir. Bu, “gerek koşul” dur ama “yeter” değildir.
Yeter koşul, değerler kümesinin içinde, diğer değerleri etkisiz kılan “virütik değerler”in bulunmaması, var ise bunların temizlenmesidir.
Toplumsal değerlerimizi bütünüyle geçersiz kılan bu virüslerden başlıca dördünü bu köşede bir süre önce açıklamıştım. “Başkası yapmasın ben de yapmam”, “evet ama yine de”, “siyaset, vatandaşın sorunlarını çözmek için yapılır” ve “sana ne” adlı bu virüsler -ki tanım olarak her biri birer “değer”dir-, bir bakıma diğer değerlere alternatif bir küme oluşturmakta ve sahip olanlara onursuz ama rahat bir yaşamı -sadece kendisine ve belirli bir süre için- sağlamaktadır.
Değer Dökümleme, eğer başlangıç listesinin içine bu virüsler de katılır ve kişilerin, bunları gizlemesi olasılığı da bir yolla kapatılabilirse, virüslerden kurtulma yolunda çok değerli bir araç olur. Çünkü bu tür virütik değer sahiplerinin en başa çıkılmaz yanları da, gerçekte sahip oldukları değerleri değil, ahlak kitaplarının yazdıkları değerleri savunmalarıdır.
Değer Dökümleme tekniğinin kritik özelliği, başlangıç listesinin oluşturulmasıdır. Toplumumuzda yaygınlık ya da seyreklikle karşılaşılabilen tüm değerleri eksiksiz olarak listeye dahil edebilmek için, herkesin kendisinde değil ama bir başkasında bulunduğunu düşündüğü olumsuz değerleri ve kendinde bulunduğu olumlu değerleri sormak bir yol olabilir. Yani bir ön dökümleme ve oradan süzülerek elde edilecek bir değerler listesi.
Bir arada bulundurulmak istenilen kişiler (örneğin evlenecek çiftler), şirketler ya da toplum kesimleri için bu tür bir dökümleme (audit) yapmaksızın, istenilen hedeflere varmak belki mümkün olabilir, ama faturasının çok ağır olacağı da kesindir.
-
Nis 16 2012 BİR “ÖNCÜ” ARANIYOR!
BİR “ÖNCÜ” ARANIYOR!
Başkalarının ne kadar etkilendiğini bilmiyorum ama medyadaki reklamlar artık beni hiç mi hiç etkilemiyor. Yüzlerce değişik (görünümlü) reklama karşın söylenen ya da yazılan hep aynıdır: “Biz iyiyiz, bizim dışımızdakiler iyi değil!”.
Reklam firmaları içinden bir “babayiğit” mi çıkar, yoksa Reklamcılar Derneği mi düşünür bilemem, ama birisinin öncülük edip, bu “cana tak ettiren” yaklaşımdan kurtulması, yepyeni bir yaklaşımla ürününü tanıtması gerekiyor.
“Biz iyiyiz”’in dışında başka ne gibi yaklaşım olabilir? Kartvizitine `yaratıcı direktör’ yazanların mesleklerine karışmak istemem ama çeşitli ve de değişik kavramlar bulunabilir.
Dev bilgisayar firması CDC’nin kurucusu William Norris, şu tek cümleyle yepyeni bir iş felsefesi kurmuştur; “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizimi için iş imkanı demektir”.
Başlangıçta ABD iş dünyasının tepkilerini çeken bu felsefe, “para kazanma” ve “toplum sorunlarının çözümüne katkı”nın, “biri varsa diğeri yok” kavramlar olmadığını, bunların pekala “birlikte var” olabileceğini kanıtlamıştır.
Her ne kadar, insanların “tatmin edilmemiş ihtiyaçları”nı birer iş imkanı olarak kullanan iş(!) sahipleri yalnız Bangkok’ta değil ülkemizde de varsa da (alo seks hatları), CDC’nin kurucusu bu tür ahlaksızlıkları değil, toplumun çeşitli sorunlarını ele almıştır.
Ülkemizin önemli sorunlarından birisi olan işsizlik konusunda, “biz x adet yeni iş yaratmak için gençleri destekliyoruz. Bu yaklaşım bizi rakiplerimizden ayırıyor, dolayısıyla bizi seçin” diyebilecek bir öncünün çıkacağını umabilir miyiz?
Böyle bir yaklaşımın maliyeti, “biz iyiyiz”in maliyetinden daha fazla değildir, hatta daha da azdır. Tek sorun, farklı olduğunu söyleyen değil (çünkü herkes öyle söylüyor), gerçekten farklı olan ilk kuruluşun (aslında kişinin) ortaya çıkmasıdır.
-
Nis 16 2012 TÜRKİYE’NİN BAŞKENTİ NERESİDİR?
TÜRKİYE’NİN BAŞKENTİ NERESİDİR?
-
Alo siz misiniz efendim?
-
Evet benim.
-
Sizi Bil-Kazan programından arıyoruz başlayabilir miyiz?
-
A bi dakka çocuğumu da çağırayım..
-
…………..
-
Tamamım sorabilirsiniz..
-
Hanımefendi, Türkiye’nin başkenti neresidir? Lütfen bir defada cevaplayınız
-
Şey, heyecanlandım. Neydi orası? An, ant, yok Ankara.
-
Bravo, 250 milyon kazandınız.
-
Yaşayın en büyük sizsiniz.
-
Estağfurullah, en büyük sizsiniz efendim, güle güle harcayın..
Buna benzer programları hergün defalarca izliyoruz. Sınırlı bir TV reklam pastasından pay alma yarışına girmiş TV’lerin (TRT de dahil), izleyici sayısını artırmak için uyguladıkları bu yarışmalar (!) topluma bir çeşit hakarettir.
Bu tür yarışmalarla verilen üstü örtülü mesaj aslında, “Siz bizi izlerseniz bize reklam verirler. İzlemeniz için de biz size rüşvet veriyoruz. Ama bunu yarışma kılığına soktuk. Zaten siz ancak bu tür soruları yanıtlayabilecek düzeydesiniz”dir.
İzlenme düzeyini artırmaya çalışmak, serbest rekabetin en doğal -ve de yararlı- bir çabasıdır. Ama bu çabanın topluma da yararlı olması koşuluyla..
Bu tür yarışmaların en kötü yanlarından birisi de insanlara, “çalışmadan kazanmanın mümkün olduğu” izlenimini vermesi, onları bir çeşit kumara özendirmesidir. Barbut atmakla, sütün rengini bilene yüz milyonlar vermek arasında esaslı bir fark var mıdır?
İzlemeyi artırmanın, izleyenlere de yararlı çok yolları bulunabilir. İnsanların işlerine yarayan bilgi-becerilerin kazandırılabileceği programlar her zaman büyük ilgi toplamıştır. Girişimcilik konusunda iki sayfa açan bir haftalık derginin tirajı beşe katlanmıştır. Böyle bir program hele TV’de yayınlansa ne kadar izleyiciyi ekran başına toplar. Ama, “onlar pahalı programlardır, biz barbut yöntemiyle aynı işi yapıyoruz” deniliyorsa o başkadır.
Ama unutulmamalıdır ki iyi tüccar, müşterisinden uzun süre kar sağlayabilendir.
-
-
Nis 16 2012 VALİ’NİN NİÇİN SUÇLANDIĞI DAHA ÖNEMLİDİR !
VALİ’NİN NİÇİN SUÇLANDIĞI DAHA ÖNEMLİDİR !
Bir perdenin ardında birşeyler oluyor ve kamuoyu neler olduğunu bilemiyor. Kamuoyunun bilgileri yalnızca perde üzerine düşen gölgeler yoluyla oluyor. Bu gölgeler, perdenin arkasında olanların deforme olmuş, yanıltıcı görüntüleridir. Yalnız bunlara bakarak olaylar hakkında doğru sonuçlar çıkarabilmek hemen hemen imkansızdır.
Son olarak ortaya atılan ve sonra da asılsız olduğu ihtimalinin kuvvetli olduğu ortaya çıkan İstanbul valisi ile ilgili iddialar bu açıdan çok önemlidir. Hele ve hele, iddia konusunun yeni olmayıp, durup dururken ortaya atılması, perde üzerindeki görüntüyle perde arkasındaki nesnenin çok farklı olabileceğini düşündürmektedir,.
Örneğin, İstanbul valisi, pıtrak gibi açılan kumarhanelerden rahatsız olup, bir kamu görevlisi olarak görevini yapmaya kalksa, bu kumarhaneleri açan ve/ya açtıranlarla ticari çıkar birliği bulunan bir medya organı acaba “iddia stoku” ndan bir malı ortaya süremez mi? Olay mutlaka böyle olmayabilir, ama bu bir olasılıktır ve de en az iddianın kendisi kadar rahatsız edici bir olasılıktır.
Ortaya atılan iddialara basının ve kamuoyunun duyarlık göstermesi çok yararlı ve temiz siyaset için çok ümit vericidir. Ama bu duyarlığın, madalyonun öbür yüzü için de gösterilmesi zorunludur. Aksi halde bu duyarlık, bir takım kirli ticari işleri gözden kaçırmak için pekala kullanılabilir.
Medya kuruluşlarının yalnızca “halkın doğru bilgilendirilmesi” işleviyle meşgul olması, ayrıca ticari faaliyette (doğrudan ya da dolaylı) uğraşmaması son derece önemli bir ilkedir.
Yoksa bakarsınız ki, bir kişi veya aileyi hedef alan bir medya kuruluşu, ticari çıkarlarındaki bir değişiklik nedeniyle aynı kişi ya da aileyi ülkemizin yeni kurtarıcısı olarak lanse etmeye başlamış! Olur mu olur !
-
Nis 16 2012 -
Nis 16 2012 Ezber kalıpları sorgulansa idi..
Ezber kalıpları sorgulansa idi..
Ezber sözü kamuoyu diline yavaş yavaş yerleşmeye başladı. Ama çoğu kullanımda bir belirsizlik var. Acaba orijinal anlamındaki ezber mi yoksa anlam kaymasıyla kazandığı anlamdaki ezber mi tam belli olmuyor. Her ne ise yine de kabul..
Bu konuda bir çalışma yapılıyor. İzninizle, çalışma hakkında başlıklar halinde kısa bir bilgi sunayım:
- 1994 yılında Beyaz Nokta Vakfı kurulduğundan bu yana “ezber” konusuna dikkat çekilmeye çalışılıyor.
- Farsça kökenli “ezber” (ez+ber = ..den + …yürek, göğüs) sözcüğünün hem Türkçe hem diğer dillerde (par coeur, by heart) bir anlam kaymasına uğrayarak, bellemek, bellekte tutmak (memorising) anlamı kazanmış olması bir şanssızlık sayılabilir. Çünkü, karşı çıkılan kavram “bellekte tutmak” değil, “yürekten geldiği için sorgulamaya kapalılık” idi. Bu bir karışıklık yaratıyordu.
- Bu karışıklığı aşmak için mümkün olan her yerde ezberin gerçek anlamı ile zaman içinde anlam kayması yoluyla kazandığı anlam açıklanıyordu.
- Fakat, bu işlere ayıracak yeteri zamanı bulunmayanlar, ağızlarıyla ezbere karşı olduklarını söyleseler de uygulamalar daima ezberden yana oldu.
- Çok az sayıda eğitimci hariç 2009 yılına kadar böyle gelindi.
- (http://tinyurl.com/d6xt9bm) adresindeki kaynaklar bu az sayıdaki kişi veya kurumu gösteriyor. Diğer yanda ise yüzbinlerce kişi var.
- 2009 yılında, bu durum farkedilip, neye karşı olunduğunu daha iyi anlatacak bir deyim devreye sokuldu: Sorgulanamazlık veya sorgulamaya kapalılık.
- Bu terim daha kolay anlaşılır olduğu için daha kolay yaygınlaşmaya başladı. Basında, eğitim çevrelerinde hatta MEB yöneticilerinin ağızlarında sık sık “sorgulamaya dayalı eğitim” olarak yer alır oldu.
- Bu süreçte yavaş yavaş farkına varılan bir olgu da, sorgulanamazlığa karşı olduğunu ifade eden hemen hiç kimsenin çıkıp da, şu soruyu ortaya atmaması oldu: “Pekiyi, ezber (sorgulanamazlık) iyi bir şey değil, ama neyi nasıl sorgulayacağız? Örneğin ben coğrafya veya matematik öğretmeniyim ya da anne-babayım; öğrettiklerimi nasıl sorgulayabilirim?”
- Bir kişinin tesadüfen bu soruyu yüksek sesle sorması uyanmayı sağladı ve görüldü ki, sadece “sorgulanamazlığa hayır” demek, sorgulanamazlığın bağnazlığa, dogmalara ortam oluşturduğundan yakınmak meseleyi halletmiyor, toplumumuzun iliklerine kadar işlemiş bu hastalığın, çeşitli yaşam alanlarındaki örneklerini bulup görünür hale getirmek gerekiyormuş.
Hatta bununla da bitmiyor, eğer sorgulanmadan benimsenen kalıplar sorgulansa idi ne gibi olumluluklar doğacağını ve onlardan mahrum kalınacağını ortaya koymak gerekiyormuş.
- Bu düşünceler altında (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1238) adresindeki yazı ortaya çıktı.
- Bu yazının ardından, tek kişinin ürettikleri yerine, çeşitli ilgi alanına sahip kişilerin üretebilecekleri sorgulanmamış kalıpları belirleyebilmek için, internet üzerinden bir duyuru yapıldı ve kalıp örnekleri konusunda yardım istendi.
- Duyuru kitlesi içinden yaklaşık 20 kişi çeşitli konularda kalıplar üretti ve bunlar toplandıkça kimin ürettiğini belirtilmeksizin bir birleşik liste üretildi.
- Bu listede 11 kategori halinde toplam 155 kalıp var. Tahmin edilebileceği gibi bu kalıpların hepsi “sorgulanmamış kalıp” tanımına uygunluk açısından aynı değil. Bazıları, yaygın bir kalıp olmamakla birlikte şikayetlerimizin dışavurumu biçiminde. Bazıları, sorgulanmama nedeniyle büyük zararlara yol açarken bazıları o denli güçlü değil.
- Bu kalıpların vakfın web sitesinde yayımlanması ve/ya basılı hale getirilmesi halinde, daha geniş bir kitlenin dikkatini çekebileceği, özellikle de eğitim sınıfının dikkatini çekebileceği düşünülüyor. Bu nedenle de herhangi bir yanlış anlama, hassasiyetleri rencide etme gibi olasılıklara karşı gözden geçirilmesi, gerekirse süzülmesi ihtiyacı var.
- Bu yolla toplumun gündemine sorgulama kavramının daha ete-kemiğe bürünmüş olarak konulması hedefleniyor.
Bakalım bu öngörü doğru çıkacak mı, yoksa yeni yollar aranmak mı gerekecek?
10 Nisan 12 Salı
-
Nis 16 2012 FİYAT ARTIŞLARI , “ÇIĞ ETKİSİ”
FİYAT ARTIŞLARI , “ÇIĞ ETKİSİ”
Rev.No: 1, Mayıs 22,’93[1], Rev.No: 2, Kasım 01,’98, Rev.No: 3, Aralık 28,’07, Rev.No: 4, Nisan 05,’12
Giriş
Bir mal veya hizmetin fiyatına herhangibir nedenle zam yapılması halinde, onun girdi olduğu başka mal ve hizmetlerin fiyatlarında da bazı otomatik artışlar olması doğaldır. Örneğin, petrole zam yapıldığında taşımacılık fiyatları artmakta, o ise hemen hemen tüm mal ve hizmetlerin bir girdisi olduğundan, onların da fiyatlarını yükseltmektedir.
Bu olgu herkes tarafından bilinir. Bu makaleye konu olan fiyat artışları ise bu noktadan itibaren başlamaktadır.
Bir mal veya hizmet ürününün (bundan sonra sadece ürün denilecektir) fiyatına yapılan zam sonunda, o ürünün girdi olduğu bütün ürünlerin fiyatları artmakta; artan bu fiyatlar bu defa başlangıçta zamlanan ürünün fiyatını tekrar artırmakta ve böylece bir “Çığ Etkisi” (avalanche effect) oluşmaktadır. İşte genellikle ‘ihmal edilebilir’ olduğu varsayılan olgu budur. Ancak gerçek bu varsayımı doğrulamamaktadır. Bu makalede bu etkinin boyutları incelenmektedir.
Kullanılan hesaplama algoritması
Bir I/O tablosunda bulunan çeşitli mal ve hizmet ürünlerine yapılabilecek zamların[2] ardışık etkileri, bir bilgisayar yazılımı yoluyla incelenmiştir. Kullanılan algoritma, I/O tablosunun bir satırının zamlanması halinde bütün ürünlerde meydana gelebilecek fiyat değişimlerinin bir vektörde üst üste tutulması ve bu vektörde her bir ürün için biriken zam artışı belirli bir yakınsama değerine inene kadar, bir diğer deyişle zam artışları ihmal edilebilir değişim gösterene kadar zamların ürün maliyetlerine dağıtılmasından ibarettir.
Model üzerinde yapılan deneyler
(M) adet ürün arasındaki Girdi / Çıktı (Input / Output – I/O) ilişkilerini gösteren bir tablo (I/O tablosu) esas alınarak yapılan iteratif bir çözümleme, Çığ Etkisi dikkate alınmadan hesaplanan fiyat artışlarına göre önemli farkların olabileceğini göstermiştir.
Tablo I’deki örnekte, 10 adet ürünün I/O ilişkileri gösterilmiştir (Bkz. TABLO-I). Tablonun her sütunundaki ürünün maliyeti içinde 10 ürün satırındaki ürünün payları -oran olarak- gösterilmiştir.
TABLO – I. ÜRÜNLERİN BİRBİRLERİ İÇİNDEKİ MALİYET PAYLARI
ÜRÜNLER
ürün maliyetleri (sütun) içinde ürün (satır) payları (%)
Pay
petrol
elektrik
işçi ücr
taşıma
d.çelik
kira
gazete
su
arazi
ekmek
petrol
46.2%
1.3%
50.0%
20.0%
6.7%
3.3%
10.0%
0.0%
12.5%
149.9%
elektrik
28.6%
1.3%
0.0%
20.0%
6.7%
33.3%
20.0%
0.0%
25.0%
134.8%
işçi ücreti
35.7%
23.1%
50.0%
20.0%
6.7%
33.3%
40.0%
0.0%
25.0%
233.8%
taşıma
7.1%
7.7%
26.0%
10.0%
0.0%
13.3%
10.0%
0.0%
12.5%
86.7%
dem.-çelik
7.1%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
7.1%
kira
14.3%
15.4%
45.0%
0.0%
20.0%
16.7%
20.0%
100.0%
12.5%
243.8%
gazete
0.0%
0.0%
0.3%
0.0%
0.0%
3.3%
0.0%
0.0%
0.0%
3.6%
su
7.1%
7.7%
1.3%
0.0%
10.0%
3.3%
0.0%
0.0%
12.5%
41.9%
arazi
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
0.0%
66.7%
0.0%
0.0%
0.0%
66.7%
ekmek
0.0%
0.0%
25.0%
0.0%
0.0%
6.7%
0.0%
0.0%
0.0%
31.7%
MALİYET
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
100.0%
Fiyat/ Maliyet
1.43
1.23
1.00
1.25
1.20
1.33
1.00
1.20
1.33
1.50
TABLO II’de ise, bu ürünlerden yalnız birisine (örneğin petrol) % 10 zam yapılması halinde, “Çığ Etkisi” dikkate alınmadan oluşan yeni artmış maliyetler gösterilmiştir. Aşağıda, Çığ Etkisi (ÇE) dikkate alınmadan, ardışık yansımalarla oluşan fiyat artışları (%) cinsinden gösterilmiştir.
TABLO – II. ÇIĞ ETKİSİ DİKKATE ALINMADAN OLUŞAN ZAMLAR
Ürün >
petrol
elektrik
işçilik
taşıma
dem.çelik
kira
gazete
su
arazi
ekmek
Zam >
%10.0
% 4.6
%0.12
%5.0
% 2.0
%0.67
%0.33
%1.0
% 0
%1.25
10 üründe meydana gelen bu değişik fiyat artışlarından bir ‘ortalama’ türetebilmek için, her birinin ağırlığı rastgele belirlenmiş aşağıdaki”sepet” tanımlanmıştır.
FİYATLAR GENEL DÜZEYİNİ TEMSİL EDEN ‘SEPET’
Ürün >
petrol
elektrik
işçilik
taşıma
dem.çel.
kira
gazete
su
arazi
ekmek
Ağırlık >
100
100
1
1
1
1
30
50
0
60
Bu ‘sepet’ kullanılarak hesaplanan ortalama fiyat artışı % 5.0 olmuştur. Geleneksel olarak kullanılan hesaplama yöntemi budur.
Diğer yandan, ÇE dikkate alınarak petrole yapılan % 10’luk zam diğer ürünlere ve dönerek tekrar petrole (ve tekrar diğer ürünlere……) yansıtılmış ve bu defa aşağıdaki zamlar oluşmuştur.
ÇE DİKKATE ALINARAK OLUŞAN ZAMLAR (%)
Ürün >
petrol
elektrik
işçilik
taşıma
dem.çel.
kira
gazete
su
arazi
ekmek
Zam >
20.2
13.9
9.0
14.5
11.8
4.3
10.7
10.5
4.3
11.7
Aynı ‘sepet’ kullanılarak bu defa hesaplanan ortalama fiyat artışı ise % 15 olmuştur. Böylece ÇE, fiyat artışlarını yaklaşık 3 kat artırmış olmaktadır. Buna Çığ Etkisi Çarpanı denilebilir.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu çarpanın büyüklüğü, bazı faktörlere bağlı olarak değişecektir. Yani;
(a) I/O tablosunun büyüklüğüne,
(b) Çok sayıda ürüne girdi olan ürünlerin sayısına,
(c) Karşılıklı olarak birbirine yüksek bağımlılık gösteren ürünlerin sayısına
bağlı olarak ÇE Çarpanı büyüyecektir.
Nitekim, Tablo I’de verilen I/O tablosu üzerinde yapılan bir seri deney, yukarıda belirtilen 3 faktörün de etkisini göstermektedir.
I/O tablosunun 2, 3, ………, 10 elemanı alınarak yapılan deneylerde, daima ilk ürüne (petrol) % 10 zam yapılmıştır. Alınan sonuçlar aşağıdadır.
I/O TABLOSUNUN BÜYÜKLÜĞÜNÜN ÇE ÇARPANI’NA ETKİSİ
(HÜCRE SAYISI)
Hücre sayısı >
2 x 2
3 x 3
4 x 4
5 x 5
6 x 6
7 x 7
8 x 8
9 x 9
10 x 10
ÇE çarpanı >
1.14
1.16
1.35
1.41
1.53
1.64
2.05
3.14
17.79
Görüldüğü gibi tablo büyüdükçe ÇE Çarpanı’da büyümektedir.
I/O tablosu değiştirilerek, çok sayıda ürüne girdi olan bir ürünün bulunup bulunmamasına göre 2 ayrı deney yapılmıştır. Bu tür bir ürünün bulunması ve bulunmaması hallerinde ÇE Çarpanları sırasıyla 2.98 ve 1.0 olmuştur.
Modelin varsayımları ile gerçek koşullar arasındaki farklılıklar
Bu makaleye temel oluşturan model ile pratik arasında bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar, pratikteki durumu -genellikle- daha da kötüleştirici (yani ÇE Çarpanı’nı daha da artırıcı) yöndedir.
Bu farklılıklar şunlardır:
a. Sistemin, “tam rekabet” altında işlediği varsayılmaktadır. Pratikte ise “eksik rekabet” koşulları geçerlidir. Fiyatların, herhangi bir yavaşlatıcı etki ile karşılaşmadan yeni bir denge durumuna doğru “çığ” biçiminde artmasını önleyebilecek bir faktör “rekabet” iken, eksik rekabet koşulları bu avantajı azaltmaktadır.
b. Her ürünün fiyatı ile maliyeti arasındaki oranın (kar oranı), ardışık zamlar sırasında sabit tutulacağı varsayılmıştır. Yani bir ürünün bir girdisine bir miktar zam geldiğinde, o ürünün yeni fiyatının ancak eski kar oranını sabit tutacak kadar olabileceği kabul edilmektedir. Pratikteki durum ise 2 açıdan farklıdır:
(1) “Nasıl olsa her zaman zam yapılamaz, yapmışken biraz daha fazla zam yapayım” düşüncesi genel geçer bir eğilimdir. Böylece zamlar, bu modeldeki kabulden daha büyük olabilir.
(2) Ama diğer yandan, yüksek fiyatlarda kar oranını düşürme yönünde bir düşünce de doğabilir. Ancak buradaki ‘yüksek fiyat’ fiyatlar yelpazesinde yer alan ucuz ürünlerin aksi olan pahalı ürünler olmayıp, ucuz ya da pahalı fiyatı yükselen ürünlerdir. Bu düşüncelerden hangisinin geçerli olacağını kestirebilmek güçtür.
c. Yuvarlatma (round-off) etkisi: Bir ürüne yapılması gereken zamın daima bir üst değere yuvarlatılması eğilimi vardır. Bu, ÇE Çarpanı’nı bir ölçüde artırır.
d. Modelde ardışık zamlar simültane olarak meydana gelmektedir. Pratikte ise çığ olgusu belirli bir zamana yayılarak gerçekleşmektedir. Ancak bu süre çok uzun olamaz. Çünkü her mal ve hizmet üreticisi, ürününün karlılık oranını korumak için vakit kaybetmek istemez. Hatta bir bölümü, ürününün girdilerinde henüz bir artış olmadan da zam yapabilir.
Modelden nasıl yararlanılabilir?
Ekonomik hayatın yönetimine ilişkin kararları verenlerin, bu hayatın ana objesi durumunda olan I/O tablosunun çeşitli değişimlere duyarlığı konusunda ayrıntılı bilgi verebilecek bir “simülatör”e ihtiyaçları vardır.
“Hangi mal ve hizmet ürünü, fiyat artışlarına karşı ne kadar duyarlıdır?” sorusunun doğru cevapları bilinemediği sürece, hiç umulmayan nedenlerden dolayı bir “çığ” olgusu harekete geçebilir. Bu nedenle model, böyle bir genel işlev için kullanılabilir.
Diğer yandan, ekonomik sistemi oluşturan gerçek I/O sisteminde bazı ürünlerin diğerlerinden “daha etkileyici” ve/ya “daha duyarlı” olmaları doğaldır. Çok sayıda ürüne girdi olan bir ürün “daha etkileyici” iken; çok sayıda ürünü girdi olarak kullanan bir ürün de “daha duyarlı” olacaktır. Bu iki gruba birlikte “Kritik Ürünler” denilebilir.
“Kritik Ürünler”in bir bölümü bilinmektedir. Örneğin petrol, elektrik, işçi ücretleri gibi ürünler böyledir. Ancak, I/O tablosu üzerinde ayrıntılı analizler yapılmadan bütün kritik ürünleri tam olarak bilmek mümkün değildir.
Kritik Ürünlerin maliyetine giren ve dikkat çekmeyen bazı girdilerin (vergi, resim, harç gibi) küçük miktarlarda dahi artırılmasının olası sonuçlarını, I/O tablosu üzerinde gerekli deneyleri yapmadan bilmek mümkün değildir.
Modelin verdiği sonuçlardan en ilginci ise negatif zam (fiyat indirimi) olgusudur. Zamların yol açtığı “çığ” etkisi, benzer biçimde fiyat indirimi halinde de doğmaktadır. Aşağıda çeşitli ürünlere yapılan +%10 ve -%10 zamların yol açtığı ÇE Çarpanları verilmiştir.
HER ÜRÜNE AYRI AYRI ±%10 ZAM YAPILMASI HALİNDE
FİYATLAR GENEL DÜZEYİNDEKİ % DEĞİŞMELER
Ürün #
Ürün adı
+%10 zam
-%10 zam
1
Petrol
15.0
18.0
2
Elektrik
9.7
-11.0
3
İşçi
ücreti16.5
-21.8
4
Taşıma
8.1
-9.3
5
Demir-çelik
1.1
-1.15
6
Kira
13.3
-17.1
7
Gazete
12.0
-1.25
8
Su
6.1
-6.3
9
Arazi
~0
~0
10
Ekmek
6.8
-7.5
Bazı kritik ürünlerde fiyat indirimi yapılabildiği takdirde fiyatlar genel düzeyinde kendisinden daha büyük bir azalmaya neden olması olgusu, enflasyonla mücadele politikasında son derece etkin bir araç olarak kullanılabilir.
Yakınsaklık ölçütünün (EPS) etkileri
Deneyler sırasındaki ardışık iterasyonlarda oluşan yansımış zamların ürün maliyetlerine dağıtımında her zaman yakınsama garanti edilemez. Yakınsamanın olup olmaması, I/O tablosunun yapısına, yapılan zamın miktarına ve nihayet yakınsaklık ölçütüne (EPS) bağlıdır.
Teorik olarak, birbiri arasında bir denge halinde bulunan bir I/O tablosunun bu dengesi bozulduğunda (bir zam yapıldığında), hangi fiyatlarda tekrar dengenin oluşacağı yukarıdaki bu faktörlere bağlıdır. Oluşan Çığ Etkisi, sönümlü (giderek azalan) tipte ise belirli bir iterasyon sonunda denge oluşmaktadır. Bazı hallerde ise çığ, giderek büyüyen (gerçek çığa benzer şekilde) bir hal almaktadır.
Deneylerde, 0.5TL’lık bir yakınsaklık ölçütünün (EPS=0.5) iyi sonuçlar verdiği gözlenmiştir.
Sonuç
Elektrik enerjisi birim fiyatına (sanayi için) %10 oranında bir zam yapılacağı ilan edilmiştir. Modelden görüldüğü gibi doğacak çığ etkisi kesinlikle birinci dalga denilebilecek zam yayılmasıyla sınırlı kalmayacak, doğan zamların geriye (tekrar elektrik enerjisi fiyatlarına) yansıması sonucunda, sönümlenen ama sönümlenene kadar fiyatlar genel seviyesini tahmin edilenin üzerine çıkaran bir çığ etkisi oluşacaktır.
Tablo-I’in en sağ sütununda, çeşitli ürünlerin çığ tetikleme açısından ne derecede kritik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla enerji ve işçilik gibi kritik ürünlere yapılacak zamların çığ tetikleyici etkilerinden korunabilmek için bazı önlemler alınması gerekir. Bu kapsamdaki iki önlemden birincisi, bir trend oluşturmayan çok küçük zam gereksinimlerinin, oluşturulacak bir fon yardımıyla sönümlenmesi; diğeri ise, global ölçekli trendlerden doğabilecek zam gereksinimlerinin düzenli bir şekilde (bekletilmeksizin) kullanıcılara yansıtılmasıdır.
1990 yılında yapılan bu çalışmanın, aradan geçen 22 yıl içinde ekonomimizi temsil eden 65 kalemlik gerçek I/O tablosu ile yapılması ve sonuçlarının akademik ve siyasal çevrelerle paylaşılması beklenirdi. Ekonomistlerimizin ilgisine bir defa da bu yolla sunarım.
Nisan 5, 2012
-
Nis 16 2012 Yaşamı birbirimize kolaylaştırmak
Bu basit söz ilk bakışta pek bir değer taşımaz gibi görünse de, “yaşamı birbirimize zorlaştırmak” gibi tersinden alınırsa, ortaya çıkabilecek türevlerin toplum yaşamını nasıl derinden ve yaygınlıkla etkileyebileceği kolayca anlaşılabilir.
Taksi şoförü, ev kadını, öğretmen, erkek eş, üst veya alt kat komşusu, apartman görevlisi, Türk, Kürt, sünni veya alevi müslüman, agnostik ve daha onlarca yüzlerce insan tipi ve bunlardan oluşan kurumlar, kesimler.. Bunların birbirlerine çıkarabilecekleri güçlüklerin kombinasyonu bir arada yaşamı bir cehenneme çevirmez mi?
Bu varsayımsal bir durumdur. Yani, sayılan ve burada sayılmayan tüm kişiler ve bunların üst oluşumları birbirlerine yaşamı güçleştirme kararı verecekler, sonra da bu kararlarını gerçekleştirebilecek yollar icat edip uygulayacaklar. Bu pek gerçekçi bir senaryo değildir.
Gerçekçi senaryo hangisi?
Gerçekçi olan, başlangıçta küçük bir nüfus ve birbirlerine daha çok saygı duyan bir topluluğun, zaman içinde kalabalıklaşması, bir yandan da çıkar, kin, ahmaklık, cehalet gibi çeşitli nedenlerle hayatı birbirleri için yavaş yavaş (tedricen) zorlaştırır davranışlar içine girmeleri ve daha da beteri toplumdaki aydın kesimin bu sürecin farkına varıp gerekli önlemleri almayı ihmal etmesidir.
Bu durumda çoğu kimse bu yavaş gelişen sürecin rahatsız ediciliğinin farkına varamayabilir ve olanları “normal” kabul etmeye başlar. Cehennemin giriş kapısı burasıdır (zaten tek kapı vardır).
Kritik bir soru: Yaşam güçleştirme yollarının yapı taşları var mı, neler?
Aydın kesim olarak adlandırdığım insanlar -mesela ki- bir araya gelseler ve bu duruma çözüm arayacak olsalar, her bir güçlük kombinasyonunun nasıl ortadan kaldırılabileceğini tartışmaya başlasalar, herhalde kısa bir süre içinde bu denli çok sayıda zorlaştırıcıyla başa çıkmaya çalışmak yerine, bunların yapı taşlarını bulup onları ortadan kaldırmayı düşüneceklerdir.
Acaba bu durumda bulunabilecek yapı taşları neler olabilir? Aklıma gelenler şöyle:
1. Toplu yaşamı kolaylaştırma görevi olan:
a. Kural koyma yetkisine sahip genel ve yerel idarelerin yaşam kolaylaştırma kavramını:
i. Merak etmeyişleri nedeniyle
ii. Uyaranları dikkate almayışları nedeniyle
doğan güçlükler,
b. Hangi konuların, toplum yaşamının bütününü zincirleme olarak güçleştirdiği konusunun toplum gündemine hiç gelmemiş oluşu nedeniyle doğan yaşam güçleştirmeler[1].
2. Değer İletişimi ilkesine uymamak nedeniyle:
a. Zaman kaybettirme yoluyla yaşam güçleştirme, (örnek için tıklayınız)
b. Yanlış anlamalar nedeniyle yeni sorunlar üretilmesine yol açarak güçleştirme.
3. Sırasına / payına / hakkına razı olmamak nedeniyle:
a. Başkalarına da örnek oluşturarak bir çığ etkisinin oluşması yoluyla hem kendine hem başkasına güçleştirme,
b. Türünü sürdürme temel amacının gereği olan “dayanışma”yı bozarak güçleştirme.
Bunlardan başka yaşam güçleştirme elementleri de bulunabilir. Ama ilave elementler de bulunsa, insan nitelik dokusu‘nu oluşturan ahlak, zihinsel yetiler, bilgi-beceri, ruhsal sağlık dörtlüsünün tüm yaşam kolaylaştırma ya da güçleştirme türlerini üretebileceği görülebilir.
Bu konuda nelerin yapılabileceği konusunda hemen herkes çeşitli önlemler düşünebilir. Yeter ki toplumumuzun kavram dağarcığına, “yaşamı birbirimize kolaylaştırmak” gibi bir kavram girsin. Kararlarıyla geniş kitlelerin yaşamlarını etkileyen kurumlar bu yeni kavramla çevrelerine çok farklı bakmaya başlayacaklardır, buna eminim.
29 Mart 12 Perşembe
[1] Örneğin kentlerde sokak adlandırma, işaretleme, bina numaralandırma ve işaretleme gibi konular, yaşam güçleştirici süreçlerin kök noktalarından birisidir (Bkz. bir örnek)