-
Nis 16 2012 MÜNASEBETSİZ HEDİYELER
MÜNASEBETSİZ HEDİYELER
İnsanları, çeşitli kesimlerin varlığından, sorunlarından haberli kılmak amacıyla düşünülmüş özel günler, bu amacına uygun kullanıldığı sürece yararlı bir araçtır.
Bu günlerde ilgilenilen kesimdeki insanlara onların unutulmadığını hatırlatmak, toplumsal özgüven açısından da son derece önemlidir.
Bu hatırlatma araçları uygun seçildiği takdirde ne denli yararlı ise münasebetsiz seçilen araçlar da o kadar moral bozucu, sinirlendirici olabilir.
Örneğin sağırların hatırlanacağı bir günde bir sağıra bir el radyosu hediye etmek ne kadar yersizse, bedensel özürlüler gününde sağlamlar arasında düzenlenebilecek bir dans yarışması da o denli münasebetsizcedir.
Bizde bu tür günlerde, ilgili kesime kalın yağ yapmak adet olmuştur.
Öğretmenler gününde öğretmenlerimizin ücretlerinin düşük olduğunu hatırlatan büyüklerimizin, özürlüler gününde yurdumuzdaki 7 milyon özürlünün çeşitli sorununu dile getirip …melidir’li nutuk veren yetkilililerimizin, bu kesimlerden epey hayır dua (!) aldıkları şüphesizdir.
Askerlik yapanlara düzenlenen aç aç seansları işlevsel açıdan ne kadar ters etki yapıyorsa, günlere konu kesimlerin sorunlarıyla ilgili doğru kararlar verilip bunların uygulamaya konulduğunu belirtmek yerine -ilgisiz- programlar düzenleyip kendi propagandasını yapmaya çalışmak da o kadar münasebetsizliktir.
3 Aralık Dünya Özürlüler Gününde Özürlülere konser düzenlemek, özürlülerin sorunlarını sayıp döküp güya “biz sizin durumunuzu sizden iyi biliriz” ukalalığını yapmak da böyle bir münasebetsizlik örneğidir.
Özürlülerin devletten beklentileri bellidir. Özürlülerin topluma entegrasyonunu sağlayabilecek bir Özürlüler Kanunu, bu kesimin uzun süredir beklediği bir iştir. Onlara verilebilecek en güzel hediye böyle bir yasanın hazırlanmış olduğunu ve takipcisi olunacağını belirtmektir, daha doğrusu belirtmek idi.
Popülist yağcılığın sosyal politika olarak anlaşılmaktan vazgeçildiği günü gerçek bayram ilan etmeliyiz.
-
Nis 16 2012 KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?
KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?
Yasalarımızın hiç olmazsa bir bölümünün günümüz koşullarına uymadığı bir gerçektir. Diğer yandan, günün koşullarına uyan kuralların da milletimizin tüm bireylerini tek tek memnun etmediği de bir gerçektir.
Bu iki gerçek biraraya geldiğinde, insanlarımızın büyük çoğunluğunun, mevcut kurallardan (anayasa, yasalar, tüzükler vb) memnun olmadığı anlaşılacaktır.
Bir kuraldan memnun olmayan bir vatandaşın yapması gereken, bir yandan o kuralı değiştirmek yönünde kendi çapında çaba harcarken, bir yandan da o kurala uymaya devam etmektir.
Ama günümüz Türkiye’sindeki pratik böyle değildir. Kişiler, beğenmedikleri kurallara uymamakta, bunu da o kuralların eskimişliği ve yanlışlığıyla açıklamakta, Dünya’daki büyük değişimin, mevcut kurum ve kuralların bütünüyle reddi ve bir kaos ortamının yaratılması olduğunu sanmaktadırlar.
Kural tanımazlığın doğal sınırı orman kanunlarıdır. Gücü yetenin zayıfı hakladığı bir ilkel topluma ancak, “yanlış kurala uyulmayabilinir” ilkesiyle varılabilir.
Kural tanımazlığı savunanlar şunu bilmelidir: kendilerinin varlığını ve özgürlüklerini de beğenmeyenler çıkabilir ve onlar biraz daha güçlü ve daha kural tanımaz olabilirler. O zaman ne olacak?
-
Nis 16 2012 KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!
KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!
Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların yalnızca 10 milyonunun, her gün 1 saat Türkiye sorunları üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak, harcanan toplam kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder. Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon yıl, ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık gelir.
Ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa dahi mertebe o denli büyüktür ki, yararlanılabilir beyin erejisi yine de muazzamdır.
Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek işe yaramaz. Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar bir “ortak akıl” durumunda değildir. İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel, seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi, ortak akıl üretemeyebilirler. Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği sürece iki kişinin ortak çalışmasından, iki kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya çıkmaz.
Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar sağlayamamasının bir diğer nedeni ise, düşünme biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş bulunan kalıplara dayalı oluşudur.
Ama bütün bunlardan başka bir neden daha vardır ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır. Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki “virütik değerler”dir. Bunlar, ilk anda farkedilmeyen, fakat birlikte kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer ölçüleridir.
“Bana ne”, “sana ne”, “hele önce … düzelsin”, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslekdaşım – partilim”, “idare ediver”, “bu defalık oluversin”, “esas mesele”, bu tip değer ölçülerine birkaç örnektir.
Bunların ortak özelliklerinden birisi, düzgün değer ölçüleri kümesine göre imkansız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla türetilemeyişleridir.
Bu virüsler düşünce sistemimize nasıl girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma derecesi nedir? Bunlardan nasıl kurtuluruz? Bu ve bunlar gibi bir dizi soru yanıtlanmalıdır.
Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu virüsler yalnızca düşünsel enerjilerimizi emen, onlardan, daha yüksek düşünce ürünleri üremesine engel olan ögeler değildir. Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.
Resmi bir bayram tatili ile hafta tatili arasına sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul gören binlerce memur ve idare, “idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.
Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki yurttaşlar bu defa “ama o bizim hemşehrimiz” virüsünü kullanmaktadır. Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden de yine bu “ama o bizim hemşehrimiz” değeridir.
Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri farketmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.
Salı, 16 Ocak 1996
-
Nis 16 2012 “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?
“KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?
Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.
Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?
İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.
Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiyenin önünü açacak bir adımdır.
Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.
Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.
Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?
-
Nis 16 2012 İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
Dikkatli gazete okuyucuları bilirler, sık sık basınçlı hava ile çalışılan yerlerde bir kısım aklıevvel insanımızın, insanlar üzerinde yaptığı geleneksel bir deney vardır: içi basınçlı hava doldurulan bir insanın ne olacağı, mesela uçup uçmayacağı ya da top gibi olup olmayacağı daima merak edilir ve aynı tür meraka düşmüş bir grup arkadaş(!)ın yardımı (!) ile deneğin uygun bir yerine hortum sokulur ve sonuçları gözlenir.
Bu deneyler bilimsel bir karanlılıkla daima aynı sonucu verir ve deneğin barsağı patlar. Ne kadar zeki olduğu konusunda zaman zaman tartışmalar çıkan ve Atatürk tarafından da işaret edilmek zorunluğu duyulmuş insanımızın içinde bu tür sapık merak sahiplerinin bulunmasını pek yadırgamamak gerekir.
Yadırganması gereken başka iki konu vardır: Birincisi bu tür insanlara verilen cezalar olup TCK’na göre “kasten yaralama” hükümlerine göre kovuşturma yapılır, yasada yazılı 1-2 aylık ve tecil edileceği şüphesiz olan ceza çok yersizdir.
Bence bu insanlara verilen cezanın böyle değil, mesela görünür bir yerlerine çıkmaz boya ya da dövme vs gibi bir teknikle yazılmış ve ömür boyu taşıyacağı, “ben gerizekalıyım, ben ve benim gibilerden uzak durun” şeklinde bir belirtimin markalanması olmalıdır.
İkinci ve daha da garip olan yan, bütün bir toplumu aşağılayan böyle bir gerzekliğin “şaka”, üstelik de “eşek şakası” olarak olarak anlaşılıp topluma benimsetilmeye kalkışılmasıdır.
Buna şaka demek, şaka diyenlere sesini çıkarmamak, “şaka duygusu” denilen yetenekten hiç nasibini almamış olmak demektir. “Şaka duygusu”nun bir toplumun gelişmişliğinin en şaşmaz göstergelerinden birisi olduğu düşünülürse, neyin şaka olduğunun ayırt edilemeyişine ciddi bir toplum sorunu olarak eğilmek gerektiği sonucuna varmak gerekir.
“Eşek şakası” deyimi ise toplumumuz açışından birinciden daha da aşağılayıcı bir mesaj taşımaktadır.
Acaba evren yaratıldığından bu yana hiç bir eşek ya da insan dışı bir yaratık, böyle bir şaka(!) yapmaya kalkışmışmıdır?
Bir canlıya basınçlı hava veya elektrik vererek ne olacağını gözlemlemiş tek bir insandışı yaratık görülmüş, duyulmuş ya da hayal edilmiş midir?
İnsan dışı canlıların tümü şaşmaz biçimde tek amaca yöneliktir: doğayla uyum halinde yaşamını sürdürmek!
En yüce dinlerin dahi eriştirmeyi amaçladığı bu yalın ve güzel amacı tek ilke edinmiş bu yaratıkları böyle bir suçla aşağılamanın anlamı, o varlıkların engin dünyasını hiç ama hiç anlamamış olmak demektir.
Bir insan olarak bu ayrımın farkında olmayan, birbirine hala hayvan adları kullanarak hakaret eden hemcinslerimden utanıyorum. Buna mutlaka bir ad vermek gerekirse, “insan şakası” demek daha yerindedir!
-
Nis 16 2012 İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
Üzerinde tartışma olmayan, herkesin hep birlikte uzlaşı içinde olduğu konular oldum olası dikkatimi çekmiş, bu “fazla uzlaşı”nın, konuların doğruluğunun tartışılmazlığından mı, yoksa üzerinde kafa yormaya değer bulunmadığından mı olduğunu bir türlü anlayamamışımdır.
“İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:
“İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”
Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.
Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.
Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.
Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.
Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir” !.
İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.
Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.
Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”
Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.
Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?
Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.
“Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.
Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!
İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.
İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.
İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.
Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler.
Tüm sistemlerimizi bu ahlak ilkesine göre gözden geçirmeye başladığımızda, apartmanda köpek beslemenin değil, zarar verecek herhangi bir şeyi yapmanın (çocuk tepinmesi, yüksek sesle müzik dinlenmesi ya da alt kata akacak şekilde çiçek sulanması) olduğu idrak edilecektir.
İnsan hakları, doğal ve sosyal çevreler böyle korunabilir. Aksine, bunları ayrıcalıklı korumaya kalkışmak, önce bizzat bunlara zarar verilmesine yol açacaktır. İnsan hakları gibi..
26 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 İNSANLAR NİÇİN BAĞIRIR?
İNSANLAR NİÇİN BAĞIRIR?
Bilmem hiç düsündünüz mü insanlar niçin bağırırlar? Bir kaç olası neden görünüyor: Birincisi ve en mantıklı olanı sesini duyurmak içindir. Mesafe uzaklığı veya çevre gürültüsü gibi nedenlerle, insanlar bağırır o da yetmezse haykırırlar.
İkinci neden çok insanın dikkatini çekmek içindir. Vapurda jilet ve tesbih satanlar bağırmasalar kimse ilgilenmez. Onlar da bunu bildikleri için kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıp herkesi kendilerine baktırır ve ondan sonra bir sürü şakrabanlıklar yapıp biraz da yalan söyleyerek ilgiyi devam ettirirler.
Üçüncü neden korkudur. Korkan insan başkalarının yardımını çekebilmek için bağırır.
Dördüncü neden ise korkutma isteğidir. Tüy kabartma, kol kabartma, bağırma gibi yöntemler, hem karşısındaki olası tehdit ögelerini caydırabilir hem de canlının kendine olan güvenini artırır. Ayrıca, toplu olarak birarada duran insanlara (okulda, mitinglerde vs) bağrılınca, herkeste bir korku oluşur “ya şimdi özel olarak bana da bağırırsa” endişesine kapılarak daha bir süklüm püklüm olurlar.
Pekiyi meydan mitinglerinde, “biiiz, demokrasiyiii, Sinop içinnn, Ardahan içinnn, ülkemiz içinnn istiyoruzzz!” şeklinde bağıran politikacılar niye bağırır? Yukarıdakilerden hangi(ler)i bu feryadın nedenidir?
-
Nis 16 2012 İNSANIN EN ÖNEMLİ YETENEĞİNİ PAS GEÇEN YAKLAŞIM: PARÇA PARÇA ÖĞRETME!
İNSANIN EN ÖNEMLİ YETENEĞİNİ PAS GEÇEN YAKLAŞIM: PARÇA PARÇA ÖĞRETME!
Gelecekte sosyal antropologlarca ortaya çıkarılacağı kuşkusuz olan bir olgu, ihtiyaç duyduğu “bütün”leri büyük bir yetenekle öğrenebilen insanın, öğrenme yeteneğini neredeyse sıfıra indiren parça parça öğretme usulünün kimlerce ve niçin icat edildiğidir.
Resmi veya ticari kurumlar, aile ortamı ya da kitle iletişim araçlarıyla yapılan her türlü öğretme girişimi, “bütünleri parçalama” ve de “öğretme”ye dayalıdır.
Sonuçsuz çabalar!
Karşındakinin ihtiyacı olduğu -ya da olması gerektiği- varsayımına dayalı olarak, onun öğrenme profilini, ilgi ve ihtiyaç alanlarını hiçe sayan bu saygısızca yaklaşım harcanan tüm çabalara karşın ancak -o da bazen- tek sonuç verebilmektedir: ad belleme!
“Liderlik 3’e ayrılır, birinci tip: vs. vs.dir”, “motivasyon, çalışanların güdülenmesi olup beşe ayrılır”, “süreç odaklı yaklaşım iyidir” ya da bunlar gibi kalıpları, zihinde tutma tekniklerinin de yardımıyla zihnine tıkıştırmış insanlar, bu geleneksel “parçalı öğretme” yönteminin kurbanlarıdır.
“Süregiden her etki kendini sürdürebileceği bir ekolojiyi de yaratır”!
“Parçalı öğretme” etkisi, şeylerin adlarını bellemişlerin rekabet ettiği, en çok şey adı bilenlerin diğerlerinden üstün, bunları öğretebilenlerin de daha üstün sayıldığı bir ekoloji yaratmıştır.
Böylece, bir durumu değiştirmek isteyen insanların önünde, bu ekolojinin değerli saydığı “parçalı öğretme” aletinden başka bir alet bulunmuyor. Bu alet ise lafazanlığın, bilmişlik gösterisinin dışında birşey kazandırmıyor.
Felaketler tek gelmez!
İş bununla bitmiyor. Parçalanmış şeylerin adlarının bellenmesi üzerine kurulu paradigma, bellediklerinden başkaca bir varlığa sahip olmayan insanlar yaratıyor. İnsanlar bu tek değerli sayılan varlıklarına, yani kendilerine belletilen doğrulara sahip çıkıyor ve kendilerini daha güvende hissebilmek için bunları başkalarına da dayatıyorlar. Böylece tek doğrulu, buyurgan insanlardan meydana gelen bir toplum ortaya çıkıyor. Bu da ikinci felakettir.
Şimdi insanı yeniden keşfetmeliyiz!
İnsanı ve diğer canlıları ayırmak geleneğimizi terketmeli, her varlığın özgün yetenekleri olduğunun ve bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu farketmeliyiz.
İnsanlara bir şey öğretmek yerine, ihtiyaç kümeleri içinde yer alanları öğrenmesine yardımcı olmak ilkesini benimsemeliyiz.
İnsanlara yapabileceğimiz en büyük iyilik, yetersiz olduğuna, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine koşulandırılmış olan kendinin aslında böyle olamadığını, doğuştan sahip olduğu birtakım yeteneklerin bir süre için kullandırılamadığını ona anlatabilmektir.
Lider kimdir?
İnsanı böyle tanımlayan, ama bu gerçeği karşındakilere tekrar keşfettirebilecek becerilere sahip olan kimseler gerçek liderlerdir. İnsanın bu yeteneklerinin farkında olmayan, bu yeteneklere inanmayan, ama liderlerin özelliklerini parçalı olarak öğrenebileceklerini sanan kimseler ise liderliğe en uzak olanlardır.
-
Nis 16 2012 İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?
İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?
İnsanların düşündüklerini ifade etmeleri tarih boyunca yönetimleri hep rahatsız etmiştir. Önceleri, bütünüyle yasaklama, daha sonraları belirli konulardaki belirtimleri yasaklama derken günümüze kadar gelinmiştir.
Bugün artık böyle metodlar kullanılmamakta, daha doğrusu kullanılamamaktadır. Bu nedenle daha “ince” yöntemler geliştirilmiştir. İnsanoğlunun yaratıcılığı her engeli aşabilen çözümler geliştiriyor.
Bu yeni yöntem, ifade edilecekler ile uğraşmayı bir yana bırakıp, daha radikal biçimde meselenin kaynağına inmekte ve “zaman”ı kontrol etmektedir.
Elli kişiyi biraraya getirir ve dersiniz ki; “arkadaşlar, fişmanca konu hakkındaki görüşlerinizi tam olarak ve hiç çekinmeden söyleyin. Söyleyin ki biz de değerli düşüncelerinizden yararlanalım.”
Bunu duyanlar da sevinir ve saf saf “oh ne güzel, ifade özgürlüğü ne iyi bir şeymiş” diyebilirler. Halbuki durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Uzun bir açış konuşmasından sonra (uzun konuşmanın da kendine özgü yöntemleri olup sanıldığı gibi allah vergisi değildir) isteyenler söz alır ve iki üç kişi hayat hikayelerini anlatır ve de süre dolacağı için özgür(!) toplantı biter.
İşin daha da inandırıcı olmasını isterseniz, katılımcılara hafiften tarizde de bulunup, “değerli görüşlerinizden bizi yararlandırmamış bulunuyorsunuz. Neyse bir daha ki sefere mutlaka sizleri de dinlemeliyiz” diyerek insanları bir de suçlu duruma düşürebilirsiniz.
İnsanımız uzun konuşmasını sevmektedir. Her uzun konuşan -eğer kasıtlı yapmıyorsa-, başkalarının ifade özgürlüğüne tecavüz ettiğini bilmelidir.
-
Nis 16 2012 İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI
Hayvan Sevenler Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?
veya
Kilisede “müslümanlık propagandası” yapılır ya da camide “hristiyanlığın faziletleri konulu hutbe” okunamaz mı?
Şöyle sorular da sorulabilir:
Tıbbi Deneyleri Geliştirme Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?
veya
Camide “müslümanlık”, kilisede “hristiyanlık” propagandası yapılamaz mı?
Birinci gruptakilere `hayır’, ikincilere ise `evet’ denilmesi doğrudur. Pekiyi nasıl oluyor da aynı bir eylem hem doğru hem yanlış olabiliyor? Doğru olan, hangi düşünce olursa olsun özgürce ifade edebilmek değil midir?
Hayır, değildir. Soru’nun cevabı şudur: Düşünceleri ifade edebilme özgürlüğü, üzerinizde hangi elbisenin bulunduğu ile sınırlı bir özgürlüktür (her özgürlüğün sınırları olduğu gibi).
Temel hak ve özgürlüklerin başında gelen ifade özgürlüğü, “çıplak insan” için, yani üzerinde bir elbise taşımayan insan için geçerlidir. Üzerine bir kurumun elbisesini yani o kurumun hak ve ödevlerini giyen kişi, ancak o kurumun oluşum amaçları çerçevesinde düşünce üretip ifade edebilir. Bu kural, ifade özgürlüğünü sınırlayan değil tam aksine onu kolaylaştıran bir altın kuraldır.
T.B.M.M., belirli ilkeler çerçevesinde oluşturulmuş bir kurum olup ilkeleri anayasa ile çizilmiştir. Bu ilkelerin başlıcaları da ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile laik ve demokratik sosyal hukuk devleti oluşudur. Oraya gelenler bunu kabul ve ilan etmişlerdir. Aslında kabul ve ilan etmiş olmaları dahi pek önemli değildir. Gönülsüz olarak kabul ve ilan etmiş olsalar dahi, o kurumun görevi bu niteliklere sadık kalmaktır. Çünkü o kurumun amacı tek ve bellidir.
Çerçeve böyle çizilince, o çatı altında, ülkenin veya milletin bölünmesi ya da anti laik bir düzen kurulması düşünceleri ifade edilemez. İfade edilmeye kalkılırsa, aynen yukarıdaki ilk grup örnekte olduğu gibi yanlış yerde yanlış düşünce ifade edilmeye kalkışılmış olur.
Pekiyi, bu düşünceleri ifade etmek isteyen bir milletvekili ise ne yapmalıdır?
Çözüm basittir: O çatının dışında ve T.B.M.M. elbisesinin verdiği koruma (dokunulmazlık) zırhı çıkarılarak başka bir elbise giyilir ve ne isteniyorsa ifade edilir. Ancak, bu zırhın dışında olunduğu açıkça ifade edilir, arkasına saklanılmaz ve sonuçlarına razı olunduğu kabul ve ilan edilir. İfade edilenleri sınırlayan başka çerçeveler yok ise özgürce konuşulur, yazılır. İfade özgürlüğü budur.
Bu “çok elbise” konsepti genellikle unutulmakta ya da görmezlikten gelinmekte, bir elbise altında ifade edilemeyecek düşüncelerin dile getirilmesi fikir özgürlüğü (ifade özgürlüğü denmek isteniyor) sanılmaktadır.
Bu saptırmayı bilmeden ya da bilerek yapanlar bir yana, birçok aydınımız da düşünce özgürlüğü adı altında bu yanlışı savunabilmektedirler. Acı olan da budur.
Bazı temel kavramların yeterince açık olarak özümlenmemiş oluşu, birçok sorunumuza kaynaklık etmektedir. İşte bunlardan birisi de genel olarak özgürlükler, özelde ise ifade özgürlüğüdür. Her nerede bir özgürlük varsa mutlaka onun bir sınırı da olmalıdır. O sınır, başkalarının başka özgürlükleridir. Sınırsız olan bir şey için ise zaten özgürlük deyimi kullanılamaz.
Bölücü ya da anti-laik düşünce sahipleriyle, düşünce özgürlüğü konusunda duyarlığa sahip herkesin oyunu bu kurallar içinde oynamaları gerekir.
Aksi halde kısa süre içinde oyun oynanamaz hale gelir. Ve mutlak gelir.