• BİLİM NEREDE BİTER?

    BİLİM NEREDE BİTER?

    Galiba insanoğlunun en önemli özelliklerinden birisi alışmak olsa gerek. Ekvatorun +60 ve de kutupların -60 derecelik sıcaklıklarına aynı insan alışabiliyor.

    Aynı uyum yeteneği sosyal ve hatta ekonomik alanlarda da var. Acıya, üzüntüye, lükse, fukaralığa bu denli uyum gösterebilen insanoğlunun bu özelliğine bir yetenek gibi bakılabileceği gibi bir şanssızlık olarak da görmek mümkündür. Nitekim keşif ve icatlar hep etrafına farklı bakabilen insanlarca yapılmıştır.

    Girişimcilerin hepsi, etraflarına “alışılmışın dışında” bakabilen insanlardır. Toplum liderleri daima “alışamayan” tipler arasından çıkmaktadır. Bu nedenle, “alışmak tan çok alışamamak bir yetenektir ” demek daha doğrudur.

    Kendimizi bildik bileli varolan, neredeyse soluduğumuz hava kadar -ne kadar kirli olursa olsun- bize doğal gelen bazı konular vardır ki biz onlara da alışmısızdır. (Alışamamış olanlar çıkarsa da hemen usulü ile bertaraf edilir!)

    Bu konulardan birisi de “bilim”dir. Bilimin hayata uygulanışı demek olan “teknoloji” de burada yine aynı çerçeve içinde konu edilmektedir. Bu yazının konusu dolayısıyla aralarındaki ayrımla uğraşmaya gerek yoktur.

    Eğer bilim, sokaktaki insanı ilgilendirmeyen, sadece belli ünvanları elde etmiş insanların “kendi aralarındaki ilişkileri” ni içeren bir alan ise şikayet edebileceğimiz bir durum yoktur. Bu tanıma en çok uyan, en “bilimsel” ülke şüphesiz ki Türkiye’dir. Bu takdirde milli gelirimizin daha büyük bölümünü bilime ayırıp, bu sınırlı sayıdaki insanımızı daha da mutlu etmemiz gerekir.

    Her ne kadar akla, az da olsa ayrılan payın ne işe yaradığı gibi bir soru gelebilirse de, gelmemesi daha iyi olur.

    Yok böyle değil de bilim, insanların refah ve mutluluğunu sağlama yolunda kullanılabilecek bir araç ise bu defa iş çok değişiktir.

    Refah ve mutluluğu sağlanacak insanlar narkoz altında ameliyat masasına yatmış bir hasta; bilim adamları da bu hastayı -hastaya rağmen- refah ve mutluluğa kavuşturacak operatörler gibi düşünülemez.

    O halde, insanların da bu “refah ve mutluluğa kavuşma” sürecine aktif olarak katılmaları gerekecektir. Düşünme biçimleriyle, konuşmalarıyla, eylemleriyle katılmaları gerekecektir. Bu katılım tabiidir ki refah ve mutluluğa kavuşma aracı olarak kullanılacak olan “bilim” yoluyla olabilecektir. O halde sokaktaki insan bilimle bir anlamda “içli dışlı” olmak durumundadır.

    Bu nasıl bir sonuçtur ki, bugüne kadar geçerli olan, bilimin yalnız dalgın, ciddi bakışlı, uzun ünvanlı insanlarımıza ait olduğu ve asla başkalarının anlayamayacağı ve de anlamaması gerektiği anlayışına taban tabana zıt bir yargıya götürmüştür.

    Yani şimdi hiç diferansiyel denklem ve latince deyim bilmeyen, hiç uluslararası kongrelere gitmemiş sokaktaki insan nasıl olacak da bilimle bu denli yakın ilişkiye girebilecektir? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

    Evet bu mümkündür. Mümkün olmak bir yana bir zorunluktur.

    Ama bilimi “alıştığımız” anlamda anlamaya devam ederek değil, o alışkanlığı yıkıp bir başka şekilde anlamaya başlayarak mümkündür.

    Bu, “değişik şekilde” anlamanın sloganı şu olabilir:

    “Bilim, (…mi?) de başlayıp, (…dir.) de biter”

    Her nerede …mi? şeklinde ortaya konan bir soru varsa bilim orada başlıyor demektir. Soran kim olursa olsun. Çocuk, yaşlı, zengin, fakir, alim ya da cahil!

    Her nerede …dir. şeklinde bir yargı varsa, orada bilimden uzaklaşıldığına (ya da uzaklaşılabileceğine) dair bir işaret aranmalıdır. Yargı sahibi kim olursa olsun. Cahil ya da alim!

    Kim ki basit, arasındaki mantık bağı sağlam, kısa adımlı sorular sorabiliyorsa o kişi, bilimsel düşünce yöntemini kullanıyordur.

    Her kim ki arasındaki mantık bağı, ancak kişinin ünvanıyla güvence altına alınabilmiş, parlak, uzun, tumturaklı sözler ediyorsa o kişi de bilim dışı bir yöntem kullanıyor demektir.

    Bu basit görünüşlü anahtar, birçok sorunumuzu aydınlatabilecek bir maymuncuktur. Lütfen etrafınıza bir kulak veriniz. Ne kadar çok …dir. ve ne kadar az …mi? duyuyorsunuz?

    Politikacılarımızın, düşünürlerimizin ve bilim adamı ünvanı sahiplerimizin önemli bir bölümünün nasıl olup da sorunlarımıza bilimsel düşünce yoluyla yaklaşmadığı dahi bu anahtar ile aydınlatılabilir.

    21 Ocak 2008

  • ETKİLEŞEBİLME KABİLİYETİ : UYGARLIĞIN ANAHTARI!

    ETKİLEŞEBİLME KABİLİYETİ : UYGARLIĞIN ANAHTARI!

    Semantik olarak bakılırsa teknoloji(1) dokunulabilirler (tangibles) ile uğraşır. Bunun dışında kalan alandakilere ise genelde metodoloji denilmesi uzun süre yeterli olmuştu.

    Iki alanı ayıran çizgi ise sonuçta ortaya çıkanın tek başına işe yarar bir ürün olup olmadığı idi. Metodoloji, ürünlerin dokusu içine yerleşmekle birlikte, uzun süre tek başına alınıp satılan bir değer sayılmamıştır.

    Gerek yerel, gerekse küresel ölçekte rekabet baskın bir parametre olmaya başladıkça, know-how da tek başına alınıp satılır ürün muamelesi görmeye başlamıştır.

    Hele bilişim yazılımlarındaki patlamadan sonra teknoloji kavramına yüklenmiş olan geleneksel `dokunulabilirlik’ (tangibility) tamamen anlam yitirmiştir.

    Soft teknolojiler

    Bugün hala dokunulabilir (tangible) ve dokunulamaz (intangible) ürünlerle ilgili, teknolojileri ayırmak için yer yer soft teknoloji deyimi kullanılıyor ise de artık tümüne birden teknoloji diyebiliyoruz.

    Şimdi bir kaç soruya yanıt aramalıyız örneğin,

    1. Bir insan topluluğunu medeni bir toplumdan ayıran temel özellik(ler) ne(ler)dir?

    Kullandıkları araç gereçlerin çeşitliliği ve kullanım yaygınlığı bir ölçüt olabilir mi?

    1. Çağdaş uygarlık düzeyi ile arasında geniş bir açıklık bulunan bir topluluğun, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayabilmesi için hangi teknolojilere -en geniş anlamı ile- ihtiyacı vardır?

    Yetişmek istediği toplumların kullanmakta olduğu son teknolojileri kullanarak yetişebilir mi?

    Bu iki sorudan birincisine verilebilecek yanıt şudur: bir insan topluluğunun kullanmakta olduğu araç gerecin çeşitliliği gelir düzeyinin, yaygınlığı ise gelir dağılımının düzgünlüğünü gösterir.

    Ama bu, gelir düzeyi ve dağılımının sürdürülebilirliğini göstermez. Yani bugün var olan ve belki de düzgün dağılımlı olan bir gelir yarın böyle olmayabilir.

    Uygarlık ölçütlerinin başlıcası ise içinde bulunduğu çevrelere -fizik, toplumsal, spirutual- net katkılarda bulunabilmektir. Topluluğun kullandığı araç-gereçler bununla ilgili değildir. Hatta, kullandığı araç-gereçlerle, çeşitli çevreleri bozacak şekilde dahi davranabilir.

    Ikinci soru ise özellikle Türkiye açısından geçerlidir. Çağdaş uygarlık düzeyi ile arasında önemli bir açıklık bulunan toplulumumuz bunu nasıl kapatabilir?

    Uygarlık, uygar toplumların tüketim kalıplarını benimsemek midir?

    Toplumumuzda genel kabul görmüş yol, uygar toplumların tükettiklerini tüketmek ve onların kullanmakta oldukları son teknolojileri kritiik teknolojiler olarak benimsemektir.

    Bu genel kabul gören yolla bir süre yol alındıktan ve özellikle de bu yöntemi benimsemiş bilim sınıfı belirli bir genişliğe ve sözü dinlenilirliğe eriştikten sonra artık geri dönüş güçleşmektedir.

    Günümüz Türkiye’sinde en son teknolojilerin benimsenmesinin çağdaş uygarlık düzeyine erişmede bir işe yaramayacağı, hatta açıklığın giderek artmasına yol açacağını -ve de açtığını- tartışmak mümkün müdür?

    Çağdaş uygarlık, her an için yeni teknolojiler üretebilen bir olgu olduğuna göre, onun herhangi bir durağan anında kullanılmakta olduğu teknolojileri benimseyerek aynı üretkenliğe erişmek mümkün olabilir mi?

    O halde bu üretkenliğin arkasındaki itici güç, kullanılan ürünler ya da dokunulabilir teknolojiler olamaz.

    Bu itici gücü çok iyi anlamak zorundayız.

    Bunun için de örneğin `eğitim’ gibi içeriği, amaçları, çıktıları herkese göre değişik olabilecek kılıf sözcüklerden ve onlara dayalı tanılardan uzak kalmayı becerebilmeliyiz.

    Bu itici güç tek odaklı bir şey olamaz. Yalnızca sanatçılardan, yalnız üniversite mensuplarından, yalnız askerler, bürokratlar , sanayiciler yqa da politikacılardan kaynaklanan bir güç, toplumun tüm kesimlerini harekete geçirebilir mi? en ceberrut yönetimler en parlak zamanlarında dahi böylesine tek odaklı bir gelişmeyi başaramamışlardır.

    İtici güç nedir?

    Bu itici güç `etkileşebilme kabiliyeti’ denilebilecek bir özelliktir.

    Bir şirketin veye bir derneğin yönetim kurulunda, bir sempozyumda ya da bir TV açık oturumundaki katılımcılar uygar ülkelerde etkileşmek, uygar olmayan ülkelerde ise önceden belirlenmiş bir kişi veya kişilerce, yine onlarca, belirlenen sonuçlara göre etkilenmek üzere bir araya gelirler.

    Etkileşebilme kabiliyeti şu bir kaç konuya bağlıdır:

    1. Herhangi bir amaçla bir araya gelenlerin, etkileşime kapalı olmalarına yol açabilecek özellikler taşımamaları (ünvan, uzmanlık, arogance, yetki sahipliği, vb),

    2. Etkileşimi kolaylaştırıcı yöntem ve araçlar konusunda donanımlı olmaları,

    3. Ortak aklın değerinin farkında olmaları,

    Etkileşime kapalılık çeşitli formlar altında ortaya çıkabilir.

    Bunların hepsinin kökü aynıdır ve bu durumlar içinde bulunabilecek katılımcıların birbirleriyle etkileşmeleri mümkün olmayıp, yalnızca etkilenmeleri ve onaylamaları için katılımcı olarak seçilmişlerdir:

    Örneğin;

    • Soru sormak (her soru yanıtının büyük bölümünü kendi içinde taşır),

    • Üzerinde konuşulacakları kategorize edip sınırlamak,

    • Katılımcıları belirlemek,

    • Sonuç bildirgesi taslağı hazırlamak,

    • Küçük icra grupları oluşturmak,

    • Danışma kurulu oluşturmak,

    • Farklılıkları yönetmenin güçlükleri arkasına saklanmak,

    • Kamu çıkarları argümanı kullanmak

    • Ve benzer formlar

    Ister bir şirket ya da derneğin yönetim kurulunda isterse bir açık oturumda, isterse bilimsel bir toplantıda olsun, bu birliktelikleri düzenleyenler eğer gerçekten işe yarar çıktılar bekliyorlarsa ilk ve de tek göz önünde tutacakları ölçütler şunlar olmalıdır:

    • Ilgilendiğimiz süreç(ler)in tüm paydaşları çağrılı mı?

    • Paydaşlar içinde etkileşimden hoşnut olmayacaklar var mı?

    • Var ise bunlar nasıl kontrol edilecekler?

    • Paydaşlar, etkileşimin öneminin farkındalar mı?

    • Etkileşim kolaylaştırıcı araçlar mevcut mu?

    Etkileşim ne değildir?

    Bir toplantı sırasında ya da bir masa çevresinde oturan, söz alıp konuşan, hattâ itiraz eden insanların varlığı orada bir ortak akıl süreci bulunduğuna, katılımcıların birbirleriyle etkileştiklerine kesinlikle işaret etmez.

    Uygarlık yarışı bir anlamda etkileşimleri kolaylaştırabilme yarışıdır.

    Etkileşime kapanmanın sonuçları nelerdir?

    Etkileşime kapalı olmanın sonuçları tahmin edilemeyecek kadar dramatiktir. Bunlardan en önemlisi ise “süreç parçalanması” denilebilecek olaydır. Öğeleri arasında etkileşim olması gereken süreçlerin bölünüp her birinin ayrı birer amaç haline gelmesi..

    Bunun en yaygın örneği, herhangi bir konudaki “düşünce üretimi” ile “uygulama”nın ayrılmasıdır. Burada zımnen kastedilen, birilerinin düşüneceği, birilerinin de o düşünülenleri uygulayacağıdır. Gerçekte ise böyle olmaz. Düşünenler uygulamadığı için uygulama kabiliyeti düşük düşünceler üretirlerken, uygulayanlar da başkalarından düşünce almayı reddedeceği için sadece görünür sonuçlar peşinde koşmaya başlarlar. Sonuçta her iki süreç adımı içinde yer alanlar da çaba harcarlar, yorulurlar, kaynak harcarlar, çevresindekilere ümit saçarlar ve fakat sonuçta bir şey üretemezler.

    Ülkemizde süreç parçalanması kadar yaygın bir başka hastalık yoktur. Acı olan, herhangi bir sorunu çözmek durumunda olanların ilk aklına gelen, parçalanmışlıkları bütünleştirmek değil, daha da parçalamaktır.

    Bunun en dramatik örneklerinden birisi de, akıl ve inancın parçalanmasıdır. Aracı bilim olan akıl ile, aracı sezgi olan inanç, bir ve parçalanmaması gereken bir bütün iken parçalanmış, her ikisinin de yandaşları -laikler ve dinciler- oluşmuş ve bunlar kıyasıya çatışmaya girişmişlerdir.

    Etkileşime kapanmanın nedenleri nelerdir?

    Peki bu olgunun nedenleri nelerdir? Bu nedenler bulunabilirse, sinerji denilen sihirli ürün elde edilebilir. Bu nedenler çeşitli olabilir. Ama içlerinden biri diğerlerinden daha etkilidir: sorunların kökleri yerine görüntülerine kilitlenmek ve bu yüzden de “çabuk çözüm”lerin çekiciliğine kapılmak.

    Bunda bir miktar haklılık payı da vardır. Sorunların köklerine ilişkin teşhisler, o teşhislere yönelik olarak önerilen çözümlerin geçerliği, o çözümlerin uygulanmasındaki beceriklilik, gözle görülüp elle tutulabilir somutlukta değildir. Teşhisleri, çözümleri, uygulamaları kimlerin önerip üstlendiğine bağlı olarak kuşkuları içerirler.

    Ama sorunları çözmek için maalesef başka yol da yoktur. J.F. Kennedy, bunu şöyle özetliyor: Bir başkana gelen önerilerin içinden işe yarayan azını bulabilmek, iyi ve kötü başkan arasındaki farkı oluşturur. Yoksa bütün başkanlar dış görünüşleriyle benzerlerdir.

    Grekçe tekhnë, el ile çalışma, zenaat anlamına gelmektedir. (Origins, Eric Partridge, Greenwich House, 1983)

    Macintosh HD:Desktop Folder:etkilesebilme_kabiliyeti.dot, M. Tinaz Titiz Page 1 6/10/01

  • BİLİM MERAKTIR!

    BİLİM MERAKTIR!

    Bilim ve/ya teknoloji konusunda yazılıp söylenenlerin, bu alanlardaki gelişmeler, gelecek tahminleri ya da bir gelişme gösterebilmemiz için yapılması gerekenler gibi noktalara yöneltilmesi alıştığımız üsluptur. Bu yaklaşımın yaygınlığı dahi tek başına, bizim bilim ve teknolojiden niçin istenilen düzeyde yararlanamadığımızın bir işaretidir.

    Bir eksikliği, “o eksiklik olmasaydı neler olurdu ?” şeklinde iştah kabartarak gidermeye çalışmak pek ilkel bir çıkmaz yoldur. Refah ya da mutluluk düzeyine erişmeyi özlediğimiz insan topluluklarının sorunlara yaklaşım yolu ise “iştah kabartma” biçiminde değil, “neden arama” şeklindedir. O halde doğru sorular şunlar olabilmeliydi;

    • “Bireysel ve de toplumsal yaşamımıza bilimin yol göstericiliği ne ölçüde egemendir ?”, “bilim yerine egemen olan yaklaşımlar nelerdir ?”

    • “Bilimin yol göstericiliğini saptıran faktör(ler) nelerdir?”

    • “Bu faktör(ler) ortadan kaldırılabilir ya da yönleri değiştirilebilir mi, nasıl ?”

    Bilim ile inancı birbirinden ayıran en önemli fark, hükümlere varmak için kanıt aramak ya da inancı kanıt saymaktır. Kanıt aramadan sahip olunan ya da bir başka deyişle bilimin süzgecinden geçirmeden sahiplenilen inanca “kör inanç” (taklidi iman), bilimle sürekli olarak test edilip, olabildiğince dogmalardan arındırılan inanca da “sağlam inanç” (tahkiki iman) denilmelidir.

    Böylece, bilim ve inancın “özerklik içinde bütünlüğü” gibi, geleneksel “bilim ve inancın bütünleşemezliği” görüşünden farklı bir noktaya varılmaktadır.

    Üçüncü bin yıla girerken dinsel akımlardaki gelişmeyi bu yaklaşım açıklayabilmekte, ayrıca da köktencilik ile “super fundamentalism” adı verilen akımları da net olarak ayırabilmeye yaramaktadır.

    Toplumumuz, bilimin yol göstericiliğini redderek yalnız dünyevi yaşamını ilkelliğe terketmemiş, dinsel inançlarının da “taklidi iman” sınırını aşamamasına yol açmıştır.

    Yukarıdaki doğru soruların hiç olmazsa birincisi nadir de olsa sorulmuyor değildir. Ama, bilimi dahi “kör inançlar”a dayalı hale getirebilen insanımız, yeterli kanıt aramadan, kendine göre kanıt saydığı “kör inanç baklaları”nı birbirine ekleyerek sözde bir “açıklama zinciri” üretmektedir.

    Bilim birçok işe yarayabilir, ama herhalde en vazgeçilmezi, “bilimin yol göstericiliğinden niçin yararlan(a)madığımız” sorusunun cevaplarının verilmesindeki yol göstericiliğidir.

    Bilim, temel olarak “neden ?”, teknoloji ise “nasıl ?” sorularını yanıtlar. Teknolojinin sloganı olan (know-how) deyimi de, “nasıl” ın bilinmesini işaret etmektedir.

    Bugüne kadar, bu soru yeterince ağırlıkla sorulmadığına göre, “bilim”in yapı taşı olan “neden” sorusunun sorulma geleneğimizin zayıflığı, bilimdeki geri kalmışlığımız ile aynı anlama gelmektedir.

    Yıllardır binlerce defa bir araya gelip, bilim ya da teknoloji konuşan insanlarımızın bu soruları sormadığı, her türlü kanıtıyla ortadadır. İnsanlarımız sormamaktadır, çünkü soruların yanıtlarını bildiğine ilişkin “kör inançlar”a sahiptir. Ama bu “kör inançlar”ına bilim adını koyduğu için, herhangi bir bilimsel kuşkuya da düşmemektedir.

    Gerek (neden) gerek (nasıl) sorusunu sorma geleneğimizin zayıflığı ise tek kavrama indirgenebilir: Merak eksikliği ! O halde bilim ve teknolojide arzu ettiğimiz gelişmeyi gösterebilmemizi engelleyen başlıca neden, “insanımızın meraksızlığı” dır.

    Bundan sonra birkaç soru daha sorulmalıdır. Bunlardan birisi, bu merakın doğuştan mı bulunmadığı, sonra dan mı azaldığı, yoksa her iki durumun birden mi var olduğudur.

    Her sorunu, kör inançlarına göre kestirme biçimde tanımlayıp çözmeye meraklı insanımız, merak azlığının nedenini eğitim verme konusundaki yetersizliğimize bağlamaktadır. Bunun nedeninin ise okullarımızın yetersizliği, onun da nedeninin, ayrılan bütçe paylarının azlığı olduğuna “inanmakta”dır.

    Ama bu tanıyı bütünüyle geçersiz kılan acı gerçek, eğitilmiş insanlarımızın da (çoğunun) meraksız oluşudur.

    Bir toplumun meraklılık düzeyini doğrudan ölçen “merakmetre” gibi bir alet olmasa da dolaylı bir çok ölçüt vardır:

    • Acaba kaç anne-baba, çocuklarına aldıkları bir oyuncağı parçalayıp içindekileri görmek isteyen çocuğunu hoş görür, dahası, kırması için özendirir?

    • Acaba, kaç milletvekili veya belediye başkan adayından vaat olarak, bir “Bilim Merkezi” kurması istenmiştir?

    • Acaba kaç kışi Van gölünün niçin yükseldiğini merak etmektedir?

    • Acaba kaç öğrenci, Yeni Çağ’ın niçin İstanbul’un fethi ile başladığını merak etmiştir?

    • Acaba kaç vatandaşımız, niçin herkesin bize düşman olduğunu merak etmektedir ?

    • Ve acaba kaç kişi niçin meraksız olduğumuzu merak etmektedir?

    Bunlar, olası ölçütlerden sadece birkaçıdır. Bilimin popüler hale getirilmesi, özellikle çocuklardaki merakı uyarabilacek güçlü bir yaklaşımdır. Bilim merkezleri- bilim sirki vb adlarla da anılmaktadır- ise yaklaşımın hayata geçirilmesi için iyi yollardır.

    Ama daha da iyi bir yol, meraksızlığımızın nedenini merak etmek, ama onu “kör inaçla” yanıtlamayıp, kanıt arayarak -ve de her an tekrar kuşkulanmaya hazır ve razı olarak- cevaplamaya çalışmaktır. Bu yol ucuz, hızlı ve de güvenlidir !

    Cumartesi, 13 Temmuz 1996

  • BİLİM ÇANTASI!

    BİLİM ÇANTASI!

    Merakı, araştırmacılığı uyarıldığı için bilim adamı olan ya da buluş yapan ne kadar çok insan vardır.

    Leonardo DaVinci’nin olağanüstü sanat dehasına kaynaklık eden merakının, iyi bir gözlemci olan dayısı tarafından uyarıldığı söylenir.

    “Bir Tutkunun Öyküsü” kitabının yazarı, çok sayıda uluslararası değerde buluşa imza atan Erbil Serter, buluş tutkusunun, babasının kendisine hediye ettiği bir model helikopter planı ile başladığını söylemektedir.

    Toplumumuzun buluşçuluğa karşı tutumundan, buluşunu ancak yurtdışında hayata geçirerek koruyabilen Dr. Ziya Özel de – medyamızın koyduğu isimle Zakkumcu Ziya-, iyi bir gözlemcidir.

    Toplumların, buluşculuk kabiliyetleri ve bunları yaşama geçirmedeki başarılarına göre – neredeyse kesin çizgilerle- ayrıldığı günümüzde, toplumumuzun buluşçuluğa, dolayısıyla merak duyan insanlara ne denli ihtiyaç duyduğu açıktır.

    Bu noktada bir soru akla gelmektedir: anne-baba ocağından okula, oradan iş hayatına varıncaya dek neyi – nasıl yapacağı kalıplar halinde – ve de tek seçenekli olarak- kendisine belletilmiş olan çocuk, genç ve erişkinlerimizin bu yarı – ölü merakları – ki diğer yarısı dedikodu merakına dönüşmüştür – tekrar nasıl uyarılabilir ?

    Erişkinlerimizin meraklarını televole, şamdan, paşa gibi kültür kaynaklarından bir başka noktaya çevirmek pek kolay görünmüyor. Bu nedenle merakları tam ölmemiş çocuklar hedef kitle olarak alınabilir.

    Merakları bir yolla uyarılacak çocuklar bu defa da, “Nil nehrinin uzunluğunu bize niçin belletiyorsunuz?”, “tüm öğrettiklerinizin tek doğrular olduğuna nasıl güveniyorsunuz ?” gibi rahatsız edici sorular sorabilirlerse de bundan korkmamak gerekir.

    Düşünürlerimiz, insanlarımızın meraklarını uyarmak -ve uyarılmış olanları da öldürmemek- için yollar düşünmelidirler. Okullar ders konularını merak paketleri içine sarmalı, anne ve babalar en kıymetli varlıklarının çocukları değil onların merakları olduğunu, merakı öl(dürül)müş bir çocuğun artık yaşamadığını idrak etmelidirler.

    Merakı aşağılayan, onu cinsellik çağrışımlarıyla birleştirerek değer yargılarımızın “ayıplar” bölümüne yerleştirmiş olan geleneğimizin, eğer sinsice bir tuzak değilse ahmaklığımızın bir ürünü olduğunu artık anlayabilmeliyiz.

    Eğer gelişmenin temelinde bilim ve onun da temelin de merak varsa, içinde merakın bulunmadığı, sadece birbirine ünvan tevzi etmek ve bunu da bilim için bir ehliyet saymak gibi bir sahte bilim anlayışının, bizi nasıl bilimden mahrum bıraktığını artık görebilmeliyiz.

    Sevgili okurlarım,

    Sizlere bu çerçevede bir öneride bulunmak ve bilimi, bu tutsaklığından kurtarabilmek için birlikte hareket etmeye davet ediyorum. Düşünce şu:

    Çocuk ve gençlerimize, küçük ve büyüğü birlikte gözleyebilmeleri, içine sıkıştırdığımız tek doğrulu öğretilerden uzaklaşıp kendilerine daha uzlaşmacı ve de merak ve bilim dolu dünyalar kurabilmeleri için birer mikroskop ve teleskop hediye etmek!

    Eğitime katkıda bulunmak isteyen ve de bulunan yüzbinlerce insanımız var. Bunların önlerine koyabildiğimiz tek doğru, eğitim sorunlarının taş ve tuğlalardan -yani okul binaları- ibaret olduğu, dolayısıyla da eğer yeterli paraları varsa okul inşa ettirmeleri, paraları yetmiyorsa derslik yaptırmaları biçimindedir.

    İnsanlarımız buna inanmışlar, hayırseverler harıl harıl ya okul ya da derslik inşaatı yaptırmaktadırlar.

    Geliniz bunun, eğitim sorunlarımızın içinde son sıralarda yer aldığını, hatta önümüzdeki yıllarda, eğitimin okul duvarlarıyla sınırlı olmaktan giderek kurtulacağını herkese duyuralım. Sorun, okul ya da derslik eksiği değil, bunların içinde ne yapıldığıyla ilgilidir.

    Bir böceğin kanatlarını ve gökyüzünün ne denli dolu olduğunu aynı günde görebilen bir çocuğun merakının nasıl uyarılacağını düşünebiliyor musunuz?

    Uyarılan bu merakın, birçok çocuk ve gençte, disiplinli merak denilebilecek – ve bize tanıtılandan çok farklı- olan bilime nasıl dönüştüğünü hep birlikte görebiliriz. Bu tür insanların artması, merak sahibi insanlarımızı boğan atmosferi rahatlatacak, bilimi ünvan almış olmak sanan bilim sahtekarlarına karşı bir koruyucu olacaktır.

    Mikroskop ve teleskoptan ibaret set, bir anlamda yeni bir “bağış birimi” yaratacaktır. Bugün mevcut olan bağış birimi -ki en küçüğü derslik yaptırmaktır-, yaklaşık 5 milyar lira civarındadır. Adına Bilim Çantası denilebilecek setin fiyatı ise yaklışık 150 milyon lira kadar olacaktır.

    Tanıdığı bir çocuğa, başarısından dolayı ya da başarısını özendirmek için hediye vermek isteyen bir kişi için bu iyi bir seçenektir. Tanımadığı bir yerdeki çocuklara hediye vermek isteyen bir kişi için de, mali gücünün yettiği ölçüde Bilim Çantası yollamak yine iyi bir yoldur.

    Böyle bir set ortada olabilse, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere tüm ülkedeki okullara Bilim Çantaları hediye etmek isteyen yüzbinlerce kişi ortaya çıkacaktır.

    Projenin finansmanı büyük ölçüde kendi içindedir. Çünkü setlerin masrafı bağışları yapanlarca karşılanacaktır. Ama mekanizmaya ilk hareketi vermek, bu trafiği yönetecek birkaç kişiyi görevlendirmek ve belirli bir asgari stoku tutmak için yaklaşık 20 milyar liralık bir harcama gerekir.

    Cenazelere yollanması adet olmuş çelenkler yerine eğitim vakıflarına bağış yapmak iyi bir fikirdi. Şimdi bir adım daha atıp, çocuk ve gençlerimizin meraklarını uyarmak için de bu toplumsal girişimi başlatalım. Ne dersiniz?

  • AZ BİLİM !

    AZ BİLİM !

    Herşeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı?

    Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım.

    Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askeri yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu peryodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir.

    Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir.

    Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.

    Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde, bir dahinin harekete geçirebildiği “varlığını sürdürebilme silkinişi” ile kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kurumlarımızın göstereceği performansa bağlıdır. Bu kurumların içinde de bilim başta gelmektedir.

    Burada bilim ile yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyleri değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kaabiliyeti” kastedilmektedir.

    Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hakim kılınabildiği kastedilmektedir.

    Bunu ölçebilmek için ancak dolaylı ölçütlere sahibiz.

    Bu ölçütlerden birisi, bilimsel yaklaşımın neredeyse hakarete varan bir aşağılayıcılıkla kullanılmasıdır.

    “Bu yaklaşım bilimseldir ama işe yaramaz!”

    “Bilimsel olarak iyi ama halk anlamaz!”

    “İşin o tarafı bilim adamlarını ilgilendirir. Biz pratik(!) olmalıyız!” ya da

    “Bilim, öyle adi gündelik sorunlarla ilgilenmez!” vs vs.

    Bir başka dolaylı ölçüt, toplumumuzun çeşitli sorunlarının çözümünde ya da en azından çözümlerinin tartışılmasında bilimsel metodların ne denli kullanıldığıdır.

    Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır.

    İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine köy hanımlarına koruyucu dağıtmak, “çevrenin niçin kirlendiği” yerine fabrika kapatmak, “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine para basımının durdurulmasını temenni etmek gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.

    İddiam odur ki, bunların sebebi “az bilim”dir. Ve yine iddiam odur ki “hiç bilim”, “az bilim” den daha iyidir.

    Bu iddiaların dayandığı temel, sorunlarımızın yapısıyla ilgilidir.

    Gündelik hayatta karşı karşıya bulunduğumuz ve hergün yüzyüze olduğumuz için de senli benli hale geldiğimiz sorunların hemen hepsi son derece karmaşık yapılıdır.

    Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın (katışıksız) değildir.

    Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler.

    Halbuki, bilimsel yöntemler genellikle yalın sorun alanları için geliştirilirler. Bu metodları kullanarak, karmaşık yapılı sorunların çözümüne uygulanacak hale getirenler teknolojistlerdir. Her teknoloji ise özgün ihtiyaçlar içindir.

    Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır.

    Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir.

    Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.

    Sorunların bu karmaşık ve özgün yapıları, bilimin belirli bir yetkinlikle kullanımını zorunlu kılmaktadır.

    Elemanter bir sorun alanı için geliştirilen bir yönteme hakim bir kişi, gündelik sorunların çoğunu çözemeyecek, hatta onları anlayamayacaktır.

    Bu dönerek, bilimin bir işe yaramadığı, sorunların ancak inanç, itikat vb akılcılık dışı yollarla çözümlenebileceği gibi bir noktaya götürür ve de götürmektedir. (Yenilen futbol takımlarımızın yetkililerinin sonucu, sporcuların inançsızlığı ile açıkladığı alışılmış bir çözüm değil midir?)

    Sokaktaki insanların bu yanlış kanısına karşılık bilimle uğraşanlar da, karşılaştıkları sorunların bilimi ilgilendirmeyen meseleler olduğu gibi aynı derecede yanlış bir kanıya varabilirler.

    Bu durumun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur.

    Örneğin, en önemli sorunlardan birisi olan işsizlik için ekonomi teorisinde verilen teşhis, yatırımların azlığının işsizliğe yol açtığı şeklindedir.

    Bu, yanlış değil ama eksiktir. Eğer yenileşme (innovation), beceri kazandırma, iş kurma ortamının gelişmişliği gibi alt-yapılar tamam ise, yapılan her yatırım yeni işlerin doğmasına neden olur.

    Bunların birisinde bir yetersizlik varsa, bu defa yapılan yatırımlar aksine iş kaybına yani işsizliğe yol açarlar.

    Yıllardır işsizlikle ilgilenen bilim adamlarımızın ve onlardan kapma bilgilerle ülke yönetenlerin benimsedikleri “işsizlik yatırımla önlenir” şablonunun yanlışlığının altında, işte bu “az bilim” gerçeği yatmaktadır.

    Benzer şekilde, işsizlikle enflasyonun ters ilişkili olduğu da ekonomi teorisinin öğretilerindendir. Ama bu öğretinin dayandığı bir varsayım, sistemin alt yapısı denilebilecek konularda her hangi bir çarpıklığın bulunmadığı, sistemin kararlı olarak çalışabildiğidir.

    Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır.

    Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır.

    Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kağıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır.

    Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.

    Aynı çelişkili tanımlama enflasyon için de geçerlidir.

    Ülkemizde enflasyon ve işsizlik adı verilen olguların kaynak nedenlerine yakından bakıldığında, her ikisinde de çok sayıda ortak sebebin bulunduğu görülecektir.

    Yani birisini azaltan nedenler diğerini de azaltacaktır.

    Ünlü siyasi ekonomistlerimizin birisinin katıldığı bir konferansta, enflasyonu hızlı azaltmanın, işsizliği artıracağı şüphecilikten uzak bir tavırla ortaya konulduğunda, bu konferansı izleyenlerin bilime güvenlerinin sarsılacağından endişelenmemek elde değildi.

    İşte bu eksik teşhislerin altında da “az bilim” gizlidir.

    Bu duruma katlanmak söz konusu olamıyacağına göre çare nedir?

    Çare iki bileşenlidir: Birincisi, sorunu bu şekilde anlamak, ikincisi ise sorunlarımıza teşhis koymak durumunda olanları, bilimsel yaklaşımları tam kullanmak yolunda yönlendirmektir.

    Daha da önemlisi, bilimin, sadece bilim adamlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.

    Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır.

    Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi adet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.

  • ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI

    ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI

    Türkiye’de yaklaşık 40 milyon erişkin, hergün ortalama olarak bir yerlere 15’er dakika gecikse, bu ne demektir? Bu, yılda yaklaşık yarım milyar (evet yanlış okumadınız, beşyüz milyon) gün kaybı demektir.

    Bir başka hesapla, ulusal gelirimizin oluşması için mevcut bulunan net zamandan çalınmış yaklaşık %3’lük bir pay demektir. Bunun maddi karşılığı ise yılda 3 milyar dolar civarındadır.

    Hangi sistemde olursa olsun ceza yasalarına dikkat edilirse, cezaların, mağdurların kayıplarını telafiye yönelik olduğu görülür. En büyük cezalar da, «insan ömürlerinden çalma» suçlarına verilmektedir. Örneğin, çoğu ülkede kasıtlı adam öldürmenin cezası yine ölüm olmaktadır. Bu haklı değildir ama günümüzün katı gerçeği budur.

    «Öldürme» eyleminin bir anlamı da kişi ömrünün (yani zamanının) bütünüyle yok edilmesidir. Pekiyi, zamanın (yani ömrün) bütünüyle yok edilmesi yerine mesela 1 dakikası yok edilse ne olur?

    Aslında 1 dakikayla pek de bir şey olmaz. Ama bu bir defa olacak bir «gasp» olgusuysa bir şey olmaz. Her önüne gelen 1 dakikanızı çalarsa ne olur?

    Bu hesap herkes için değişir. İnsanlarla ilişkisini kesip inzivaya çekilmiş bir kişi için bir kayıp söz konusu değildir. Diğer yandan, her gün ortalama 30 kişiyle ilişkisi olan bir insan içinse mesela 40 yıllık bir süre içinde yaklaşık 3.5 yıllık bir kayıp demektir.

    Ümitsiz hastalıklarda bir hastayı 2 ay daha yaşatabilmek için harcanan onca çaba dikkate alınırsa, 3.5 yılın ne demek olacağı daha iyi anlaşılacaktır.

    «Zaman hırsızlığı» olgusu incelendiğinde bunun tek nedenden kaynaklanmadığı, ama önemli nedenlerden birisinin de «bir şey yapmamayı bilmemek» olduğu, en büyük hırsızlıkların da insanların kendileri tarafından gerçekleştirildiği görülecektir. Evet, bir şey yapmayı değil, yapmamayı bilmemek!

    Çoğu insan için düşünmek bir külfettir. Bu nedenle bir an önce ondan kurtulmak için «eylem» içine kendini atar. Ama, karar verdiği eylemin gerçekte yapılması gereken eylem olup olmadığı belli değildir, çoğu zaman da yanlış eylemdir. Yanlış eylem ise zaman kaybı demektir.

    «Bir an önce bir şeyler yapmak», öylesine sinsi bir dürtüdür ki, çoğu kimse, doğru olarak ne yapılması gerektiği konusunda bilgisinin, aklının tek başına yetmeyebileceği gerçeğini bir yana atıp eyleme geçer.

    Tek kişilerin bilgi ve akıllarının yetmediği haller için geliştirilmiş yaklaşım olan «ortak akıl» üretme usulleri genellikle bilinmediği için kişiler, kendi akıllarına geleni ya doğrudan yaparlar ya da birilerine danışırlar.

    Danışma, iyi bir «ortak akıl yaratma» yöntemi değildir. Çünkü tek tek yapılır. Ortak akıl ise, bir araya gelmiş insanların aynı anda düşünmeleriyle gerçekleşir.

    İşte bu süreci bozan en önemli engel, «bir şey yapma eğilimi» ya da bir diğer deyimle «insanın kendini bir şey yapmaktan alıkoyamaması» ya da «bir şey yapmamayı bilmeme» dir.

    İnsanlar bu yetmezlikleri nedeniyle hem kendi hem de başkalarının zamanlarını çalar, yapılabilecek yararlı işlerin yapılamamasına yol açarlar.

    Herhangi bir işi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunan insanların ilk (ve belki de tek) yapması gereken şey, benlikleri içindeki bu «ortak akıl eseri olmayan bir şeyleri hemen yapma» eğiliminin farkına varmaları ve onu gemlemeyi yani «bir şey yapmamayı» öğrenmeleridir.

    Bir kavramın iyi özümlenip özümlenmediği için şöyle bir test yararlı olabilir: Eğer o şeyle benzer gibi görünen kavramlarla farklar, ya da aksine, benzemez gibi görünenlerle benzerlikler belirlenebiliyorsa, kavram iyice özümlenmiştir.

    Bu asit testi yardımıyla «insan hakları» kavramına bakılırsa şu görülür: insan haklarından sürekli olarak söz eden onca insan, zaman hırsızlığı konusunda duyarsızdır. Halbuki, bu iki kavram çok yakından ilişkilidir. O halde insan hakları konusunda henüz yeterli duyarlık oluşmamıştır.

    Pazar 27 Ağustos 1995

  • YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    Bir otomobil bildiğimiz türden bir araba. Rengi yeşil Adı “Çevre dostu araba(!)”

    Bir kutu deterjan. Kutu rengi yeşil, Çevreyi mahveden, canlı cansız tüm çevreye kirleten, bildiğimiz -ya da ona yakın- bir deterjan. Adı “çevre dostu deterjan”.

    Plastik pet şişe, rengi yeşil, adı “çevre dostu pet”.

    Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. Çevre dostu zehirli atık, çevre dostu suni gübre, çevre dostu fabrika atığı vs.

    En acısı da, bu sahtekarlığa, çevre kuruluşlarının (sözüm ona) alet olmasıdır.

    Çevreyi kirleten her ne varsa, kutusunu, şişesini ya da reklamını yeşile boyayınca “çevre dostu” oluvermektedir.

    Bu sahtekarlığın yakıtı, insanımızın çevre bilincinin yeterince gelişmemişliğidir.

    Basit de olsa, ekolojik denge konusunda genel bir görüşe sahip olmayan sokaktaki insanımız, yeşil gördüğü herşeyi gerçekten çevre dostu sanmaktadır. Ama yalancının mumu, insanımız bu bilince kavuşuncaya kadar yanacaktır.

  • YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    “Değişim Yönetimi” son on yılın en gözde kavramlarındandır. Değişimi gerçekleştirmek, ona karşı doğan dirençleri enaza indirmek amaçlarıyla bir bilim dalı gelişmektedir. İleride, bir reçetenin ayrıntı düzeyinde “Değişim Gerçekleştirme Kılavuzları” nın ortaya çıkması kaçınılmazdır.

    Şirketler, sivil toplum örgütleri hatta hükümetler değişim programları yapmakta, bunları uygulamaya çalışmaktadırlar. Kısaca bir değişim çağına adım atmış bulunmaktayız.

    Bu büyük güçlü akım – her akımda olduğu gibi- bazı mağdurlar yaratmış olup bunlar hiçbir şekilde kendilerini savunamamakta, değişimden yana olanlarca neredeyse ezilmektedirler.

    Bu büyük bir haksızlık, bir insan hakları ihlalidir.

    Her ne kadar evrensel insan hak ve özgürlükleri içinde, “her birey, elinden geldiğince değişime direnmek hakkına sahiptir” gibisinden bir hüküm yok ise de, biz bunu kendimize görev edinmiş bulunmaktayız.

    Gorbaçov’un Türkiye ziyareti sırasında her ne kadar önemli bir “değişime direnç” gösterisi yapabildikse de, bunun daha kökten, daha sistemli olması ulusumuzun geleceği açısından fevkalade büyük önem taşımaktadır. Aşağıda, değişime direnmek isteyenler için böyle sistematik bir yöntem önerilmektedir. Öneriler işkembe -i kübra’dan atılmış olmayıp etkinliği tecrübelerle sabittir:

    Kural 1 – Hiç bir değişime hayır demeyiniz!

    Hayır demenin yararı yoktur, aksine karşınızdakileri daha ısrarcı kılar.

    Aksine, değişime evet deyiniz hatta değişimi önerenden bir iki adım öne geçip, daha kökten evet deyiniz. Hatta mümkünse değişim önerenleri “gerici” durumunda bırakacak kadar evet deyiniz.

    Bu ilk adım, karşınızdakilerin kolunu kanadını kıracak, ne şöyleyeceklerini bilemez bir şaşkınlığa düşürecektir.

    Kural 2 – “Biz zaten öyle yapıyoruz” deyiniz!

    Önerilen değişimi kökünden geçersiz kılmanın, onu önereni avanak, Dünya’dan habersiz duruma düşürmenin bilinen en etkin yolu “zaten biz onu öyle yapıyoruz!” demektir.

    İtiraz edip, yapılmadığını ileri sürmeye, kanıtlamaya kalkanlara karşı kanun ve kararname numaralarıyla, meydan savaşı tarihleri ve milli takımın puan durumunu ileri sürüp karşınızdakileri aptallaştırmaya çalışınız. Yine de pes etmeyenler olursa, “sen birlik bütünlüğümüze dil mi uzatıyorsun?” gibisinden etkin bir saldırı yapınız.

    Kural 3 – Değişim önerisini sulandırınız!

    Önerilen değişimin içine, onunla yakın-uzak ilgisi olmayan birşeyler katınız. Bu adım yüksek ölçüde yaratıcılık ister.

    Kural 4- Söylediğinizin tam tersini yapınız!

    Tecrübeler, ilk üç adımı başarıyla atmış olsa dahi bu son adımı atmayıp, yahut da yarım yamalak atmış kişilerin değişimin gücüne direnemediklerini göstermiştir. Bu nedenle, bir yandan değişime evet derken, öte yandan söylediğinizin tam tersini -dikkat tam tersini- yapmalısınız.

    Bu, şunun için geçerlidir:Eğer yaptıklarınızda zaman zaman bazı zigzaglar olduğu görülürse, ilk üç adımda kamuoyunda sağlamış olduğunuz sempati bir anda tersine dönebilir. Bunun için, hiç bir sapma göstermeden söylediklerinizin tam tersini yapmalısınız. Bu takdirde hiç kimsenin aklına bu denli iki yüzlü olabileceğiniz gelmeyeceği için, bir suçlu arandığında o, sizi suçlayanlar, sizin değişimden yana değil ona karşı eylem içinde bulunduğunuzu söyleyenler olacaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaksınız.

    Kural 5- Nihayet son adım: bir de suçlu bulunuz!

    Bu işler olurken, çevrenizdekilerin hiç olmazsa küçük bir bölümü ne olup bittiğini anlayıp, değişime direnenin siz olduğu, ya da beceriksizliğiniz nedeniyle gerçekleştiremediğiniz şüphesine kapılabilir. Bu çok küçük bir olasılık olmasına karşın mutlaka önlem alınmalıdır. Bunun için de değişimin niçin bir türlü gerçekleştirilemediği konusunda somut hedefler bulup göstermeniz gerekecektir. Böylece, bir yandan değişim çığırtkanlığı yapar, öbür yandan direnir ve hep birlikte suçluya yüklenirsiniz.

    Bu yöntemin başarısı garantidir. En azından yurdumuzda garantidir. Memnun kalmayanlara daha özel teknikler öğretilir ve ücret talep edilmez.

    Cumartesi, 29 Nisan 1995

  • YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    TV Haberler’inde, Muğla’da anız yakmak isteyen Yaban KIRCI adında bir vatandaşımızın, “dikkatsizlik yüzünden” 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı duyuruldu.

    Bu haberin yanıltıcı, olaylar hakkında doğru bilgilenme özgürlüğünü zedeleyici olduğunu, bilgi toplumu oluşturma yolunda uğraş verenlerden birisi olarak ilan ediyor ve ayrıca durumu protesto ediyorum.

    Vatandaş Yaban KIRCI, yanıltıcı bir habere karşı ne yapılması gerektiğini tam bilmediği için bu haberi dinlemiş, ama elinden birşey gelmemiş olabilir.

    Ama biz mürekkep yalamış kişiler olarak gerektiğinde hemen işe müdahale etmeli yanlışları düzeltmeliyiz. Bu tekzip metnini Yaban KIRCI’nın gönüllü avukatı olarak, bilgi toplumu idealine gönül vermiş, ülkemizin dört bir yanını bilgisayarlarla donatmayı bir ülkü edinmiş kesimimize ithaf ediyorum:

    ……tarihinde çeşitli TV’lerde verilen ve müvekkilim Yaban KIRCI’nın anız yakmak isterken dikkatsizlik yüzünden 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı haberini, kişilik haklarına ve onuruna saldırı sayıyor ve şiddetle protesto ediyorum.

    Müvekkilim Sayın KIRCI, bu şekilde imaen de olsa dikkatsizlikle suçlanmakta; hatta, “Bu adam yalnızca bu konuda değil her konuda dikkatsizlik yapabilir. Dolayısıyla potansiyel bir felakettir” denilmeye getirilmektedir.

    Konunun yalnızca Sayın KIRCI ile sınırlı olmadığı, her yıl binlerce vatandaşımızın aynı nedenden ötürü ormanlarımızı yaktığı bilgi toplumumuzun malumlarıdır. Buna, sadece anız yakımını değil, piknik yapmak, cam şişe veya sigara atmak gibi nedenleri katar ve benzer nedenlerle benzin istasyonu, likitgaz dolum atölyeleri gibi yerlerde de felaketler olduğunu katarsak, anılan TV, toplumumuzun büyük bir bölümünü suçlamakta, herkese birden “siz hepiniz birer Yaban KIRCI’sınız” demek istemektedir. Bunu kesinlikle kabul etmiyoruz. Her ne kadar insan insana benzerse de, müvekkilim türü içinde nadir örneklerden birisidir. Benzin istasyonunda sigara içen, otoyolda güvenlik şeridinden giden, boş tankerde kaynak yapan ahmaklara benzetilmeyi katiyen haketmemiş, pırıl pırıl saf bir vatan çocuğumuzdur.

    Sayın KIRCI, gerek özel gerek meslek yaşamında son derece dikkatli bir kişidir. Bunu sayısız örneklerle kanıtlayabiliriz. Bu olay, Sayın KIRCI’nın, yanma denilen olay hakkında yeterince bilgisi olmamasından kaynaklanmıştır.

    Buna karşı, “Mağara insanları dahi yanma olayı hakkında bilgi sahibidir. Hatta bütün canlılar genetik belleklerinde yanma ile ilgili gerçekleri nesilden nesile taşırlar. Nasıl olur da Sayın KIRCI böyle bir genetik mirastan mahrum kalmış olabilir?” savı ileri sürülebilir.

    Doğrudur. En eğitilmemiş kişi bile, yaşam sürdürmeye yönelik bu bilgi ve becerilere doğuştan sahiptir. Müvekkilim de doğuşunda bunlara sahipti. Bunu, şu anda hayatta bulunan süt annesi doğrulayacaktır. Yanan sigarayı eline yaklaştırınca daha 2 aylıkken Sayın KIRCI bas bas bağırmıştır.

    Ama, müvekkilim bugün bu beceriye sahip değildir. Çünkü, müvekkilim ilk okulu bitirmiş ve üstelik bütün derslerden pekiyi notlar alarak bitirmiştir.

    İşte bu süreç sırasında, doğuştan sahip olduğu sağduyuyu kaybetmiş, öğretmeninin ders yetiştirme telaşı içinde kenarda kalmış, yalnızca bellemesi istenilenleri geriye kusmuş, işine yarar hiç bir şey öğrenememiştir.

    Bildiğimize göre yalnız ilkokulda değil, orta, lise ve hatta yüksek öğrenimde de aynı şeyler olmakta, bir çok şeyin adını bilen lafazan kişiler, örneğin benzin istasyonunda sigara içilmeyeceğini idrak edememektedirler.

    Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, müvekkilim suçlu değil mağdurdur ve kitlesel bir olgunun mağdurları arasıdadır.

    Buna dayanarak, söz konusu haberin düzeltilmesini ve;

    • Eğitim sistemimizdeki ezber faciasını yeterince anlamaya çalışmayanların,

    • Öğrenciyi dikkate almadan hala öğretmen merkezli eğitim yapmakta israr edenlerin,

    • Ders programlarını zamanında yetiştirmeyi öğrencilerin öğrenmesinden daha önemli sayanların,

    • Bu yanlışları gören, anlayan, ama “önce başkası yapsın” ilkelliğinden kendini kurtaramayan

    • Eğitim sorununu hala tuğla, sıra, öğretmen maaşı ve bilgisayar sayanların,

    müvekkilim Sayın Yaban KIRCI’ya reva görüldüğü gibi kamuoyuna teşhir edilmelerini arz ediyor, sevgi ve saygılarımın kabulünü bilvesile arz ediyorum.

    Yaban KIRCI avukatı M.Tınaz Titiz

  • ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!

    Ünvanın her türlüsü, yönetsel, askeri, akademik, dini ünvan, ona sahip olanlarda bir türlü «kireçlenme»ye yol açma eğilimindedir. Bu, o ünvanlarla birlikte bulunan yetki, bilgi ve/ya deneyim birikiminin, «kendini güvende hissetme» doğal arzusunu tatmine pek uygun olmasındandır.

    Diğer yandan ilerleyen yaş da ayrı bir kanaldan ayrı bir kireçlenme türüne yol açma eğilimi taşır. Bu da değişikliklerden usanıp daha durağan bir çevreye kavuşma arzusundan kaynaklanmaktadır.

    Bu iki ayrı olgunun da kaynağında, insanın -ve tüm canlıların- varlığını sürdürebilmesine karşı algıladıkları tehditleri azaltma doğal eğilimleri yatmaktadır.

    Bildiğini zannettiği hatta bundan kesinlikle emin olduğu bilgilerin doğru olmadığını rahatsız olmadan kabul etmeye hazır olmak bir bilgelik düzeyidir. Cehalet ise az bilmek, yanlış bilmek değil bildiklerinin tartışılmaz olduğuna inanmak halidir.

    Çevremizde çeşitli hoşgörüsüzlükleri izledikçe, bunların hemen hepsinin kaynağında bu «kesin inançlılık» halinin bulunduğu görünüyor.

    Bilim tarihine göz atınca, bugün genel doğru haline gelmiş bir çok bilginin, çok değil 100 yıl önce o günün otoriteleri tarafından kesinlikle reddedildiğini görüyoruz. 1910 yılında, «içinde kendi yakıtını taşıyan bir aracın hiç bir suretle yerçekimini yenip Dünya’dan kurtulamayacağı», ünlü bilim adamları tarafından yazılı olarak açıklanıyordu. Daha sonra «kurtulma hızı»na eriştirilebilecek araçların bu «kesin» kurala uymayacakları anlaşıldı.

    Büyümenin enflasyona neden olacağı, yakın zamana kadar yine bu «kesin» doğrulardan biriydi. Bugün büyümenin enflasyona değil «disinflation»a yol açacağına yine «kesin» gözüyle bakılıyor. Ya da yeni işler yaratmanın ancak büyümeyle mümkün olabileceği yakın geçmişin «kesin» doğrularından birisiyken bugün bunun doğru olmadığını biliyoruz.

    Bugün, insanları koşullandırarak toplu yaşamın kuralları yönünde yönlendirmenin, yani eğitimin kutsallığı tartışılmıyor. Muhtemelen yakın gelecekte, her türlü koşullandırmanın -reklamlar, eğitim, hatta bir biçimde sağlanmış bir güvene dayalı olarak ikna etmenin dahi- suç sayıldığını görebileceğiz.

    Bildiklerimizi, ya da daha doğru deyimle bildiğimizi zannetttiklerimizin tümünü terkedip bunların yanlış olduğunu kabul etmeye ve de bunların yerine hiç bir şey koymamaya razı olabilmeliyiz. Doğrular yaşamı kolaylaştırabilir, bizi düşünmek külfetinden kurtarabilir, başkalarını da bu yönde koşullandırarak kendimize bir egemenlik alanı çizip içinde rahat yaşamamızı sağlayabilir. Ünvanlar, bu rüyanın perçinleridir.

    Özgürlük, kendi kendimize çizdiğimiz bu çemberi kırıp dışarı çıkabilmektir. Birlikte, büyük sistemin bir parçası olarak birlikte yaşayabilmenin temeli budur.

    Pazar, 01 Ekim 1995