-
Nis 16 2012 BİLİM ÇANTASI!
BİLİM ÇANTASI!
Merakı, araştırmacılığı uyarıldığı için bilim adamı olan ya da buluş yapan ne kadar çok insan vardır.
Leonardo DaVinci’nin olağanüstü sanat dehasına kaynaklık eden merakının, iyi bir gözlemci olan dayısı tarafından uyarıldığı söylenir.
“Bir Tutkunun Öyküsü” kitabının yazarı, çok sayıda uluslararası değerde buluşa imza atan Erbil Serter, buluş tutkusunun, babasının kendisine hediye ettiği bir model helikopter planı ile başladığını söylemektedir.
Toplumumuzun buluşçuluğa karşı tutumundan, buluşunu ancak yurtdışında hayata geçirerek koruyabilen Dr. Ziya Özel de – medyamızın koyduğu isimle Zakkumcu Ziya-, iyi bir gözlemcidir.
Toplumların, buluşculuk kabiliyetleri ve bunları yaşama geçirmedeki başarılarına göre – neredeyse kesin çizgilerle- ayrıldığı günümüzde, toplumumuzun buluşçuluğa, dolayısıyla merak duyan insanlara ne denli ihtiyaç duyduğu açıktır.
Bu noktada bir soru akla gelmektedir: anne-baba ocağından okula, oradan iş hayatına varıncaya dek neyi – nasıl yapacağı kalıplar halinde – ve de tek seçenekli olarak- kendisine belletilmiş olan çocuk, genç ve erişkinlerimizin bu yarı – ölü merakları – ki diğer yarısı dedikodu merakına dönüşmüştür – tekrar nasıl uyarılabilir ?
Erişkinlerimizin meraklarını televole, şamdan, paşa gibi kültür kaynaklarından bir başka noktaya çevirmek pek kolay görünmüyor. Bu nedenle merakları tam ölmemiş çocuklar hedef kitle olarak alınabilir.
Merakları bir yolla uyarılacak çocuklar bu defa da, “Nil nehrinin uzunluğunu bize niçin belletiyorsunuz?”, “tüm öğrettiklerinizin tek doğrular olduğuna nasıl güveniyorsunuz ?” gibi rahatsız edici sorular sorabilirlerse de bundan korkmamak gerekir.
Düşünürlerimiz, insanlarımızın meraklarını uyarmak -ve uyarılmış olanları da öldürmemek- için yollar düşünmelidirler. Okullar ders konularını merak paketleri içine sarmalı, anne ve babalar en kıymetli varlıklarının çocukları değil onların merakları olduğunu, merakı öl(dürül)müş bir çocuğun artık yaşamadığını idrak etmelidirler.
Merakı aşağılayan, onu cinsellik çağrışımlarıyla birleştirerek değer yargılarımızın “ayıplar” bölümüne yerleştirmiş olan geleneğimizin, eğer sinsice bir tuzak değilse ahmaklığımızın bir ürünü olduğunu artık anlayabilmeliyiz.
Eğer gelişmenin temelinde bilim ve onun da temelin de merak varsa, içinde merakın bulunmadığı, sadece birbirine ünvan tevzi etmek ve bunu da bilim için bir ehliyet saymak gibi bir sahte bilim anlayışının, bizi nasıl bilimden mahrum bıraktığını artık görebilmeliyiz.
Sevgili okurlarım,
Sizlere bu çerçevede bir öneride bulunmak ve bilimi, bu tutsaklığından kurtarabilmek için birlikte hareket etmeye davet ediyorum. Düşünce şu:
Çocuk ve gençlerimize, küçük ve büyüğü birlikte gözleyebilmeleri, içine sıkıştırdığımız tek doğrulu öğretilerden uzaklaşıp kendilerine daha uzlaşmacı ve de merak ve bilim dolu dünyalar kurabilmeleri için birer mikroskop ve teleskop hediye etmek!
Eğitime katkıda bulunmak isteyen ve de bulunan yüzbinlerce insanımız var. Bunların önlerine koyabildiğimiz tek doğru, eğitim sorunlarının taş ve tuğlalardan -yani okul binaları- ibaret olduğu, dolayısıyla da eğer yeterli paraları varsa okul inşa ettirmeleri, paraları yetmiyorsa derslik yaptırmaları biçimindedir.
İnsanlarımız buna inanmışlar, hayırseverler harıl harıl ya okul ya da derslik inşaatı yaptırmaktadırlar.
Geliniz bunun, eğitim sorunlarımızın içinde son sıralarda yer aldığını, hatta önümüzdeki yıllarda, eğitimin okul duvarlarıyla sınırlı olmaktan giderek kurtulacağını herkese duyuralım. Sorun, okul ya da derslik eksiği değil, bunların içinde ne yapıldığıyla ilgilidir.
Bir böceğin kanatlarını ve gökyüzünün ne denli dolu olduğunu aynı günde görebilen bir çocuğun merakının nasıl uyarılacağını düşünebiliyor musunuz?
Uyarılan bu merakın, birçok çocuk ve gençte, disiplinli merak denilebilecek – ve bize tanıtılandan çok farklı- olan bilime nasıl dönüştüğünü hep birlikte görebiliriz. Bu tür insanların artması, merak sahibi insanlarımızı boğan atmosferi rahatlatacak, bilimi ünvan almış olmak sanan bilim sahtekarlarına karşı bir koruyucu olacaktır.
Mikroskop ve teleskoptan ibaret set, bir anlamda yeni bir “bağış birimi” yaratacaktır. Bugün mevcut olan bağış birimi -ki en küçüğü derslik yaptırmaktır-, yaklaşık 5 milyar lira civarındadır. Adına Bilim Çantası denilebilecek setin fiyatı ise yaklışık 150 milyon lira kadar olacaktır.
Tanıdığı bir çocuğa, başarısından dolayı ya da başarısını özendirmek için hediye vermek isteyen bir kişi için bu iyi bir seçenektir. Tanımadığı bir yerdeki çocuklara hediye vermek isteyen bir kişi için de, mali gücünün yettiği ölçüde Bilim Çantası yollamak yine iyi bir yoldur.
Böyle bir set ortada olabilse, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere tüm ülkedeki okullara Bilim Çantaları hediye etmek isteyen yüzbinlerce kişi ortaya çıkacaktır.
Projenin finansmanı büyük ölçüde kendi içindedir. Çünkü setlerin masrafı bağışları yapanlarca karşılanacaktır. Ama mekanizmaya ilk hareketi vermek, bu trafiği yönetecek birkaç kişiyi görevlendirmek ve belirli bir asgari stoku tutmak için yaklaşık 20 milyar liralık bir harcama gerekir.
Cenazelere yollanması adet olmuş çelenkler yerine eğitim vakıflarına bağış yapmak iyi bir fikirdi. Şimdi bir adım daha atıp, çocuk ve gençlerimizin meraklarını uyarmak için de bu toplumsal girişimi başlatalım. Ne dersiniz?
-
Nis 16 2012 AZ BİLİM !
AZ BİLİM !
Herşeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı?
Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım.
Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askeri yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu peryodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir.
Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir.
Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.
Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde, bir dahinin harekete geçirebildiği “varlığını sürdürebilme silkinişi” ile kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kurumlarımızın göstereceği performansa bağlıdır. Bu kurumların içinde de bilim başta gelmektedir.
Burada bilim ile yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyleri değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kaabiliyeti” kastedilmektedir.
Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hakim kılınabildiği kastedilmektedir.
Bunu ölçebilmek için ancak dolaylı ölçütlere sahibiz.
Bu ölçütlerden birisi, bilimsel yaklaşımın neredeyse hakarete varan bir aşağılayıcılıkla kullanılmasıdır.
“Bu yaklaşım bilimseldir ama işe yaramaz!”
“Bilimsel olarak iyi ama halk anlamaz!”
“İşin o tarafı bilim adamlarını ilgilendirir. Biz pratik(!) olmalıyız!” ya da
“Bilim, öyle adi gündelik sorunlarla ilgilenmez!” vs vs.
Bir başka dolaylı ölçüt, toplumumuzun çeşitli sorunlarının çözümünde ya da en azından çözümlerinin tartışılmasında bilimsel metodların ne denli kullanıldığıdır.
Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır.
İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine köy hanımlarına koruyucu dağıtmak, “çevrenin niçin kirlendiği” yerine fabrika kapatmak, “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine para basımının durdurulmasını temenni etmek gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.
İddiam odur ki, bunların sebebi “az bilim”dir. Ve yine iddiam odur ki “hiç bilim”, “az bilim” den daha iyidir.
Bu iddiaların dayandığı temel, sorunlarımızın yapısıyla ilgilidir.
Gündelik hayatta karşı karşıya bulunduğumuz ve hergün yüzyüze olduğumuz için de senli benli hale geldiğimiz sorunların hemen hepsi son derece karmaşık yapılıdır.
Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın (katışıksız) değildir.
Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler.
Halbuki, bilimsel yöntemler genellikle yalın sorun alanları için geliştirilirler. Bu metodları kullanarak, karmaşık yapılı sorunların çözümüne uygulanacak hale getirenler teknolojistlerdir. Her teknoloji ise özgün ihtiyaçlar içindir.
Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır.
Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir.
Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.
Sorunların bu karmaşık ve özgün yapıları, bilimin belirli bir yetkinlikle kullanımını zorunlu kılmaktadır.
Elemanter bir sorun alanı için geliştirilen bir yönteme hakim bir kişi, gündelik sorunların çoğunu çözemeyecek, hatta onları anlayamayacaktır.
Bu dönerek, bilimin bir işe yaramadığı, sorunların ancak inanç, itikat vb akılcılık dışı yollarla çözümlenebileceği gibi bir noktaya götürür ve de götürmektedir. (Yenilen futbol takımlarımızın yetkililerinin sonucu, sporcuların inançsızlığı ile açıkladığı alışılmış bir çözüm değil midir?)
Sokaktaki insanların bu yanlış kanısına karşılık bilimle uğraşanlar da, karşılaştıkları sorunların bilimi ilgilendirmeyen meseleler olduğu gibi aynı derecede yanlış bir kanıya varabilirler.
Bu durumun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur.
Örneğin, en önemli sorunlardan birisi olan işsizlik için ekonomi teorisinde verilen teşhis, yatırımların azlığının işsizliğe yol açtığı şeklindedir.
Bu, yanlış değil ama eksiktir. Eğer yenileşme (innovation), beceri kazandırma, iş kurma ortamının gelişmişliği gibi alt-yapılar tamam ise, yapılan her yatırım yeni işlerin doğmasına neden olur.
Bunların birisinde bir yetersizlik varsa, bu defa yapılan yatırımlar aksine iş kaybına yani işsizliğe yol açarlar.
Yıllardır işsizlikle ilgilenen bilim adamlarımızın ve onlardan kapma bilgilerle ülke yönetenlerin benimsedikleri “işsizlik yatırımla önlenir” şablonunun yanlışlığının altında, işte bu “az bilim” gerçeği yatmaktadır.
Benzer şekilde, işsizlikle enflasyonun ters ilişkili olduğu da ekonomi teorisinin öğretilerindendir. Ama bu öğretinin dayandığı bir varsayım, sistemin alt yapısı denilebilecek konularda her hangi bir çarpıklığın bulunmadığı, sistemin kararlı olarak çalışabildiğidir.
Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır.
Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır.
Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kağıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır.
Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.
Aynı çelişkili tanımlama enflasyon için de geçerlidir.
Ülkemizde enflasyon ve işsizlik adı verilen olguların kaynak nedenlerine yakından bakıldığında, her ikisinde de çok sayıda ortak sebebin bulunduğu görülecektir.
Yani birisini azaltan nedenler diğerini de azaltacaktır.
Ünlü siyasi ekonomistlerimizin birisinin katıldığı bir konferansta, enflasyonu hızlı azaltmanın, işsizliği artıracağı şüphecilikten uzak bir tavırla ortaya konulduğunda, bu konferansı izleyenlerin bilime güvenlerinin sarsılacağından endişelenmemek elde değildi.
İşte bu eksik teşhislerin altında da “az bilim” gizlidir.
Bu duruma katlanmak söz konusu olamıyacağına göre çare nedir?
Çare iki bileşenlidir: Birincisi, sorunu bu şekilde anlamak, ikincisi ise sorunlarımıza teşhis koymak durumunda olanları, bilimsel yaklaşımları tam kullanmak yolunda yönlendirmektir.
Daha da önemlisi, bilimin, sadece bilim adamlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.
Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır.
Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi adet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.
-
Nis 16 2012 ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI
ZAMANA SAYGI VE İNSAN HAKLARI
Türkiye’de yaklaşık 40 milyon erişkin, hergün ortalama olarak bir yerlere 15’er dakika gecikse, bu ne demektir? Bu, yılda yaklaşık yarım milyar (evet yanlış okumadınız, beşyüz milyon) gün kaybı demektir.
Bir başka hesapla, ulusal gelirimizin oluşması için mevcut bulunan net zamandan çalınmış yaklaşık %3’lük bir pay demektir. Bunun maddi karşılığı ise yılda 3 milyar dolar civarındadır.
Hangi sistemde olursa olsun ceza yasalarına dikkat edilirse, cezaların, mağdurların kayıplarını telafiye yönelik olduğu görülür. En büyük cezalar da, «insan ömürlerinden çalma» suçlarına verilmektedir. Örneğin, çoğu ülkede kasıtlı adam öldürmenin cezası yine ölüm olmaktadır. Bu haklı değildir ama günümüzün katı gerçeği budur.
«Öldürme» eyleminin bir anlamı da kişi ömrünün (yani zamanının) bütünüyle yok edilmesidir. Pekiyi, zamanın (yani ömrün) bütünüyle yok edilmesi yerine mesela 1 dakikası yok edilse ne olur?
Aslında 1 dakikayla pek de bir şey olmaz. Ama bu bir defa olacak bir «gasp» olgusuysa bir şey olmaz. Her önüne gelen 1 dakikanızı çalarsa ne olur?
Bu hesap herkes için değişir. İnsanlarla ilişkisini kesip inzivaya çekilmiş bir kişi için bir kayıp söz konusu değildir. Diğer yandan, her gün ortalama 30 kişiyle ilişkisi olan bir insan içinse mesela 40 yıllık bir süre içinde yaklaşık 3.5 yıllık bir kayıp demektir.
Ümitsiz hastalıklarda bir hastayı 2 ay daha yaşatabilmek için harcanan onca çaba dikkate alınırsa, 3.5 yılın ne demek olacağı daha iyi anlaşılacaktır.
«Zaman hırsızlığı» olgusu incelendiğinde bunun tek nedenden kaynaklanmadığı, ama önemli nedenlerden birisinin de «bir şey yapmamayı bilmemek» olduğu, en büyük hırsızlıkların da insanların kendileri tarafından gerçekleştirildiği görülecektir. Evet, bir şey yapmayı değil, yapmamayı bilmemek!
Çoğu insan için düşünmek bir külfettir. Bu nedenle bir an önce ondan kurtulmak için «eylem» içine kendini atar. Ama, karar verdiği eylemin gerçekte yapılması gereken eylem olup olmadığı belli değildir, çoğu zaman da yanlış eylemdir. Yanlış eylem ise zaman kaybı demektir.
«Bir an önce bir şeyler yapmak», öylesine sinsi bir dürtüdür ki, çoğu kimse, doğru olarak ne yapılması gerektiği konusunda bilgisinin, aklının tek başına yetmeyebileceği gerçeğini bir yana atıp eyleme geçer.
Tek kişilerin bilgi ve akıllarının yetmediği haller için geliştirilmiş yaklaşım olan «ortak akıl» üretme usulleri genellikle bilinmediği için kişiler, kendi akıllarına geleni ya doğrudan yaparlar ya da birilerine danışırlar.
Danışma, iyi bir «ortak akıl yaratma» yöntemi değildir. Çünkü tek tek yapılır. Ortak akıl ise, bir araya gelmiş insanların aynı anda düşünmeleriyle gerçekleşir.
İşte bu süreci bozan en önemli engel, «bir şey yapma eğilimi» ya da bir diğer deyimle «insanın kendini bir şey yapmaktan alıkoyamaması» ya da «bir şey yapmamayı bilmeme» dir.
İnsanlar bu yetmezlikleri nedeniyle hem kendi hem de başkalarının zamanlarını çalar, yapılabilecek yararlı işlerin yapılamamasına yol açarlar.
Herhangi bir işi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunan insanların ilk (ve belki de tek) yapması gereken şey, benlikleri içindeki bu «ortak akıl eseri olmayan bir şeyleri hemen yapma» eğiliminin farkına varmaları ve onu gemlemeyi yani «bir şey yapmamayı» öğrenmeleridir.
Bir kavramın iyi özümlenip özümlenmediği için şöyle bir test yararlı olabilir: Eğer o şeyle benzer gibi görünen kavramlarla farklar, ya da aksine, benzemez gibi görünenlerle benzerlikler belirlenebiliyorsa, kavram iyice özümlenmiştir.
Bu asit testi yardımıyla «insan hakları» kavramına bakılırsa şu görülür: insan haklarından sürekli olarak söz eden onca insan, zaman hırsızlığı konusunda duyarsızdır. Halbuki, bu iki kavram çok yakından ilişkilidir. O halde insan hakları konusunda henüz yeterli duyarlık oluşmamıştır.
Pazar 27 Ağustos 1995
-
Nis 16 2012 YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………
YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………
Bir otomobil bildiğimiz türden bir araba. Rengi yeşil Adı “Çevre dostu araba(!)”
Bir kutu deterjan. Kutu rengi yeşil, Çevreyi mahveden, canlı cansız tüm çevreye kirleten, bildiğimiz -ya da ona yakın- bir deterjan. Adı “çevre dostu deterjan”.
Plastik pet şişe, rengi yeşil, adı “çevre dostu pet”.
Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. Çevre dostu zehirli atık, çevre dostu suni gübre, çevre dostu fabrika atığı vs.
En acısı da, bu sahtekarlığa, çevre kuruluşlarının (sözüm ona) alet olmasıdır.
Çevreyi kirleten her ne varsa, kutusunu, şişesini ya da reklamını yeşile boyayınca “çevre dostu” oluvermektedir.
Bu sahtekarlığın yakıtı, insanımızın çevre bilincinin yeterince gelişmemişliğidir.
Basit de olsa, ekolojik denge konusunda genel bir görüşe sahip olmayan sokaktaki insanımız, yeşil gördüğü herşeyi gerçekten çevre dostu sanmaktadır. Ama yalancının mumu, insanımız bu bilince kavuşuncaya kadar yanacaktır.
-
Nis 16 2012 YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!
YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!
“Değişim Yönetimi” son on yılın en gözde kavramlarındandır. Değişimi gerçekleştirmek, ona karşı doğan dirençleri enaza indirmek amaçlarıyla bir bilim dalı gelişmektedir. İleride, bir reçetenin ayrıntı düzeyinde “Değişim Gerçekleştirme Kılavuzları” nın ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Şirketler, sivil toplum örgütleri hatta hükümetler değişim programları yapmakta, bunları uygulamaya çalışmaktadırlar. Kısaca bir değişim çağına adım atmış bulunmaktayız.
Bu büyük güçlü akım – her akımda olduğu gibi- bazı mağdurlar yaratmış olup bunlar hiçbir şekilde kendilerini savunamamakta, değişimden yana olanlarca neredeyse ezilmektedirler.
Bu büyük bir haksızlık, bir insan hakları ihlalidir.
Her ne kadar evrensel insan hak ve özgürlükleri içinde, “her birey, elinden geldiğince değişime direnmek hakkına sahiptir” gibisinden bir hüküm yok ise de, biz bunu kendimize görev edinmiş bulunmaktayız.
Gorbaçov’un Türkiye ziyareti sırasında her ne kadar önemli bir “değişime direnç” gösterisi yapabildikse de, bunun daha kökten, daha sistemli olması ulusumuzun geleceği açısından fevkalade büyük önem taşımaktadır. Aşağıda, değişime direnmek isteyenler için böyle sistematik bir yöntem önerilmektedir. Öneriler işkembe -i kübra’dan atılmış olmayıp etkinliği tecrübelerle sabittir:
Kural 1 – Hiç bir değişime hayır demeyiniz!
Hayır demenin yararı yoktur, aksine karşınızdakileri daha ısrarcı kılar.
Aksine, değişime evet deyiniz hatta değişimi önerenden bir iki adım öne geçip, daha kökten evet deyiniz. Hatta mümkünse değişim önerenleri “gerici” durumunda bırakacak kadar evet deyiniz.
Bu ilk adım, karşınızdakilerin kolunu kanadını kıracak, ne şöyleyeceklerini bilemez bir şaşkınlığa düşürecektir.
Kural 2 – “Biz zaten öyle yapıyoruz” deyiniz!
Önerilen değişimi kökünden geçersiz kılmanın, onu önereni avanak, Dünya’dan habersiz duruma düşürmenin bilinen en etkin yolu “zaten biz onu öyle yapıyoruz!” demektir.
İtiraz edip, yapılmadığını ileri sürmeye, kanıtlamaya kalkanlara karşı kanun ve kararname numaralarıyla, meydan savaşı tarihleri ve milli takımın puan durumunu ileri sürüp karşınızdakileri aptallaştırmaya çalışınız. Yine de pes etmeyenler olursa, “sen birlik bütünlüğümüze dil mi uzatıyorsun?” gibisinden etkin bir saldırı yapınız.
Kural 3 – Değişim önerisini sulandırınız!
Önerilen değişimin içine, onunla yakın-uzak ilgisi olmayan birşeyler katınız. Bu adım yüksek ölçüde yaratıcılık ister.
Kural 4- Söylediğinizin tam tersini yapınız!
Tecrübeler, ilk üç adımı başarıyla atmış olsa dahi bu son adımı atmayıp, yahut da yarım yamalak atmış kişilerin değişimin gücüne direnemediklerini göstermiştir. Bu nedenle, bir yandan değişime evet derken, öte yandan söylediğinizin tam tersini -dikkat tam tersini- yapmalısınız.
Bu, şunun için geçerlidir:Eğer yaptıklarınızda zaman zaman bazı zigzaglar olduğu görülürse, ilk üç adımda kamuoyunda sağlamış olduğunuz sempati bir anda tersine dönebilir. Bunun için, hiç bir sapma göstermeden söylediklerinizin tam tersini yapmalısınız. Bu takdirde hiç kimsenin aklına bu denli iki yüzlü olabileceğiniz gelmeyeceği için, bir suçlu arandığında o, sizi suçlayanlar, sizin değişimden yana değil ona karşı eylem içinde bulunduğunuzu söyleyenler olacaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaksınız.
Kural 5- Nihayet son adım: bir de suçlu bulunuz!
Bu işler olurken, çevrenizdekilerin hiç olmazsa küçük bir bölümü ne olup bittiğini anlayıp, değişime direnenin siz olduğu, ya da beceriksizliğiniz nedeniyle gerçekleştiremediğiniz şüphesine kapılabilir. Bu çok küçük bir olasılık olmasına karşın mutlaka önlem alınmalıdır. Bunun için de değişimin niçin bir türlü gerçekleştirilemediği konusunda somut hedefler bulup göstermeniz gerekecektir. Böylece, bir yandan değişim çığırtkanlığı yapar, öbür yandan direnir ve hep birlikte suçluya yüklenirsiniz.
Bu yöntemin başarısı garantidir. En azından yurdumuzda garantidir. Memnun kalmayanlara daha özel teknikler öğretilir ve ücret talep edilmez.
Cumartesi, 29 Nisan 1995
-
Nis 16 2012 YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!
YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!
TV Haberler’inde, Muğla’da anız yakmak isteyen Yaban KIRCI adında bir vatandaşımızın, “dikkatsizlik yüzünden” 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı duyuruldu.
Bu haberin yanıltıcı, olaylar hakkında doğru bilgilenme özgürlüğünü zedeleyici olduğunu, bilgi toplumu oluşturma yolunda uğraş verenlerden birisi olarak ilan ediyor ve ayrıca durumu protesto ediyorum.
Vatandaş Yaban KIRCI, yanıltıcı bir habere karşı ne yapılması gerektiğini tam bilmediği için bu haberi dinlemiş, ama elinden birşey gelmemiş olabilir.
Ama biz mürekkep yalamış kişiler olarak gerektiğinde hemen işe müdahale etmeli yanlışları düzeltmeliyiz. Bu tekzip metnini Yaban KIRCI’nın gönüllü avukatı olarak, bilgi toplumu idealine gönül vermiş, ülkemizin dört bir yanını bilgisayarlarla donatmayı bir ülkü edinmiş kesimimize ithaf ediyorum:
……tarihinde çeşitli TV’lerde verilen ve müvekkilim Yaban KIRCI’nın anız yakmak isterken dikkatsizlik yüzünden 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı haberini, kişilik haklarına ve onuruna saldırı sayıyor ve şiddetle protesto ediyorum.
Müvekkilim Sayın KIRCI, bu şekilde imaen de olsa dikkatsizlikle suçlanmakta; hatta, “Bu adam yalnızca bu konuda değil her konuda dikkatsizlik yapabilir. Dolayısıyla potansiyel bir felakettir” denilmeye getirilmektedir.
Konunun yalnızca Sayın KIRCI ile sınırlı olmadığı, her yıl binlerce vatandaşımızın aynı nedenden ötürü ormanlarımızı yaktığı bilgi toplumumuzun malumlarıdır. Buna, sadece anız yakımını değil, piknik yapmak, cam şişe veya sigara atmak gibi nedenleri katar ve benzer nedenlerle benzin istasyonu, likitgaz dolum atölyeleri gibi yerlerde de felaketler olduğunu katarsak, anılan TV, toplumumuzun büyük bir bölümünü suçlamakta, herkese birden “siz hepiniz birer Yaban KIRCI’sınız” demek istemektedir. Bunu kesinlikle kabul etmiyoruz. Her ne kadar insan insana benzerse de, müvekkilim türü içinde nadir örneklerden birisidir. Benzin istasyonunda sigara içen, otoyolda güvenlik şeridinden giden, boş tankerde kaynak yapan ahmaklara benzetilmeyi katiyen haketmemiş, pırıl pırıl saf bir vatan çocuğumuzdur.
Sayın KIRCI, gerek özel gerek meslek yaşamında son derece dikkatli bir kişidir. Bunu sayısız örneklerle kanıtlayabiliriz. Bu olay, Sayın KIRCI’nın, yanma denilen olay hakkında yeterince bilgisi olmamasından kaynaklanmıştır.
Buna karşı, “Mağara insanları dahi yanma olayı hakkında bilgi sahibidir. Hatta bütün canlılar genetik belleklerinde yanma ile ilgili gerçekleri nesilden nesile taşırlar. Nasıl olur da Sayın KIRCI böyle bir genetik mirastan mahrum kalmış olabilir?” savı ileri sürülebilir.
Doğrudur. En eğitilmemiş kişi bile, yaşam sürdürmeye yönelik bu bilgi ve becerilere doğuştan sahiptir. Müvekkilim de doğuşunda bunlara sahipti. Bunu, şu anda hayatta bulunan süt annesi doğrulayacaktır. Yanan sigarayı eline yaklaştırınca daha 2 aylıkken Sayın KIRCI bas bas bağırmıştır.
Ama, müvekkilim bugün bu beceriye sahip değildir. Çünkü, müvekkilim ilk okulu bitirmiş ve üstelik bütün derslerden pekiyi notlar alarak bitirmiştir.
İşte bu süreç sırasında, doğuştan sahip olduğu sağduyuyu kaybetmiş, öğretmeninin ders yetiştirme telaşı içinde kenarda kalmış, yalnızca bellemesi istenilenleri geriye kusmuş, işine yarar hiç bir şey öğrenememiştir.
Bildiğimize göre yalnız ilkokulda değil, orta, lise ve hatta yüksek öğrenimde de aynı şeyler olmakta, bir çok şeyin adını bilen lafazan kişiler, örneğin benzin istasyonunda sigara içilmeyeceğini idrak edememektedirler.
Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, müvekkilim suçlu değil mağdurdur ve kitlesel bir olgunun mağdurları arasıdadır.
Buna dayanarak, söz konusu haberin düzeltilmesini ve;
-
Eğitim sistemimizdeki ezber faciasını yeterince anlamaya çalışmayanların,
-
Öğrenciyi dikkate almadan hala öğretmen merkezli eğitim yapmakta israr edenlerin,
-
Ders programlarını zamanında yetiştirmeyi öğrencilerin öğrenmesinden daha önemli sayanların,
-
Bu yanlışları gören, anlayan, ama “önce başkası yapsın” ilkelliğinden kendini kurtaramayan
-
Eğitim sorununu hala tuğla, sıra, öğretmen maaşı ve bilgisayar sayanların,
müvekkilim Sayın Yaban KIRCI’ya reva görüldüğü gibi kamuoyuna teşhir edilmelerini arz ediyor, sevgi ve saygılarımın kabulünü bilvesile arz ediyorum.
Yaban KIRCI avukatı M.Tınaz Titiz
-
-
Nis 16 2012 ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!
ÜNVANLAR KİREÇLENMEYE YOL AÇAR!
Ünvanın her türlüsü, yönetsel, askeri, akademik, dini ünvan, ona sahip olanlarda bir türlü «kireçlenme»ye yol açma eğilimindedir. Bu, o ünvanlarla birlikte bulunan yetki, bilgi ve/ya deneyim birikiminin, «kendini güvende hissetme» doğal arzusunu tatmine pek uygun olmasındandır.
Diğer yandan ilerleyen yaş da ayrı bir kanaldan ayrı bir kireçlenme türüne yol açma eğilimi taşır. Bu da değişikliklerden usanıp daha durağan bir çevreye kavuşma arzusundan kaynaklanmaktadır.
Bu iki ayrı olgunun da kaynağında, insanın -ve tüm canlıların- varlığını sürdürebilmesine karşı algıladıkları tehditleri azaltma doğal eğilimleri yatmaktadır.
Bildiğini zannettiği hatta bundan kesinlikle emin olduğu bilgilerin doğru olmadığını rahatsız olmadan kabul etmeye hazır olmak bir bilgelik düzeyidir. Cehalet ise az bilmek, yanlış bilmek değil bildiklerinin tartışılmaz olduğuna inanmak halidir.
Çevremizde çeşitli hoşgörüsüzlükleri izledikçe, bunların hemen hepsinin kaynağında bu «kesin inançlılık» halinin bulunduğu görünüyor.
Bilim tarihine göz atınca, bugün genel doğru haline gelmiş bir çok bilginin, çok değil 100 yıl önce o günün otoriteleri tarafından kesinlikle reddedildiğini görüyoruz. 1910 yılında, «içinde kendi yakıtını taşıyan bir aracın hiç bir suretle yerçekimini yenip Dünya’dan kurtulamayacağı», ünlü bilim adamları tarafından yazılı olarak açıklanıyordu. Daha sonra «kurtulma hızı»na eriştirilebilecek araçların bu «kesin» kurala uymayacakları anlaşıldı.
Büyümenin enflasyona neden olacağı, yakın zamana kadar yine bu «kesin» doğrulardan biriydi. Bugün büyümenin enflasyona değil «disinflation»a yol açacağına yine «kesin» gözüyle bakılıyor. Ya da yeni işler yaratmanın ancak büyümeyle mümkün olabileceği yakın geçmişin «kesin» doğrularından birisiyken bugün bunun doğru olmadığını biliyoruz.
Bugün, insanları koşullandırarak toplu yaşamın kuralları yönünde yönlendirmenin, yani eğitimin kutsallığı tartışılmıyor. Muhtemelen yakın gelecekte, her türlü koşullandırmanın -reklamlar, eğitim, hatta bir biçimde sağlanmış bir güvene dayalı olarak ikna etmenin dahi- suç sayıldığını görebileceğiz.
Bildiklerimizi, ya da daha doğru deyimle bildiğimizi zannetttiklerimizin tümünü terkedip bunların yanlış olduğunu kabul etmeye ve de bunların yerine hiç bir şey koymamaya razı olabilmeliyiz. Doğrular yaşamı kolaylaştırabilir, bizi düşünmek külfetinden kurtarabilir, başkalarını da bu yönde koşullandırarak kendimize bir egemenlik alanı çizip içinde rahat yaşamamızı sağlayabilir. Ünvanlar, bu rüyanın perçinleridir.
Özgürlük, kendi kendimize çizdiğimiz bu çemberi kırıp dışarı çıkabilmektir. Birlikte, büyük sistemin bir parçası olarak birlikte yaşayabilmenin temeli budur.
Pazar, 01 Ekim 1995
-
Nis 16 2012 TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI
TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI
Türkiye’de insan haklarının “durumu”na ve bu alandaki “gelişmeler”e farklı açılardan bakıldığında görülen şudur: bir yandan her geçen gün kamuoyu bilinci artmakta, idareler de buna paralel olarak yeni adımlar atmaktadır; diğer yandan ise çeşitli insan hakları sorunları varlıklarını sürdürmektedirler.
Aslında bu bir çelişki olmayıp, insan haklarının, zaman içine yayılmış bir süreç oluşunun sonucudur. Bir yanda sorunlar olacak diğer yandan da bunlara karşı araçlar geliştirilecek ve böylece sorunların “daha kabul edilebilir” düzeylere inebilecektir.
Türkiye içinde ve dışında, Türkiye’deki insan hakları sorunlarına karşı bir duyarlık vardır. Bu, anılan sürece olumlu katkıları da olabilecek bir duyarlıktır. Amaç, bu sürecin alacağı süreyi kısaltmak ve bu süre içindeki sorunları azaltmaktır. Bu ise yalnızca “duyarlık göstererek” gerçekleştirilebilecek bir amaç değildir.
İnsan hakları sorunları başka alanlardaki sorunlardan ayrı, onlardan bağımsız olarak ele alınıp çözülebilecek sorunlar değildir. Hatta denilebilir ki insan hakları sorunları diye ayrı sorunlar da “yok”tur. Bu sorunlara yol açan nedenler, insan haklarıyla doğrudan ilgisi bulunmayan farklı alanlarda da sorunlara yol açmaktadırlar.
Örneğin, “her toplumda belirli bir oranda bulunduğu kabul edilen ruhsal sağlık sorunlu kişilerin kamu görevlisi olmasını önleyebilecek etkin bir süzme sisteminin ülkemizde bulunmayışı”, kötü muameleyi adet edinmiş kamu görevlilerine, bu ise çeşitli insan hakları ihlallerine yol açacaktır.
Ama, ruhsal sağlık sorunlu kişileri süzme sisteminin bulunmayışı diğer yandan, görevini tam yap(a)mayan memurlara, bu ise vatandaşlarla devlet ilişkilerinin giderek bozulmasına, işlerini gördürmek isteyen iş sahiplerinin rüşveti bir araç olarak kullanmalarına ve kamu hizmetlerinin yetersizliğine tepki duyan vatandaşların, terör tarafından aranan “reaksiyoner insan” malzemesini oluşturmasına da yol açacaktır. Bunların hiç biri insan hakları ihlalleri ile doğrudan ilgili değildir ya da en azından ilgisi kolay kolay görülemez.
İnsan hakları sorunlarına yol açtığı kadar başka sorunları da tetikleyen bir başka neden de terördür. Terör, bilinen sonuçlarının yanısıra bir yandan da ülke ekonomisine olumsuz etki yapmakta, uyuşturucu ticaretini bir araç olarak kullandığı için uyuşturucu bağımlılığının artmasına ve buna bağlı olarak da suç oranlarının artmasına yol açmaktadır. Ayrıca da insan hakları konusundaki gelişmeleri yavaşlatma gibi bir olumsuz etkisi daha vardır.
Bu iki örnekten kolayca çıkarsanabileceği gibi, insan hakları ihlallerinin altında bir dizi neden bulunmaktadır ve bunlar yalnızca insan hakları bağlamında çözülmesi mümkün olmayan sorunlardır.
Bu durum yalnızca Türkiye için değil, insan hakları açısından sorunları bulunan gelişmiş ya da gelişmekte bulunan toplumların tümü için geçerlidir.
Buradan çıkan bir önemli sonuç vardır: insan hakları konusunda içtenlikli duyarlık gösterenlerin, bu sorunların “kimyası” hakkında da duyarlı olmaları zorunludur.
Bu “kimya” tam anlaşılıp, insan hakları sorunlarına girdi oluşturan diğer sorunlar, bunun için ise onların nedenleri ortadan kaldırılmadıkça insan hakları konusunda ancak “kozmetik düzelmeler” sağlanabilir.
Çıkarsanabilecek ikinci bir sonuç da, bu tür sorunlarla mücadele etmek isteyen ülkelerin, aralarında insan hakları ihlalleri de bulunan bir dizi sorunu çözme konusunda işbirliği yapma, daha doğru deyimle bir “kollektif akıl” oluşturma çabası içine girmeleri zorunluğudur.
17-21 Nisan tarihleri arasında Manila’da Birleşmiş Milletler’ce düzenlenen insan hakları konulu sempozyumda, çoğunluğunu “gelişmekte bulunan” (ayıp olmasın diye böyle deniliyor) ülkelerin oluşturduğu toplulukta, kozmetik düzenlemeler konusunda neler yapıldığı konuşuldu. Bu ülkeler, kurdukları örgütleri, bu örgütlerin ne denli yaygın olduğunu açıklarken, Türkiye olarak ise biz, burada açıklanan yaklaşımı dile getirdik.
İnsan hakları sorunlarıyla ilgilenen ve onları gerçekten çözmek isteyen tüm kişi ve kuruluşların ilk yapmaları gereken, “görüntü” ve “kaynak” nedenlerin birbirlerinden ayrılabileceği bir “yeni yaklaşım”ı benimsemektir.
Şu unutulmamalıdır ki yalnız insan hakları sorunları değil, kaynak sorunlardan türeyen türev sorunların tümü, ulusların enerjilerini emen birer sünger gibidirler.
Sorunların çözümü için insanlık tarihi boyunca iki genel yaklaşım gelişmiştir: onların yapılarını (kimyasını) anlayıp müdahele etmek ve yaşayarak görmek. Tarih mezarlığı ikincilerle doludur!
Perşembe, 04 Mayıs 1995
-
Nis 16 2012 Tecrübe, harcanan yıllar değildir..
Üzerinde hiç konuşulmayan tabulardan birisi de tecrübedir. Birisi kendini öveceği zaman, övünmek istediği konuda kaç yıldır deneyimli olduğunu söyleyince akan sular durur. Kendini öven, onca yılı boşuna geçirmediğini, o süre boyunca konu üzerinde bilgi edindiğini, geliştirmeler yaptığını ve yapılmamış her ne varsa onları yapmaya yeterli ve yetkili olduğunu varsayar ve kendisinin dışında kimselerin yapamayacağını ve de yapmaması gerektiğini savunur. Dinleyenler, bu varsayıma genellikle inanmasalar da önemli bir nedenle çok inanıyormuş taklidi yaparlar.
Çok inanıyormuş taklidi yapmanın yüzlerce türü vardır. Baş sallamak, ara sıra hı hı! demek gibi taklitler amatörcedir, karşı tarafı yeterince memnun etmez. Ancak çok darda kalınırsa kabul edilebilir. Daha profesyonelleri küçük sorular sorar, hatta itirazlarda bulunurlar. Ama övünen daima bir yol bulup, mesela saçlarının dökülme nedeninin seyrek yıkamakla ilgili olmayıp konu üzerinde çok kafa yormaktan ötürü olduğuna dinleyeni ikna eder. Daha doğrusu dinleyen ikna olmuş gibi yapar. Bunun sebebi, dinleyenin de hemen biraz sonra esas kendi saçlarının niçin beyazlandığını anlatırken, diğerinin esas sebep olarak eş dırdırını ortaya atıp önceki dinleyeni bozum etmemesini temin içindir.
Ama aslında iki taraf da geçmiş yılların, iddia edildiği gibi mutlaka yararlanılabilecek örnekler (tecrübe) bırakması zorunluğu olmadığını pekala bilirler.
Yıllar boyunca, yalnızca olaylara seyirci olmayıp, onları bir ölçüde yönlendirebilmiş olanların gerçekten çıkaracakları sonuçlar -ki tecrübe buna denilmelidir- çok değerlidir.
30 yıl boyunca doğru mu eğri mi olduğuna kafa yormadan bir otomat sadakatiyle kendine verilen işleri yapmış olanlar da muhakkak ki saygıdeğer insanlardır. Ama gerçek anlamıyla tecrübeli değillerdir.
Bu konuya değinmemin nedeni, bütün Dünya ile birlikte yaşanan değişim süreci içinde, ülkemizde bundan böyle sık sık sistem değişikliklerinin konuşulacağını düşünmemdir. Gazetelerde yer alan, cezaevlerinin özelleştirilmesi, bu çok sayıdaki sistem değişikliğinden yalnızca bir tanesidir. Yarın öbürgün denetimin (her türlüsü) özelleştirilmesini içimize sindirmek zorundayız*.
Bu sistem değişiklikleri gündeme gelince kendilerinden en çok yararlanılacak olanlar tecrübeliler, en çok zarar verecek olanlar da harcadığı yılları tecrübe sananlar olacaklardır. Bürokrasiyi oluşturan irili ufaklı binlerce sistemin değiştirilmesi söz konusu oldukça, bu konularda kendini icazet vermeye yetkili sayanlar, bunları değiştirebilecek gerçek tecrübeli bürokratların en büyük ayak bağı olmuşlar ve halen de olmaktadırlar. Hele bu kişiler kazara çok yetki sahibi yapılırlarsa bu tam bir felaket olmaktadır.
Benim her iki kesimden de ricalarım olacaktır: Gerçek tecrübeliler, deneyimlerinden başkalarını yararlandırabilmek için lütfen ellerinden geleni yapsınlar.
Diğerleri de, kendilerini ve başkalarını kandırmaktan vazgeçip, kenarda oturup anılarıyla vakit geçirsinler. Bu da önemli bir hizmet olacaktır. Hoşça kalınız.
26 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 ÖLÜM NEDİR?
ÖLÜM NEDİR?
Ölümün çeşitli tanımları olsa gerek. Bir kişinin tıbbi olarak ölmesi için hekimlerin aradığı koşullar herhalde kalbin kalıcı olarak durmuş olmasıdır.
Bir futbol takımının antrenörüne göre ise ölüm tanımı daha farklıdır. Bir futbolcunun işe yaramaz hale gelişi onun ölümü sayılabilir.
Buradan hemen görülebilir ki neredeyse uğraş sayısı kadar ölüm türü tanımlanabilir.
Bu türler birbirinden ne denli farklı olursa olsun ortak özellikleri, sokaktaki insan tarafından dahi kolayca anlaşılabilmeleridir.
Bir yazarın yazı yazmayı bırakmasının onu ancak geçmiş yazılarıyla hatırlatacağını, ama yeni yazı yazma açısından ölmüş sayılması gerektiğini herkes anlayabilir. Aynı anlayış kolaylığı diğer ölüm türleri için de geçerlidir.
Ama bütün bunlar içinde öyle bir ölüm çeşidi vardır ki onu kimse kolay kolay anlayamaz, daha doğrusu kabul edemez.
Kanlı canlı bir kişinin tıbben ölmüş olduğunu bir hekim kabullenemez ya da her maçta gol atan bir yıldız futbolcunun ölmüş olabileceğini, antrenörü kabullenemez. İşte bunlara benzer şekilde oluşan ama gerçekten de ölüm sayılması gereken özel bir durum vardır: Bu, “merak tükenmesi” dir.
Merak tükenmesi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. En yaygını “dinlememek” tir. Genellikle “susma” ile karıştırılan “dinleme” tamamen farklı bir süreçtir. İnsanlar susabilir ama aynı zamanda da dinlemeyebilirler.
“Dinlememe”nin çeşitli olası nedenlerinden biri olan “merak tükenmesi” nin yanısıra başka sebebleri de tabii ki olabilir. Ama dinlemeyen bir kişinin merakının tükenmiş olması olasılığı yüksektir.
Merak tükenmesinin ikinci dışavurum biçimi “ben biliyorum, herkes beni dinlesin” tavrıdır. Herhangi bir yolla edindiği bilgileri doğru ve de mutlak bilgi sanan, yeni ve de bildikleriyle çelişen bilgileri dinlemekten korkan kişilikler, kendilerini bu yolla korurlar.
Herkes kendisini dinlediği için, onun kimseyi dinlemesi, dolayısıyla da bildiklerini değiştirmek için çaba harcaması tehlikesi yoktur. Bu yolla ölmüş kişiler sanıldığından daha çoktur ve çoğu da toplumun seçkin kesimi içindedir.
İnsan içiçe geçmiş bedenlerden oluşmuş ve bazıları canlı bazıları ölmüş durumda olabilir. Yukarıdaki iki test, insanların bu bedenlerinden ne kadarının sağlam ne kadarının ölmüş olduğunu saptamak için basit fakat sağlamdır. Bu yolla karşınızdakinin – ve tabii ki kendinizin – ne kadar canlı ne kadar ölmüş olduğunu saptayabilirsiniz.
Çarşamba, 22 Kasım 1995