• NİHAYET BİLİM DÜNYASINI SARSACAK KEŞFİ YAPTIK!

    NİHAYET BİLİM DÜNYASINI SARSACAK KEŞFİ YAPTIK!

    Antoine-Laurent Lavoisier (1743-94), yaklaşık 200 yıl önce, kendi adıyla anılacak olan ünlü yasasını ortaya koyuyordu: “Her operasyon veya tepkimede, önceki ve sonraki madde miktarı eşittir. Sadece, değişim ya da dönüşüm vardır.”..

    Gerçekte ise bu yeni bir keşif değildi. En az 2000 yıl önce tek Tanrılı dinler tarafından da , bir şeyin yoktan var edilemeyeceği, bunun ancak Tanrıya mahsus olduğu kesin bir dille belirtiliyordu. Lavoisier, bunu deneysel olarak göstermiş, böylece bilim de bu dogmayı kendi ilkelerine göre sınayıp kabul etmişti.

    Ama, bunun böyle olmadığını savunanlar da vardı. Simya denilen dal, tam olarak “yoktan var etmek” ile değil ama benzer bir işle uğraşıyordu. Herhangi bir maddenin altına dönüştürülebileceğini savunan simyacılar, modern kimyaya belki de zemin hazırlıyorlardı. Ama ne yazık ki modern bilimin çarkları, bu gayretli insanların büyük bir bölümünü ezip geçti.

    Simyacılar tamamen yok oldu sanıladursun, onlardan bir avuç idealisti değişik toplumlar içinde, değişik meslekler altında çabalarını sürdürüyor, bir gün gelip “yoktan var etmenin sırrı”na ereceklerini düşünüyorlardı.

    Acımasız bilim, onların hiç bir şekilde kendilerini afişe etmelerine, çalışmalarını toplumla paylaşmalarına izin vermiyordu. Bu yüzden de simyacılar, kimsenin aklına gelmeyecek meslekler edinerek yaşamlarını ve bu kutsal çabalarını sürdürmek zorundaydılar.

    Her yerden kovalanan, hiç bir yerde kendilerine yaşam fırsatı verilmeyen bu kişiler, nihayet kendilerine kucak açan, sevecen ve “temiz” insanlardan oluşan bir vatana bizim sayemizde kavuşmuşlar, burada ekonomist, bankacı, mühendis gibi saygın mesleklerin kisvesi altında icra-ı sanat etmişlerdir.

    Şimdi, 2000 yılın rüyaları yavaş yavaş gerçekleşmekte, “yoktan var olmaz, var olan ise yok olmaz” diyenler utanmaktadırlar.

    Yakın bir geçmişte, “biz hiç bir vatandaşımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” derken, bu müthiş keşfin ilk sinyalleri veriliyordu. Enflasyon var oldukça, bunu birilerinin taşıması gerekeceği dogması yıkılıyor, kimsenin taşımasına ihtiyaç olmayan bir enflasyon tanımlanmış oluyordu.

    Günler geçip, bu vatanın “temiz” insanlarından herhangi bir itiraz gelmeyince, bu defa “yeni simya” denilebilecek bu dalın daha somut ürünlerinin pazara sürülebilmesine sıra gelmiş oluyordu.

    Geçtiğimiz günlerde, “esnek limitli kredi kartı” adıyla pazara çıkan bu “yeni simya” ürünü, ay sonunu getiremeyen milyonlarca insana bir müjde olarak patlatılıyordu: “Artık özgürsünüz, ay sonu param bitti diye üzülmeyin, kredi kartınızın limiti dolduysa esnetiriz, böylece sorun da çözülmüş olur

    Her toplumda bozguncu insanlar çıkacak, toplumun önünü tıkamaya çalışacaklardır. Esnek limitli kredi kartı buluşunu, halkımızın, açlığını yüzlerce yıldır duyumsadığı “bilime katkı” olarak değerlendirmek yerine, “peki bunu gelecek ay kim ödeyecek” gibisinden sevimsiz sorular sorarak değersizleştirmeye çalışanlar da çıkabilecektir.

    Ama üzülmeyiniz, bizim “temiz” insanlarımız böyle sorulara aldırmayacak kadar temizdir.

    16 Nisan 2012

  • “NASIL” YERİNE “NE” LERİ BELİRTEN ŞARTNAMELER !

    “NASIL” YERİNE “NE” LERİ BELİRTEN ŞARTNAMELER !

    Bir mal veya hizmeti tanımlayacak şartnameler, belirli bir temin kaynağını özendirerek veya ima ederek, “nasıl” sorularına cevap verir biçimde değil, temini öngörülen mal veya hizmetin “ne” olduğunu belirtecek şekilde hazırlanmalıdır.

    Kamu alımlarında şartnameler bazı hallerde belirli bir mal ve/ya hizmet ürününü tanımlayacak şekilde, yani “nasıl” sorularına cevap verecek şekilde hazırlanmaktadır. Yerine getirilmesi gereken işlev(ler)in nasıl yerine getirileceği belirtildiği takdirde, sadece bir veya birkaç firma tarafından teklif verilebilmekte, aynı işlevi başka türlü ve muhtemelen daha iyi ve/ya daha ucuz yerine getirebilen firmalar işin dışına itilmektedirler.

    Ne yerine nasılları cevaplayan şartname hazırlama eğilimi yalnızca kötü niyet eseri olmayabilir. Elde mevcut şartnamelerin örnek alınması ya da “ne”lerin istendiğini belirten şartnamelere verilebilecek farklı tekliflerin karşılaştırılmasındaki olası güçlükler nedeniyle “nasıl” türü şartnameler tercih edilmektedir.

    Bunun yerine, satın alınmak istenilen mal ve/ya hizmetlerin “ne” olduğu tanımlandığı takdirde doğan şaibeler ortadan kalkacak ve ayrıca yerine getirilmesi istenilen işlev(ler) hakkında alternatif tekliflerin edinilmesi mümkün olabilecektir.

    Ayrıca, “ne”lerin belirtimi “nasıl”ların belirtiminden çok daha kolaydır. Örneğin, bir su arıtma tesisine ait şartnamenin “nasıl” yöntemiyle hazırlanması halinde sayfalar dolusu şartname yazmak gerekirken, “ne” yönteminde sadece arıtılacak suyun kirlilik derecesi, debisi ve çıkış suyunun arınmışlık düzeyinin belirtimi yeterli olacaktır. (Ancak bu, ilk yatırım ve işletme safhası giderleriyle ilgili çok sayıda bilginin istenmeyeceği demek değildir. Bunlar her iki yöntemde de istenecektir)..

    Ayrıca, standart dışı özellikler talep edildiğinde, bunun belirli bir firmayı korumak için olmadığından emin olunması ve gerekirse uygun alternatiflerin önerilebilmesi ya da alıcının uyarılarak alımın daha sağlıklı yapılmasının temin edilebilmesi için, standart dışı özelliklerin gerekçesi şartname ekine konulmalıdır.

    Bazı durumlarda ise çeşitli nedenlerle belirli bir ürünün (hatta markası ve firması dahi belirtilerek) satın alınması için şartname hazırlanması gerekebilir. Bu gibi durumlarda marka ve firma adı belirtmekten kaçınmak için “nasıl” türü şartname hazırlayarak üstü örtülü biçimde hareket etmek yerine gerekçesini ilan ederek marka ve firma belirterek alıma gidilmelidir.

  • BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    Dilimizde karşılığı “girişimcilik” (entrepreneurship) olarak bulunan bir sözcüğe karşılık, dilimize henüz yerleşmemiş olan bir deyim daha var: Intrapreneurship ! Buna da iç-girişimcilik diyebiliriz.

    İç-girişimci (İG diye kısaltacağım), bir kuruluşta ücretle çalışırken, o kuruluşun yardımıyla kendi işini kuran kimsedir. Bu operasyona da iç-girişimcilik denilmektedir.

    Niçin İç-girişimcilik?

    • Kuruluşların, iş hacmini küçültmeden personel kadrosunu küçültmek,

    • Kamu kuruluşlarını özelleştirebilmek için rasyonalize etmek,

    • İnsanların, kendi işlerinin sahibi olduklarında daha verimli çalışmaları,

    • İG’nin, kendisine yardımcı olan kuruluşun yanısıra başka kuruluşlara da üretim yapması dolayısıyla;

    1. Maliyetlerinin düşmesi,

    2. Kalitenin yükselmesi,

    3. Bir kuruluş yerine daha çok kuruluşa üretim yaptığı için işini kaybetme riskinin azalması

    • Çalışanların bu yolla kendini daha özgür hissetmeleri

    • gibi nedenler, “çalışanlar”ı ve “kuruluşlar”ı, İG’ye iten başlıca nedenlerdir.

      Her çalışan İG olabilir mi?

      Hayır. Bunun için bazı özelliklere sahip olmak gerekir. Eğer bir kişi:

      • Kendi işinin sahibi olursa daha özgür, daha verimli çalışacağına inanıyorsa,

      • Yapacağı işi iyi biliyorsa,

      • İşinin tekniğinin yanısıra, bir işi yönetebilmek için gereken çeşitli becerilere sahipse ya da sahip olmak için çalışıp bunu başarabilecek güçteyse,

      • Risk almaya hazırsa,

      • Sabit gelirin çekiciliğinden kendisini kurtarmaya ailesiyle birlikte hazırsa,

      • Çalıştığı kuruluş kendisine güveniyorsa,

      • Kendisi çalışmakta olduğu kuruluşa güveniyorsa,

      • Yapacağı üretimi, kuruluşundan başkalarına da satabileceğine inanıyorsa ve

      • Daha çok para kazanmayı istiyor, ama “gerçekten” istiyorsa o kişi İG olmaya iyi bir adaydır.

      Kuruluşlar İG’lik için ne yapmalı?

      • İlk yapması gereken, kuruluşun, bir İG’lik yöneticisi atamasıdır. Bu iş ne kadar büyük ele alınacaksa ona uygun yardımcı sayısıyla desteklenir.

      • İkinci yapılacak olan, hangi konularda İG’liğin mümkün olduğunun listelenmesidir.

      • Diğer yandan, kuruluş içinde İG olabilecek kişilerin (İG adayı) saptanmasıdır.

      • Bunlara paralel olarak, bir İG’lik prosedürü hazırlanır. Bu prosedürde, operasyon her yönüyle açıklanır.

      • Ayrıca, bir İG’ye hangi desteklerin sağlanması gerektiği, bunları hangi yollarla sağlayabileceği yine bu prosedürde açıklanır. Bu, İG ve kuruluş arasında bir İG’lik Anlaşması ile yapılır. (İG’nin firma kurma işlemleri, iş yeri, haberleşme, sekreterya, muhasebe, hukuki konular, kredilendirmede teminat gibi konularda desteklerin nasıl sağlanacağı bu anlaşmada açıklanır)

      • Küçük de olsa bir fon tahsis edilir,

      • Bir eğitim düzenleyerek bir işin nasıl kurulacağı, başarısızlık kaynakları gibi konularda İG adayları eğitilir.

      • İG’lerin çeşitli konularda danışabilecekleri bir “network” (ağ) oluşturulur.

      İG’liğin yararları bundan mı ibarettir?

      Hayır. Görüldüğü gibi, oluşturulan bu sistem yalnız İG’leri değil aynı zamanda kuruluş dışı girişimcileri de desteklemeye yeterlidir.

      Yüksek kalite anlayışının giderek önem kazandığı günümüzde, kuruluşlar belli konularda girişimci yaratmak zorundadırlar. Özellikle, yeterli fiyat-kalite-termin güvenilirliğinin sağlanamadığı hallerde yeni girişimcilerin yaratılması kaçınılmaz bir gerekliktir.

      Yurdumuzda, İG’liği uygulayan çok az sayıda kuruluş vardır. Çalışanların kendi işlerini kurmalarının her zamankinden daha önemli hale geldiği günümüzde, başta büyük sanayi kuruluşları ve KİT’ler olmak üzere hepsine yarayışlı bir “alet”, İç-Girişimcilik’tir. Denemeye değmez mi?

  • İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    İSTANBUL PATENT ARŞİVİ

    Sizlere bu sayıda, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Sayın Hüsamettin Kavi’ye yazdığım bir mektubu aynen aktarmak istiyorum. Ayrıca da bir yorum yapmayacağım.

    “Değerli dostum Sayın Kavi,

    İstanbul’da bir Patent Kütüphanesi var. 1987 yılında $400,000 vererek satın almış ve TSE’nin işletimine bırakmıştık. Kütüphaneyi ilk getirttiğimizde, tüm ülkenin buraya akacağını, tüm sanayicilerin, uluslararası yasalarca Türkiye’ye hibe edilmiş sayılan 5.5 milyon patentten yararlanarak bunların tescil ettirilmediği ülkelere yapılacak ihracatta kullanacaklarını ummuştum.

    Gelişme böyle olmadı. Ben de çeşitli kanallara başvurarak kullanımını özendirmeye çalıştım. Bu traji-komik bir hikayedir ve Dünya’nın bir başka yerinde rastlanması mümkün olmayacak bir olaydır. Sanayicinin elinin altına kadar gelen patentlerin, patentler konusundaki “olağanüstü genel cehalet” nedeniyle 10 yıldır hala yeterince kullanılmayışı, kolay açıklanabilir bir olay değildir.

    Geçen hafta, bu kütüphanede çalışan bir tanıdıkla karşılaştım. Eskiye nazaran kullanıcı sayısı biraz artmış. Ama hala kabili ihmal düzeyde.

    Amerika’nın nasıl Amerika olduğu herkes tarafından farklı açıklanıyor. Kimi, “geride gemi bırakmayıp yakan göçmenler”, kimi “zengin kaynaklar” kimi de başka nedenlerle açıklıyor. Tabii ki her birinin ayrı ayrı rolü vardır. Ama, bu ulusun insanlarının buluşçuluğa vermiş oldukları önemle açıklayan çok az kişi vardır.

    ABD başkanlarından Abraham Lincoln bir mucittir. 0066 nolu patent kendine aittir. “Sığ sularda karaya oturan deniz taşıtlarının kurtarılması için bir araç” adlı patent A.Lincoln adına tescillidir. Thomas Jefferson bir diğer mucit başkandır. Buluşlara o denli önem vermiştir ki, Dış İşleri Bakanı olduğu dönemde -bakanlığının konusuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen- her akşam, o gün yapılan patent başvurularını bizzat incelemiştir.

    Türkiye’de ise bir tane dahi devlet adamı buluşlarla ilgilenmemiştir. Aramızdaki fark budur.

    Size ekte, 1993’de bu amaçla Rotary klüplerine yazdığım bir yazıyı sunuyorum. Bunu, sizin bu konulara yaklaşımınızı bildiğim için bir ümitle yazıyorum. Patentlerin, sanayinin gelişiminde ne denli önemli olduğunu lütfen bizzat inceleyiniz. Amerika seyahatiniz olduğu zaman lütfen Washington D.C.deki Smithsonian Institute’ü ziyaret ediniz ve ayrıca Kittyhawk denilen yerde, iki bisiklet tamircisi olan Wright kardeşlerin ilk uçağı uçurmak için gösterdikleri olağanüstü çabayı yerinde görünüz.

    Değerli dostum,

    Ne yapıp yapıp, Türkiye’ye bu patent işini anlatabilmeliyiz. Konunun en acı yanı, bu konularda en çok ilgili olması gerekenlerin inanılmaz tutumlarıdır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuları da “zaten” bilen (!) uzun ünvanlı kişiler, anlaşılmaz bir tutumla bu hayati konuya ilgi göstermemektedir.

    Sanayimizin çıkışı, buluşçuluğu toplumsal değer yargıları kümemizin en başına yerleştirmekle mümkündür. Bunu ancak bir işbirliği ile yapmak mümkün görünüyor. Bir Teknoloji Duyarlık Grubu kurduk. Bu yolla da işbirliği yapabiliriz.

    Bu konuda girişimlerinizi bekleyerek ve görüşmek üzere selam ve sevgiler”

    ek: Saygıdeğer Rotaryen dostlarım,

    03 Şubat 1993

    Çoğunluğunu işadamlarımızın oluşturduğu topluluğunuzu yakından ilgilendireceğini umduğum bir konuyu dikkatinize getirmek üzere bu mektubu sizlere yazmayı düşündüm.

    Bu konu, İstanbul-Taksim’deki Patent Arşivi’nde mikrofişleri bulunan yaklaşık 5 milyon adet patentin, siz girişimcilerimizin önüne açtığı büyük potansiyel ile ilgilidir.

    1987 yılında A.B.D.’den US$ 400,000 karşılığında satın alınan ve halen Taksim’de Türk Standartları Enstitüsü Bölge Müdürlüğü binasının 2nci katında bulunan bu arşivde (patent kütüphanesi de denilebilir), A.B.D.’de bugüne kadar tescil edilmiş olan tüm patentlerin mikrofişleri bulunmaktadır.

    Bu konuda sizlere bazı kısa bilgiler sunmak istiyorum: Ülkemizde yaygın inanç, bir patentin mutlaka “ticari sır” olarak saklanan bazı “püf noktaları”nın bulunduğudur. Dolayısıyla, bu “sır”ları bilmeksizin patent dokümanlarının bir işe yaramayacağı sanılır.

    Gerçek ise böyle değildir. A.B.D. patent yasalarına göre , bir buluşa patent verilebilmesi için, buluşa ait TÜM TEKNİK AYRINTILARIN, o konuda ortalama bilgi sahibi bir uzmanın kolayca anlayabileceği bir detayda açıklanmış ve Patent Ofisi’ne o şekilde tevdi edilmiş olması gerekmektedir.

    Diğer yandan, her patent, ancak tescil edildiği ülkelerde koruma altındadır. İstanbul’daki Patent Arşivi’nde bulunan patentlerin ise yalnızca 22,000 adedi yani %0.5’i ülkemizde tescil edilmiş, geri kalan %99.5’u ise Türkiye’deki girişimcilerimizin serbestçe kullanımına bırakılmıştır. Bunun olası nedeni, “Türkiye’deki girişimcilerin henüz bu patentlerden yararlanabilecek bilinç düzeyine gelmemiş olduğu, dolayısıyla da Türkiye’de tescil için bir masraf yapmaya gerek olmadığı” varsayımıdır. Ancak bugüne kadar -maalesef- bu varsayımın aksi de gerçekleşmemiştir.

    Bu patentlerin içinde, her sektördeki akla gelebilecek hemen her konuda buluş mevcuttur. Bu, yeni ürünler arayışı içinde bulunan siz müteşebbislerimizin kullanımına amade bir kaynakla karşı karşıya bulunduğunuz anlamına gelmektedir.

    1987’de hizmete girmesine, kullanımı için hiç bir ücret talep edilmemesine rağmen, iyi tanıtılamadığı için bugüne kadar gereken ilgiyi görmemiştir.

    Diğer yandan, Asya Kaplanları denilen ülkelerin her birindeki olağanüstü sanayi gelişmesi içinde, aynı patent arşivlerinin büyük etkisi olmuş ve halen de olmaktadır.

    Ülkemizde, patent konusunun ne denli önemli olduğu, patent mekanizmasından yararlanarak ekonomik gelişmenin nasıl harekete geçirilebileceği ve bu gelişmenin kendi kendini tahrik ederek nasıl bir “zincirleme reaksiyon”a yol açtığı maalesef anlaşılamamıştır.

    Bugün A.B.D.’yi Dünya lideri yapan az sayıdaki faktörden birincisi, A.B.D. patent yasası uyarınca oluşmuş bu “icatçılık atmosferi”dir.

    Benzer şekilde, buzlarla kaplı fakir bir ülkeyken endüstri ötesi ülke konumuna gelmiş olan İsveç’i bugünkü haline getiren sebebin, bu ülke insanlarının yaptığı 49 adet temel icat olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. Siz müteşebbislerimiz ve dolayısıyla da ülkemizin, benzer bir gelişmeden yararlanabilmesi, benzer bir “innovation” ortamının doğmasına bağlıdır.

    Topluluğunuz içinde bu zengin kaynağı keşfetmiş ve onu kullanan müteşebbisler vardır, ancak sayıları son derece azdır.

    Bu arşivin yurdumuza getirilmesinde katkısı olmuş bir kişi olarak sizlere önerim, yabancı dil bilen birer elemanınızı görevlendirerek bu zengin kaynaktan faydalanmanızdır.

    Sizlere ekte, EKONOMİST dergisinde bu konuda yayımlanmış bir makalemi de takdim ediyorum.

    Başarı dileklerimle birlikte saygılarımı sunuyorum.

  • İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    İNGİLTERE’DEN TEKNOLOJİ TRANSFERİ GERÇEKLEŞMİŞTİR !

    Refah ve mutluluğun başlıca parametresinin üretim, onun da önemli bir girdisinin teknoloji üretimi olduğunu ileri süren az sayıda çarpık fikirli insanımıza karşılık, teknoloji üretmenin gereksiz bir çaba olduğunu, teknoloji her neredeyse parayı bastırıp oradan transfer edilebileceğini savunan büyük bir çoğunluk var. Çoğunluk haklı olacağına göre demek ki teknoloji transfer edilebilir bir şey olmaktadır.

    Nitekim, ülkemizin son olarak gerçekleştirdiği bir teknoloji transferi bunun mümkün olabileceğini de göstermiştir. Uydu yayını aracılığıyla ülkemize ulaşan BBC televizyon yayınları yoluyla ve bilabedel olarak bir teknoloji transfer edilmiş ve yaklaşık 10 milyon vatandaşımızın hizmetine sunulmuştur.

    Ayrıca da, “teknoloji transfer edilmez, üretilir” diyen dangalaklar da ağızlarının payını almış biryerlerinin üstüne oturmuş bulunmaktadırlar.

    BBC aracılığı ile ülkemiz sınırlarını aşıp gelen naklen futbol maçı yayınlarında, İngiliz seyircilerinin hep bir ağızdan “oley, oley, oley; we are the champ!” sloganları hiç bir kültürel deformasyona uğramadan Ardahan-Sarıkamış maçında da aynen kullanılır duruma getirilmiştir.

    Her ne kadar bir kısım kendini bilmez çıkıp, “ulan bunun neresi teknoloji transferi. Slogan dahi üretemiyoruz” diyecekse de onlara aldırmamak gerekir. Çünkü onlar azınlıkta, biz ise çoğunluktayız.

  • “HATA” NE DEMEKTİR?

    “HATA” NE DEMEKTİR?

    Daima yarım saat geri kalan ya da kırkbeş dakika ileri giden bir saat zamanı doğru gösterebilir mi? Evet, hem de hiç şaşmadan gösterir. Saat her kaçsa ona yarım saat ekler ya da kırkbeş dakika çıkarırsanız zamanın doğru değerini bulursunuz. Dolayısıyla böyle bir saat hatasızdır.

    Pekiyi, hatası böylesine sabit değil de ve mesela tek saatlerde on dakika, çift saatlerde bir dakika yanlış gösteriyorsa ne olacak? Yine sorun yoktur. Bu sistematik yanlışa göre saatin gösterdiği değeri düzeltirseniz yine zamanın doğru sunu bilebilirsiniz. Dolayısıyla böyle bir saat de hatasızdır.

    Hatta bu kadar değil, çok daha karmaşık yanlışlar yapan bir saat de hatasız olabilir. Örneğin, her ayın ilk pazar günü tek saatlerde bir dakika geri kalıp, diğer çift günlerde her saat o kadar dakika geri kalıp, geri kalan zamanda her dakika bir dakika ileri giden bir saat de zamanı doğru gösterir ve de saat yine hatasızdır.

    Hatalı saat, yapacağı yanlışın, hangi algoritma’ya uyduğu belli olmayan, yani düz deyimle ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen saatlere denir.

    Saatler için doğru olan bu kural tüm ölçü aletleri ve insan davranışları için de geçerlidir.

    Ölçme denilen bilim dalının bu pek basit kuralının bütün vatandaşlarımızca bilinmesinde sayısız yararlar vardır.

  • “ÇEVRE SORUNLARI” MI, YOKSA “ÇEVRE’DE KRİSTALLEŞEN SORUNLAR” MI?

    “ÇEVRE SORUNLARI” MI, YOKSA “ÇEVRE’DE KRİSTALLEŞEN SORUNLAR” MI?

    Değerli okurlar,

    Daha yazımın hemen başında kalkıp da “Türkiye’mizin çevre sorunları diye bir meselesi yoktur” desem, yazımı okumayı muhtemelen hemen bırakır, “bu adam deli olmuş saçmalıyor” derdiniz. Bu nedenle “şimdilik” böyle bir şey söylemeyeceğim.

    Ama, akıllarınıza, “acaba gerçekten de çevre sorunları diye bir meselemiz yok mu?” diye bir kuşku düşürmeyi istemiyor da değilim.

    “Çevre sorunları” olsun, onun bir parçası olan “erozyon sorunu” olsun, ya da gündemimizin ilk sırasını yıllardır işgal eden “Güneydoğu sorunu” olsun, bu konularda işe yarar önerilerde bulunabilmek için (çünkü işe yaramaz öneride bulunmak için gerekli değildir), adına “Sorun Kimyası” denilebilecek bir kavramı anlamamız ve irdelemelerimizi bu “kimya” nın kanunlarına uygun olarak yapmamız gerekir.

    “Sorun Kimyası” Nedir?

    “Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.

    “Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    “Sorun Kimyası” da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.

    “Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.

    Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan öğesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.

    “Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?

    Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.

    “-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.

    “Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.

    Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.

    “Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!

    “Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:

    Kanun 1- Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.

    Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir.

    Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.

    Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.

    Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.

    Bu yaklaşımın ışığı altında bir adım daha atarak, sorunların nasıl formüle edilmesi gerektiğine ilişkin bazı düşünceler üretilebilir.

    Sorunlar “doğru” adlandırılmalıdır!

    “Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.

    Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.

    Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.

    Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.

    Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkezkaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.

    Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı, trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.

    Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.

    Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.

    Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunlar üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.

    Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.

    İşte bu nedenle, hemen herkesin adına “çevre sorunları” dediği sorunların doğru adlandırılması büyük önem taşımaktadır.

    Sorunları “doğru” ifade etme kuralları!

    Şu 3 kurala uyulduğu sürece, sorulacak bir sorun genellikle doğru formda ifade edilmiş olacaktır:

    Kural 1– Belirsiz (muğlak) kavramlar kullanmamak,

    Kural 2– Gereksiz söz / sözcük kullanmamak

    Kural 3– Tüm sorunu tek soru ile tanımlamaya çalışmak yerine, kısa adımlı ardışık sorular sormak.

    Belirsiz kavramlar birkaç biçimde olabilmektedir. Bir türü, “iyi tanımlanmamış kavramlar” nedeniyle doğan belirsizliklerdir.

    Örneğin, “çevre kirliliğinin önlenmesi”, hem türev ve hem de belirsizlik içeren bir kavramdır. Dünya yüzünde sapıklar ve bu işi belirli bir amaçla -mesela bir başka ülkeye zarar vermek gibi- yapan profesyoneller dışında çevreyi kirletmek için kirleten kimse yoktur. Çevre kirliliği, başka faaliyetlerin birer türevi olarak ortaya çıkmakta olup ve burada üzerine gidilmesi gereken “çevre kirliliği” değil, “kendi çıkarını, başkalarının çıkarlarını çiğneyerek sağlamak” olgusudur. Bu eğilim ise yalnız çevreyi değil birçok başka sosyal kurumu da tahrip etmektedir.

    Ayrıca da buradaki “çevre” ve “kirlilik” kavramları da iyi tanımlanmış deyimler değildir. Dünyayı kirletmemek için nükleer atıkların uzaya yollanması halinde kirletilen bir “çevre” var mıdır, varsa hangisidir? Kirlilik de en az çevre kadar belirsizdir. Birisi için kirlilik sayılan bir eylem -mesela rüşvet- bir başkası için uyanıklık, bir diğeri içinse zorunluk olarak değerlendirilebilmektedir.

    `Belirsiz’ (muğlak) hedefler koymak, fazla düşünmekten kaçarak her şeyi (yani hiç bir şeyi) ifade etme kurnazlığının ya da yalın, kavramları birbirine karıştırmadan düşünememenin, çoğu zaman da bu iki nedenin bir karışımının sonucudur.

    Toplumumuzun kavramlar dağarcığında bulunan önemli kavramların çoğu iyi tanımlanmamış olup bu, bir çok yeni sorunun ortaya çıkmasında bir “kaynak” rolü oynamaktadır.

    Yine bu sınıfa girebilecek bir alışkanlık da ne olduğu pek belli olmayan ama kulağa hoş gelen ya da söyleyenin belirli bir entellektüel ve/ya ideolojik sınıfa ait olduğunu çağrıştıran kalıp söz ve/ya kavramlar kullanmaktır.

    İkinci kural kapsamına girenler ise çeşitli nedenlerle kullanılan, ama sorunu ortaya koymada herhangi bir yararı bulunmayan söz ve sözcüklerdir. Bu gereksiz kullanımın nedenlerinden birisi güzel konuşma isteği, bir diğeri ne söyleyeceğini bil(e)meme, sonuncusu ise uyarılma, kendini belli etme gibi kişisel gereksinimlerdir. Süslenmiş, dışı hoş içi boş uzun sözlerin ardında muhtemelen bu nedenlerden birkaçı birden bulunmaktadır.

    Yanlış formda soru sormanın üçüncü grup nedeni ise, uzun atlama merakı denilebilecek bir arzudan doğmaktadır. Aile-okul-çevre üçlüsünün öğrettiği soru sorma ve yanıtlama biçimi, doğru yanıtların bir defada bulunmasına ya da bulunamayıp yanılmasına dayalıdır. Bir sorunu, birbirine yakın gibi görünen, ama her defasında küçük bir bilinmez eklenerek geliştirilen bir dizi soru’dan oluşturma usulü, doğru soru sormanın üçüncü kuralıdır.

    Şimdi, şöyle bir itiraz giderek daha anlamlı hale gelmektedir: “çevre sorunları” biçiminde dile getirilegelen sorunlar, aslında, bazı yapı taşlarından oluşmaktadır ve bu yapı taşları yalnız “çevre sorunları”nı değil, birçok başka sorunları da oluşturmaktadırlar.

    Bu ise iki önemli somut sonuç doğurmaktadır:

    1. “Çevre sorunları”, iletişim kolaylığı sağlayan bir adlandırma ise de, gerçekte bağımsız olarak var olmayan yani görüntüsel (phantom) sorunlardır. Dolayısıyla bu halleriyle “halledilebilir” sorunlar değillerdir.

    2. “Çevre sorunları”nı oluşturan “yapıtaşı sorunlar” halledildiği takdirde, bambaşka “görüntülerdeki” sorunlar da halledilmiş olacaktır.

    “Çevre sorunları”nı oluşturan “yapıtaşı sorunlar” nelerdir?

    İnsanı, hayvanı, bitkisi ve taşı-toprağı ile tüm varlıkları içinde bulunduran eko-sistemin, bu ögelere “sürdürülebilir bir yaşam” sağlayamaması şeklinde ifade edilebilecek “çevre sorunları”nı oluşturan yapıtaşları şunlardır:

    1. Toplumumuzda insanların, eko-sistem bilincinin yetersizliği,

    1. Kullanılagelen sosyo-ekonomik kalkınma teknolojilerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine uygun olmayışları,

    2. Bireysel ya da toplumsal ölçeklerde kullanılagelen sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine izin vermeyecek biçimde kullanılması.

    Bu ana başlıklarda dile getirilen sorunlara yol açan ikincil, üçüncül ilh. sorunlar ardışık olarak* şöyle değerlendirilmektedir:

    1. Toplumumuzda insanların, eko-sistem bilincinin yetersizliği:

    1. Sorunların “görüntüleri” ile “kaynakları”nın ayrılamayıp, görünen nedenlere ağırlık verilerek çözümlenebileceğinin sanılması (ve çoğu halde de, giderilen bir görüntünün başka ve daha derinde yeni sorunlar yaratması ve bu durumun, sorunun, çözüldüğü biçiminde algılanarak kaynaktaki nedenlerin gözardı edilmesi).Bu yanlış algılama, “bilinç yaratma”nın öneminin anlaşılmayışına yol açmaktadır:

      1. Toplumumuzun düşünme biçiminde “nedensellik bileşeni” nin yeterince yer almayışı.

    1. Herhangi bir sorunun çözümü sürecinde, vazgeçilemez koşulun, “çözümlerin üzerine oturacağı bir bilinç temelinin oluşturulması” olduğu gerçeğinin önemsenmeyişi:

      1. Çözümlerin genellikle anti-demokratik biçimlerde (tepeden inme) bulunup uygulanması geleneğimiz.

    2. Eko-sistemin hassas dengeleri konusunda bilgisizlik:

      1. Okul müfredatlarında bu konuların yetersizliği,

      2. Öğretmen ve velilerin -ki toplumun birer kesiti oldukları için böyle olması doğaldır- bu konulardaki bilgi yetersizlikleri,

      3. Medya araçlarının bu konulardaki ilgisizlikleri,

      4. Ekolojiyle uğraşan bilim kuruluşlarının, bu konulardaki gelişmeleri yeterince izlemeyişleri ve/ya topluma aktaramayışları,

      5. Sanatçıların, eko-sistem bilincini geliştirebilecek etkinliklere yer vermeyişleri

      6. Çevre konusunda faaliyette bulunmak üzere örgütlenmiş gönüllü kuruluşların, sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle meşgul olmaları,

      7. İdarenin çevre konusunda çalışan birimlerinin, bilinçlendirme yerine kural koyma yöntemini tercih etmeleri,

      8. Adına “29ncu gün sendromu”* denilebilecek olgu hakkında bilgisizlik.

    3. Eko-sistem bilincini geliştirebilecek pratiklerin yerleşmemişliği:

      1. Ev hayvanı besleme alışkanlığının yaygın olmayışı,

      2. Hayvanları yalnız ekonomik değerleri kadar önemseyen kırsal kesim tutumunun baskınlığı

      3. Kurban adetinin, hayvanların öldürülebilirliği konusunda bir anlayışa, tartışmaya kapalı bir zemin yaratması,

      4. Avcılık adı verilen ve yaşamak için ihtiyaçların karşılandığı çağlardaki anlamını tamamen değiştirip, “hayvan katletme eğlencesi” haline dönüşmüş tutumun toplum tarafından hoş görülebilmesi ve bunun doğayı koruma adı altında maskelenebilmesine seyirci kalınması,

      5. Dinin, insan, hayvan, bitki ve diğer doğa ögelerine karşı insan tutumu konusundaki bütünsel yaklaşımının -ki eko-sistem yaklaşımıı ile tamamen özdeştir- dikkate alınmayışı.

    1. Kullanılagelen sosyal ve ekonomik kalkınma teknolojilerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine uygun olmayışları:

    1. Bu teknolojilerin geliştirildiği geçmiş yıllarda, nüfus azlığı, harcanabilir gelir düşüklüğü, tüketim ahlakı yüksekliği gibi nedenlerle, çevre kirlenmesi sorunlarının, farkedilebilir düzeylerin altında kalmış olması

    2. Bu teknolojilerin geliştirildiği geçmiş yıllardaki bilim ve teknoloji genel düzeyinin, eko-sistem yenilenebilirliğine izin verecek teknolojileri geliştirememiş oluşu.

    1. Bireysel ya da toplumsal ölçeklerde kullanılagelen sosyal ve ekonomik kalkınma süreçlerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine izin vermeyecek biçimde kullanılması:

    1. Tüketim ahlakı yetersizliği,

    2. Ülkeler ve ülkelerin çeşitli bölgeleri arasındaki gelişmişlik farkları, eko-sistem dengelerinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır.

    3. Tüm ahlak öğretilerinin dayanağı ve kendine, başkalarına, doğaya saygı kavramlarının da kaynağı olan “zarar vermemek” ilkesinin toplum yaşantımızda egemen olmayışı:

      1. Bu ilkenin hayata geçirilmesinde en etkin araç olan dinin, bu işlevinin gözardı edilip siyasal bir araç haline getirilmesi,

      2. Sivil toplum örgütlerinin, sınır tanımayan, “zarar vermeme” ilkesini hiçe sayan tek yanlı çıkar sağlama eğilimlerini dengeleyebilecek etkinlikte olmayışı:

    4. Devletin işlevini yapamayışı:

      1. Devletin, “katalitik” bir rol dışında işlev yüklenmemesi** gerektiği bilincinin kamu yöneticilerinde yerleşmeyişi,

      2. Çevre Bakanlığı örgütlenme felsefesinin, diğer bakanlıklar arasında koordinasyon sağlamaya değil, icraat yapmaya yönelik olması

      3. “kirleten öder” ilkesi. Bu ilke, çevre kirletmenin, bedeli ödenerek telafi edilebilecek bir kusur olduğunu, dolayısıyla ödeme gücü bulunanın çevreyi kirletebileceğini varsaymaktadır. Halbuki doğru ilke “kirletmemek” olmalıdır

      4. Birbiriyle çatışan çeşitli gerçekleri uzlaştırabilecek bir “Türkiye çevre konsepti” nin ve buna dayalı Çevre Stratejik Planı’nın geliştirilmemiş oluşu.

    5. İnsanlarımızın, sosyal ve ekonomik ürünleri tüketme arzularını karşılıyabilecek üretimi yapamayışları:

      1. Buluşculuk yetersizliği:

        1. Eğitimdeki ezber uygulamaları,

        2. Sanayinin, rekabet gücü kazanmasına izin vermeyen “korumacılık”,

        3. I.A.a

        4. Buluşculuğu destekleyecek önlemlerin yetersizliği

      2. Beceri yetersizliği,

      3. “Üretmeden tüketmenin mümkün olamayacağı” doğrusunun gözardı edilmesi:

        1. Politikacıların vaat karşılığı oy sağlama eğilimleri,

        2. Vatandaşların oyları karşılığında çıkar sağlama eğilimleri

        3. Kavramların içlerinin boş olup isteğe göre anlamla yüklenebilmeleri, toplum yaşamının ana denklemleri denilebilecek “doğrular” konusunda akıl karışıklığına yol açmıştır,

        4. Tüketme eğilimlerini tatmin edebilecek bir ölçüde ve nitelikte üretim yapamayan bir toplumun bunu enflasyon ve sosyal çalkantılarla ödeyeceği “doğru” sunun politikacı, bilim adamı ve bürokrat kesimlerce topluma anlatılıp, bir “bilinç temeli” oluşturulamayışı.

    6. Erişkinlerin, gelecek için bugünlerinden fedakarlık yapmayışları:

      1. Toplumumuzun erdem değerleri konusundaki sorunları

      2. Gelecek için yapılması istenen özverilerin, o amaçla kullanılmayışının yarattığı hayal kırıklığı.

    Eko-sistemin kendini yeniliyebilirlik sınırlarının dışına çıkmasına yol açan, nedenlerin dışında bazı bireysel nedenler de kuşkusuz vardır. Ama “80/20 kuralı” da denilen “Pareto Kuralı” uyarınca, bir olgunun %80’i, ona yol açan nedenlerin %20’since oluşturulduğuna göre, yukarıdaki analizde sıralanan nedenler, bozulan çevrelerin en az %80’ininden fazlasına yol açmaktadır.

    Dikkat edilirse bu “yapıtaşı sorunları” yalnız eko-sistem sorunlarına yol açmamaktadır. Bu sorunlardan; I A a, III A,

    III Eb, III Ec3, IIIFa, bütün toplum sorunlarımızın oluşumuna giren 5 temel “Sorun Kimyası Elementi” dir*.

    SONUÇ

    Bu “yapı taşı soruinlar” ın her biri için yaratıcı çözümlerden oluşan bir paket, çevre sorunlarının olduğu kadar, bu yapıtaşlarını girdi olarak alan başka sorunların da çözümüdür.

    Türkiye’mizin sorunlarına böyle bir “kimya” yoluyla yaklaşmak zorundayız. Bu “Yeni Bakış”ı benimseyen politikalar, politikacılar ve siyasi partiler 2000’li yılların Türkiye’sini kuracaklardır.Bu “Yeni Bakış”a dayalı olmayan söylemler ise insanlarımızın enerjilerini emen, umutlarını yok eden beyhude çabalar olarak anılacaklardır.

    Tarih, yalnız başarıların değil, hatta daha da çok başarısızlıkların tarihidir. Toplumsal olarak hastalanmış uluslar ancak bu yeni “kimya” yı benimseyebildikleri takdirde kendilerini kurtarabileceklerdir.

  • BÜYÜCÜLER VE SİSTEM TIKANMASI!

    BÜYÜCÜLER VE SİSTEM TIKANMASI!

    Olayları “açıklayabilmek”, herhalde insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlunun başına gelen irili ufaklı her kaza bela, onun açıklama dürtüsünü harekete geçirmiş, başlangıçta kalıplara sonra da nedenlere dayalı bir düşünce biçimi böylece gelişmiştir. Denilebilir ki, bilimin iki temel kaynağı insanların başına gelen istenmeyen olaylar ve onun, bu olayları açıklayabilme merakıdır.

    Başlangıçta çok pratik bir yol bulup, her olayın o olay grubuyla ilgili Tanrı tarafından meydana getirildiğini düşünen insan, giderek başka “açıklama araçları” bulmak gerektiğini idrak etmiştir. İşte medeni toplumların “sorunları açıklama ve çözme kültürleri” bu yolla gelişmiştir.

    Ancak bu dağarcıktaki birikim insanlık ailesinin tüm bireyleri tarafından paylaşılmamakta, bir bölüm toplum bu dağarcığa ne bir şey eklemekte ve ne de birikimden yararlanmaktadır.

    Dünya’nın çeşitli yerlerindeki bir çok ilkel toplum, zelzelenin, koleranın ya da kıtlığın kötü ruhların eseri olduğuna inanmakta, büyücüleri kanalıyla onları lanetleyerek sorunu çözmeye çalışmaktadırlar.

    Çoğumuza pek anlamsız hatta komik görünen büyücü, o toplumlar için su ve hava kadar gereklidir. İnsanlar su ve havasız yaşayabilirler -ki İstanbul’da bu deney yapılmış ve olabildiği görülmüştür- ama olayları açıklayamadan yaşayamaz. Nitekim “çılgınlık” denilen olgunun, olayları kendi kendine açıklayamamanın sonucunda doğan bir “özel uyum durumu” olduğunu biliyoruz.

    Büyücüler, insanları rahatsız eden her ne varsa onları açıklayarak ve ardından da bir çözüm uygulayarak -ki önemli olan birinci safhadır- onları rahatlatırlar. Aynen bilimde olduğu gibi onlar da çeşitli açıklama kategorileri geliştirirler ve zamanla hangi kaza belanın hangi açıklama kategorisine girdiğini şıp diye söylerler. Kendilerine duyulan güven de bu “kendilerine duydukları güvenden” kaynaklanır. (Nitekim bugün de bilim bir çeşit büyücülük yapmakta, bir kısım bilim insanı da ikna edici konuşmalarıyla kaza belayı açıklamaktadır!)

    Büyücünün ana işlevlerinden birisi bu noktadan sonra ortaya çıkmaktadır. Bazı durumlarda ortaya çıkan sorunlar, mevcut açıklama kategorilerinin hiç birisince açıklanamamakta, insanlar telaşa kapılarak büyücüyü görevden almak hatta yargılamak gibi yollara tevessül etmektedirler.

    İşte, yetenekli büyücüler bu gibi durumlarda kendilerini hemen göstermekte, anında geliştirdiği yeni bir “açıklama kategorisi” yardımıyla olayı açıklayıp kendisine umut bağlamış kişileri çıldırmaktan korumaktadırlar.

    Örneğin, bir kadını (veya erkeği) dört keçi karşılığında alarak yaşamını rahatça sürdüren insanlar bir sabah kalkıp da artık dört keçinin yeterli olmadığını görünce bu yüksek enflasyon karşısında derhal büyücüye başvurmakta ve ikna olmak istemekteydiler.

    İyi büyücüler bu gibi durumlarda derhal kafasını işletmekte ve yeni bir açıklama kategorisi yaratarak, “saygıdeğer kabile mensupları, bu durum aslında çok iyi bir durumdur, daha da kötü olabilirdi, dolayısıyla nankörlük etmeyin” gibi fevkalade ikna edici bir açıklama yapmaktaydılar.

    Ancak kabile toplumu da olsa oralarda da kafası işleyen bir takım kimseler bulunmakta ve bu palavraları yutmadığı için itiraz etmekteydiler. İşte bu gibi durumlarda büyücünün prestijinin tehlikeye düşmesi riski doğduğu için büyücüler fevkalade şiddetli tepkiler gösterirler, bağırır çağırır, itiraz sahibine hakaretler ederlerdi. Hatta bazı büyücülerin daha da ileri gidip itiraz sahibini bizzat cezalardırdığı da görülmüştür. Bütün bunlardan görüldüğü gibi, büyücülük çok kritik bir kamu görevidir.

    Büyücülüğün evrimle gelişerek bilim halini alması, bir anlamda açıklama araçlarının gelişmesi, ama ondan da önemlisi tüm büyücülerin aynı araçları kullanmaları ve de her büyücünün aklına geldiği, tebasına yedirebildiği araçları icat edememesi geleneğinden kaynaklanmaktadır. Her büyücü, kullandığı açıklama aracının sertifikasını -her sorulduğu zaman- ibraz etmek zorundadır. Oyunun temel kuralı budur.

    Ülkemiz bir kabile toplumu değildir. Medeniyet skalasındaki yerini göstebilecek “doğrudan ölçme cihazları” da henüz yapılmadığı için tam yerini bilemiyoruz.

    Ama dolaylı bazı göstergelere bakarak, büyücülükten bilime ne denli geçtiğimizi belirleyebiliriz. Madem ki büyücülüğün temel göstergesi, “tutarlılık kaygusu olmadan yerine göre açıklama icad etmek” tir, buna göre kolay kolay hiç bir kabilenin büyücüsü bizimle başa çıkamaz.

    Ülkemiz sorunlarının çoğalması ve idarelerin bunları çözmede yetersiz kalışları, açıklanması gereken bir durumdur. Ama bu açıklamanın, büyücününki gibi değil biliminki gibi olmalıdır.

    “Sistem tıkanmıştır, dolayısıyla sorunlarımız çözülemiyor” gibisinden bir büyücü açıklaması günümüzün yeni modasıdır.

    “Sistem tıkanması” diye bir deyim bilimde var mıdır? Tıkanma ne demektir? Bu bir kanalizasyon borusudur da o mu tıkanmıştır? Bu “açıklama”ları hangi büyücüler icad etmektedirler?

    TV’lerdeki tartışma programlarında sürekli olarak yeni “açıklama kategorileri” izliyoruz. Bunlar yetmezse “bağırma çağırma, hakaret etme hatta üzerine yürüme gibi “açıklama destekleyici önlemler” yer almaktadır. İşin ilginç yanı, bu yeni kategorilerin önemli bir bölümünün, bilim adına icad edilmesidir ve işte üzülmemiz gereken nokta budur.

    Pazar, 8 Ocak 1995

  • “BİZ İCATÇI İNSANLARIZ”

    “BİZ İCATÇI İNSANLARIZ”

    Bir zaman, İsviçre turizm örgütünün, ülkelerine gelen turistlere, turistin dilinde İsviçre’yi tanıtmak üzere hazırlattığı bir yayınlar vardı. Bir harita büyüklüğündeki bu yayının bir yüzünde bir göl ve dağ manzarası, diğer yüzünde ise İsviçre ve İsviçreli’leri tanıtan yazılı bilgiler bulunuyordu.

    Birçok dil arasında Türkçe’nin de kullanıldığı bu depliyandaki bilgiler arasında bir cümle aynen şöyleydi: “biz İsviçreli’ler çok icatçı insanlarızdır…..”. Ve daha sonra, icatçılığın o toplumun yaşamında ne gibi somut değişimlere yol açtığı sıralanıyordu.

    Bu yayın Turizm Bakanlığımızda pek beğenilmiş, hatta aynısının Türkiye için çeşitli dillerde hazırlanması kararı verilmişti. Çünkü metinlerin tasarımı çok emek harcanarak yapılmış, bir ülkeye gelen bir yabancıya verilmesi gereken ne bilgi varsa onlar verilmiş, ama lüzumsuz bir tek sözcük konulmamıştı. Tam, “kanonik ifade” denilebilecek bir güzellikte!

    Gerçekten de fotoğraf ve bilgilerdeki Türkiye uyarlamaları hariç tıpatıp aynı hazırlanmış ve pek de güzel olmuştu. Yalnız dikkatle inceleyince, sadece bir cümlenin metinlerden çıkarıldığı görülüyordu: “Biz Türkler çok icatçı insanlarızdır”..

    Bütün metinlerin aynen korunup niçin sadece bu cümlenin çıkarıldığı sorulduğunda, böylesine alışılmamış bir övünmenin bize hiç yakışmayacağı söylenmişti. Ve bu ne yazık ki doğruydu.

    Bu olayın geçtiği tarihten yaklaşık 10 yıl geçmiş bulunuyor. Bugün Dünyanın geldiği noktada, milletlere artık tek şey zenginlik sağlayabiliyor: buluşçuluk! Sanayide, ticarette, bürokraside, politikada, hatta sanatta buluşçuluk.

    Bilgi toplumlarının ne ürettiğine, onlara zenginliği neyin sağladığına dikkatle bakarsanız, altında yine buluşçuluğu görüyoruz. Son 120 yılda buluşlara alınan patent sayısı yaklaşık 6 milyondur. Bugün ise A.B.D.’de her hafta 6000 ila 9000 arasında patent başvurusu yapılmakta, bunun hemen hemen yarısı tescil edilmektedir. Ama esas patlama, bilgi üretimindedir.

    Günümüzde, bilimsel ve teknik rapor olarak 1 yılda 60 milyon sayfa rapor yayımlanmaktadır. Bunun büyük bölümü, mevcutlardan üretilmiş (icad edilmiş) bilgilerdir.

    Artık ulusların övünebilecekleri tek şey, ne kadar icatçı olduklarıdır. Çünkü bunu yapamayanın yeri bellidir ve o yer beşinci sınıf işleri yapacak olanların arasıdır.

    Birçok sorunumuzun çözümü aslında bu gerçeği ne kadar kavrayabileceğimize bağlıdır. Enflasyon mücadelesinde başarılı olup olamayacağımız, Dünya ölçeğinde ürünler üretip üretemeyeceğimiz, rekabet gücümüzü artırıp artıramayacağımızın başlıca göstergesi her alandaki buluşçuluğumuz olacaktır.

    On yıl önce söylemekten utandığımız bu deyim, bugün kurtuluşumuzun reçetesi haline gelmiştir. Evet artık “eski köye yeni adet getirmeli”, “icat çıkarmalı”, ayıplarımız içinden “icat” kavramını çıkarıp, onun yerine “ezber”i yani kuşkusuzluğu koymalıyız.

  • BİLİM, TÜM EMİN OLDUKLARIMIZI TERKETMEYE HAZIR OLMA TAVRIDIR!

    BİLİM, TÜM EMİN OLDUKLARIMIZI TERKETMEYE HAZIR OLMA TAVRIDIR!

    Bilim, “bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır” denilebilir. Bu yalın bir tanımdır. Bu tanım nedeniyle akla gelebilecek bir çok ikincil soruya yanıt vermemektedir. Örneğin, falcılık da aynı amaca yönelik olduğuna göre acaba bilim ve falcılık aynı şeyler midir?

    Bu gibi spekülasyonlar insanlık tarihiyle yaşıttır. Hemen bütün düşünürler, bilgi ve bilim ile ilgili birşeyler söylemişlerdir.

    Hemen her konuda uzmanlaşmanın oluştuğu çağımızda bilim de kendisiyle ilgili bir sınıf yaratmış ve “bilim adamı” (kadınlar ne olacak bilmiyorum), kavram dağarcığımıza girmiştir.

    Herşeyi somutlaştırmak eğiliminde olan halk, bilim adamını da kalın gözlüklü, dalgın bakışlı, hafif göbekli, gülmeyen bir tipe indirgemiştir. Einstein’in objektife dilini çıkararak çektirdiği resim bir istisna sayılmak gerekir. Zaten kendisi de “bilim adamı” değil çok meraklı ve kuşkucu birisi olduğunu söylemektedir.

    Bunlar bilim adamının karikatürize edilmiş özellikleridir ve bilim açısından hiçbir tehlikesi yoktur. Hatta bilimi sevimli hale getirdiği dahi söylenebilir.

    Bilim insanlarının çoğunlukla akademi çevrelerinde çalıştıkları, araştırdıkları ve/ya bildiklerini öğrettikleri düşünülürse, akademik unvanlarla bilim arasında zamanla oluşmuş organik bağın nedeni de anlaşılmış olur. Zamanla akademik unvan, doğrudan bilimi çağrıştırır, hatta onun tartışılmaz bir kanıtı olur hale gelmiştir.

    İşte bilim adına ve dolayısıyla toplum adına tehlike de burada başlamaktadır. Akademik unvan, edinilebilir bir özelliktir. Yani birileri isterse birilerine unvan verebilir. Örneğin, bir okulda çaycılık yaparken -ki çaycılığı ya da diğer uğraş alanlarını çok önemsiyorum-, oradaki müdürün gözüne girip doktora, sonra da daha ileri dereceler alınabilir. Ya da ideolojik nedenlerle birbirine akademik unvan veren bilim kurumları olabilir.

    Bunların hiçbiri, o unvana sahip kişilerin bilimle bir ilişkileri olduğu anlamına gelemez.

    Daha da büyük tehlike, unvanlarını bu yollarla değil doğru yöntemlerle edinmiş olanların zamanla, bildiklerinden (daha doğrusu bildiğini zannetikleri bilgilerden) emin hale gelmeleri, bunu bilmedikleri ya da tam emin olmadıkları alanlara da taşımalarıdır.

    Unvanların halk üzerindeki etkisi belli olduğuna göre, bunun ne denli sahtekarlıklara yol açabileceği kolayca düşünülebilir.

    Bilimin saygı gördüğü toplumlarda akademik unvanların ne kadar az kullanıldığı, insanların, söylediklerine kanıt olarak unvanlarını kullanmayışları ne kadar yüksek bir davranıştır.

    Bilim, tüm bildiklerinin tamamının yanlış olabileceğini içtenlikle kabul edebilme tavrıdır. Bilim insanının tek emin olduğu, hiçbirşeyden çok emin olamadığıdır.

    Yobazlık genellikle -hatta daima-, bilgilerinin mutlak, tartışılmaz ve tek olduğunu düşünenler arasında yaygın bir tavırdır. İrtica, inançlılık, laiklik ve yobazlık konularına bu açıdan bir daha bakılmalı ve bu “mutlak doğru” alışkanlığının nerelerde edinildiğine dikkat edilmelidir. O zaman, sorunlar çok daha kolay anlaşılacak ve de çözülebilecektir.