• DÜŞÜNCE KALİTESİ!

    Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.

    Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;

    • O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.

    Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.

    Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:

    • İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
    • Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
    • O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
    • Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,

    Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.

    Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:

    • Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,

    Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.

    • Bilgi eksiği,
    • Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
    • Ana dil yetersizliği,

    Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.

    27 Eylül 2001

  • DİREKLER KURTULDU, PEKİ DUVARLAR NE OLACAK ?

    Ankara’daki elektrik direklerine aday posteri yapıştırılmasından illallah eden belediye, mükemmel bir yaratıcılık sergilemiş ve birer mühendislik harikası tasarım yoluyla direklere posbıyıklı yiğitlerimizin resimlerinin yapıştırılmasını engellemiştir.

    Derhal üretimi yapılıp uygulaması gerçekleştirilen bu dahiyane projeyle, üzerinde inek görmüş kurbağa gözü gibi şişikler bulunan çelik saç kuşaklar direklere üst üste geçirilmiş ve böylece ilan yapıştırmak isteyen parti teşkilatlarının fedakar üyelerine çok fena bir kazık atılmıştır. Artık elektrik direklerine ebediyen aday posteri yapıştırılamayacaktır.

    Ancak bu proje, partililerimizin yaratıcı zekaları karşısında tutunamamış, bu defa evvelce temiz kalan bina duvarları, trafik işaretleri gibi yerler-ve daha kolay olarak- yapıştırma yeri olarak kullanılmaya başlanmıştır.

    Bu durumu belediyenin ahmaklığı ya da sorun çözme becerisi yetmezliği şeklinde açıklamak mümkünse de, buna potansiyel bir iş alanı gibi bakıp sevinmek de mümkündür.

    Bir kısım girişimcimiz için yeni projeler üretip belediyelere pazarlama imkanı getiren bu yeni durumda, “şişikli çelik levhalar”, “dokununca patlayan kaplama levhaları”, “kimyasal maddeler yoluyla iyileşmez yara açan panel kaplamalar” gibi çeşitli malzemelerin üretimi ve belediyelere sokuşturulması pardon pazarlanması kapıları açılmıştır.

    Bütün bu gelişmelere karşı hala eski kafalarda ısrar edip, “Yahu bu posterleri yapıştıranlar fotoğraflarına kadar belli. Mevcut yasalar da kamu araçlarına zarar vermeye izin vermez. O halde niçin gidip onlara ceza yazmıyorsunuz?” diyenler çıkabilir. Onlara aldırmamak ve bu yolda devam etmek lazımdır.

    Gerçi eskiden de tırmanılmayı önlemek için duvarların üzerine kırık cam parçaları dondururlardı. Ama şimdi bu işler belediyelerimiz eliyle bir kamu hizmeti olarak yapılmaktadır.

    Allah bu tür hizmet veren kamu görevlilerini başımızdan eksik etmesin!

  • ÇÖZÜM SORUNU İYİ ANLAMAKTIR!

    Toplumsal sorunlar arttıkça, ya da daha doğru ifadeyle çözülmeden sürdüğü sürece, insanlar üzerinde çeşitli etkiler yapıyor. Bunların içinde sıkıntı, stres, bunalım, erdem dışı yollara eğilim gibi durumların yanısıra bir de “acil çözüm eğilimi” adı verilebilecek bir ruh hali doğmaktadır. Bu ikinci, aslında tüm canlıların, temel yaşam dürtülerinin doğal bir sonucudur.

    Acil çözüm eğilimi, bireyleri ve toplumları kamçılayarak sorunlardan kurtulmaya yol açtığı sürece yararlı; çözüm sürecinin adımlarının eksik atılmasına yol açması halinde de zararlı olmaktadır.

    Kısa yoldan çözüm eğilimleri genellikle sorundan çözüme atlama biçiminde görünmektedir. Bu eğilim zamanla toplumsal bir norm haline gelmiş, en karmaşık sorunlar için dahi, ona yol açan nedenlere bakılma ihtiyacı duyulmaksızın doğrudan çözümler geliştirilmesi gibi bir “standart sorun çözme yaklaşımı” haline gelmiştir.

    Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür bir yaklaşımın doğal sonucu, sorunları çözmede yetersiz kalmak ve yetersizliğin de bambaşka nedenlerle açıklanmaya çalışılmasıdır.

    Bu argümanların yanısıra, kısa yoldan çözüm eğilimlerinin rasyonel nedenleri de vardır.

    Belirli sorunların kronik hale gelmesi, olağan yaşam biçiminin devamını engellemeye başlaması, ve de nedenlere dayalı sorun çözme yaklaşımının uzun süre alacağı düşüncesi yersiz sayılmamalıdır.

    Ancak unutulmaması gereken bir nokta, sorunların kronik hale gelmiş ve sabırların azalmış olmasının, kısa yoldan çözüm beklentilerinin gerçekleşmesine hiçbir olumlu katkısının olmadığıdır.

    Hatta denilebilir ki acil çözüm eğilimleri, -sonuç veremeyeceği nedeniyle- çözüm sürecini sonsuza kadar uzatabilir, yani sorunun çözülmesine değil çözülmemesine yol açar.

    Bu gerçekler karşısında izlenmesi gereken yol nedir?

    İlk olarak şu bilinmelidir ki, bir sorunun (ya da sorunların) çözülmeden uzun zaman geçirilmiş olması, umulan zararlı sonuçların yanısıra son derece faydalı bir sonuç da üretmektedir. Bu yararlı sonuç, o sorunun faturasının toplum tarafından ödenmesidir.

    Bu tür faturalar -verdiği tüm sıkıntı ve acılara rağmen- toplumu en iyi eğiten öğretmenlerdir. “Bir musibet, bin nasihattan evladır.” özdeyişi bunu anlatmaktadır.

    Buradaki haklı bir endişe şu olabilir: “Sorun çözülmeyip toplumsal faturası ödenirse, geriye dönülmez bir durum doğmaz mı?”

    Bazı hallerde doğabilir. O halde böyle bir durumla karşılaşılmak istenmiyorsa geriye yapılması gereken tek şey kalmaktadır: Nedenselliğe dayalı çözüm için gereken süreyi kısaltmak!

    Bir işçi ile on günde yapılan bir iş her zaman on işçi ye bir günde yapılamayabilir. Ama “yaratıcılık” denilen özellik herzaman için bir takım imkansız mümkünler (plausible impossible) üretebilir.

    Mevcut dar zaman içinde arzulanan çözümlere varmanın yolu ise daha çok insanın yaratıcılığından yararlanmaktır. Sorunları bireysel olarak çözmeye çalışmakla, bir örgüt (Beyaz Nokta) olarak çaba harcamak arasındaki fark işte budur.

    İzlenmesi gereken yolun ikinci koşulu, sorunları “iyi” tanımlamaktır.

    “Tanımlamak” ile ‘iyi tanımlamak” arasındaki fark, toplumumuzun ortalama belagat becerisi açısından çok önemlidir.

    İçleri tam dolu olmayan ve daha da kötüsü içerikleri herkese göre farklı dolmuş bulunan kavramlara dayalı iletişimi, bir de bunların üzerine binen “yuvarlak ve süslü söz söylemek” merakı ile birleştiren aydınımız, bir konuyu “açıklamak” yerine “imalarda bulunmak”, “mesaj vermek”, “söylüyormuş gibi yapıp birşey söylememek” gibi yararsız bir beceri geliştirmiştir.

    Berrak olmayan, çoğunlukla bir analize dayanmadığı için süslenerek, yüksek seslerle bağırılarak, gerekirse hedefi belli olmayan şikayetler eklenerek değerli kılınmaya çalışılan tanımları genellikle mental çıkmazlara ya da sorun ile ilgili olmayan tartışmalara saplanır.

    Bu nedenle, iyi tanımlanmış, sorunu çözmeye çalışanlarca ortak anlamlar yüklenmiş kavramlar kullanarak doğru sorun tanımları çözüm için zorunludur.

    Sorunları, çözümleri neredeyse kendiliğinden ortaya koyabilecek şekilde tanımlamanın üçüncü koşulu, soruna yol açan nedenleri, o nedenlerin nedenlerini ilh. -ikinci adımdaki iyi tanımlama kuralına yine uyarak- sıralamaktır.

    Bütün bunlar eksiksiz yapıldığı takdirde, aranan çözümün, bu parçalanan nedenlerin içinden yüzümüze baktığı görülecektir.

    Sonuç olarak denilebilir ki iyi analiz edilmiş bir sorun formu, çözümü görünür biçimde içinde taşımaktadır.

    Bunun dışındaki, yollarla, yani nedenlerini aramadan sorun çözmeye çalışmak, havuza düşen yüzüğü karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışmaktan daha güçtür.

    W. Churchill’in, havuza düşen yüzüğünü aramak için piposu ile önce suyu boşaltmaya çalışırken ona el yordamıyla aramasını sağlık veren dostuna verdiği cevabı unutmayınız: “Ama bu yol garantilidir!”

  • ÇÖZÜM BULMAYALIM, NEDEN ARAYALIM!

    “Sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor.

    Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer.

    Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.

    Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.

    Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.

    Bu nasıl bir iştir ki, üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar?

    Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”.. İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket..

    Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.

    Bir kamu bankasının, bürokrat – iş adamı – politikacı – mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir.

    Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.

    Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş , kim, kim, kim…

    Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.

    Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da, hem de bizzat sahipleri tarafından soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.

    Kamu pastasını küçültmenin yanısıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var.

    Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.

    Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim.

    Ve, her soruna, “buna ne(ler) yol açıyor?” biçiminde yaklaşalım. Kısa sürede çok farklı bir Türkiye’ye varacağımıza inanınız.

    Pazar, 25 Eylül 1994

  • “ÇIĞ ETKİSİ”NE TEPKİ YOK!

    Bir mal veya hizmete yapılan zamın, bu mal veya hizmeti girdi olarak kabul eden diğer ürünlere yansıyarak onların da fiyatlarını artırdığı, iyi bilinen bir olgudur.

    Fiyatı böylece artan ürünler içinden, fiyatına ilk zam yapılan mal ve hizmetin maliyetine girdi olanların bu defa bu ilk ürünün maliyetini artırdığı, bunun ise yeni bir zam gereksinimi olarak ortaya çıktığı ve bu sürecin bir çığ etkisine neden olarak fiyatlar genel düzeyini, yapılan tek zamdan daha fazla bir oranda dahi artırabildiği ise pek konuşulmayan bir konudur.

    Bu konuyu açıklayan bir yazı ilk defa 1990 yılında “SORUN NASIL ÇÖZÜLMEZ?” adlı kitapta, daha sonra 1993 yılında CUMHURİYET Gazetesinde, İstanbul Sanayi Odası Dergisinde ve son olarak da geçen ay TÜSİAD’ın yayın organı GÖRÜŞ Dergisinde yayımlandı. Modeli test edip deneyleri tekrar etmek isteyenlere de bilgisayar programı dahil tüm ayrıntıların yollanacağı da yazıda belirtildi.

    Bu yaklaşıma kısmen ya da tamamen itiraz edenler ya da katılanlar olabilir. Bu, anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak, içinde yaşadığımız ve Çevrimsel Enflasyon ile yalnız isim benzerliği bulunan Kronik Enflasyon olgusuna dikkat çeken ve onu kontrol etmeye yarayabilecek ipuçlarını da ortaya koyan bu yaklaşıma karşı hemen hemen hiç tepki vermemek ancak iki şekilde açıklanabilir: Bir açıklama, söz konusu iddianın zaten herkes tarafından biliniyor olması, yazı sahibinin ise bunu yeni öğrenmiş olmasıdır.

    İkinci açıklamayı ise tahmin edebiliyor musunuz?

    Pazar, 27 Şubat 1994

  • BİR TÜRK KAÇ AVRUPALI EDER?

    Ülkelerin işsizlik düzeylerinin basit bir oranla ifadesi adet olmuştur. İşsiz insanların sayısının toplam çalışabilir nüfusa oranı biçiminde ifade edilegelen işsizlik oranı, bir ülkenin iç istihdam durumunu belirtmek için dahi pek anlamlı değildir. Hele ve hele iki ülkenin istihdam durumunu, işsizlik oranları yoluyla karşılaştırmak ise hiç anlamlı değildir ve ayrıca da yanıltıcıdır.

    Kişi başına geliri $15,000 olan bir Avrupa ülkesiyle, $2500 civarında olan Türkiye’deki birer işsiz kişi gerçekten aynı mıdır?

    Bunlardan birisinin gelirine, diğerinden dört kişinin eşit olduğu, yapılacak karşılaştırmalarda daima dikkate alınmalıdır.

    Bu farkın, ülkeler arasındaki karşılaştırmalar açısından pratik önemi vardır. Yabancı ülkelerde çalışırken işini kaybeden 6 Türk işçisinin karşısında 1 Avrupalı işsiz vardır. Bir başka deyimle, her Avrupalı işsiz, 6 çalışan Türk işçisinin işini tehdit etmektedir.

    Ülkeler arası karşılaştırmanın yanısıra ülke içi istihdam politikaları açısından da ilginç bir durum vardır. Yaşadığı sosyal çevre ve beklentileri nedeniyle ayda mesela 5 milyon liraya ihtiyacı olan bir işsizle, 2.5 milyon ek gelir sahibi olduğunda beklentilerini az çok gerçekleştirebilecek bir diğer işsiz, aynı iki “işsiz” değillerdir.

    İşsizlikle mücadele politikaları, genellikle gelir düzeyini dikkate almadan yeni işler yaratmaya yöneliktir.Bu açıklamalar karşısında bu tür politikaların gerçekçi olmadığı kolayca görülebilecektir.

    İşte bu nedenlerle, hem işsizliği hem de gelir yetmezliğini kapsayan bir kavram kullanılması ve istihdam politikasının o kavram üzerine oturtulması gerekmektedir.

    Gelir Yaratma Politikası denilebilecek bu önlemler paketi, bir yandan yeni işler yaratmayı, bir yandan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan mevcut işleri korumayı, bir yandan insanların ek gelirler sağlamalarını ve bir yandan da çeşitli yollarla giderlerini azaltmayı hedeflemelidir.

  • CANAVAR MERAKI !

    Enflasyon Canavarı”, “Kollu Canavar”, “Trafik Canavarı”, “Terör Canavarı”, “Medya Canavarı”, “vs canavarı”….

    Ağır sorun olarak görülen ne varsa onun bir canavara benzetilmesinin sebepleri nelerdir? Bu, basit bir sözgelimi midir, yoksa altında başka neden(ler) mi vardır?

    Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.

    Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.

    Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinçaltı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.

    Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.

    Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilintili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.

    Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icad ederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..

    İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.

    Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını (veya Kanun Hükmünde Kararnemeleri), canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece 1 noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kolektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.

    İşte canavar merakımızın altında yatan iki neden budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..

    Pazar, 10 Nisan 1994

  • Bir yanlıştan diğerine yol vardır..

    Sorunlar Kimyası deyimi birçok şeyi anlatan bir deyim olabilir. Kimya biliminin temeli, 104 adet element’e ve bunlar arasındaki birleşmelerin kanunlarına dayanır. Benzer şekilde Sorunlar Kimyası’da, az sayıdaki sorun elementine (Kök Sorunlar) ve bunların çeşitli sorun bileşikleri (Hayalet Sorunlar) üretmelerini düzenleyen kurallara dayanır.

    Kimya biliminin yaklaşık yüz yıl içinde hangi ilkel konumundan bugüne geldiğine dikkat edilirse, bugün için henüz kuralları tam formüle edilememiş, elementleri belli olmayan hatta sorun elementleri kavramını dahi tam kabul ettirememiş Sorun Kimyası’nın da gelecek yıllarda daha gelişkin bir konuma kavuşacağını tahmin etmek pek güç değildir.

    Bu kimyanın bir kuralı, sorunların -ister Kök ister Hayalet olsun-, devamlı olarak kendi aralarında yeni bileşikler yaparak tepkimeye giren element ve bileşiklere benzemeyen yeni sorun bileşikleri yarattığıdır.

    Bu birinci kural pratikte, her türlü bozulmanın ya da düzelmenin olduğu yerde kalmadığını, bir çığ etkisi biçiminde daha kötüye ya da daha iyiye doğru ilerlediğini anlatmaktadır.

    Kimya’nın bir diğer kuralı ise, herhangi bir Hayalet Sorun’dan, bir diğerine mutlaka bir yol olduğudur.

    Bu kuralın pratikteki karşılığı ise, birbiriyle ilgisiz gibi görünen Hayalet Sorunlar arasında bir ilişki olduğudur. Örneğin, kentlerin aşırı kalabalıklaşması bir Hayalet Sorun, vatandaşın Güneydoğu’da terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı bir diğer Hayalet Sorun’dur. Ve ilk bakışta birinden diğerine bir yol -yani aralarında bir ilişki- yoktur.

    Halbuki, Sorun Kimyası’nın ikinci kuralı, bunlar arasında bir yol olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, kentlerin aşırı kalabalıklaşmasının nedenlerinden birisi, “kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” dir. Kuralsızlık ise devletin etkisizliğinin bir sonucudur.

    Diğer yandan Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı da devletin onları koruyamadığından yani devletin etkisizliğinden kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi ilgisiz gibi görünen iki sorun arasında bir yol yani bir ilişki vardır.

    Bu örnek oldukça kolay bir örnektir. İki sorun arasındaki ilişki belki başka yollarla da görülebilir. Ama bütün sorunlarda bu ilişki bu kadar kolay görünmeyebilir. Bu nedenle de İkinci Kural, mutlaka bir yol olduğunu söyleyerek yol göstermekte, sorunu tahlil edecek olanlara cesaret vermekte, araştırılırsa ilişkinin mutlaka bulunacağını anlatmaktadır.

    Terör sorununu çözmeye çalışan toplumumuzda bu kuralları kullanarak çok önemli ipuçları elde edebiliriz.

    Terörle ilgisi yokmuş gibi görünen birçok sorunun terörün alt yapısını oluşturduğunu gördüğümüz gün bu belanın kalıcı çözümünü de bulmuş olacağız.

    27 Eylül 2001

  • BİR UZLAŞMA TEKNİĞİ: “ARAMA KONFERANSI”

    Günlük yaşantı, insanları ister istemez kötümser yapıyor. Hep iç karartıcı olaylarla haşır neşir olan insanlar zamanla “kötümser gözlüklü” olup çıkıyorlar. Objektiflikten ayrılmamak zorunda olan meslek sahipleri için (ayrılabilecekler kimlerdir bilemem) bu önemli bir güçlüktür.

    Bir gazetede okuduğum bir haber, bu kötümserlik havasını biraz olsun azaltıcı türden. Sizlerle bu haber konusu üzerinde düşüncelerimi paylaşmayı istiyorum.

    Haber şuydu: NETAŞ firması, “telekomünikasyon hizmetlerinde tekelin kaldırılması” konulu bir Arama Konferansı (search conference) düzenlemek için çalışmalar yapıyormuş.

    Bir-iki yıl önce TV’de bir yabancı kaynaklı bilim programında bir biyolog, kertenkelelerin nasıl olup da kopan kuyruklarını onardıklarını araştırdığını anlatıyordu. Programın sunucusu biyolog’a şöyle bir soru sordu: “pekiyi, bu kadar önemli araştırma konusu varken siz niçin kertenkelelerin kuyrukları ile uğraşıyorsunuz?”

    Biyolog’un verdiği cevap, hatırlarım bir kaya gibi başıma düşmüştü: “evet ama, kertenkele, kuyruğunu onarabiliyor da biz niçin kopan kolumuzu onaramıyoruz? Ben bunun sebebini araştırıyorum!”.

    Arama Konferansı’nın konusu da biraz kertenkele kuyruğuna benziyor. Onun da sonuçları çok önemli.

    Birincisi, telekomünikasyon hizmetlerinin yani PTT’nin özelleştirilmesinde bir devlet tekelinin (PTT) kalkıp, bir özel sektör tekelinin oluşması ihtimali var. Bu olası tehlikeden nasıl korunulabileceği çok önemli bir sorundur. Aksi halde, ekonomimiz hatta sosyal yaşamımız için önem taşıyan özelleştirme konusu zedelenebilir.

    İkincisi ve belki birinciden daha da önemlisi, artık kuruluşlarımızın çağdaş karar verme tekniklerini kullanmaya başlamalarıdır. Bilindiği gibi Arama Konferansı, bir “katılımcı planlama tekniği” dir. Tekniğin adındaki `arama’ sözcüğü, bir uzlaşının arandığına işaret etmektedir. `Konferans’ sözcüğü ise yanılgıya yol açmamalıdır. “Çok kişinin katılımı” nı ifade eden konferans, bir sorun üzerinde uzlaşı aramaktadır.

    Kültürümüze dışarıdan ithal edilen kavramlardan birisi de demokrasidir. Uzun yıllar, demokrasi’yi başıboşluk, istediğini yapabilme ve zaman zaman sandığa gidip oy vermek olarak tanıdık, daha doğrusu öyle tanıtıldı.

    Halbuki demokrasi’nin esası, halkın uzlaşma yoluyla kendi kendini yönetmesidir.

    Özelleştirme, tarafları çok olan ve de taraflarının çıkarları (hiç olmazsa kısa vadeli çıkarları) birbiriyle çatışan bir konudur.

    Özelleştirilecek kuruluşun çalışanları, işlerinin tehlikeye girmesi; sendikalar ise üyelerinin kamu yerine özel sektörde çalışması nedeniyle özelleştirmeye sıcak bakmazlar.

    Ekonomiyi yönetenler, kuruluşun bir an önce özelleştirilmesini arzularlar.

    Kuruluşun yöneticileri ise iki arada bocalarlar.

    Hükümet, özelleştirme hedefini gerçekleştirmek için çabalarken, ilgili bakan elindeki imkanları kaybetme tehlikesini hisseder.

    Kuruluşun rakipleri tekel oluşumundan endişe ederken, sokaktaki insan, satışa çıkabilecek hisse senetlerini düşünür.

    Muhalefet partilerinin bir bölümü, kamu malını koruma (!) kaygısına düşerken bir bölümü de “niçin biz değiliz?” kıskançlığına tutulabilirler.

    Daha bunların dışında, çıkarları çatışan ya da öyle sanılan -ki aslında hepsinin çıkarları özelleştirme yönündedir- birçok sosyal grup vardır.

    Bütün bu grupları uzlaştırmaksızın, “kestirme”, “tepeden inme” özelleştirme kararları da alınabilir. Nitekim zaman zaman, “cesaretli olmalıyız” (ne için cesaretli olunacaksa) şeklindeki tavsiyeler de buna işaret etmektedir.

    Ama bu türlü yaklaşımların başarılı olma şansı hemen hemen yok gibidir. Özelleştirmeyle çıkarlarının zedeleneceğini “düşünen” grup(lar), demokratik sistem içinde `baskı grubu’ olma imkanlarını kullanarak, özelleştirme karşısında “görünmez ama aşılmaz” bir blok oluştururlar.

    Bu blokları aşmanın yolu tektir ve bu, “uzlaşma” dır. Arama Konferansı ise bu uzlaşıyı sağlayabilecek yollardan birisidir.

    PTT gibi çok önemli hizmetleri üreten bir kuruluşun mezatta eski güğüm gibi satılmaya çalışılması yerine, taraflarının uzlaşısı ile özelleştirilmesi bu nedenle çok akılcıdır.

    Nihayet, işin sevindirici bir başka yönü daha var. Batılı’ların “sosyal sorumluluk” dedikleri kavram, kuruluşların yalnız bilanço büyüklükleriyle değil, kendilerini çevreleyen ortamla da ilgilenmeleri gereğini anlatıyor.

    Duyurulacak ya da kutlanacak bir şey olduğunda, pahalı davetiyeler bastırmayı P-R zanneden kuruluşlarımızın yanısıra, kendini çevreleyen ortama karşı da sorumlulukları olduğunu anlayan kuruluşlarımızın ortaya çıkması son derece iyi bir işarettir.

    Darısı diğer kuruluşlarımızın başına!

  • BİR FİZİK PROBLEMİ BAĞIRARAK ÇÖZÜLEBİLİR Mİ? PEKİ YA SOSYAL PROBLEMLER!

    İçinde yaşadığımız ekonomik ve iç barışa ilişkin sorunlar, herhalde toplum olarak uzlaşmaya ve dolayısıyla da “değişik düşüncelerin ifade edilebilme özğürlüğü”ne ençok ihtiyacımız olan koşulları yaratıyor.

    Özel TV’ler bu bağlamda çok önemli bir görev yapmakta ve değişik düşünceden birçok insanın tartışması için “uygun ortam” yaratmaktadırlar.

    Ancak, değişik düşünceli insanların biraraya gelmesi, bunların mutlaka özgürce ifade edilebilmesi ve sonuçta da bir uzlaşının doğması için yeterli değildir.

    Düşünce ifade edeceklerin kompozisyonu, tartışma ortamının yönetimi (hatta tartışma ortamının fiziksel özellikleri ) ve tartışacakların sorun çözme stilleri, bu özgürlüğü olumsuz ya da olumlu etkileyecektir.

    Hepsi aynı yönde düşünce sahibi kişilerin biraraya gelmesi ya da bu kişilerin, o düşünceleri temsile yetkili olmayışı; tartışma yöneticisinin taraf olması ya da iyi bir yönetim gösterememesi; tartışanların rahatsız pozisyonlarda (ayakta, spot ışıkları altında vbg) tartışmaya mecbur bırakılması ya da tartışanlardan bir kişinin bile saldırgan stili (sorun çözme stili böyle olabilir), tartışmanın bir kördöğüşüne dönüşmesine yeter de artar bile!

    Bir fizik ya da geometri problemini çözmesi istenilen bir grubun, bu işi bağıra çağıra, konudan uzak yerlere atlaya zıplaya çözmeye çalıştığı, hatta bununla da yetinmeyip kavga ettikleri herhalde hiç görülmemiştir.

    Pekiyi, sonucu tek doğrulu olan bu problemlere göre çok daha karmaşık olan, üstelik tek doğru çözümü bulunmayan -hatta hiç çözümü dahi bulunmayabilir- sosyal sorunların tartışılmasında kullanımı gereken “sorun çözme stili” niçin bu denli gürültülü olmaktadır? Doğrusu, bunun cevabını vermek kolay değildir.

    Uzlaşma’nın olmazsa olmaz koşulu olan, düşüncelerin özgürce ifadesi olgusunu zedeleyebilecek birçok unsur bulunabilir. Bunlardan en etkininin, bağıra-çağıra, söz keserek, mantıkların düzgün işlemesini olumsuz etkileyebilecek bir stille tartışmak olduğundan şüphe edilmemelidir.

    Tartışma yöneticilerinin bu konuda çok sert bir disiplin kurmaları, ifade özgürlüğü açısından çok önemlidir.

    Aksi halde, tartışmasını bilmeyen (ya da uzlaşmak istemeyen) kişilerin despotik tutumlarına çanak tutulmuş olur.

    Bu kasdi de olabilir, bilmezlikten de olabilir. Ama sonuç aynıdır: uzlaşamamak ve kavga!

    12 Nisan 1994