• YENİ ARAYIŞLARI “ESKİ” İLE DE SON BULABİLİR!

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan biçimde bir değişim özlemi filizlenmeye başladı. Bu, ne denli hızlı ve sağlıklı büyürse yeni bir Türkiye özlemi de o denli hızlı gerçekleşecektir. Değişim özlemlerinin “sağlıklı” gelişmesiyle kastedilen şudur: en kolay değişim imaj değişimidir. Bunu meslek edinmiş kişi ve kuruluşlar, şeylerin içine hiç dokunmadan dışını değiştirerek “miş gibi” hale getirebilmektedirler.

    Değişim hareketlerinin ilk adımı, değiştirilecek şeyin iyi anlaşılması olmalıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu, siyasetteki kirlenmeden yakınmaktadır. Üzerinde bu denli uzlaşı bulunan bir sorunun, kök sorun mu, yoksa görüntü sorun mu -yabancıların deyimiyle hayalet sorun mu- olduğuna dikkat edilmelidir. Siyasette kirlenme deyimi , toplum kurumlarının temiz olduğunu, siyasetteki özel nedenler dolayısıyla yerel bir kirlilik olduğunu, bunun da iyi cins bir deterjanla temizlenebileceğini ima etmektedir.

    Birkaç yıl evvel Diyarbakır Belediye’since ekmek dağıtımı sırasında meydana gelen izdiham, yabancı yayın organlarında dahi gösterilmiş, insanların nasıl aç olduklarına örnek olarak verilmişti.

    Bu defa geçen hafta içinde, ülkenin tam aksi tarafında, Denizli’de bir havlu fabrikası onuncu yılını kutlamak için ucuz havlu dağıtmaya kalkınca, Diyarbakır’dakinden beter bir kargaşa doğdu.

    Bu iki olayı karşılaştıranlar, olayın içinde bir yaygın açgözlülük olup olmadığını ve buradan giderek de siyasetteki kirlenmenin yerel mi yoksa genel mi olduğunu değerlendirebilirler.

    Aranan temizleyici “yeni” bir kişidir. Bir sistem, bir yaklaşım, bir değer , bir alışkanlık değil de bir “kişi” aranmasının nedeni, her şey eskisi gibi kalmakla birlikte, sonuçların yani görüntülerin -imaj- değişmesinin istenmesidir. Bu imajı değiştirmenin en kolay yolu da -saç boyamaktan sonra-, genç birilerinin ortaya atılmasıdır. İşin sırrının “bilgi+deneyim + dinamizm” olduğunun farkındaki gençlerin dışında kalan epey kalabalık bir genç nüfus da bu işe son derece teşnedir.

    Aranılan ve herkesin ağzındaki ortak terim olan “yeni”nin ne olduğu üzerinde biraz düşünülmelidir. Yeni nedir ya da kimdir? Hiç kimseden bir şey istemeden değişim olur mu? Yeniden yapılanma denilen jikleti saydam hale getirebilmek için hangi sorulara yanıt vermek gerekir?

  • YANLIŞ SORULAR!

    Özel TV’lerde liderlerin “bir kısmı” arasında yapılan açık oturumları yöneten “moderatör”ler, aralarında sözleşmişcesine liderlere benzer sorular yönelttiler: “Enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?”, “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?”, “işsizliği nasıl önleyeceksiniz?” vs.

    Liderler de dilleri döndükçe bunları yanıtlamaya çalıştılar. Aslında liderlere sorulması gereken soru şuydu:

    “Ülkemizde yıllardır çözülemeyen enflasyon, terör, işsizlik gibi sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği, bu sorunları yaşamış başka toplumların da bilimin de malumudur.

    Malum olan bu sorunların sizlerce bir türlü çözülemeyişi ise:

    • popülizm uğruna doğruları söyle(ye)memek ve de yapmamak,
    • belirli baskı gruplarının baskısına direnememek,
    • yakınlarınızın, sahip olduğunuz gücü siz adına kullanmasını engelle(ye)memek,
    • etrafınızda toplanan ve kendine parti kadrosu yakıştırması yapanları aşıp, esas kadronuz olan tüm toplum içinden liyakatli insanlara ulaş(a)mamak
    • sorunların görüntüleriyle boğuşmaktan bir türlü kaynaklarına erişmeyi becerememek gibi yetersizliklerinizin sebepleri nelerdir? Bu yetersizliklerinizi kabul ediyor musunuz? Bu yeni dönemde bu yetersizlikleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz? Bunları halkımıza açıklamak ister misiniz?

    Bu sorular sorulmadıkça, tartışma adına yapılacak olan, lider koltuklarında oturan kişilerin birbirlerine daha ağır hakaret etmeye çabalamalarından başka birşey değildir.

      1. Eğer bu sorular sorulabilseydi iki önemli nokta ortaya çıkacaktı:

    Bazı liderler, sorunların “görüntü”lerine takılıp kalmış, sorunları anlamamışlardır.

      1. Sorunları anlamış olanlar ise, “doğruları söyler ve yaparsak halk bize oy vermez” açmazından korkmaktadırlar.

    Ortaya çıkan bu sonuçlardan birincisi son derece yararlıdır. Sözlerine kulak verilerek vakit kaybedilmemesi gereken liderler hemen belli olacaktır. “Enflasyon, para arzını kısmakla”, “işsizlik, büyümekle”, “terör, kanun çıkarmakla” çözülür biçiminde teşhis sahipleriyle vakit harcanmamalıdır.

    İkinci sonuç ise daha da önemlidir. Bu sorun ise liderler arasında bir “rekabet öncesi işbirliği” ile aşılabilir. Bu sorun yalnız bir liderin değil hepsinin ortak sorunudur. O halde hepsinin uzlaşısıyla aşılabilir. Aralarında birisinin dahi, popülizm uğruna belirli konularda yanıltıcı beyanda bulunmaması üzerinde sözleşmelidirler. Örneğin;

    • “Türkiye üretken değildir. Üretken olmadıkça hiçbir sorun çözülemez. Bunun dışındakiler aldatmadır”.
    • “Demokrasi, vatandaşın katılımını isteyen güç bir rejimdir. Demokrasi, işlerin bir avuç atanmış ve seçilmiş insana ihalesi değildir”.
    • “İnsanlarımızın ortalama niteliği düşüktür. Bu nitelikle çoğulcu demokrasi yürütülemez”.

    Bu gibi “acı gerçekler” konusunda halka yalan söylememeyi sağlamış bir TV açık oturumu ne kadar yararlı olurdu!

    Ayrıca da, hiç konuşulmayan ortak yetersizliklerin içtenlikle yanıtlanması, halkın bu işlerde ne denli pay sahibi olduğunu, bu sorumluluğunun ne kadarını yapıp ne kadarını üzerinden attığını (ya da öyle zannettiğini) ortaya çıkaracaktır.

    Artık bu ömür törpüsü tartışmaları dinlemeyelim. Dinletmekte ısrar edenleri ise TV’mizi kapatıp gazete almayarak cezalandıralım.

    Pazar, 17 Aralık 1995

  • VİZYON VE PATAVATSIZLIK!

    Son yılların dilimize kazandırdığı sözcüklerden birisi olan “vizyon”u, çeşitli kullanımlar içinde hergün duyuyoruz.

    “Vizyonu olan adam”, “hayır yaramaz, vizyonu yok”, gibi yargılar, kişileri onduruyor ya da öldürüyor.

    Kişilerin vizyonlarının nasıl ölçüldüğüne bilmem dikkat ettiniz mi? Ben ettim. Bazıları, olayların gelişimini iyi izliyor, üzerine sağduyu, yaratıcılık gibi niteliklerini katınca, gelecekte neler olabileceğini oldukça net görebiliyor. Bu, vizyonun iyisi.

    Bir de ikinci tür vizyon var. O da habis vizyon. “Bu gidişe göre Amerika ile Çin birleşir, Rusya’da Afrika’ya yerleşince Türkiye Cezayir ve İsyanya’yla tek pazar olur.” gibi . Bu gibi bir hastalığın olası bir nedeni, doğal olarak -az da olsa- her insanda bulunan bilimsel şüphecilikten hiç nasibini almamış olmaktır. Bu tür insanlar, mahalle kahveleri için mutlaka zaruridir. Bir kahvede, bir lojik uzmanı kadar çekilmez başka ne olabilir ki?

    Ama bu tür vizyon sahipleri bazen toplumun önde gelen kesimleri içinde yer alabilir. İşte o zaman doğacak sonuçlardan allah saklasın.

    Bu hastalığın ilacı var mıdır bilemem, ama koruyucu bir önlem olarak biraz şüphe ile bir tutam yutkunmayı karıştırıp her yemekten önce bir kaşık alınmasını öneririm.

  • CAHİL IMF !

    Uluslararası finans kuruluşlarının güven ölçütü haline gelmiş olan IMF’nin bir yetkilisi, son ekonomik kriz’in başlıca nedeni olarak, “Türkiye’nin üretim ve tüketim arasındaki dengeyi kuramadığını” ileri sürüyor. Devletimizin yetkilileri ise üretim sorunumuzun olmadığını, sorunun, parasal olduğunu söylüyor.

    IMF’nin bu görüşü doğrusu bizim için oldukça gariptir. Birincisi, ekonomik krizin “nedeni” ne demektir? Ekonomik krizin nedeni mi olurmuş? Kriz var olduğu için vardır. Sebep-sonuç ilişkisi aramak bizim “düşünce stilimiz”e uygun değildir. Biz nedenlerle zaman kaybedemeyiz, bizim çözümlere ihtiyacımız vardır.

    İkincisi, kriz nedeninin “üretim-tüketim dengesi” ni kuramayışımız safsatasıdır. Krizin, “nedeni” olmaz ama, olsa bile o üretimle ilgili değildir, parasaldır. Kanıtı da ortadadır. İşte otomobil üretiyoruz, işte sağlık hizmeti, sosyal güvenlik hizmeti vs üretiyoruz. Evet bunların hiçbirinin rekabet gücü yoktur, bunlar devlet desteği ile “mal ve hizmet üretimciliği oyunu” dur, bunlar doğrudur ama olsun yine de üretiyoruz! Ayrıca devletimizin yetkilileri de böyle söylüyor. Bu savların safsata olduğunun bir diğer kesin kanıtı da toplumumuzun hemen hiç bir kesiminin, krizin nedeni (ki nedeni olmaz) olarak “rekabet gücü yüksek üretim” olmayışını göstermeyişidir.

    Eğer böyle bir sorunumuz olsaydı, bu kadar kişi ve kuruluş gerçek sorunla uğraşmayı bırakıp, bugün konuştuğumuz fevkalade önemli konuları konuşur muydu?

    İşte bütün bu kanıtlardan görülmektedir ki IMF ve benzeri kurumlar, daha da doğrusu nedenselliğe dayalı akılcı düşünce üreten kişi ve kuruluşlar cahildir. Bu böyle biline!

  • TASARRUF GENELGELERİ

    Cumhuriyet tarihinde en derin sadakatle bağlı bulunulan gelenek zannedildiği gibi Anayasalarımız değildir. Yakın tarihimizde bir çok devlet adamı anayasayı çiğnemekle suçlanmıştır

    Kurulmuş 70 hükümet zamanında da bozulmamış tek devlet geleneğimiz, “tasarruf genelgeleridir” dir.

    Her hükümetin güven oyu aldıktan hemen sonra hiç ihmal etmediği nokta derhal bir “tasarruf genelgesi” yayınlamaktır.

    Kimbilir, tasarruf genelgesi yayını bir kaç gün geciktirdi diye işinden olan kaç bürokrat vardır.

    Tasarruf genelgesi yayınlanması, sanıldığı gibi basit bir iş olmayıp başlıbaşına bir uzmanlık konusudur.

    Riayet edilmeyecek tüm konuların tesbiti, bunların yazılması, anlaşılmaz dile çevirisi, çoğaltılarak köylerdeki jandarma karakollarına kadar dağıtımı işin birinci safhasıdır.

    İkinci safhada ise Tasarruf Genelgesini alan her birim amirinin :

    “Üst birimimizin filan tarih ve fişmanca sayılı genelgeleri ekte sunulmuş olup, genelge muhteviyatına hassasiyetle uyulması, uymayanlar hakkında çok ciddi idari işlem yapılacağına bilgi edinilmesi rica olunur”

    Şeklinde bir ek genelge ile alt birimlere tebliği yer alır.

    Tasarruf Genelgelerinin nasıl yazılacağı konusunda herhangi düzenleyici bir mevzuat yok ise de bu konuda derin bir anlayış birliği -zaman içinde- oluşmuştur.

    Bir kere her genelgede mutlaka bulunması gereken hususlar vardır.

    Örneğin, kamu kurum ve kuruluşlarında kağıt, toplu iğne ve sabit kalem sarfiyatının azaltılması bu cümledendir.

    Hakikaten de alınan bu tedbirler etkisini göstermiş ve 1923’den bu yana sabit kalem sarfiyatı kayda değer ölçüde azalmış, ancak tükenmez kalem harcamalarında anlaşılmayan bir patlama olmuştur.

    Aynı sevindirici gelişme toplu iğne, mürekkep hokkası, kurutma kağıdı, divit ve kalem sapı konusunda da meydana gelmiştir.

    Tasarruf Genelgelerinde mutlaka bulunan ikinci konu makam otomobilleri konusudur.

    Ancak üzülerek müşahade edilmektedir ki, dış güçlerin etkisi dolayısıyla bu konuya hakim olunamamakta ve kamu personeli giderek daha büyük ölçüde “otomobillendirilmekte” dir.

    Ancak otomobillenenler ile onları otomobillendirenlerin görünüşteki çekişmesi aslında onları seyreden vatandaşa karşı bir vazife olduğundan dolayı kamu araçları her yıl yaklaşık %20 oranında artmaktadır.

    Üçüncü nokta kullanılmayan ışıkların söndürülmesi ile çelenk giderinin azaltılmasına gayret edilmesi gereğidir.

    Tabii ki hızla değişen dünya ve gelişen bürokrasimiz, her yılın genelgelerine bazı ilaveler de yapmayı gerektirmektedir.

    Örneğin telefon konuşmaları için bir üst amirden yazılı izin alma, bir yüzü yazılı kağıtların ikinci yüzlerini de kullanmak gibi yaratıcı düşünceler bu cümledendir.

    Tabii ki bütün bu olumlu tedbirleri gayri ciddi sayıp, esas tasarrufun herkesin işini yapmasıyla, kamu kadrolarının küçültülmesi ve fazla personele yeni beceriler kazandırılıp kendi işlerini kurmaları için destek ortamı sağlanmasıyla olabileceğini, bu tedbirlerin ancak ve yalnız işini yapan bir avuç insanı çalışamaz kılacağını tutturan bir takım ütopik kişiler de çıkmaktadır.

    Ancak onlara aldırmamak ve bu yolda şaşmadan devam etmek lazımdır.

    Bir söylenti de, bu gibi genelgeleri, esas hedefleri saptırmak isteyen ve israfa esas neden olanlarla, onların bu tavsiyelerine, “kardeşim saçmalama, israfın %80’i, harcamaların %20’since oluşturuluyor. Bu %20 için de de toplu iğne, divit ve telefon konuşması yok, fazla personel, eğitimsiz personel, sistem kuramamak, sorun teşhis edememek gibi becerisizlikler vardır” diyemeyenlerin birlikte hazırlayıp yayınladıklarıdır.

    Şubat 1992

  • SU DA YANAR!

    Türkiye’nin sorunları ağırlaştıkça çeşitli konulardaki çözüm önerileri de artıyor. Bunların arasında, örneğin, göçü önlemek için vize koymak, trafik sıkışıklığına karşı tek-çift plaka uygulamak gibi akılsızca çözümler varsa da, önerilerin büyük bir bölümü işe yarayabilir çözümlerdir.

    Ne var ki büyük düşünür Nasreddin Hoca’nın, “ben geçen gün de, beline ip bağlayıp çekerek adam kurtarmıştım ve o ölmemişti. Ama o, damda mı yoksa kuyuda mıydı onu hatırlamıyorum! ” dediği gibi, bu çözümlerde başka koşullar altında pekala geçerli olabilirdi.

    Sorunları, onları çevreleyen ve adına “sorun iklimi” denilebilecek çevreyle birlikte ele alabilecek yaklaşımlara sahip olmadıkça, önerilen -ve daha da kötüsü uygulanan- çözümler sorunu çözmek bir yana onu daha da ağırlaştırırlar.

    Örneğin, tüm uyarılarımıza karşın, tanıtma amacıyla gelir sağlayabilmek için kumarhanelerin yaygınlaşmasına göz yuman, hatta onu teşvik eden Turizm Bakanlığı yönetimi, kumar oynamak isteyenlerin eşlerinden onay getirmeleri gibi dahiyane bir usul koymuştu.

    Bu ve bunun gibi, sorunun ne olduğunu çevresiyle birlikte göremeyen- ki bunlar arasında pek fiyakalı unvan sahipleri dahi olabilir- kişiler, yasalara saygılı ancak az sayıda insanı caydırır, böylece geri kalan kanunsuz ve ahlaksızlara daha rahat (!) çalışma ortamı sağlarlar.

    Nitekim şimdi, bu kart uygulaması yüzünden, kumarhane kabadayılarının gözlerinin tutmadığı bazı gariban kişiler oralara girememekte, diğer büyük çoğunluk ise otobüslerle taşınıp kumarhanelerde baklava börekle ağırlanmaktadır.

    Şimdi bu ahmakça -ya da bilerek- önlemleri alanları getirip, ne yaptıklarını neye yol açtıklarını göstermek gerekir.

    Ama onların bir bölümü herhalde “eski bakan” olarak hatıra anlatmakta, bir bölümü de kandıracak yeni bakan aramakla meşgul olsalar gerektir.

    Diğer örnek, giderek ağırlaşan vergi mevzuatıdır. Sorunu çevresiyle değil, yalnız göze görünen kısmıyla ele almaya alışmış bir kısım memur bir takım kurallar koymakta ve yasalara saygılı insanları biraz daha boğmaktadırlar. Ama geri kalan insanlar, bu tür mevzuatla bağlı olmadığı için meydan daha da boşalmaktadır. Sonuç beklenenin tam tersidir.

    Denilebilir ki sorunlar karmaşık hale geldikçe alınacak bu tür önlemler, sorun çevresi içindeki az sayıda faktörü engellerken, geri kalanları besler.

  • SORUN KİMYASI’NIN DÖRDÜNCÜ KANUNU!

    Meksika kumarı’nı hemen herkes bilir. Kuralları şöyledir:

    • Oyunu bir kişi yönetir ve iki kişiyle oynanır.
    • Yönetmen, karşısındakinden bir sayı söylemesini ister.
    • Söylenen sayıdan bir fazlasını kendisi söyler ve oyunun kuralını açıklar: büyük sayı söyleyen kazanır!
    • Yönetmen karşısındakine devam edip etmediğini sorar. Kuralı öğrenmiş olan ikinci kişi kaybını çıkarmak hatta kazanca dönüştürmek için kabul eder.
    • Yönetmen, karşısındakinden yine bir sayı söylemesini ister. Fakat bu defa karşısındaki itiraz edip ilk sayıyı yönetmenin söylemesini ister.
    • Yönetmen kabul eder ve herhangi bir sayı söyler.
    • İkinci oyuncu daha büyük bir sayı söyler ve kazandığını iddia eder.
    • Yönetmen bu oyunun kuralını açıklar: Bu defa küçük söyleyen kazanıyordu!

    Üç yıl önce İzmir GÖZLEM Gazetesine, “Sorun Kimyası” adıyla bir yazı yazmıştım. Önce ondan alıntı yapmak ve sonra da Meksika kumarı gibi bir ekleme yapmak istiyorum.

    «Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.

    “Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.

    “Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    “Sorun Kimyası” da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.

    “Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.

    Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru, ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.

    “Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?

    Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.

    “-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.

    “Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.

    Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.

    “Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!

    “Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:

    Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.

    Kanun 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kanun 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.

    Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.

    Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.»

    Aradan geçen 3 yıl içinde bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği sonucuna vardım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum.

    Kanun 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, bileşiksiz bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açar.

    Nasrettin Hoca -ünlü düşünürler Wise Nasreddin diyorlar- beline ip bağladığı adamı bir çekişte aşağı indirip ölümüne neden olunca kendini savunur: Dün yine böyle bir kişi kurtarmıştım, ama galiba o kuyudaydı!

    Bu, sorunlu ortamlarda birşey yapmadan teslimiyet içinde kaderine boyun eğmek gerektiği mi demektir?

    Hayır. Sadece, Sorun Kimyasına boş vererek hiç bir sorunun çözülemeyeceği demektir.

    1998 Kasım

  • SORUN KİMYASI

    Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.

    “Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.

    “Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    “Sorun Kimyası”da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.

    “Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.

    Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.

    Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.

    “Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?

    Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.

    “-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.

    “Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.

    Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.

    “Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!

    “Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:

    Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.

    Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.

    Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.

    Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.

    Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.

    Pazar, 22 Ocak 1995

  • SORUNLARI İNSANLAR ÇÖZEBİLİR !

    Toplumumuz yaklaşık 150 yıldır, doğruluğundan hiç kuşkulanmadığı bir tanı uyarınca müthiş bir çaba harcıyor. Bu, “sorunlarımızın, anayasa ve yasalardaki yetersizliklerden kaynaklandığı, dolayısıyla, mükemmel bir anayasa ve ona uygun yasalar yapılırsa onların çözüleceği” yolundaki inançtır.

    Toplumun seçkin kesimi bu teşhise o denli inanmıştır ki, adeta bir histeri halinde bunun gereğini yerine getirme peşine düşmüş ve bütün başarısızlıklara karşın bu uğraştan vazgeçmemiştir. Otuzbeş yıl boyunca yaşadığımız üç askeri müdahalenin nedenleri ayrı da olsa, üçünün de ilk hedefi yasaları yenilemek olmuştur.

    Bugün sivil bir hükümet ve toplum yine, mevcut sorunların anayasa ve yasalardan kaynaklandığı ve yenilerinin bunları aşabileceği kanısındadır.

    Toplumların refah ve mutlulukları ile yasaları arasında kuşkusuz bir ilişki vardır. Ama acaba bu ilişki, sanıldığı gibi “biri diğerini yaratır” biçiminde midir?

    Her nerede gelişkin bir toplum varsa onun, yasaları da gelişkindir. Ama acaba toplumlar mı yasaları yoksa yasalar mı toplumları yaratmaktadır? Yoksa, gelişmesinin önündeki engelleri yok edebilen toplumlar, bu arada gelişkin yasalar yapıyorlar, o yasalar da toplumların daha da gelişmesine mi yardımcı oluyor? Ya da bir başka soruşla, “gelişmesinin önünde engeller bulunan bir toplum yasalarını değiştirerek refah ve mutluluğa erişebilir mi?”..

    Toplumumuzun yasalara olan bu tutkusu, geleneksel birey – devlet ilişkilerinin bir sonucudur. Geleneksel anlayışımızda birey devlet için vardır. Bireyin neleri yapabileceğine (dikkat! neleri yapamayacağına değil !), devlet karar verir, bireye ise kayıtsız – koşulsuz itaat etmek düşer.

    Bu temel anlayışı, devlet mekanizmasının tüm kurumlarına kadar özümleyen devlet (ve onu onaylayan bireyler), örneğin eğitim sisteminin üzerine oturacağı “öğretme” yönteminin ezber olmasına yol açmıştır. Bugün görünürde herkes eğitim sistemine “ezberci” demekte, fakat ezberi sistem dışına atmaya “en küçük” katkıda bulunmamaktadırlar. Bu, ezberin toplum tarafından benimsendiğinin bir göstergesidir.

    Ezber, belirli kalıpların, nedenleri bilinmeksizin ve de sorulmaksızın bellekte tutulması demektir. Bu, bireylerin karşılaşacağı tahmin edilen sorunların çoğunun yanıtlarının, önceden (okulda) belleklere yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.

    Birey, ezberlediği bu kalıpların dışında bir sorunla karşılaştığında derhal bir “öğretmen” (erişkinlikteki adı “kurtarıcı”dır) aramaya başlamaktadır. İşte bu arayış içinde ilk başvurulan çare, “bireylerin ne zaman ne yapacaklarını belirleyen” “yasalar” ve “anayasa” olmaktadır. Anayasa ve yasaların, “bireylerin neleri yapamayacaklarını değil neleri yapabileceklerini sıralaması”nın kökeni, eğitim sistemimizin ana özelliği olan “bireyin neye ihtiyacının varsa onların devlet tarafından belirlenip ona belletilmesi” yani ezber’dir.

    Vatandaşların, her sorununa çözüm bekledikleri yerin meclis olmasının nedeni de yine, “bir başkasının ne yapacağımızı bize öğretmesi -ezberletmesi- alışkanlığımız” dan ötürüdür.

    Anayasa ve yasaları meclis, refah ve mutluluğun kuralları olan hukuku ise toplum üretir. Toplumumuz işte bu hukuku üretememekte, onun yerine sürekli olarak yasa üretmekte, işe yaramadıkça yeniden üretmektedir.

    Her idare, sorunların kaynağını iyi anayasa ve yasaların bulunmayışında görmekte, bütün siyasi partiler, yeni yasalar çıkararak toplumu geliştirmek için iktidar mücadelesi yapmaktadırlar.

    Hukuk bir anlamda üretim ve paylaşım ilişkilerini düzenlediğine göre, gerçek anlamda bir üretim* yapmayan toplumumuz bir çeşit belirsiz denklem takımını çözmeye uğraşmaktadır.

    Devlet, tarım kesimini, belirlediği taban fiyatlarla, özel sektör çalışanlarını ise kamu toplu sözleşmelerine indeksleme yoluyla bir çeşit devlet memuru yapıp, bunun dışında kalanları da memur, sözleşmeli ve kamu işçisi adları altında kendine bağlayıp bütçesinin %80’ini böylece harcarken, kamu personelinin refah sorununun , anayasaya konulacak grev hakkı ile çözülüvereceği sanılmaktadır.

    Doğru soru sorabilme geleneğimiz oluşmuş olsaydı, herhalde sorulabilecek bir soru, “halen var olan yasalarımız niçin yeterince uygulanamıyor? Yeni yasalar yapılarak bunların uygulanması sağlanabilir mi? Yoksa başka nedenler mi vardır, varsa o nedenler nelerdir?” şeklinde olabilecekti.

    Yasalar, toplumun ortak bilinci’nin tanımladığı hukuka oturduğu zaman işlevsel olabilirler. Dünya yüzünde, sorunlarını bu ortak bilinci geliştirmeden, yalnızca yasa ve anayasa yaparak çözebilmiş bir toplum yoktur.

    Eğer herhangi bir yerde bir yasanın ardından olumlu gelişmeler görülmüşse mutlaka o yerde önce bir “ortak bilinç temeli” oluşmuş, yasalar da o temelin üzerine sağlamca oturmuştur. Yazılı anayasası bulunmayan, ama ortak bilinç temeli’ni kurabilmiş toplumlar bunun en somut kanıtıdır.

    Pazar, 25 Haziran 1995

  • SORUNLARI ÇÖZMEYE UĞRAŞMAYALIM!

    Uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır.

    Hangi karmaşıklıkta olursa olsun bir sorun, ancak ona yol açan nedenler ortadan kaldırılarak çözülebilir. Aksi halde, yani nedenler devam ettiği sürece, diğer koşullarda değişiklikler yapılarak yalnızca ilk sorunun belirtileri şekil değiştirilir ve bir süre sonra yeni belirtilerle, yeni (ve daha ağır) sorunlar doğar.

    Kamu yönetiminde ister bürokrat ister politikacı olsun, bu altın kuralı tam anlamamış kişiler, sürekli olarak yeni koşullar oluşturup belirtilerin şekil değiştirmesine çalışırlar ve böylece sorunları “çözdüklerini” düşünürler.

    Dışarıdan bakan bir kısım seyirci de sorunların çözüldüğünü sanır. Ve sevinir.

    Salı, 05 Temmuz 1994