• CAN SİMİDİ ARAYANLAR KAMU ALIMLARINA BAKMALI

    Kamu kuruluşlarının piyasadan satın aldıkları tüm mal ve hizmetlere Kamu Alımları deniliyor. Personelinin taşınma işini özel bir otobüs firmasına ihale eden devlet kuruluşu, yedek parça satın alan bir KİT, inşaat yaptıran bir belediye, otoyol ihale eden bir kurum ya da hücumbot motoru satın alan ordu, hep kamu alımı yapmaktadır. 1993 yılında yapılan Kamu Alımları’nın tutarı yaklaşık 200 trilyon liradır.

    Aksi ispatlanana kadar her kişi ve her kurum temizdir. Buna öncelikle işaret etmeliyiz.

    Buna paralel olarak ise, yapılan Kamu Alımları’nın en az üç nedenden dolayı lekelendiği, bilinmektedir. Bunlar rüşvet, yetersiz şartname ve yersiz alımlar’dır.

    Rüşveti açıklamaya gerek yoktur. İrili ufaklı örneklerini yaşadık ve yaşıyoruz.

    Yetersiz şartname ise en az rüşvet kadar büyük bir deliktir. Hayatında evine ekmekten başka birşey satın almamış fişmanca belediyenin mübayaa memuru iş makinesi parkı kurmak üzere şartname hazırlamaya kalkarsa olacak olan bellidir. İhaleyi kazanacağı belirlenen (!) firmanın iş makinelerinin prospektüsü şartname olarak ilan edilir.

    Sonuncu ve en acı neden de, pek ihtiyaç olmamakla birlikte satın alınması halinde rüşvet imkanı yaratabilecek alımlardır.

    (Politikacıların, vefa vs borcu ödemek için kullandıkları pek kullanışlı bir alettir.)

    Bu tür alımlar genellikle, vatandaşın gık diyemeyeceği, kamuoyunun gözü kulağı olan medyanın pek erişemediği alanlarda yapılır.

    Bu üç nedenin yol açtığı kayıp % 75 civarındadır. Yani Kamu Alımları için harcanan her 100 liranın 75 lirası bu üç delikten akıp gitmektedir.

    Ancak bu kaçağa yalnız “kamu parasının verimsiz kullanımı” şeklinde bakmak doğru değildir. “Her ahlak ve/ya yasa dışı gelir, ahlak ve/ya yasa dışı bir yerlere harçanır” kuralı, bu %75’lik ahlak va yasa dışı kaçağın, başımıza bela olan birçok sorunun yakıtını oluşturduğunu gösteriyor. Bu paranın doğru kullanılması yalnız bir kaynak yaratmayacak, aynı zamanda başımızdaki belalara, enaz 150 trilyon daha az destek (!) sağlamamıza da yarayacaktır.

    İş bununla da bitmemektedir. Hatta bu ilk sayılanlar, sonuncusu yanında oldukça “önemsiz” de kalmaktadır. Kamu Alımları, işsizliğin, gelir yetmezliğinin en etkin ilacı olan girişimciliğin özendirilmesi ve desteklenmesi için en sağlam yoldur.

    Ayrıca rekabete dayalı ekonomik sistemlerin mutlaka yaratması gereken rekabet ortamı da girişimciler ve dolayısıyla Kamu Alımları yoluyla olur.

    Serbest Piyasa Ekonomisi sisteminin içinden “rekabet” ögesi çekip dışarı alınırsa geriye “vahşi kapitalizm” kalır.

    Nitekim ülkemizde Serbest Piyasa Ekonomisinin, bir “başıboş piyasa ekonomisi”ne dönüşmesinin nedeni eksik rekabettir.

    Piyasaya yeni girecek girişimciler bu rakabeti sağlayabilecek tek -ama tek- unsurdur.

    Girişimcileri desteklemenin en sağlıklı yolu – ki sağlıksız yollar da bulunabilir ve gerçek girişimcilik bu yollarla öldürülür- Kamu Alımları’ndaki haksız rekabeti, rüşveti, saydamsızlığı ortadan kaldırmaktır. Buna ise Kamu Alımları’nı düzenleyen çeşitli mevzuatın yetersizliklerini bir “şemsiye yasa” ile düzeltmekle başlanmalıdır.

    Öyle bir “şemsiye”ki, onun altında çeşitli kamu kurumlarının tabi olduğu değişik satın alma ve ihale mevzuatının hepsi bulunsun.

    Evet, böyle bir yasa teklifi hazırlanmış ve 1,5 yıldır TBMM’nde beklemektedir ve eğer bu yasa ile ilgili kuruluşlar desteklenmezlerse daha 15 yıl bekleyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

    Bunun bir çok nedeni içinde başlıcası, Kamu Alımları’nın olumlu ardışık etkilerinin takdirindeki yetersizlik, onun da nedeni üretimin öneminin takdirindeki yetersizliktir.

    Kamu Alımları’nın önemini anlatmak için acaba nasıl biryol izlenmeli, nasıl bir dilde iletişim kurmaya çalışılmalıdır?

    “Siyaset” kavramından “siyasi yandaşlığı” anlayan bazı meslek kuruluşlarımız, geçek siyasetin, Kamu Alımları ve benzeri konuların üzerine gitmek olduğunu acaba şimdi idrak edebiliyorlar mı?

    Cumartesi, 23 Nisan 1994

  • CANKURTARAN’A HASTA BİNDİRME GÖSTERGESİ

    !

    Televizyon kanallarımızın her akşam bol bol verdikleri kaza-bela sahnelerinin sonu genellikle ya ceset torbası ya da cankurtaran ile bitiyor.

    Bu tür haberlerin sayısı belirli bir değere erişip, istatistiksel güvenilirliği yüksekçe sonuçlar çıkarmaya yeter hale geldikçe bir şey netleşmeye başladı: insanlarımızın çok güç yapabildikleri işlerin neredeyse başında, “ambulansa hasta bindirmek” geliyor.

    Etraftaki insanların bağırıp çağırmaları, itişip kakışmaları, beceriksiz ve kaba hareketlerle sedyeyi itmeleri, hep beraber -ve birbirlerine engel olacak şekilde- cankurtarana bindirmeleri, hatta bazen hastayı öldürmeleri, birkaç soruyu akla getiriyor:

    • Bu insanlar niçin beceriksiz?

    • Bu beceriksizlik yalnız ambulansa sedye yerleştirmeye mi özgüdür? Eğer değilse, başka hangi alanlarda da beceriksizdirler?

    • Bu gibi insanların sayısı çok mudur?

    • Eğer çok ise, tüm işlerin çabuk, hatasız ve işbirliği içinde yapılmasının ön-koşul olduğu günümüzde, içinde bulunduğumuz sorunların bununla bir ilgisi var mıdır?

    • Bu insanlar içinde önemli görevlerde bulunanlar var mıdır?

    • Böylesine düşük bir beceri dokusuna sahip insanlarla birlikte bizi nasıl bir gelecek bekleyebilir?

    Bizde yetkililerin, “baskın” adı verilen bir çalışma şekilleri vardır. Örneğin, sağlık işlerinden sorumlu bir kişinin ilk yaptığı önemli icraatın, gecenin bir saatinde hastaneyi basıp ne kadar çalışkan olduğunu, uykusunu bile hiçe saydığını halka göstermek; bir belediye başkanı ve adamlarının da fırın ve pastaneleri “denetleyip” işçilerin kirli çamaşırlarını yiyeceklerin arasından çıkarmak olduğu hep bilinir.

    Halbuki, TV’lerde her akşam bol bol yayımlanan bu “cankurtarana hasta tıkıştırma çabaları”nı gören birisinin, bir sayfa dolusu eksiği, baskın gibi gereksiz gösterilere kalkışmadan da belirlemesi mümkündür.

    Bir fırından ya da pastaneden bir simit alan bir belediye görevlisinin de, malları verenlerin ellerine bakmaları, çamaşırlarını nerelerde sakladıkları konusunda yeterli göstergedir.

    İster kamu görevlisi ister kendi işinin sahibi olsun, kendimize, görev alanımızla ilgili beklentileri izleyebileceğimiz göstergeler tanımlamak ilk işimiz olmalıdır. Bu yapıldığında, sedye konusundaki beceriksizliğin ardında, doğru gitmeyen nelerin bulunduğu kolayca görülebilecektir.

  • BU KADAR İÇ POLİTİKA KONUŞAN BAŞKA TOPLUM VAR MI !

    Bunu gösteren uluslararası bir istatistik var mıdır bilinmez, ama yabancı gazete ve TV’lere bir göz atınca onların iç politikayla bu denli meşgul olmadığını hemen görebilirsiniz.

    Eskiden devlet televizyonunun yoğun iç politika haberleri vermesi eleştirilirdi. Gelen gideni aratırmış. Özel TV’ler sabahlara kadar iç politika konuşuyorlar.

    Acaba Dünya’da, filan liderimiz ya da fişmanca ağır top politikacımızın incir çekirdeğini doldurmayan değersiz düşüncelerinden ve birbiriyle hırlaşmasından daha başka konuşacak şeyler olmuyor mu ? Bir ülkenin gündemi böylesine abuk şeylerle doldurulabilir mi ? Bunu birileri mi tezgahlıyor yoksa kendimiz mi beceriyoruz.

    “Gündem, o gündeme uygun tipleri mutlaka yaratır” doğru bir hipotezse, yıllardır içinde bocalayıp zaman zaman başımızı çıkarıp tekrar battığımız bataktan kurtulmanın bir formülü de bulunmuş demektir.

    Geliniz bu gündemi değiştirelim. Önüne konan herşeye kapılan, bir anlamda entellektüel bağımsızlığını kaybetmiş bir toplumun bireyleri olmayı reddedip, bizi, çağın itilip kakılmayan bir üyesi yapabilecek konuları konuşmaya başlayalım.

    “Bilgi çağı” bize neler getirebilir, dışında kalanlardan neler götürür; buluşçuluk, yaratıcılık konusunda neler oldu da biz böyle geri kaldık; niçin icat yapamıyoruz, başkaları nasıl yapabiliyor; teknolojide neler oluyor; dil engeli kalkıyor mu; yapay zekalı uzman sistemler toplumları nasıl değiştiricek; din’lerin ve milliyetçiliğin yeni durumları ne olacak ? ve daha yüzlerce soru !

    Toplumumuz bunları konuşmaya başlayınca bu konulara uygun tiplerin ortaya çıkmasıyla, gazete ve TV’leri dolduran telekız ve transseksüel muhabbetleri ile kasaba politikacısına özgü zırvalardan kurtulacağımız şüphesizdir.

    Türkiye’nin beklediği “Beyaz İhtilal” bu yolla olmaz mı ?

    Toplumun gündemini birinci dereceden belirleyen ögenin medya olduğuna şüphe yoktur. O halde bu rüyayı da ancak medya gerçekleştiribilir. Denemeye değmez mi ?

    Pazar, 17 Temmuz 1994

  • BU GREV ERTELENMEMELİ (İDİ)

    Belediye işçilerinin grevinin erteleneceğine ilişkin haberler var. Bu yazı yayımlandığı anda belki de ertelenmiş olabilecektir.

    Bu grev hiçbir şekilde ertelenmemelidir.

    Ders alınabildiği takdirde, bir demokratik kurum olan bu araca ilişkin kültürümüzün (grev kültürü) gelişmesine katkıda bulunabilecek bir olgudan yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açabilecek bir erteleme, bu imkanın heba edilmesi demektir.

    Konunun sorumlularının (ya da sorumsuzlarının) beyanatından çıkarılabilecek net sonuç, demokrasinin ve de serbest rekabet sisteminin vazgeçilmez bir enstrümanı olan grevin ne olup ne olmadığının hiç mi hiç anlaşılmamış olduğudur.

    Grev, bir hizmetin gerçek piyasa fiyatının belirlenmesine yarayan ve kapitalistik sistemin önemli kurumlarından birisidir.

    Nasıl ki elinde bir mal veya hizmeti bulundurup onu, olabilir en yüksek değerine satmak isteyen bir kişinin yaptığı pazarlık son derece doğalsa, emeğini pazarlayan belediye işçilerimizin de, emeklerinin ederini öğrenmeleri en doğal haklarıdır. Aksi halde emeklerinin fiyatını öğrenebilecekleri başka sağlıklı bir yöntem yoktur.

    Doğal olmayan, bu pazarlık sürecine konu olan hizmetlerin alternatiflerini üretmek durumunda olanların bunları düşünemeyişleri ile, bu alternatifleri düşünüp uygulamak isteyenleri kaba kuvvetle durdurmaya çalışmaktır.

    Bir fırıncı, ekmek fiyatı olarak 1 milyon lira iddia edebilir ve kendine göre haklı nedenleri de bulunabilir.

    Fırının camına-ister gerekçeli isterse gerekçesiz olarak- bu 1 milyon liralık fiyatı yazıp cümle aleme ilan da edebilir. Buraya kadar mesele yalnızca fırıncının akıl sağlığı ile ilgilidir ve kendinden başkasını ilgilendirmez.

    Ancak bu fırıncı, 1 milyon liralık ekmek fiyatının gerçekleşmesine mani olan diğer fırınları ekmek satmaktan alıkoymaya başladığı anda işin rengi değişir ve bu işin terörden en ufak farkı kalmaz. İşin ince noktası budur. Bu durumda ekmek fiyatı gerçekten de 1 milyona çıkar. (Piyasamızda son derece fazla miktarda milyonluk ekmekler vardır).

    Herkes malına ve hizmetine istediği fiyatı biçmede özgürdür. Bu fiyatın yüksek mi alçak mı olduğunun tartışması anlamsızdır. Pazara çıkılır, hizmet fiyatı belirlenir.

    Burada ahmakça olan, sunulan hizmetin alternatiflerini kaba kuvvetle caydırmaya kalkmaktır.

    Bu grev ertelenmemelidir. Çünkü o takdirde, akılsız bir insanın peşinden gitmekten başka taksiri olmayan binlerce belediye işçisinde yanlış imajlar uyanacak, hakları olan bir ücretin zorla gaspedildiği izlenimi doğacaktır.

    Bunun yerine yapılacak olan şudur:

    • Sağlık bakanlığı, valilikler ve kendi teşkilatı vasıtasıyla halkı çöp hijyeni konusunda bilgilendirirler.

    • İnsanların daha az kokuşabilir çöp üretmeleri için pratik önlemler öğretilir.

    • Çöpler için toplama merkezleri oluşturulur. Buraya çöplerini getirenlerden parayla satın alınarak özendirme yapılır.

    • Esnafın, sitelerin ve isteyen herkesin özel çöp toplama ve nakletme anlaşmaları yapmaları için fiziki güvenlik sağlanır.( Bunun grev kırıcılıkla ilgisi yoktur).

    • Alternatif yollar arayanlara karşı sendikaların veya kişilerin kaba kuvvet kullanmalarının demokrasi ile bağdaşmadığı insanlara duyurulur.

    Bu önlemler alındıktan sonra sorunun hayati boyutu büyük ölçüde ortadan kalkar ve olsa olsa görsel kirlilik kalır. Grev yapanların pazarlık güçleri de sağlıklı bir yere oturmuş olur.

    Bu bir falcılık sayılmasın, bu gidişin doğal sonucu, karnını doyurmak için dişini tırnağına takmış milyonlarca insanın, belediye işçilerimize düşman gibi bakmaya başlamalarıdır. Buna kimsenin hakkı olmamalıdır.

    Her oyun kuralına göre oynanır. Serbest rekabet sisteminin kuralı budur. Bir avuç insanın sırtından sendikacılık yapmaya kalkanlarla, bu işin doğrusunu milyonlara anlatmayanlara duyurulur.

    ***

  • BU DEVİRDE BÖYLESİNE SANSÜR OLUR MU?

    Türkiye geneline yayın yapan yaklaşık on, yerel yayın yapan yaklaşık elli TV istasyonumuz, aynı şekilde yayın yapan ikiyüz civarında radyomuz, çok sayıda gazete ve dergimiz var. Ayrıca hemen her konuyu işleyen kitaplar yazılıyor, çeviriler yapılıyor.

    24 saat yayın yapan bir TV ya da radyo istasyonunun program tüketen birer canavar olduğu düşünülürse, bu kadar istasyonun ne denli bir program sıkıntısı çektiği kolayca takdir edilebilir. Nitekim, en akla gelmez konuların niçin işlendiğini, insanların en yakası açılmadık özel yaşamlarına kadar her şeyin niçin didiklendiğini bu sıkıntı açıklamaktadır.

    Diğer yandan da vatandaş hemen her sıkıntısını -eş bulmaktan iş bulmaya, haksızlıktan yolsuzluğa kadar- bu kanallar aracılığıyla ilgililerin dikkatine getirebilmektedir.

    Denilebilir ki ülkemiz bir “konuşma devrimi” yaşamaktadır. Tabii ki her devrim gibi bunda da anlamlıların yanısıra anlamsız işler de olmaktadır. Bunlara bir diyecek yoktur.

    Ancak, yazılı, görsel ve işitsel medya kanallarında işlenen bütün konular dikkatle incelendiğinde bir nokta derhal ortaya çıkmaktadır: bir sansür mekanizması, hem de işini çok iyi bilen, en ufak konuyu atlamayan, hiçbir kanala müsamaha etmeyen bir sansür sistemi, devlet ve özel kesim kontrolundaki tüm yayınları denetlemekte, herhangi bir konunun nedenlerine ilişkin parçaları derhal kesip çıkarmaktadır.

    Sadece bir ya da iki kanalı, o da zaman zaman izleyen bir kişinin göremeyeceği, günde yalnız bir gazete ya da haftada bir dergi okuyanın farkedemeyeceği, ama tüm yazılı, görsel ve işitsel yayınları 24 saat sürekli izleyen bir kişinin derhal farkına varacağı bir sansür sistemi uygulanmaktadır.

    İşin iki ilginç tarafından birisi, bu işi bu denli ciddi hangi kişi ya da kuruluşun yapabildiği, ikincisi ise özel medya araçlarının hiç birinin itiraz etmeden bu denli katı bir sansürü nasıl kabul ettiğidir. Askeri yönetimlerin dahi kolay uygulayamayacağı böylesine bir katılık, mutlaka yepyeni bir teknolojiyle, muhtemelen de bilgisayar destekli olarak yapılmaktadır.

    Örneğin, bir TV programında bir yolsuzluk konusu işlenirken, katılımcılardan birisi mesela bu yolsuzluğa yol açan nedenlerden birisini dikkate getirmeye kalksa, Bilgisayar Destekli Sansür Sistemi – BDSS devreye girmekte, bu cümleyi kesip yerine reklam almaktadır. Böylece izleyiciler farkına varmadan, tüm sorunların görünen yanları konuşulmakta, ama onların kaynaklarındaki nedenler kesilip atılmaktadır.

    BDSS’in varlığına ilişkin somut bir kanıt mevcut değildir. Ama dolaylı etkileriyle anlaşılabilen olgular fizikte bile vardır. Mesela elektrik böyledir. Kendisini göremez ama dolaylı etkilerini hissedersiniz.

    Örneğin rüşvet konusu, halkımızın en çok ilgisini çeken konulardan birisidir. Rüşvete yol açan nedenlerden birisi de tüketim eğilimleri sürekli pompalanan düşük ücretli kamu görevlilerinin varlığıdır. Düşük ücret ise, kamu görevlilerimizin sayılarının çokluğundan doğduğuna göre, bu sayı çokluğunun nedenleri her halde çok önemlidir. Ama, bugüne kadar kalabalık kamu kadrolarının nedenlerini irdeleyen tek bir program, bu kadroların insanları kapı dışarı etmeden nasıl seyreltileceğini konu eden bir yazıya rastlayan kimse görülmemiştir.

    Böyle bir şey imkansızdır. Bir toplum böylesine meraksız olamaz. Bu kadar program yapımcısı, bu kadar yorumcu, bu kadar köşe yazarı bulunan bir medya toplululuğunda bir tane meraklı çıkmaz mı?

    Demek ki bu işte başka bir iş vardır. BDSS’in varlığının en kesin kanıtı budur. Aynen elektrikte olduğu gibi. Bu devirde böylesine bir sansürü kınıyor ve en kısa zamanda sorumluların ortaya çıkarılmasını rica ediyorum. Böyle rezalet olmaz!

    Pazar, 26 Şubat 1995

  • EKMEK FİYATLARI NİÇİN HEP

    BAŞ DERDİ OLMUŞTUR?

    Kendimi bildim bileli fırıncılarla belediyeler arasındaki tartışma sürer. Bir taraf girdilerin pahalandığını ileri sürerek zam ister, diğer taraf da halk, koruma vs der ve sonunda genellikle fırıncıların dediği olur.

    Aradaki vatandaş da hala bakkala gidip “1 okka ekmek” aldığını sanır (1.250 kg’lık okka içine bugün 4 ekmek sığmaktadır!)

    Yıllardır süren bu mesele geçmişte belediyelerin verdiği “narh” ile belirleniyor diye zannedilse de, o zaman da belediye meclisi içindeki fırıncı esnafının ya da fırıncılar lobisinin baskısıyla fiyatları fırıncılar dikte ederdi.

    Bugün serbest piyasa sistemi içinde, işin mantığını -kısmen- kavramış belediyeler ekmek fiyatlarını tamamen serbest bırakmışlar, bir kısım belediyeler ise fırıncılarca belirlenen fiyatları “onaylamakta” (ne demek ise) devam etmektedirler.

    Aslında ta başından bu yana mesele, fırıncı esnafının kendi arasında kurduğu tekellerin (her yörede ayrı tekel vardır) düşündüğü fiyatları halka (ve tabii bu arada belediyelere) zorla kabul ettirmesinden ibarettir.

    Serbest piyasa sistemi içinde ne yerel ve ne de merkezi idarenin “fiyat belirleme”, “fiyat kontrolu”, “narh verme” gibi bir fonksiyonu yoktur ve olmamalıdır.

    Olması gereken, “rekabet” sözcüğü düşülerek eksik olarak kullanılan serbest rekabet piyasasının koşullarını bozmak isteyenlere müdahale edilmesidir.

    “Piyasaya müdahale” ile piyasanın serbestçe oluşumuna engel olanlara “müdahale” arasındaki ince fark budur ve genellikle iki kavram bilerek ya da bilmeyerek (ki çoğu tekeller bilerek) birbirine karıştırılmaktadır. O halde sorun, tekelci eğilimlerle mücadelede hangi araçların kullanılacağıdır. Bu bir mücadeledir, çünkü tekelciler daima bu araçların boşluklarını bulmaya çalışacaklar, idareler de anti -monopoli araçlar/ uygulamalar geliştireceklerdir.

    Kısa bir araştırmayla bu araçların neler olabilecekleri bulunabilirse de, ben her ihtimale karşı bazılarını vermek istiyorum:

    1. Tekelin belirlediği fiyatların altında fiyatla satış yapmak isteyenlerin fiziki güvenliğinin (fırınının, çalışanların, sahibinin vs) sağlanması

    2. Tekeli yöneten dernek, vakıf, şirket gibi kuruluşların monopol fiyatları konusunda karar almaması ve bunu denetleyebilmek için belediye/maliye müfettişlerinin yetkilendirilmesi

    3. Yeni fırın açma konusunda mevcut tüm sınırlamaların kaldırılması (hele, dernek vs gibi tekeli yöneten kuruluşların katiyen yetkilendirilmemesi)

    4. Yeni fırın açmak isteyenlerin belirli süre teşviki (arsa kullanım hakkı verme, düşük tarife ile su, belediye harcı istisnası vs)

    5. “Halk ekmek” adlı kamu işletmelerinin derhal özelleştirilmesi (Böylece hem maliyetleri düşer, hem üretimleri artar, hem de belediyelerin vıdı vıdı kaynaklarından birisi azalır)

    6. “Kontrol”, “narh” vs gibi ancak fiyatların artmasına yol açabilecek uygulamalardan tamamen vazgeçilmesi

    7. Tekel dışında fiyatlandırma yapmak isteyenlerin de serbestçe örgütlenebilmelerinin desteklenmesi

    8. Tüketici dernekleri kurulmanın özendirilmesi (belediyenin yer vermesi, bültenlerini basması, dağıtması vbg)

    9. Ekmek alternatifleri konusunda halkın bilinçlendirilmesi

    Bu yöntemler, uygulanabilecek yöntemlerden “bazı” larıdır. Belediyelerin başlıca görevi bu tür araçlar geliştirmek ve onları uygulamaktır.

    Hiç yapmamaları gereken, yaptıkları takdirde tekelleri güçlendireceğinden şüphe olmayan ise

    1. Bizzat ekmek üretmek

    2. Fiyatları onaylamak (!)

    dır.

    Bu yöntemler yalnız ekmek değil, tekelcilik eğilimi mevcut olan tüm mal ve hizmetler için geçerlidir. Ama karar verilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Tekelcilikle gerçekten mücadele mi etmek istiyoruz, yoksa onu bilerek-bilmeyerek güçlendirmek mi?

    Şubat 1992

  • BU AYIP SİLİNMEZ!

    Bütün toplumların parlamento tarihlerindeki bazı olaylar onların övünç kaynağıdırlar. Bizim de öyledir. Birinci meclisin, ülkedeki toz duman içinde aldığı kararlar cumhuriyetimizin temelini atmıştır. Bununla övünç duyulmalıdır. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin bu başarı unutulmayacaktır.

    Aslında tüm kurumların adları, yaptıkları sıradan çalışmalar nedeniyle değil, bu şekilde “çok ender” ortaya çıkan durumlarda gösterdiği “olağandışı” tavırlarla ölümsüzleşir.

    Ama bunun tersi de aynı şekilde doğrudur. Bir kişi ya da kurumun adı, yalnızca bir defa olan bir olay nedeniyle karalanabilir ve de bu silinmez.

    Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu, oto kaçakçılığından hüküm giymiş bir kişiyi, affetme kararı aldı. Bu kararın Genel Kurulda kabul edilip edilmemesi, af kapsamının genişletilip genişletilmemesi ayrı bir konudur. Büyük bir olasılıkla karar yasalaşır.

    Bu bir çılgınlıktır. Eğer adaleti, kişilerin “ünlü – ünsüz”, “oy getiren -getirmeyen” olmalarına göre ölçmeye başlarsak, bunun sonunun nerelere varacağı belli değil midir?

    Bu öneriyi meclise getirenleri kınamaya gerek yoktur. 450 kişi istatiksel açıdan, içinde her türlü insanı barındırmaya yetebilecek büyüklükte bir sayıdır.

    Üzerinde durulması gereken, bu öneriye olumlu oy verenler, affın genişletilmesini savunarak akılları sıra bu ayıbı sulandırıp aynı zamanda kendi küçük ölçülerinde “politika yapma” cinliğine sapanların durumudur.

    İş bununla bitmemektedir. Bu karar henüz toplumun geniş bir kesimi tarafından bilinmemektedir. Medya, başka işleri nedeniyle bu ayıbı henüz yeterince farketmemiş ya da farketmiş ama ünlü bir futbolcunun taraftarlarının sayısını dikkate alarak seslerini çıkarmamayı tercih etmiştir.

    Mesele bu kadar da değildir. Yerli yersiz her fırsatta konuşmayı görev bilen çeşitli kurumların sözcüleri dut yemiş bülbül gibidirler.

    Dahası, böyle bir kararı duyan en az 10 milyon insanın kaleme kağıda sarılıp, mektup, faks ve benzeri yollarla bu çirkin girişimi kınamaları gerekirken içten içe alkış tutmaktadırlar.

    Uzun sözün kısası şudur: Toplumlar layık oldukları biçimde yönetilirler. Tecrübeyle görülmektedir!

    Salı, 14 Kasım 1995

  • BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ

    İş başına gelen hemen tüm hükümetlerin programlarında, “Kırtasiyeciliğin Azaltılması”, “Bürokrasi ile Mücadele” (bürokrasinin kötü kullanımı ile mücadele olarak anlaşılmalıdır), “İşlerin Basitleştirilmesi” ve bu gibi adlar altında bir konu yer alır.

    Yer alır ve çok küçük iyileştirmeler dışında pek birşey yapılamaz. Yeni bir hükümet gelir, bu defa aynı sözler (samimidir) tekrarlanır ve yine birşey yapılamaz.

    Birşey yapılamadığı bir yana, mevzuat daha karmaşıklaşır, vatandaşın önündeki bürokrasi dağına yeni tepecikler eklenir.

    İş hayatı başta olmak üzere tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu sorunlar yumağı, üzerinde durulmaya değer bir konudur.

    Acaba, kırtasiyeciliği azaltmak, vatandaşın, canından bezmeden işini görmesini sağlamak için hükümetlerin gösterdikleri bu çabalar niçin amacına ulaşamaz?

    Samimi olarak arzu etmezler mi?

    Yoksa güçleri mi yetmez?

    Her ikisi de değildir. Sebep, bu sorunun aslında bir “Görüntü Sorun” olmasındandır.

    “Görüntü Sorun” tanım olarak, aslen var olmayan, ama var olan başka sorun(lar)un yansıması (reflection) şeklinde ortaya çıkan sorunlara verilen addır.

    Örneğin, geceyarısı, sonuna kadar açılmış bir müzik setinin gürültüsü bir “sorun” olabilir. Ama bu tanıma göre bu sorun bir “Görüntü Sorun”dur.

    Sorun aslında, müzik setinin çıkardığı gürültü değil onun o saatte bu denli açılmaması gerektiğini akıl edemeyen ya da akıl ederek açan “sahibinin densizliği” dir.

    Bu sahip kenara bırakılır ve müzik seti mesela parçalanarak gürültü durdurulursa sorun çözülmüş gibi görünebilir. Ama ertesi akşam aynı gürültü bu densiz adamın televizyonundan ya da gırtlağından yükselebilecektir.

    İşte bu gibi “Görüntü Sorun” yaratan sebeplere “Kaynak Sebep” ya da “Kaynak Sorun” adı verilmektedir.

    Bürokrasi dolayısıyla edilen şikayetler de benzer şekilde birer “Görüntü Sorun”dur. “Görüntü Sorun” ‘u yaratan “kaynak(lar)” ise farklıdır. Bundan dolayı da bir türlü başa çıkılamaz.

    Pekiyi acaba bu “Görüntü Sorun”u yaratan “Kaynak Sebep(ler)” nelerdir?

    Çok sayıdaki olası sebepten bir tanesi, rahatsızlığın %90’ını oluşturur ağırlıktadır: Bu da, “insanımızın nitelik dokusunun yetersizliği”dir.

    “Nitelik” deyimiyle kişinin yalnız bilgi-beceri düzeyi değil, onunla birlikte zekası, ahlakı ve ruh sağlığı da kastedilmektedir.

    “Nitelik”, burada bu dört öğenin bir “bileşke”si olarak kullanılmaktadır. (Merak edenler, bu 4 öğenin çeşitli kombinezonlarını yapıp ilginç tiplemeler yaratıp, onları da günlük hayatta rastladıklarıyla karşılaştırabilirler).

    “Nitelik Dokusu” ise, toplumu oluşturan bireylerin “nitelik”lerinin oluşturduğu dokuya denilmiştir.

    İnsanlarımızın zekası, ahlakı vs si yetersiz mi? gibi kasdi aşan tartışmalar bir yana bırakılarak bu “Nitelik Dokusu Yetmezliği” meselesini biraz açmakta yarar vardır.

    Sorun, insanlarımız içinde bilgi-becerisi tam, zeki, yüksek ahlaklı ve ruh sağlığı tam yerinde kişilerin oranı ve dağılımı meselesidir.

    Zekanın, genetik özelliklerin yanısıra bebeklikteki beslenme ile ilgili olduğu bilinmektedir. Ülkemizde, bebeklerin bu evrelerindeki beslenmelerinde sorunlar olduğu bilindiğine göre bu, o veya bu ölçüde zeka sorunlu yetişkinlerin bulunması da tabii sayılmak gerekir.

    Bunların bir bölümü, toplum tarafından bilinen ve durumlarına uygun iş ve görevlerde bulunması sağlanabilen kişiler olabilirken, bir diğer bölümü çeşitli nedenlerle teşhis edilmemiş olabilir.

    Ruhsal sağlık meselesi de benzer şekilde düşünülmelidir. Ruhsal sağlığı etkileyen unsurlar açısından çeşitli olumsuzlukları içinde barındıran günümüz Dünyası ve özelde ülkemiz, ruh sağlığı o veya bu düzeyde bozuk insanların varlığına neden olacaktır.

    Onların da bir bölümünün teşhis edilmiş olmaları, ama bir kısmının teşhis edilmeksizin aramızda yaşamaları sürpriz sayılmamalıdır.

    Aynı şeyler bilgi-beceri ve ahlak ölçüleri için de söylenebilir.

    Böylece, bilgi-beceri, zeka, ruh sağlığı ve ahlak öğeleri açısından çeşitlilikler içeren bir insan dokusu ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

    Burada önemli olan iki nokta vardır:

    1. Bu doku, ne standartta bir toplum yaşamına izin verir?

    2. Toplumdaki işlevleri açısından, ortalamanın üzerinde önem taşıyan kesimlere, bu dokunun “ince” yani zayıf yerleri rastlamakta mıdır? Öyle ise bu ne ölçüdedir?

    Bürokrasi sorunlarının çözülmezliği, bunlardan birincisi ile ilgilidir.

    Toplum yaşamının küçük bir bölümü yazılı kurallarca, geri kalan büyük kısmı ise “ortak yaşama bilinci”, “ahlak kuralları” gibi yazılı olmayan normlarca düzenlenir.

    Yazılı bir anayasası bulunmayan bir İngiltere’nin bundan hiçbir zarar görmeyişi, bu savın açık bir kanıtıdır.

    Yazılı olmayan kuralları oluşturan başlıca faktör ise işte bu, “nitelik dokusu” dur.

    Bu dokuda sorunlar varsa -ki vardır- o takdirde, doğan sorunlar daima ek kurallarla giderilmeye çalışılacaktır. Mevzuatın bir çığ gibi çoğalmasının mekanizması budur.

    Bürokrasiyle sürekli işi olanlar, kendilerine anlamsız gelen (ve gerçekten de anlamsız olan) birçok istekle karşılaşıp çileden çıkarlar.

    Ama o anlamsızlıkların, bir kısım ahlaksızlığı önlemek için konulduğu (ve tabii ki önleyemediği) bellidir.

    Niteliğinin ahlak öğesinde eksik bulunan kişiler bu defa yeni “yan yollar” bulurlar. Sonunda olan dürüst insanlara olur.

    Nitelik yetmezliği, ek mevzuatla yani bürokratik mekanizmayı daha ağırlaştırarak çözülemez. Tek çözüm yolu, insanımızın nitelik dokusunu geliştirmektir.

    Toplumumuzun nitelik dokusunun belirlediği standartların üzerinde, çağdaş bir yaşam istiyorsak tek yapılabilecek olan budur.

    Gerisi, gölgelerle boğuşmaktır.

    Bürokrasiden şikayeti olanların yönelmesi gereken hedef bu olmalıdır.

    ***

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM

    Bu yazıda “buluşçuluk”, icat-invention ve yenilik-innovation terimlerine birlikte karşı gelmek üzere kullanılacak ve Buluşçuluk Temelli Üretim adını verdiğim -ve bizim toplumumuz için yeni- bir kavram, bu terime dayalı olarak açıklanmaya çalışılacaktır.

    Açıklamaların amacı, çeşitli üretim faaliyetinde bulunagelmiş olan toplumumuzun üretkenliğinin, çağın geçerli ölçüleri karşısında tekrar değerlendirilmesi ve resme farklı bir gözlükle bakabilmenin sağlanmasıdır.

    Uzun yıllar boyunca yabancıların mal ve hizmet ürünlerini satın almaya ekonomik gücü yetmediği için doğal bir ithalat korumasına sahip olan toplumumuz, zamanla bir yandan geliri, bir yandan da borçlanma kaabiliyeti arttığı için yabancı orijinli ürünler için cazip bir pazar haline gelmiş ve bu defa da kotalar, gümrük vergileri gibi araçlarla kendini korumuş, daha doğrusu koruduğunu zannetmiştir.

    1980’den sonra alçaltılan gümrük duvarları yoluyla toplumumuz ilk defa yabancı mal ve hizmetlerle geniş ölçüde tanışmış ve kendi ürettiği ürünlerin fiyat ve kalitelerinin yetersizliğini acı acı görmüştür.

    Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır.

    “Endüstri Tasarımı”ndan, aletlerin üzerine renkli yazı yazmayı, AR-GE’den ise farklı kaynaklardan satın alınan malzemelerin kullanılabilirliğinin sağlanmasını anlayan; ucuz işçi ile ucuz işçilik farkını henüz kavramamış; işçi verimliliğini artırarak maliyet azaltılabileceğini sanan; “Değer Analizi”, “Lojistik Mühendisliği” gibi mesleklerle henüz tanışmamış, bir tane dahi patent alamadan, üretimini yabancı patentlere lisans ücreti ödeyerek, ihracatını ise lisansörünün kendisi için karsız gördüğü pazarlara ancak izinle yapabilen üreticilerimiz, bir yandan da buluşçuluğa düşman bir aydın (!) kesimle boğuşarak bugünlere gelmiştir.

    Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandıran IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır.

    Bu düşmanca tavırları kimlerin sergilediği ise, sergilenen tavırdan daha da elem vericidir. Dış görünüşleri ile aydın kategorisine soktuğumuz insanlar, bu buluşçuluk düşmanlığının icra organı durumundadırlar.

    Diğer yandan, Türkiye sanayisini sabote etmek isteyebilecek bir yabancı güç, küçük bir firması kanalıyla aşırı bir ücret zammı uygulayıp, o daldaki tüm kuruluşların bunu takip edeceklerini tahmin ederek o sektörün rekabet gücünü azaltmak istese, ne işçisi, ne sendikası bunun bir sabotaj olabileceğini anlamamakta, “biz bu ücret zammını kabul edersek rekabet gücümüz azalır, işsiz kalırız” diyememektedir.

    “Biz işçimizi memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyen politikacı ise, enflasyonla mücadelede etkin bir araç olması gereken “enflasyondan zarar gören insanların, onunla mücadele gücü”nü anlamayıp, bu saadet zincirini sürdüren talihsiz bir rol oynamaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”, olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır.

    Ekonomik ve siyasal yaşamını düzenli olarak krize sürükleyen sorunların kaynaklarını nedensellik yoluyla açıklamayı başaramayan ülkemiz, anayasa, demokrasi, özgürlükler gibi herbiri neden değil fakat birer sonuç olan unsurlarla boyuna uğraşmış, her defasında yaptığı anayasalarını bir süre sonra anlamaz, ona itaat etmez duruma gelmiştir.

    Ekonomik düzenini, kamu kaynaklarının çeşitli yollarla talan edilmesine dayayan ülkemiz, bunca eğittiği insanına rağmen bu mekanizmanın akılcı biçimde analizini bir türlü becerememiştir.

    Bu gün gelinen noktada yine anayasa tartışmaları yapılmakta, yine demokrasiden dem vurulmakta, yine çağdaş sloganlar atılmaktadır.

    Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    Türkiye gündemini belirleyenler, bu mekanizmanın nasıl işlemesi gerektiğini araştırabilecek durumda değillerdir. Mevcut sorunların birer görüntü olduğunu, bunların kaynağında “üretimsizlik” onun da kaynağında “buluşçuluk eksiği” olduğunu anlayamamaktadırlar.

    T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır.

    Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe, kamu yönetiminde, politikada buluşçuluğa dayalı yepyeni bir tavıra ihtiyacımız vardır. Bu kolay değildir ama başka da yol yoktur. Bunun ilk adımı,Türkiye gündeminin değiştirilip, geleneksel çürütmeci yaklaşımların bir yana bırakılıp, “buluşçuluk” ve ona dayalı üretimin, yani Buluşçuluk Temelli Üretim’in tartışılmaya başlanmasıdır.

    İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?

    Türkiye’nin az sayıdaki Kaynak Sorunları nelerdir? Bunlar hangi ardışık sorunları yaratıyor?

    Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.

    Perşembe, 26 Mayıs 1994

  • “BİZ SİZİN SORUNLARINIZI ÇÖZECEĞİZ!”

    Seçimler yaklaştıkça partiler de seçmenlerine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırıyorlar. Eskilerde adet, vaatte bulunmaktı. İş, ev, araba vs gibi vaatlerde bulunulması, sonra da tutulmaması gibi bir gelenek vardı. Nasıl ki misafirlikte tutulan şekerden fazla almak ayıpsa, tutulmayan vaadin arkasından da “bizim ev ya da araba ne oldu?” gibisinden soru sormak ayıp sayılırdı.

    Son birkaç yıldır vaat “out” oldu. Şimdiler de, “biz sizin sorunlarınızı çözeceğiz!” modası var. Her parti broşür, pankart ya da kahve konuşmaları yoluyla vatandaşa bu mesajı veriyor.

    Bu “ben senin sorununu çözerim” modası durup dururken ortaya çıkmadı. Partileri eleştirenler, “bunlar sürekli vaatte bulunurlar, halbuki biz çözüm üreten parti istiyoruz” diye tutturdukça partiler de zamanla bu yola düştüler.

    Şaka bir yana, ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin, çözülmek bir yana giderek içinden çıkılmaz hale gelişinin altında yatan neden, işte bu “ben senin sorununu çözerim” ve bunun bütünleyicisi durumundaki “benim sorunumu kim çözecek?” hastalığıdır.

    Sokaktaki düz insanımız, “Benim sorunumu çözmeye kalkışmaya sizin ne hakkınız var? Bunun yapılamayacağını, yapılmaması gerektiğini bilmiyor musunuz? Benim sorunumu benim adıma çözmeye kalkarken, benim o sorunu çözmek için sahip olmam gereken haklarımı siz kullanacaksınız. Bu hakkı ben size devretmiyorum!” demelidir.

    Bu, “birisi adına sorun çözmek”, “birisine rağmen onu kalkındırmak” gibi yaklaşımlar halk-devlet ilişkilerimizin temel mantığı olmuştur. Bugün, siyasi partilerimizin büyük çoğunluğunun bunu devam ettirmeye niyetli olduğunu gözlüyoruz. Sorunların kaynağında, insanlarımızın kendi sorunlarını çözebilecek donatıya sahip olmadığının görülemeyişinin bulunduğunu görüyoruz.

    İnsanımızın sorun çözme kabiliyetinin sınırlı oluşu, onun nedenlerini anlayıp onları gidermek yerine, insanların sorunlarını onlar adına (ve çoğu zaman onlara rağmen) çözmeye kalkışmanın gerekçesi olabilir mi? İki yanlış bir doğru etmez daha büyük bir yanlış eder.

    Demokrasi ile diktatörlük arasındaki önemli bir fark işte budur. Birisinde insanlar, sorunlarının çevresinde örgütlenip ortak akıl yaratarak onları çözerler; diğerinde ise bir kişi (ya da kurum) sorunları onlar adına çözer (çoğu zaman da yeni sorunlar yaratır).

    “Biz sizin sorunlarınızı çözeriz” diyen partiler bilmeden (belki de bilerek) diktatörlüğe soyunuyorlar. İhtiyacımız olan partiler ise, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz. Biz, sizin, kendi sorunlarınızı çözebilmenizin karşısında devletin yaratmış olduğu engelleri kaldıracağız” diyebilen, bunu idrak etmiş partilerdir.

    Pazar, 03 Aralık 1995