-
May 25 2012 HUKUK DEVLETİ VE KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ
Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölümü olayına yurt içi ve dışından çeşitli tepkiler geldi. Sistemik bir tabana oturmamış, duygusal kökenli tüm tepkilerde olduğu gibi bunların da bir süre sonra zayıflayacağı ve daha sonra da unutulacağı beklenmelidir.
Bunun en yakın ve dramatik örneği Özdemir Sabancı ve iki çalışma arkadaşının ölümüdür. İlk günlerin duygu yüklü havası içinde gelişen tepkiler, yerini Galatasaray Klübündeki başkanlık seçimine bırakmıştır.
Toplumumuz gerek bireyleri gerekse kurumları itibariyle “intikam eğilimli”dir. Bugüne kadarki tüm cinayetlerde niçin olduğu değil, kimin yaptığı üzerinde durulmuş ve kamuoyunun çoğunluğunun isteği de akan kanın yerde kalmaması yolunda olmuştur.
Sivil ya da askeri güvenlik yetkililerinin, terörist saldırılardan sonra verdikleri demeçlere dikkat edilirse bunların, “bir daha bu tür olaylar olmaması için filan önlemlerin alınacağı” yolunda değil, “faillerin en kısa zamanda bulunacağı ve akıtılan kanın yerde bırakılmayacağı” yönünde olduğu görülecektir.
Bu tür olaylardan sonra toplum ikiye bölünmekte, bir bölümü ölenlerin ölümü -hatta daha da ötesini- hak ettiklerini, güvenlik güçlerinin bu işin gereğini yaptığını savunurken, diğer bölümü güvenlik güçlerini suçlamakta ve olaya “kim(ler)” neden olduysa bulup cezalandırılmasını istemektedirler. Dikkat edilirse her iki kesimin de amacı ya “kan” ya da “kana kan”, yani intikamdır.
Bu intikam eğilimi, içine girdiği birey ya da kurum bedenine hakim olmakta, toplumun bir kesiminde şiddet, geri kalan kesiminde ise nefret biçiminde ete kemiğe bürünmektedir. Bu bir fasit daire’dir. Nihai durağı daha çok şiddet ve daha çok nefret’tir.
Hukuk devleti kavramı birey ve kurumların korkulardan arınmalarını sağlamak için gelişmiştir. Bireyler, devletin kendilerini korkutabilecek çeşitli etkenlere karşı bir kalkan olmasını beklerler. Hatta denilebilir ki devletin tek işlevi budur. Et, pijama ve kömür üreten değil, korkusuz bir yaşam iklimi sağlayan kurum devlet olmaya layıktır.
Hukuk, bu “korkusuzluk iklimi sağlama” yöntemlerinin bir küme’sidir.
Hukuk devleti bu işlevini çeşitli yollarla sağlayabilir, ama bir tanesi hariç: korkutma!
Vatandaşlarının yüreklerine korku salarak “düzen”i sağlayabilen bir devlet bunu başarabilir, hatta bunu ekonomik refahla birleştirip kalkınmış bir toplum da yaratabilir. Bu tür bir devlet başarılıdır ama hukuk devleti değildir.
Hukuk devletinin, vatandaşların hizmetkarı durumunda olması gereken memurları, vatandaşları korkutamazlar. “İstanbul’a kafa koparmaya geldim” diyemezler. Çünkü, devlet bir defa kafa koparmaya karar verdi mi mutlaka gerekçe bulur.
Hukuk devletinde kafa koparılmaz. Kafa koparmak, yerde kan bırakmamak intikam içeren eylemlerdir ve suçtur. Hukuk devletinde ancak ceza verilir ve ceza vermek de yalnız yargı’nın işidir. Kimse ona yardım etmek gibi bir görev üstlenemez. Yargıya yardım, onun özerk alanına müdahale etmemekle olur.
Şiddet ve nefret eğilimlerinin temelinde kontrol edilemeyen korkular vardır. Güvenlik güçleri korktukları için “bilinçsiz şiddet” kullanmakta, toplum korktuğu için yine şiddet arzulamaktadır.
Güvenlik güçlerimizin korkmamaları, iyi eğitilmelerine ve hukuk devleti konusunda bilinçlendirilmelerine bağlıdır.
Sivas ve Gazi Mahallesi olaylarında güvenlik güçlerinin ne denli beceriksiz davrandıkları, bu beceriksizliğin nasıl korkuya ve ardından da şiddete yol açtığı gözlerimizin önünde oldu. Sivas olaylarının ayrı ayrı kanallardan çekilen videolarının hepsinde, göstericilerle sivil ve askeri güvenlik güçleri arasındaki “itişme -kakışma”ların, güruhun cesaretini nasıl artırdığını ibretle göstermektedir. Benzer sahneler Gazi Mahallesinde de tekrarlanmıştır. Polise taş atan kimselere polisin de taş atarak karşılık verdiği, bunun kalabalıkta, “bunlar bizim kadar eğitimli, o halde biz bunlarla başa çıkabiliriz” düşüncesini yarattığı TV’lerden naklen yayınlanmıştır.
Hukuk devletinde güvenlik güçlerinin “ön cezalandırma” gibi bir görevi olamaz. Onların tek görevi, olayların faillerini yargıya teslim etmek, bunu yaparken de tüm duygularından, yargılarından sıyrılarak bunu yapmaktır.
“Güvenlik güçleri de insandır, teröristlere yardım ettiği ayan beyan belli olan bir kişiye -gazeteci kılığında olsa dahi- nasıl duygulardan arınmış davranılabilir?” yollu savunmaların hiçbir değeri yoktur. Çünkü eğitim denilen, zaten bu “duygulardan arınmışlık ve işini iyi yapabilecek kadar fiziki ve akli becerilerle donanmış olmak“ demektir.
Olaylara bu çerçevede bakıldığında görülen, devletimizin henüz bir hukuk devleti olmadığı, korkuları nedeniyle kafa koparmaktan başka yol düşünemeyen memurlar ve kafasının niçin, ne zaman ve kimler tarafından koparılacağını bilmediği için korkan vatandaşlardan ibaret bir toplum olduğumuzdur.
Korkmama özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin birinci sırasındadır.
İntikam duygularımızdan arınabilecek kadar korkusuz olabildiğimiz gün hukuk devletinin temeli atılmış olacaktır. Şimdi değil!
Pazartesi, 22 Ocak 1996
-
May 25 2012 HIRLILIK VE YOLLULUK’LARIN ARAŞTIRILMASI DAHA DOĞRUDUR !
Çeşitli medya organlarında bir “yolsuzluk, hırsızlık haberleri” patlaması yaşanıyor. Neredeyse gazeteler pazar ekleri gibi “yolsuzluk eki”, TV’ler de “yolsuzluk kanalı” oluşturacaklar.
Vatandaşın bunlardan etkilenip ” yahu ne kadar çok yolsuzluk oluyor, bunlar niçin böyle artıyor?” şeklinde paniklenmesi ve moralinin bozulması tehlikesine karşı onları uyarıp korkacak birşey olmadığını haber verme sorumluluğunu taşıyorum. Hatta diyebilirimki hırsızlık ve yolsuzluk işlerinde az da olsa bir azalma vardır. Çünkü, bunların bu denli kamuoyunun bilgisine getirilmesi, potansiyel olayları bir miktar önlemekte, hırsızlık-yolsuzluk yapmayı planlayanlar bir süre de olsa planlarını askıya almaktadırlar.
Evet, moral bozmaya paniklemeye gerek yoktur.
Olayların bu denli yaygınlığı bir “görüntü”den ibarettir. Bu “görüntü”ye yol açan resim ise o denli yaygın ve büyüktür ki toplum yaşamımızın tüm kesitlerini içine almaktadır. Aslında kullanılan deyim de yanlıştır. “Yolsuzluk” -adı üzerinde-, “yol”un dışına çıkılmışlığı ifade eder, yani bir “yol” vardır, o “yol” düzgün bir “yol” dur ve istisnai olarak o “yol”un dışına çıkan kişi ya da kurumlar vardır.
Halbuki durum bu değildir. “Yolun dışı” normal yol durumunda olup “yol” içinde kalanlar istisnadır ve bu sürece yolluluk-hırlılık, bu kişilere de “yollu” ve “hırlı” denmesi daha doğrudur. Bunların nasıl olup da yollu ve hırlı kalabildiğinin, mecburen mi yoksa kendi istekleriyle mi öyle olduklarının incelenmesi büyük önem taşımaktadır.
Çünkü böylece “yolluluk” ve “hırlılığın” mekanizması çözülebilecek ve daha çok kişi ve kurumun yollu ve hırlı yapılabilmesinin yöntemi anlaşılacaktır.
O halde bu konu araştırılmalı, derhal TBMM içinde bir “Yolluluğu ve Hırlılığı Araştırma Komisyonu” kurulmalı, araba, sekreter, ödenek gibi destekler sağlanmalıdır.
Hatta -bu araştırmanın çok uzun süreceği dikkate alınarak- bir “Yoluluk ve Hırlılığı Araştırma ve Yaygınlaştırma Bakanlığı” kurulmalıdır.
Şaka bir yana, yolsuzluk o denli kurumlaşmıştır ki tüm hukuk ve idari düzenimiz, kişi ve kurumlarımızın “yolsuz” olduğu kabulüne göre şekillenmiştir.
Batı uygarlığının temel değeri olan “aksi kanıtlanmadıkça tüm kişi ve kurumlar “yollu” dur” kabulü tam tersine dönmüş hepsinin peşin olarak “yolsuz” olduğu kabul edilmiştir. Tesadüfen bir kişi ya da kurum “yollu” olduğunu iddia ederse -ki kolay kolay edemez- bunu kanıtlamak zorundadır.
O halde ilk yapılması gereken, vatandaş ile vatandaş ve vatandaş ile devlet arasındaki sosyal kontratın incelenmesi ve yolsuzluğun niçin ve nasıl bu denli yaygınlaştığının anlaşılmasıdır. O zaman, yolsuzlukta değil, onun açığa çıkmasında bir patlama olduğu görülecektir.
Hastalığın tedavisinin yöntemi budur. Bunun aksi yani yolsuzlukların araştırılması beyhude bir çabadır ve hiçbir zaman son bulmayacaktır.
Pazartesi, 02 Mayıs 1994
-
May 25 2012 EKONOMİK KRİZ VE GİRİŞİMCİLERİMİZ İÇİN İŞ FİKİRLERİ..
İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz, tüm girişimcileri olumsuz etkilemektedir, bunda şüphe yok.
Her ne kadar küçük girişimler özellikle kriz ortamlarına uyum gösterme bakımından daha şanslı ise de bu, tüm girişimcilerin krize dayanabilecekleri anlamına gelmez.
Ancak, bir yandan da yaratıcı düşünce sahipleri için yeni bir kapı açılmaktadır. Şöyle ki; krizin otomatik sonuçlarından birisi, zincirleme zamlar ve azalan satınalma güçleridir. Yani herkes daha düşük bir alım gücüyle, alıştığı (veya özlediği) yaşam düzeyini sürdürme arzusundadır. Bu çelişki ancak bazı yollarla aşılabilir ve eğer bu yapılabilirse bu kriz olumlu sonuçlara da dönüşebilir. Bu yollar şunlardır:
- Tasarruf Projeleri: Ailelerin (ve de bireylerin) giderlerini azaltabilmeleri için onlarca yol mevcuttur ve bu bugüne kadar kullanılmamıştır. Bir çeşit Tasarruf Mühendisliği denilebilecek yöntemlerle bu giderleri azaltabilecek projeler üretip insanların önlerine koyabilecek olanlar, yaratıcı girişimcilerimizdir. Beslenmeden giyime, ısınmadan ulaşıma varıncaya dek birçok konuda proje geliştirilmesi ve bundan gelir sağlanması mümkündür.
- Teknoloji Projeleri: Ekonomik kriz, toplumumuzun üretim paterninin değişmesini gerektirmektedir. Rekabet gücüne sahip bulunmayan konular yerlerini rekabet gücü mevcut konulara bırakmalıdır. Patent Arşivi bu konuda paha biçilmez bir hazinedir ve özellikle de bugün daha değerli bir hazinedir.
- Yeni Becerilere Olan Gereksinim: Bir kısım KİT’lerin ve bu arada özel sektör kuruluşlarının başvuracağı tasfiyeler, birçok işsiz yaratacaktır. Bu işsiz insanların mevcut becerileriyle yeni işler bulabilmeleri çoğunlukla mümkün olamayacaktır. O halde işsizlere yeni becerilerin kazandırılması potansiyel bir iş alanı olarak ortaya çıkmaktadır. (Aslında bu alan uzun yıllardan beri vardır ama jetonu geç düşenler bunu henüz anlayamamışlardır.)
- Ev Üretimi: Yumruğunu pazarlık masalarına vurup haklarını (!) almış olanların ayakları suya ermek üzeredir. Bundan sonraki durak ev üretimi’dir. Yaratıcı girişimciler, ev üretimlerini organize ederek hem ailelere, hem ülkeye hem de kendilerine gelir sağlayabilirler.
Bu dört başlık altında sıralananlar, krizin öne çıkardığı fırsatlardan ufak bir bölümüdür. Duruma bu gözlükle bakıldığı takdirde daha birçok iş fikri üretilebilir.
-
May 25 2012 HER KAMU KURULUŞU BİR REHBER YAYIMLAMALI !
Bir devlet dairesindeki görevlinin, kendisine herhangi bir amaçla başvuran bir vatandaşa davranışı -istisnalar dışında- standarttır: Vatandaş, borç istemeye gelmişçesine tepeden bakan, başvuru evrakında mutlaka bir sürü eksik bulan ve nihayet başvuru zamanını uygunsuz bulup ileri bir tarihe ertelemeye çalışan bir bakış açısı, bu standardın özetidir.
Bunun sonunda doğan ilişki de yine hemen hemen standarttır; Ya üstten bir yerlerden getirilen bir kart, ya rüşvet, ya kavga, ya da çoğu zaman vatandaşın standart davranışı olan “emredilene boyun eğme” !..
Önereceğim önlem bu standart resmi derhal değiştirecek bir panzehir değildir. Ama oldukça etkili olacağına da şüphe yoktur.
Önlem şudur: Her kamu kuruluşunun vatandaşla ilişkilerinde izlenmesi gereken adımların AÇIK VE KOLAY ANLAŞILIR biçimde yazıldığı birer rehber yayımlaması!
Standart adımları belli olmayan işler rehber kapsamı dışında tutulabileceği gibi, onlar için dahi bazı usuller verilebilir.
Bunu ilk yapması gereken kurum, belediyelerdir. Vatandaşla ençok ilgisi olan bu kurumlar, hangi işlem için nasıl başvurulacağı, aksi bir muamele, rüşvet vs. gibi bir talep halinde ne yapılması gerektiği, işlemin ne kadar sürede yapılacağı gibi önemli noktaları içeren birer rehber yayımlayabilirler.
Önümüzdeki yerel seçimlerde aday olacaklardan istenmesi gereken vaatlerden birisi bu olmalıdır.
Somut, işe yarar ve yapılmayınca da yüze çarpılması kolaydır.
-
May 25 2012 Halk avukatı (omsudsman)..
Mayıs ayı içinde Mardit’te “Ombudsman Konferansı” toplandı.
Batı ülkelerinde Ombudsman, Halkın Savunucusu, Hemşehri Avukatı gibi adlarla anılan bu kurum ülkemiz açısından yeni olmakla beraber pek de yabancı değildir. Hemen her gazetemizde yer alan “halkın köşesi, “halkın sesi” gibi sütunlar aslında benzer amaca yöneliktir.
Tüm AGİK ülkelerinde ve ilaveten onun dışındaki bir kısım ülkelerde oluşturulmuş bulunan OMBUDSMAN kurumu, geçmişi itibariyle bazı ülkelerde (İsveç gibi) 200 yıllık bir geçmişe sahipken, bazılarında (Malta, Kanarya Adaları gibi) ancak 1-2 yıllık bir tarihe sahiptir.
OMBUDSMAN bir yargı sistemi olmayıp, onun bir tamamlayıcısı durumundadır. Yasama, yürütme ve yargıdan ve de siyasi partilerden, liderlerden, kısacası kanaatleri sınırlayıp yönlendirebilecek olan tüm olası etkenlerden bağımsızdır.
Ayrıca, başvurulması hemen hiçbir kayda bağlı değildir. Telefon faturasının mantık dışı kabarıklığını PTT idaresine anlatamayan vatandaştan, poliste kötü muamele gören bir yurttaşa ya da bir kamu ihalesinde önüne, bir “partiye gönül vermiş” kişinin geçmesinden yakınan (bunların hepsi tabii ki OMBUDSMAN kurumunun olduğu ülkelerde varolan uygulamalardır) kişilere kadar herkes, hiçbir bürokrasi olmadan hatta telefonla OMBUDSMAN’a başvurabilmektedirler.
OMBUDSMAN’lar genellikle meclislerce, belirli bir süre için (5 yıl gibi) ve 2/3 çoğunlukla seçilmekte ve bu süre dolmadan yerinden alınamamaktadırlar.
Böylece, anayasa güvencesi altında yüksek bir saygınlığa sahip olan bu kişiler, kendilerine bir ofis ve birkaç yardımcı (kalabalık bir kuruluş katiyen değil) oluşturmaktadırlar.
Kavram olarak OMBUDSMAN, yasama, yürütme ve yargıdan tamamen bağımsız, herhangi bir yaptırım yetkisi bulunmayan, kendisine iletilen ya da kendince seçilen konularda hertürlü incelemeyi yapabilen, her türlü bilgiye serbestçe erişebilen ve vardığı sonuçları basın ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna iletebilen bir kısım kişi(ler)dir.
Bazı ülkelerde yargı sistemi ve ordu OMBUDSMAN’ın ilgi sahası dışında bırakılırken, bazılarında kapsam içine alınmaktadır.
Yeni bir Anayasa yapma çalışmaları içinde bulunan Türkiye’de OMBUDSMAN kurumunun, örneğin (HALK AVUKATI) gibi bir ad altında oluşturulması son derece yararlı olabilecektir.
Bu önerimi tüm siyasi partilere iletmiş bulunuyorum. Bu yazı ile de onların dışında kalan tüm kuruluşlara çağrı yapıyor ve yeni Anayasamızda yer verilmesi için “baskı grubu” işlevlerini yapmaya çağırıyorum.
Haziran 1993
-
May 25 2012 HABİTAT REKLAMLARI KİME NE DİYOR?
“256 milyon Amerikalı İstanbul’a geliyor”, “6 milyar Dünyalı İstanbula geliyor”. Bir süredir TV’lerde HABİTAT toplantısı için bu ve benzeri reklamlar izliyoruz.
Bu abuk reklamlar birçok çıkarsamaya yol açabilir. Ama en önemlisi, Türkiye’nin hiçbir konuda kaynak sıkıntısı olmadığı, yalnızca akıl sıkıntısı -had derecede- bulunduğu sonucudur.
Bu olay tek değildir. Sık sık gazetelerde kamu kuruluşlarının milyarlık reklamları çıkar. Bir ara özelleştirme için benzer ilanlar çıkardı.
Bunların, akıl eksiğinin yanısıra ikinci bir ortak özellikleri de, kime ne dediğinin belli olmayışı, daha doğrusu hiç kimseye hiçbir şey demediğidir.
Bununla beraber, bunların tamamen amaçsız, can sıkıntısı ve para bolluğundan verilmiş reklamlar olduğu da zannedilmemelidir. Kendilerine reklam ajansı, halkla ilişkiler bürosu vs gibi adlar yakıştıran ve gerçek reklamcı ve halkla ilişkiler uzmanlarıyla yakın ya da uzak herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kısım uyanık geçinen vatandaşımız, nerede bir fon varsa onun kokusunu alıp bu tür işe yaramaz reklamlarla değerlendirirler. Bu reklamlar üzerinden de %25’den az olmayan komisyonlar alırlar.
Bu fonların kaynağı ise bazen devlet bütçesi, bazen uluslararası kuruluşların ayırdıkları proje bütçeleridir. Uluslararası kuruluşların bütçelerinin kaynakları ise üye ülkelerden aldıkları paylardır. Dolayısıyla her iki halde de harcanan para vatandaşın parasıdır.
HABİTAT reklamlarının parası da benzer biçimde Birleşmiş Milletler, yani Türkiyenin katkı payı, yani vergilerimizden karşılanmakta, sonra da bir kısım uyanık insana aktarılmaktadır.
Bu işe izin verenlerin muhtemelen, “Dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi gerçekleşiyor. Bu reklam az bile” diyebilecekleri bellidir. HABİTAT’ın Dünya’nın en büyük organizasyonlarından birisi olduğu doğrudur. Ama bu, mevcut kaynakları, bu büyüklüğe yaraşır bir organizasyon yapmaya harcamanın bir gerekçesi olabilir. Yoksa, organizasyona hiçbir katkısı olmayan, reklamlar yapmanın gerekçesi değil.
HABİTAT toplantısı sırasında doğabilecek aksaklıklar şimdiden bellidir. Toplantı bittikten sonra bunlara gerekçe olarak para yetersizliği gösterilecek, “bu kadar paraya bu kadar organizasyon denilebilecektir”.
Bu işleri yönetenlerin dürüstlük ve erdeminden kuşku yoktur. Ama, geniş kadrolarla çalışanların kendilerinin ahlaklı ve dürüst olmaları yetmemektedir. Onların aynı zamanda çevrelerine de dikkat etmeleri, kendilerine teslim edilmiş kaynakları çarçur etmeyecek biçimde çalışmaları da şarttır.
Peki niçin böyle oluyor? biçiminde bir soru sorulsa, bunun yanıtı ne bu reklamları yapan şirketlerin, ne de yaptıran kamu otoritelerinin kusuru değildir.
İşte burada ulusça bir eksiğimiz ortaya çıkmaktadır: Bu reklamları izleyen 35-40 milyon vatandaşımız, mevcut iletişim imkanlarını kullanarak bir anda TV’leri, ilgilileri protesto bombardımanına tutmalıydılar. Bunun yapılmayışı, insanımızın henüz bu noktada olmadığını göstermektedir.
Biz yeterince uyanık olmadığımız sürece başka uyanıklar çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır.
Salı, 21 Kasım 1995
-
May 25 2012 GELİN BUNLARI BY-PASS EDELİM
Türkiye ne zaman ekonomik ya da siyasal bir kriz ortamına yönelse, bundan endişe duyan herkes, kendince yapılmasını doğru gördüğü önlemleri, bunlar yapılmazsa doğabilecek sıkıntıları dile getirir.
Bu yalnız ülkemizde değil, herhalde diğer toplumlarda da böyledir. Gelişkin toplumlarda farklı olan ise, yetkili konumlardaki insanların sokaktaki, sokaktakilerin de yetkili gibi konuşmamalarıdır. Türkiye yine bir kriz ortamına gidiyor ve yine aynı “sokak ağzı” konuşmaları dinliyoruz.
Bugün, aklı başında herkesin şu gerçekleri artık görebilmesi gerekir:
-
İdare, akıldan uzakta, tutku, nefret, kin gibi ögelerin karışımı bir atmosfer içindedir. İdareye makul olanların tavsiye edilmesi ancak ve yalnız vakit kaybına yol açmaktadır.
-
Kriz yönetimi -güya-, yıllarca bu ortamı hazırlamış olanların ellerindedir.
-
Bir ülke, cam sürahi gibi birdenbire parçalanmaz. Parçalanma, uzun bir süreye yayılan, ancak o sürenin sonunda içinde bulunanlarca anlaşılabilen bir süreçtir.
-
Laik ile olmayan, alevi ile sünni, çalışanla çalıştıran, Türk ile Kürt, yani kendini diğerlerinden farklı sayan her kesim, bu farklılıkların, “parçalanmayan bir bütün” oluşturması gerektiği bilincinden hızla uzaklaşmaktadır. Devlet ise, bu farklılıkları bir bütün olarak bir arada tutmak yerine, “farksızlaştırma yoluyla birlik” sevdasındadır. Farklılıklardan bir bütün oluşturamamanın altında ise, tüm ara tonları reddeden “evet-hayır”, “siyah – beyaz” tabanlı mantık sistemimiz yatmaktadır. Laik-dindar gibi birleştirici bir kavram altında milyonları barıştırmak mümkün iken, bir avuç laik yobaz ve bir o kadar da dinci yobaz’ın arzu ve güdümünde kutuplaşılmıştır. Benzer şekilde, “T.C. vatandaşlığı” gibi bir üst kimlik altında toplanabilecek tüm yurttaşlar, etnik kimliklerini tüm topluma benimsetmeye çalışmaktadırlar.
-
Aydın kesim denilen ve sokaktaki insanın günlük yaşam rotasından kendini -zaman zaman dahi olsa- kurtarabilen insanlarımız, söylenmekten başkaca görevleri olmadığı inancıyla, kendi dışlarında birilerinin birşeyler yapması gerektiğini savunmakta ve ne zamanlarını ne de çabalarını harcamaya yanaşmamaktadırlar.
-
Artık ayrılmaz bir özelliğimiz olduğu için rahatsızlık duymadığımız, ama çağdaş insanla aramızdaki derin uçurumu oluşturan düşünce biçimimiz ise, bizi, sorunların nedenlerini merak etmeye değil, nedenleri ortaya çıkarılmamış sorunlara boyuna çözüm (!) üretmeye itmektedir.
-
İster beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkenin sunduğu imkanlarla ün ve servet sahibi olmuş iş dünyamızın üyeleri, her türlü imkanlarının bir bölümünü bu sorunlarla başedebilecek biricik yöntem olan sivil örgütlenmelere ayırmak zorunda olduklarını hatırlamak durumundadırlar. Zaman zaman beyan ettikleri düşüncelerinin yanısıra, bu ülkede iki sınıf insan olmadığının, birisinin para kazanmak, diğerinin ise ülke sorunlarıyla boğuşmak gibi birer doğal misyonları olmadığını artık anlamak ve bu anlayışın gereklerini yerine getirmek durumundadırlar.
-
Mevcut sivil toplum kuruluşlarımız, arzu ettiğimiz “küçük devlet”in örtemediği alanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelik ve nicelikte değillerdir.
Sivil toplum kuruluşlarımız, kendilerine toplumun ayırdığı kaynakları iyi kullanmak, bunun için de hedeflerini doğru tanımlamak ve sonra da bunlara ulaşabilecek beceri ve cesareti göstermek zorundadırlar.
-
Toplumumuz, tüm sorunlarının başkalarınca çözülmesi boş umudundan vazgeçmelidir. Merkezi idare, bu yanlış beklentiler sonucunda, altından kalkamayacağı kadar ağır bir sorun stokunun altında kalmıştır.
Bu ağır tabloya ilk müdahale, bu stokun hafifletilmesi olmalıdır. Bunu yapabilecek tek kurum sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama ne yazık ki onların çoğunluğu da sorunların tanılanması, çözüm geliştirilmesi ve uygulanmasında aktif roller almak yerine, sorunları merkezi idareye aktaran, ayrıca kendi özel çıkar talepleriyle ilave sorunlar da üreten bir kurum durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşları, “yakınan, sorun ihale eden ve yük olan” konumlarından, “mevcut güçlük hatta imkansızlıkları birer veri kabul edip aktif işlev yapan” konuma geçmek zorundadırlar. Hepsinin bir anda böyle bir geçişi yap(a)mayacağı gerçeği dikkate alınarak, iyi örgütlenmiş ve diğerlerine örnek olabilecek birkaç STK’nun bu yolda ilk adımları atması gerekmektedir.
Özet olarak söylenmek istenen şudur: 1980 ekonomik ve ona bağlı siyasal krizinden çıkış, merkezi idareyle değil piyasa güçleri kanalıyla olmuştur. Bu defaki krizden ise sivil toplum kuruluşları yoluyla çıkabiliriz. Yeter ki onlar, bugünkü tutumlarını gözden geçirip sorun ihale etmekten vazgeçsinler.
Merkezi idareye hakim olan politik sınıfın kalitesini (nitelik dokusu) kısa dönemde yükseltme imkanı yoktur. Üzerindeki sorun stokunun yükü azaldıktan sonra, bu kalitenin nasıl geliştirilebileceği ve böylece merkezi fonksiyonların nasıl daha iyi yapılabileceği de bir sorun olarak ortada duruyor olacaktır. Ama bu, çözülebilir bir sorundur.
Cumartesi, 01 Haziran 1996
-
-
May 25 2012 FELAKET, GELİYORUM DİYOR VE GELİYOR!
Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?
Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.
Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.
Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.
Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.
Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.
Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.
Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.
Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.
Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.
Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.
Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, halen Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmaktadır. TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmıştır.
Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.
Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, bir süredir – inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.
Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit -C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.
Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.
Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?
-
May 25 2012 FAL !
İstikrar paketinin başlıca iki bileşeninin, bazı temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar ve bir kısım KİT’lerin kapatılması olduğu bellidir.
Bu iki önlemin teker teker ne sonuçlar vereceğinin ayrıntılı olarak tahmini, ekonomik yönü yanında sosyal boyutları da bulunan bir konuda pek kolay değildir. Ama bu, bazı tahminlerin de yapılamayacağı demek de değildir.
Hoş, tahminlerin bir işe yaraması, onları kullanmak isteyebileceklerin varlığına bağlıysa da bu yine tahmincilerin morallerini bozmamalı, sanki kullanılacakmış gibi kafa çalıştırmaya devam etmelidirler.
Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamların kesin sonucu, “Çığ Etkisi*” ve ona bağlı stagflasyon’dur.
Buna göre, herhangi bir nedenle zamlanan temel mal ve hizmet ürünlerinin fiyatlarındaki artışların dönerek tekrar başlangıçta zamlanan temel mal ve hizmetlere yansıması ve bu çevrimin bir spiral etki (Çığ Etkisi) yaratarak fiyatlar genel düzeyini başlangıçta umulmayan düzeylerde yükseltmesi beklenmelidir.
Ancak, yükselen fiyatlar ve aynı oranda yükselmeyebilecek ücretler karşısında alım güçleri düşecek toplumun bu Çığ Etkisi’ni bir miktar yumuşatıp zaman içine yayması ve çok keskin bir eğimle yükselmeyen bir zincirleme fiyat artışları sonunda çok şiddetli olmayan bir stagflasyon büyük bir olasılıkla beklenmelidir.
Bu tahmin, hiç olmazsa geçici bir süre tüm ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanmasına gidilmeyeceği, buna siyaseten cesaret edilemeyeceği varsayımına dayalıdır.
Diğer yandan bir kısım KİT’lerin kapatılmasına gelince: Zarar eden KİT’lerin herhangi bir önlem alınmadan (kurulacak Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla alternatif istihdam yaratma, yaygın Beceri Kursları yoluyla işsiz kalacaklara yeni imkanların kapılarını açma vbg) kapatılması önerisi ve bunun bir cesaret olarak takdim edilerek karar alacakların dolduruşa getirilmesi, uzun süredir kamuoyuna sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ise, işsiz yani gelirsiz kalan insanların sessiz sedasız bu durumu kabullenecekleri gibi gerçekdışı bir varsayıma dayanmaktadır.
Üretim denen olguyla hayatında hiç karşılaşmamış sözüm ona uzmanların, bilinçaltlarında yerleşik üretim korkularından kaynaklandığına hiç şüphe olmayan “Türkiye’nin sorunu üretimsizlik değil, parasaldır” safsatasının ne denli yanlış olduğu da bu münasebetle görülecekler arasındadır.
Sokaklara dökülecek işsizlerin gösterileri sonunda panikle atılacak geri adımlar, her zaman vurgulanan bir acı gerçeğin bir defa daha ilanı anlamına gelecektir. Bu gerçek; “Türkiye’de bağıran kazanır. Haklı da olsa haksız da olsa kazanır!” realitesidir.
Bunun olası sonucu, kapatılan bir kısım KİT’lerin tekrar açılması ve bu defa para basımı yoluyla stagflasyonun körüklenmesidir.
Bu resim mutlaka böyle mi sonuçlanır, başka türlü olmaz mı? A partisi B ile birleşse, C de destek verip vs vs olsa yine böyle mi olur?
Evet böyle olur, ta ki çokbilmiş insanlarımızın şamatası susar, gerçek rekabet gücü olan üretim’in ne olduğu anlaşılır ve ondan sonra da onun Dünyaca bilinen ama henüz Türkiye’mizde keşfedilmemiş (!) araçları devreye sokulana kadar bu resim aynen böyle olur. İnanmayan bekleyip görsün!
Cumartesi, 02 Nisan 1994
-
May 25 2012 FAİZ VE TEFECİLİK !
Bir siyasi partinin, onun yandaşlarının ve partili ya da yandaş olmamakla birlikte birçok kişinin faizi reddettiğini biliyoruz. Bunu garipsemiyorum. Garipsediğim, aksi düşüncedeki hiç kimsenin bu konuda bir açıklama yapmayışı, sanki faizsiz hayat mümkünmüş de bir kabahat işleniyormuşçasına susmayı tercih etmesidir.
Yüksek kredi faizlerinin insanları doğrudan (sanayiciler) ya da dolaylı (sanayi mamullerini kullananlar) bunalttığı ortamda faizin, borç-faiz spirali olgusunu çağrıştırması, otomatık olarak faize karşı olumsuz “his”lerin doğmasına neden olmuştur. Bu bir gerçektir.
Ama ilginç olan, bu denli faizle içli dışlı olmuş bir ortamda faiz’in ne olup ne olmadığının hiç konuşulmayışıdır. Belki herkesin bildiğinin varsayılması, bunun bir nedenidir.
Ülkemizin çok sayıdaki sorununun, çok az sayıdaki Kaynak Sorun’un çeşitli bileşimleri olduğu, diğerlerinin ise birer Görüntü Sorun (Phantom Problem) olduğu, artık yavaş yavaş kavranmaya başladı.
İşte bu az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisi de “çeşitli kavramların tanımlanmamışlığı nedeniyle üzerlerinde uzlaşma olmayışı, bunun ise toplumsal iletişimi güçleştirdiği”dir. Hak, özgürlük, demokrasi, laiklik ve birçok soyut kavramın yanısıra, bunlarla hiç ilgisi olmayan matematik bir kavram olan faiz de bu “tanımsızlık” hastalığından nasibini almıştır.
Bunun üzerine bir de “bilerek kavram tanımlarını karıştırma” eylemi binince, düz deyimle tam toz-duman bir ortamı doğmaktadır. Şimdi faiz, bu ikili etki altında bir kesimin nefret ettiği, bir kesimin de suskunlukla seyrettiği bir kargaşaya itilmiştir.
Faiz, iki bileşenden oluşmakta olup birincisi paranın değer kaybının telafisi, diğeri de paranın nedretine ödenen karşılıktır. Bu iki bileşenden biri ya da ikisine karşı kızgınlık duyanların kullanabileceği tek alternatif “hibe”dir. Yani faizi haram olarak görüyorlarsa bu iki bileşenden hangisini isterlerse almayabilir, karşı tarafa hibe edebilirler. Bunu enayilik olup olmadığı ise hibe’de bulunacak olanların sorunudur.
Faizin bir de kötüye kullanımı vardır ki o da tefeciliktir. Aslında yalnız faiz değil tüm yüce kavramlar dahi istenilirse kötüye kullanılabilir.
Tefeciliğin faizle ilişkisi, suyun boğulmakla olan ilişkisi kadardır.
Bilerek ya da cehalet nedeniyle anti-faiz propagandası yapanlar ya da bunlara muhatap olanların bilmeleri gereken, paranın yukarıdaki iki bileşeninin (değer kaybı ve nedret ücreti) haram olamayacağı, yüksek faizin yarattığı olumsuzlukların Kaynak Nedeni’nin faizin kendisi değil, paranın süratle değer kaybetmesi olduğudur. Kızılacak, nefret edilecek birşey varsa o da, paraya değer kaybettiren “üretmeden tüketmek” olgusu ve bir kısım politika ve bilim esnafının bunun mümkün olduğunu propaganda etmesidir.
Bu ise yalnız dinde değil tüm öğretilerde ayıptır, günahtır ve de yanlıştır.