• İŞKENCE GÖRENLER VE YAPANLAR AYNIDIR !

    Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölmesinden sonra yükselen kamuoyu tansiyonu, katil zanlılarının bulunmasından sonra birdenbire düştü. Kana kan isteyen kamuoyu, onbeş kişinin adlarının açıklanmasıyla tatmin oldu.

    Şimdi pekala iddia edilebilir ki, Göktepe’nin gerçek katilleri bu onbeş polis değildir. Belirlenen bu onbeş polis işin tetikçileridir. Cinayeti ise;

    • Bu ve benzer olayların nedenlerini sormayıp yalnızca intikam peşinde koşan,

    • Cinayet, işkence ve kötü muamele’nin aynı kökten gelen değişik şiddette olgular olduğunu; trafikte, devlet dairesinde ya da işe giriş sınavında torpil yaparak ya da yaptırarak birilerinin önüne geçmenin, rüşvet almanın ve de vermenin, bunu alıp vermeyenlere karşı kötü muameleye yol açtığını, onun da işkencenin tohumu olduğunu idrak edemeyen,

    kamuoyu azmettirmiştir. Yani asıl suçlu odur.

    Şimdi bu polisler;

    “Göz altına alınanları hepimiz suçlu olarak görür ve cezasını daha o evredeyken vermeye başlarız. Bu yalnız polisin değil halkın da genel yargısıdır. Ayrıca, olayları çözebilecek eğitim düzeyinde de değiliz. Zanlıları döverek olay aydınlatmak, insanları döverek terbiye etmek bize amirlerimizden, onlara da amirlerinden geçmiş olan bir gelenektir. Bu gelenek yalnız poliste değil, okulda, evde, sokakta, kışlada ve akla gelebilen her yerde böyledir.

    Yaşamım sırasında temas içinde olduğum herkes, elindeki imkanlar nisbetinde bana kötü muamele ediyor ve bu yolla kendilerine yapılan kötü muamelenin acısını benden çıkarıyorlar. Yaptıkları muamelenin bir nedeni de işlerini iyi yapabilecek şekilde sistemlerin kurulmamış ve onların da buna göre eğitilmemiş olmalarıdır. Ben de elimdeki yetkileri, kötü muamele dengesini kuracak biçimde kullanıyor ve başkalarına kötü muamele ediyorum. Kötü muamelenin dozunu kaçırdığımız doğrudur, bundan dolayı suçluyuz. Ama suçun bütünü de bizim değildir. Maruz kaldığımız bunca kötü muamele ruhsal sağlığımızı da bozmuştur. İnanmayanlar sokaktan rastgele 100 kişi toplayıp ruh sağlığı testlerinden geçirsinler. Başka ülkelerde yüzde onlar civarında olan ruhsal bozukluklar bizim toplumumuzda çok daha yüksektir.

    Aklın ve bilimin önderliğinde anlayıp çözmeniz gereken bunca sorunun en son halkası olan olayları çözmeyi, eğitimi, sağlığı ve içinde yer aldığı sistemi yetersiz olan bizlere bırakmak ve ondan sonra da elindeki tek imkan olan dayağı kullanan bizleri suçlamak haksızlık değil midir?

    Bireylerin bir hiç, bireyciliğin ayıp olduğunu, tek korunması gerekenin devlet olduğunu, bu amaçla tüm yapılacakların meşru sayılmak gerektiğini, hepimizin devlete feda edilebileceğimizi öğretip şimdi de devleti yıkmak peşinde olduğunu tahmin ettiğimiz bir kişiyi dövdüğümüz için niçin tepki gösteriyorsunuz? Bu yaptığımız devlete hizmet değil midir? Bizi sorgularken döven polis arkadaşlarımız, Metin Göktepe’yi dövdüğümüz için mi yoksa işi berbat edip öldürdüğümüz için mi kızıyorlardı?

    Devleti akılla bilimle korumayı beceremeyip de bu işi bizlere ihale eden laf ebesi aydınlarınızın bu işte suçu yok mudur?

    Birbirine kötü muamele eden bu kadar insan varken, bunu olağan kabul edip, yalnız ölümle sonuçlanan kötü muamelelere tepki gösteren sizler esas suçlular değil misiniz? Bizi cezalandırın ama kendinizi de unutmayın!” diye kendilerini savunsalar, buna kim çıkıp da yanlış diyecektir.

    Şimdi karşımızda onbeş gariban kişi var. Bunlar kelimenin tam anlamıyla “gariban” kişilerdir. Şaşkın şaşkın başkalarından farklı ne yaptıklarını anlamaya çalışıyor ve belki de öldürdükleri kişinin cesedini niçin daha uzak bir yere atmadıkları için kendilerine kızıyorlardır.

    Bu polislerin cezalandırılmasının, benzer olayları önleyeceği inancında olan safdiller bulunabilir. Gerçekten de bundan sonra gözaltında iken vukubulacak ölüm olaylarında büyük bir düşüş meydana gelecek, hatta sıfıra düşecektir. Ama, ölmeden kötü muamele görenlerin sayısında da bir tırmanış meydana gelecektir.

    Toplam kalite konusunda verilen bir örnek, bu duruma pek uygundur: Bir bankada veznedarların açık ya da fazla vermelerini önlemek isteyen yönetim, bir genelge yayımlayarak açık ya da fazla veren veznedarların derhal işten atılacağını duyurur. Bu sert önlem üzerine ertesi günden itibaren hiçbir veznedar açık ya da fazla vermemeye başlar. Bunun nasıl olup da o güne kadar becerilemediğini merak eden bir yönetici, veznedarların aralarında bir havuz oluşturduklarını, fazlaları bu havuza koyup açıkları bu havuzdan karşıladıklarını görür. Yani açık ve fazla verme işlemlerinde bir değişiklik yoktur, yalnızca sert önlem dolayısıyla yanlışı yönetimden gizleyecek basit bir çare bulunmuştur!

    Ne olduğunu, kimin yaptığını değil niçin olduğunu soran insanlar haline gelmedikçe bu işler bitmeyecek, yalnızca şekil değiştirecektir. Pazartesi, 29 Ocak 1996

  • BİR OKUR MEKTUBU ÜZERİNE!

    Yaşamı boyunca 1500 civarında icat yapmış olan Thomas Alva Edison’a bir hayranı “üstat, bu ne müthiş bir zeka!” biçiminde bir iltifatta bulunur. Edison’un yanıtı ilginçtir: “Zeki olup olmadığım konusunda bir şey diyemem. Ama eğer icatlarımı kastediyorsanız onların yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri de şanstır”..

    Herkesin hayranlık duyduğu Amerika’nın kısa tarihi sokaktaki insanımız tarafından pek bilinmez. Rekabet olgusunun nasıl olup da Dünya’nın dört bir yanından gelen yetmiş iki buçuk millete bu denli egemen olabildiği, neredeyse bu farklı kültürdeki insanlarda bir kültürel genetik oluşturduğu, Oklahoma’daki sahipsiz arazilerin halka dağıtılma biçimini bilmeyenlerce bir gizem olarak görülebilir.

    Abraham Lincoln ve Thomas Jefferson gibi iki başkanın aynı zamanda birer mucit oldukları, Lincoln’ün 0062 nolu patentin sahibi olduğu, ilk işi patent ofiste icat incelemek olan Jefferson’un ise dış işlerinden sorumlu olduğu yıllarda, her akşam üzeri ofisinde icat başvurularını inceden inceye okuyup değerlendirdiğini bilmeyenler, niçin o insanların haftada 6000 civarında icat yapıp para keserken, bizim 120 yılda ancak 6000 icat yapabildiğimizi anlamakta güçlük çekebilirler.

    Yurt dışında yıllarını geçiren çok insanımız vardır. Bunların bir bölümü resmi devlet görevleri için giderler ve de dönerler. İçlerinde mutlaka, gittiği ülkelere derinlikli bakabilen çok kimse vardır. Bir bölümü de gittikleri gibi dönerler, ömürlerinin geri kalan kısmında da oralardaki insanların ne denli medeni, buradakilerin de ne olmadığını anlatır dururlar.

    İşte, gidip de boş gözlerle etrafına bakınmayan okurlarımızdan birisinin bazı gözlemlerini içeren bir mektubu:

    Dün gece televizyonda “Tarih” kanalında çok güzel bir dökümanter seyrettim: Modern Marvels: Transcontinental Railroad, California to Nevada. Amerikan”Ic Savasindan”dan sonra hükümet tarafıdan finanse edilen bu proje 1862’de Sacremento California ve Omaha Nevada dan aynı anda “Union Pasific Railway” ve “Central Pasific Company” adlı iki şirket tarafından başlıyor ve 1869’da bitiriliyor.

    Müthiş bir hikaye. Tabi Amerikalıların tarihe klasik yaklaşımı ile anlatılıyor bu mühendislik macerası. Yani günahlarıyla, hiç acımadan açıklarıyla ve sevaplarıyla hiç alttan almadan. Bu müthiş mühendislik harikası, insan doğa ve hayvan soykırımı ile el ele gidiyor. Yedi sene süren bu mücadele sırasında insanı hayrete düşüren hatalar ve mucizelerle tren yolu tamamlanıyor. Tabii her şey belgelendiği ve fotoğraflandığı için nasil bir proje olduğunu anlayabiliyorsunuz.

    Sierra Nevada sıra dağlarına yapılan tünel resmen iğne ile kuyu kazmaya taş çıkartacak hızda bitiriliyor. En görkemlisi, Sierra’nin granit zirvesinin altına yapılan tünel: Dağın iki tarafından baslanılan delme, 24 saatte 8 inç hızında ilerliyor. Tabi bu arada doğanın güçleri ile kıyasıya bir mücadele var. İsçilerin üstlerine cığ düşüyor, kar fırtınaları durmak bilmiyor ama işçiler hep ilerliyor. Demir yolunun üzerindeki karı küremek için yeni bir takım araçlar geliştiriyorlar. Ya da Utah eyaletinde susuzluktan her 14 milde bir su tankları ve suyu kuyulardan yukarı pompalamak içinde rüzgar değirmenleri inşa ediyorlar. Yani tüm yol boyunca bir buluş ve “challenge” kaynağı olan bir mühendislik projesi gerçekleşiyor. Biz Anadolu/Türk kültürü olarak, yendiğimiz savaşlarla öğünürüz. Bu Transcontinental Railroad insai da aynı bir cihad gibi, tükenmez bir inanç, üstün çaba ve çalışma örneği. Belki de her ülke her kültür, cihad-kahramanlık “kotasını” tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde dolduruyor. Ya Viyana kapılarına kadar ya da Sierra Dağları içinden!!

    Buraya kadar hikayenin bir yüzü, diğer tarafı ise yüz kızartacak bir utançlar silsilesi. Bütün bu demiryolu insai Amerkan Yerlilerinin topraklarında oluyor. Ve bu arada kızılderililerinin tek geçim kaynağı olan buffaloları da isçileri beslemek icin her gün onlarcasını öldürüyorlar. 1800’ler başında sayısı milyonları bulan, Amerika’nn bir başından bir başına göç eden bu hayvan türü kısa bir süre önce yok olmaya aday türlerden biriydi. Neredeyse ineğin yok olması gibi!!

    Geçtiğimiz yaz Kansas’a gittiğimde korumaya alınmış Buffalo sürülerini gördüm, çok fazla değil bir kaç yüz hayvan. İnanılmaz büyüklükteki bu hayvanların yüzlerinde bir içe dönüklük var, belki de soykırıma uğradıkları için! Ayrıca buffalolar hakkında önemli bir bilgi. Yerliler bu hayvanları bizim modern anlamda hayvancıkla gütmüyorlar. Yerliler bu sürülerin göç yollarında onları takip ediyorlar, yani buffalolar nereye gidiyorsa onlar da oraya taşınıyorlar. Ve yiyecek giyecek ihtiyaçları için bu hayvanları avlıyorlar ve bu hayvanlar onların var olmasına yardımcı oluyor. Ayrıca tren yolunun güzergahı üstündeki ormanlar yok ediliyor. Kızılderililer bu durumdan hiç memnun olmadıkları için isçilere saldırıyorlar ve tabi hepsi öldürülüyor.

    Amerikanın tarihe bu iki yönlü bakışı çok da eski değil. Vietnam Savaşından hic kimse bahsetmemeye çalışıyordu, ırkçılıklarını pek telaffuz etmiyorlardı ama 1980 sonlarından beri Amerika’da tarih artık başka okunuyor. Yukarıdaki tren yolunun hikayesinin iki tarafı da böyle. Amerika bu şekilde yaratılmış. Herkes kendi tartısına koysun bunları ve tartsın.

    Sivas-Erzincan demiryolunun hangi güçlüklerle açıldığını bilen ya da okuyanlar için benzer bir hikaye gibi gelebilir. Ama medeniyetlerin nasıl kurulduğunu göstermesi ve bunların gelecek kuşaklara nasıl aktarılması gerektiğine örnek arayanlar için çok da öğretici olabilir.

    Cumhuriyetin 100ncü yılını kutlama programının tasarımını yapacaklara -eğer anlamak isterlerse- epey ipucu var.

  • EKONOMİK YENİDEN YAPILANMADA

    M.P.M.’NİN ROLÜ NE OLMALIDIR?

    A.B.D. ekonomisi, dışarıdan bakıldığında sanılabileceği gibi dev şirketlerin değil çok sayıda küçük kuruluşun omuzları üzerindedir. Ekonomisinin % 47’si küçük boy şirketlerce oluşturulur.

    Benzer şekilde Japonya da böyledir. Dev dış ticaret şirketlerinin çevresi, onbinlerce küçük ve orta ölçekli firma tarafından sarılmıştır. Bunlar konjonktürel dalgalanmaları absorbe eden amortisörler gibidir.

    A.B.D.’de küçük şirketlerle devletin ilişkisi SBA (Small Business Administration) adında bir federal kurum tarafından düzenlenir. SBA, yüzbinlerce küçük girişimci ile tek tek ilişkide değildir. Bu imkansızdır. Çünkü her girişimcinin ihtiyacı bir diğerinden farklıdır.

    SBA, çok daha az sayıdaki aracı şirketi destekler. Aracı şirketlerin SBA ile ilişkileri basittir: SBA onlara hibe ve kredi sağlar, aracı şirketler de anlaşmaları gereğince bunların ödenmesi gereken kısımlarını SBA’ye geri öderler.

    Diğer yandan, aracı şirketlerle girişimciler arasındaki ilişkiler ise son derece girifttir. Kimi aracı şirket yalnız para (risk sermayesi vb yollarla) sağlarken, bazıları ödünç personel (secondee), diğerleri ise işyeri (teknoparklar vb yollarla) sağlarlar. Bu, devleti ekonominin içine fazla sokmadan ekonomiyi idare etmenin yoludur ve bilinen en iyi yöntemdir.

    SBA son derece küçük kadrolu, ama kadrosu gerçek uzmanlardan oluşan bir kurumdur.

    MPM’nin ekonomik yeniden yapılanmadaki rolünü açıklamak istediğim bu yazıya SBA örneğiyle başlamamın nedeni, çok yaygın bir amaç kümesine hizmet vermek durumunda olunduğunda, liberal bir ekonomik anlayışın nasıl davranacağını göstermek içindir.

    SBA’nin ABD’de üstlendiği rolü oynamak üzere ülkemizde de KOSGEB kurulmuştur. Ancak kısa sürede -tüm kamu kuruluşlarında olduğu gibi- kadroları şişmiştir. Bunun nedeni, girişimcileri destekleyecek aracı kuruluşları desteklemek yerine, girişimcileri bizzat desteklemeye, onlara destek olabilecek hizmetleri bizzat yapmaya kalkışmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, devletin gücünü kullanarak girişimcilerle rekabet ederek girişimcileri desteklemek !

    KOSGEB’in bu çıkmaz yoldan kurtarılması için yapılması gerekenler açıktır:

    1. Aracı kurumların yani Girişim Destekleme Şirketleri’nin (Enterprise Agencies) kurulmasını özendirip onları desteklemek ve

    2. Girişimciliği caydıran Kaynak Sebepler’i belirleyip -ki onlar da bellidir- bunların giderilmesi yolunda çaba harcamak.

    MPM’ye gelince: Ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonomik faaliyetlerdeki -ki, içinde insanın yer aldığı tüm faaliyetlerdir- verimi artırmak ve de gerek konjonktürel gerekse arızi krizleri aşabilmek için MPM’ye düşen görev öncelikle, verimliliğin diğer faaliyetlerden ayrılabilir, onlardan bağımsız olarak yükseltilebilir bir kavram olarak anlaşılması biçimindeki geleneksel yaklaşımı terketmektir.

    MPM’nin -ve sistemini ele almadan verimliliğini artırmaya çalışan tüm kuruluşların- giriş kapılarına büyük harflerle şu yazılmalıdır:

    “VERİMLİLİK ARTIRILAMAZ. ANCAK ONU AZALTAN NEDENLER GİDERİLEBİLİR. VERİMLİLİK, BİR SİSTEMİN AYNADAKİ YANSIMASIDIR”

    Bir söz oyunu gibi görünebilecek olan bu yaklaşım aslında geleneksel ve yeni yaklaşım arasındaki büyük farka işaret etmektedir. Verimliliğin söz konusu olduğu bir sisteme, sistem içi ve dışından etki yapan tüm faktörler etkileşim halindedir. Bunları bir kenara bırakıp yalnızca göze çarpan girdilerin verimliliğiyle uğraşılması her zaman ve yalnızca tek sonuç verir: başarısızlık!

    Bu soyut sözlerin somut bir sonucu vardır: Çeşitli kurum ve kuruluşların, dolayısıyla da ülkenin topyekün verimliliğini artırmayı hedef edinmiş bir kurum olan MPM, sayıları onbinlere varan sistemleri analiz etmek ve geliştirmek gibi yapımı hem imkansız ve hem de yapılabilse dahi -KOSGEB örneğinde olduğu gibi- özel girişimcilerin önünü tıkayacak bir role soyunmuştur.

    Bu durumda yapılması gereken, katalitik bir role çekilmek, böylece fiziki olarak küçülürken etkinliğini (kontrol ettiği alanı) artırmaktır. Bu kavramı daha iyi açıklayabilmek için, evvelce yazdığım bir makaleden şu alıntıyı yapmak istiyorum:

    “KATALİTİK” DEVLET !

    “Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru ve de yalın biçimde tarif edilmesi gelmektedir. Çünkü, her soyut hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, toplumumuzda ve belki diğer toplumlarda, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılmaktadır.

    İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.

    Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan- vergileriyle oluşan sınırlı bir kaynağa sahiptir ve ancak insanların “ortak ilgileri” ne destek sağlamak zorundadır.

    Bütün bu isteklerin doğru yerlerine oturtulabilmesi için bir yeni kavrama gereksinim vardır: Bu yeni kavram, “katalitik para” dır!

    Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına hiçbir satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen tedavülden kalkmış bir para gibidir. Ancak insanların ya da kuruluşların kendi paralarıyla biraraya geldiği zaman bir işe yarar.

    Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para biraraya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyva konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!

    Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarruf yapmaya özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu çok yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf yapmaya çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.

    Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.

    Her politikacının, bürokratın ve tüm vatandaşlarımızın ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur.”

    Evet, MPM’nin rolü, katalitik rol olmalı, verimlilik politikasını hazırlayıp, girişimcilerin kurum ve kuruluşlarla bu politika uyarınca işbirliği yapmasına uygun ortamı hazırlamasıdır.

    Bu yaklaşıma karşı ileri sürülebilecek iki iddia olabilir:

    1. MPM’nin geleneksel denilen yaklaşımı bugüne kadar bir çok kurumda verimlilik artışına yol açmıştır.

    2. Yeni yaklaşımın, MPM’nin yapısını oluşturan üçlüye anlatılıp benimsetilmesi güçtür.

    Bunlara verilebilecek yanıtlar basittir:

    1. Kurumlarımızın verimi o denli düşüktür ki, onlar üzerinde yapılacak en küçük bir iyileştirme çalışması dahi verimin bir miktar artamasına yol açmaktadır. Önemli olan, bu verim artışının karşılığında ne harcandığıdır. Aslında MPM’nin kuruluşundan bu yana harcadığı maddi kaynak, sağladığı yararlar yanında ihmal edilebilir kalır. Ama, MPM’nin verimliliğini ifade etmek için kullanılması gereken oranın paydasında, “geleneksel yaklaşım yerine burada önerdiğimiz yaklaşım kullanılmış olsaydı sağlanabilecek verim artışı” bulunmaktadır.

    2. Galileo bu gibi savların yanıtlarını çok önceden vermiştir: “Sizler haklı olabilirsiniz. Ama Dünya yine de dönüyor!”

    Pazartesi, 06 Mart 1995

  • BİR EK KAYNAK: LAF VERGİSİ !

    Ülkemizin önemli sorunlarından sayılan (belki de öyledir) kaynak kıtlığına karşı önlemlerin başında vergi gelirlerini artırmak geliyor.

    Ancak, kaçıranlardan vergi almak mümkün olamayacağına göre yeni vergilerin konulması kaçınılmaz hale geliyor. Bütün vatandaşlarımıza da yeni vergiler düşünüp önermek görevi düştüğüne göre, bunu ilk yapanlardan biri ben olmak istiyorum.

    Önerim, her ağızdan çıkan ya da yazılan sözcük başına çok küçük bir vergi alınmasıdır (örneğin 10 kuruş gibi).

    Böylece, mesela akşama kadar 2000 kelime sarfeden bir vatandaş 200TL vergi vermiş olacak, buna karşılık konuşma özürlü bir yurttaşımız ise hiç vergi vermeyecektir.

    Böylece kişi başına ayda 6000, yılda 72,000 liralık bir vergi gelmiş olur ki bu, asgari ücretliler için dahi yüksek sayılmaz. Ama, nüfusumuzun yarısının konuşabildiğini düşünürsek bu, yılda 2 trilyonluk bir kaynak demektir. Ayrıca, ortalamayı yükseltebilecek birçok kesimin bulunduğu dikkate alınırsa bunun, küçümsenemeyecek bir rakam olduğu anlaşılacaktır.

    Laf Vergisinin bu yararının yanısıra başka faydaları da olacaktır. Artık herkes olur olmaz “laf” edemeyecek, onun yerine ölçüp biçip “söz” söylemeye gayret edecektir.

    Örneğin artık şöyle “laf”lar duymayacağız; “Ülkemizdeki sosyo-stratejik ve eko-kültürel boyutlarındaki memnuniyet verici gelişmeler içte ve dışta gıptayla izlenmekte ve takip edilmekte olup, global Dünya’ya entegrasyon ve bütünleşme sürecine girilmektedir”.

    Böylelikle insanlarımızın boş laf dinlemesi bir ölçüde önlenmiş olacaktır.

    Bir diğer fayda, televizyon yayınlarındaki olası ferahlamadır. Birçok program, maliyet artışları yüzünden yayından kaldırılacak, haber bültenleri beşer dakikaya inecektir.

    Diğer yandan gazeteler tek sayfaya inecek, bir kısım köşeler (benimki gibi) boş kalacak, bürokratik yazışmalar azalıp vatandaşın işi hızlanacak, hatta mahkemelerin bile yükü azalacaktır.

    Bütün bunların dışında, sürpriz gibi görünmesine rağmen, söz söyleme özgürlüğü artacaktır.

    Bunca “laf” arasında “söz”ünü dinletemeyenlerin karşıkarşıya bulunduğu bir çeşit özgürlük kısıtlaması azalacak, lafların sözleri boğması önlenmiş olacaktır.

    Okullarda çocuklarımıza özlü konuşma, yazma telkin edilecek, anlamsız, uzun konuşma ve yazma artık “ayıp” sayılmaya başlanacaktır.

    Her yazılan ya da söylenenin, insanların ömürlerinden küçük parçalar kopardığı, ama bu küçük parçalar biraraya gelince ömürlerin önemli bir bölümünün laf etmek ve/ya dinlemek için harcandığı düşünülürse böyle bir vergi daha az saçma görünmüyor mu?

    ***

  • BİR DOSTLA KURULAN HAYAL!

    Parlamento yaşamımda çok insanla arkadaşlık ettim. Ama bunlardan birisiyle gerçekten arkadaş olabildim. Bu, rahmetli Adnan Kahveci’dir.

    Gerçek arkadaşı, sık görüşülen, yediği içtiği ayrı gitmeyen ya da alışılmış kalıplarla değerlendirmiyorum. Biz öyle yediği içtiği ayrı gitmeyen iki kişi değildik. Hatta seyrek görüştüğümüz dahi söylenebilir. Ama aramızda iyi bir iletişim kurulmuş, birimizin söylediğini diğeri açıklamaya ihtiyaç kalmadan anlar duruma gelmiştik.

    İşte bu anlayış havası içinde bir gün, parlamento’da bir “beyaz ihtilal” düşünmüştük. Bu öyle bir dönüşüm olacaktı ki, bugün birbiriyle uzlaşmaz gibi görünen, kavga eden kişiler arasında bir yapıcı diyalog başlayacaktı.

    Aşağıda, bu hayalimizin bir ürünü olduğunu söyleyebileceğim bir bildirgeyi bulacaksınız. Ama şuna inanıyorum ki, düşünceler tek insanlarla değil, ona sahip çıkıp yürütecek kişilerle yücelip hayata geçebilir.

    Bu bildirgeyi, rahmetli arkadaşımın ruhuna ithaf ediyorum:

    TOPLUMSAL YENİLENME GİRİŞİMİ

    “ANLAYIŞ BİRLİĞİ BİLDİRGESİ”

    • Amaç

    Farklı siyasi düşüncelere sahip kişilerin, mevcut siyasi kimliklerini koruyarak yer alabilecekleri bir TOPLUMSAL YENİLENME GİRİŞİMİ öngörülmektedir. “Girişim”in hedefi, siyasi hayatımıza şekil vermiş bulunan, uzlaşmaz, tek doğrulu, buyurgan, başkalarının çıkarlarını gözetmeyen bir çıkar anlayışına dayalı siyaset geleneğimizi ve bununla irtibatlı kurumların yapılarını yenilemek ve bu yolla, çağı yakalamak ve de aşmak üzere üretilebilecek akılcı çözümlerin hayata geçirilmesi için ortam hazırlamaktır.

    “Girişim”in bu hedef çevresindeki amaçları :

    1. Temas Ortamı Yaratmak: Farklı düşünce sahibi kişilerin birbirleriyle temas edebilecekleri ve böylece şunları sağlayabilecek ortamlar yaratmak:

      1. Kutuplaşmaları Önlemek: Birbirlerinin varlıklarını kabul etmeyi gerektiren akılcı nedenleri görüp, düşüncelerini temsil eden siyasi kurumları etkileyerek olası kutuplaşmaları önlemek,

      2. Düşünce Tıkanıklıklarını Önlemek: Birbirlerinin düşüncelerini, onların ortak ve farklı yanlarını keşfetmelerini, bunlardan yeni sentezler yapabilmelerini sağlamak ve böylece siyasi kurumlara şekil veren düşüncelerin tıkanmasını önlemek,

      3. Uzlaşmalara Katkı: Farklı siyasi düşünceler arasında uzlaşma gerektiğinde bunun oluşmasına katkıda bulunmak,

      4. Bütünleşme Sağlamak: Temel ilkelerle çevrili bir alan içinde uzlaşarak bütünleşmesi mümkün iken bunu yapamayıp ayrışan ve böylece giderek daha çok ve çeşitli anlaşmazlıklar üreten siyasi düşünceler arasında bütünleşme sağlamak ve gereksiz potansiyel ayrışmaları önlemek,

    2. Yeni Liderlerin Çıkabileceği Bir Ortam: Uzlaşma, farklılıklardan sentez yapabilme, çatışma çözebilme gibi yeteneklere sahip yeni liderlerin yetişebileceği bir ortam yaratmak,

    3. “Büyük Uzlaşılar” için Ortamlar Yaratmak: Ulusal boyutlu düşünce farklılıklarının da üzerinde, uluslararası boyutlu tehdit ve/ya fırsatların objektif olarak değerlendirilebilmesini ve böylece çeşitli “büyük uzlaşılar”ın oluşmasını sağlamak,

    4. Politik Sınıf Nitelik Dokusu’nun Gelişimine Katkı: Yüksek nitelikli* fakat imkanları sınırlı kişilerin politik sınıfa kazandırılmasını sağlamak

    • “Girişim”in İlkeleri

    1. Erdem: Temel dürtüsü varlığı koruma ve sürdürme olan tüm yaşam biçimlerinin en temel erdem ilkesi “zarar vermemek” olup, girişimin tüm evrelerinde bu ilkeye uyulmak zorunluğu vardır.

    2. Farklılıkların Bütünlüğü: Kültür ve anlayış farklılıkları, birlikte uyum içinde yaşamaya engel olan uçurumlar değildir. Bu farklılıklar, aralarında sürekli bir “birbirini anlama isteği”, bu ise bir “farklılıklar bütünlüğü” yaratmalıdır. Bu genel ilke çerçevesinde:

      1. Akılcılık ve İnancın Ayrılmazlığı: İnsanoğlu, duyuları yoluyla ancak birkaç boyutunu algılayabildiği çok boyutlu evrenin gerçekliklerini ancak sezgilerine dayalı inançlarıyla kavrayabilir. Bu yolla gerçekleştirilebilen kavrayışın, günlük yaşamdaki tutum ve davranışlara yansıtılması, bir “dönüştürme”yi gerektirir. Bu dönüştürme, nedensellik yoluyla gerçekleştirilebilir. Bu ise bütünüyle nedenselliğe kapılarak kavrayıştan uzaklaşma tehlikesi yaratabileceği için, sezgilerle kavranan gerçeklik parçasının akılcılık yoluyla günlük yaşama dönüştürülmesi süreci, yine sezgisel kavrayışlarla denetim altında tutulmalıdır. Akıl ve inancın özerk alanları böylece bütünleşmiş olurlar

      2. Çoğulcu Demokrasi : Çoğunluğun mutlak egemenliğine değil, toplumu oluşturan tüm farklılıkların, bir bütün oluşturacak biçimde dikkate alınmasına dayalı demokrasi anlayışı esastır.

      3. Toplum Çıkarları ile Bütünlük İçindeki Bireycilik : Hiçbir çıkarının bir başkası ya da topluma zarar vermemesi gerektiğinin bilincine erişmiş yüksek nitelikli bireyler, kendilerinin yanısıra toplumun da çıkarlarını kollamış olur ve toplumla birlikte gelişirler. Tüm tutum ve davranışlarında bu “erdem” ilkesini göz önünde tutacak olan bireyler, egoizme karşı da en güçlü engeli oluşturacaklardır.

      4. Sürdürülebilir Yaşam: Ekonomik ve sosyal kalkınmanın temel ilkesi, doğal kaynakların “kendini yenileyebilirlik” sınırları içinde kalmak ve böylece gezegenimizdeki tüm yaşam biçimlerini sürdürülebilmektir. Bu, mevcut ve gelecek nesiller arasındaki sosyal konratın esası olup, doğa ve ekonomik kalkınma arasındaki farklılığın bütünlüğü’dür.

    3. Yüksek “insan niteliği*” : Ekonomik ve sosyal alanlarda bireysel, toplumsal ve kamusal faaliyetlerin amacı, insan niteliklerinin geliştirilmesi, ekonomik ve sosyal gelişmelere de bu felsefeyle erişilmeye çalışılmasıdır.

    • “Girişim” Üyeliğinin Koşulları

    Başlıca koşul, TOPLUMSAL YENİLENME GİRİŞİMİ hedef, ilke ve araçlarının yer aldığı bu “Anlayış Birliği Bildirgesi”nin imzalanıp, buna uyulacağının taahhüt edilmesinden ibarettir. “Girişim”e kurumlar değil kişiler, sahip oldukları siyasi kimliklerini terketmeden üye olabileceklerdir. Bu çerçevede üyelerden beklenen en önemli özellik:

    “Düşüncelerini hiç bir şekilde zorlamaya başvurmaksızın ifade etmek, doğrudan ya da dolaylı zorlama içeren hareketlere katılmamak, bunları desteklememek”tir. Bunun aksinin belirlenmesi önce uyarılma, devamı halinde kınanma ve yine de sürmesi halinde üyeliğin sona ermesi için kesin neden sayılır. Uyarılan ya da kınanan üyeden, buna yol açan tutum ve davranışlarını telafiye yönelik bir “telafi planı” hazırlayıp, bunu onaylatıp uygulanması istenir.

    • “Girişim”in Faaliyetleri

    1. Yaygınlaştırma: “Girişim”in daha geniş kesimlerce benimsenmesi yolunda çalışmalar yapmak,

    2. Peryodik Toplantılar: İlçe, il ve Türkiye geneli için peryodik olarak “Siyasi Partiler Ortak Platformu” toplantıları düzenlemek, ülke sorunları üzerinde düşünce alış verişinde bulunmak ve kamuoyuna ortak bildiriler yayımlayarak yerel meclisler (belediye ve il genel meclisleri) ve T.B.M.M.’ne siyasal eğilimler konusunda bilgi taşımak,

    3. Çatışmalardan İşbirlikleri Üretimi: “Girişim” içindeki çeşitli `temas’ noktalarında, kutuplaşmalarla son bulan çatışmalar yerine yapıcı sonuçlar doğmasını sağlamak üzere gereken iç eğitim çalışmaları yapmak,

    4. Politik Düşünce Kalitesini Geliştirmek: “Girişim” içindeki çeşitli siyasal düşüncelerin kalitesinin gelişmesini teminen alternatif düşünceler üretmek,

    5. Politik Sınıf Kalitesini Geliştirmek: Politik Destekleme (sponsorluk) Sistemi kurup uygulamak ve benzer sistemlerin, başka kuruluşlarca da oluşturulması yönünde faaliyette bulunmak.

    Farklı düşüncelere sahip kişilerin, yukarıdaki yollarla yalnızca `biraraya getirilmesi’, varılmak istenilen amaçlar için her zaman yeterli olmayabilir. Biraraya gelen kişilerin uygun iletişim teknikleriyle düşünce alışverişinde bulunamamaları halinde, karşılıklı olarak birbirlerini anlamak yerine, kendi doğrularını dayatma gibi bir olumsuzluk ihtimali de doğabilir.

    Bu nedenle, `Duyarlık Eğitimi’, `Beyin Fırtınası’, `Arama Konferansı’, `Sorun Çözme Oturumu’, `Bir Konunun Çeşitli Yanları Üzerinde Değişik Kişi ve Grupların Hazırlanıp Sunmaları’ ve `yaparak öğrenme’ gibi, birlikte çalışmayı ve ORTAK AKIL YARATMA’yı özendirici yöntemler kullanılır.

    • “Girişim” Faaliyetlerinin Finansmanı

    “Girişim”, üyelerinin “ilk giriş” ve “yıllık” ödentileriyle finanse edilecektir. “İlk giriş” ödentisi en az, üyeliğe başvuru tarihindeki 3 Cumhuriyet Altınının Türk Lirası karşılığı olup*, “yıllık” ödentiler ise Yönetim Kurulu’nca belirlenecek tutardadır. Ayrıca, özel projeler uygulanması halinde, projeleri destekleyebilecek kişi ve kurumlara da başvurulacaktır.

    • “Girişim”in Örgütlenme Biçimi

    “Girişim”, merkezi İstanbul’da bulunan bir Vakıf ile, il ve ilçelerde vakfın şubeleri biçiminde örgütlenir.

    • Sonuç

    Ülkemizde siyasete yöneltilen, ama daha çok kişiler üzerinde yoğunlaştırılan eleştiriler aslında, geleneksel siyasetin üzerinde yapılandığı anlayışın artık işlevini yitirdiğine işaret etmektedir. Yeni siyaset anlayışının, farklılıkların bütünlüğü en başta olmak üzere bir dizi yeni ayak üzerine oturması gerekmektedir. Burada açıklanan “girişim”, bu yeni siyaset anlayışının, üzerine inşa edilebileceği temel olarak ortaya konulmaktadır. “Girişim”in gücü ise, onu destekleyenlerin, bu girişime olan inançları ölçüsünde olacaktır…

    Yukarıda açıklanan hedef ve ilkeler’le anlayış birliği içinde olduğumu, bu çerçeve içinde TOPLUMSAL YENİLENME GİRİŞİMİ faaliyetlerine üye olarak katılmak istediğimi, üyeliğin koşullarına razı olduğumu beyan ederim.

    (üye adayı) Adı Soyadı Tarih

    Bakarsınız bir gün bu hayal gerçek olur. Ne dersiniz?

    Salı, 12 Aralık 1995

  • İŞKENCENİN KÖK NEDENİ !

    30 Ocak 1999 tarihli SABAH Gazetesinden bir haber başlığı ve kısaca içeriği şöyle:

    “HASSAS DOMUZUN KALBİNİ KIRDILAR!

    Bulgaristan’ın bir yöresinde, üzerine bıçakla gelen kasabı gören bir domuz kesileceğini anlayınca kalp krizinden öldü..”

    Haberin komikliğini(!) daha da vurgulamak için bir de küçük karikatür eklenmiş ve ölüm korkusundan terler döken bir domuzun korkusu resmedilmeye çalışılmış.

    Satır-sütün hesabıyla “küçük” görünen, ama aslında bir büyük trajediyi -kendi dışındakileri işkencecilikle suçlayan insanlardan oluşan bir toplum olma trajedisi- sergileyen bu haberi bu denli alaya alarak haber yapan muhabiri, bu muhabiri hala işinde tutanları, bunu gazeteye yazmakta bir sakınca görmeyen yayın kurulunu ve kimler ise diğer ilgililerini protesto ediyorum.

    Polisin copladığı ya da karakolda sorgulandığında işkence gören insanlar söz konusu olduğunda birinci sınıf hümanist kesilen, ama kendi türü dışındakilere yapılan işkenceyi, gladyatör ya da hayvan dövüşlerindekine benzer bir kayıtsızlık ve zevkle seyredenlerin bizatihi işkenceci olduğunu, ama bunun farkında olamayacak kadar da kendini bilemez durumda olduklarını üzüntüyle görüyoruz.

    Bu tür haberler o denli yaygındır ki, hemen her gün televizyonlarda, hayvanlara yapılan bir eziyetin haberi, cinayet haberlerinden bunalan insanları ferahlatmak için birer eğlendirici haber olarak verilmektedir.

    İstanbul Sarıyer’de, belediye zabıtası kılığına girmiş iki yaratık tarafından denize atılan bir at arabasının can çekişerek boğulan atını görüntüleyen TV kanalı, işin sonunda eline birkaç kuruş sıkıştırılan araba sahibinin gülen yüzünü göstererek, “acı başladı ama tatlı bitti” demektedir.

    TV kanallarının birisinde, insanları horoz gibi çatıştırmayı bir iş olarak yapan bir kişi, hayvan haklarını savunan kişiye, “bakın hayvanları koruma dernekleri var. Hiç insanları koruma derneği var mı?” gibisinden tam bir salaklık örneği verirken, mevcut tüm kurumların insanlar için kurulduğunu dahi akıl edemiyor.

    Onlarca gazetenin yüzlerce köşesinde, onlarca TV ve radyo kanalının yorumcularının saatlerinde, devletin ve onun erklerini kullanan politikacıların, bütün eğrilik, kötü muamele ve işkencelerin nedeni olduğu, onların dışında kalan aydın ve mazlum vatandaşların ise, çağdaşlığın bütün özelliklerine sahip oldukları vurgulanır durur.

    Muhtemelen, “hassas domuz” haberinin müsebbipleri de, “boğulan at” görüntülerinin sahipleri de, dostlarıyla sohbet ederken ne denli çağdaş olduklarını birbirlerine anlatıyor, kendi dışlarındaki işkencecilerden toplu olarak nefret ediyorlardır.

    Gerçek işkencecileri görebiliyor musunuz? Ne kadar çok olduğumuzu farkedebiliyor muyuz? Canlı türlerinin -hatta diğer bütün varlıkların- birini diğerine üstün tutan, insanları, diğer türlere eziyet etmeye hak sahibi gören anlayışın gerçek anlamda işkencenin ta kendisi olduğunu görebilmeli, gösterebilmeleyiz.

    İşkence yaptığının farkında olanlar kötü insanlardır, ama bir gün nedamet hissedebilirler.

    Ama bu ikinciler, kendi türü dışındakilere eziyet etmeyi bir hak görenler, buna göz yumanlar, ses çıkarmayanlar, aydınlatma görevini bilerek savsaklayanlar, evrenin, sistemin, yaradanın -ya da neye inanıyorlarsa onun- tüm gazabı üstlerine olacaktır.

  • İŞBİRLİĞİ İÇİNDE REKABET!

    Gümrük Birliği(GB)ne girmek konusundaki tartışmaların yoğunlaştığı günümüzde, üzerinde -ne hikmetse- hiç durulmayan bir konu var. Bir kesim GB’ne girmenin kaçınılmazlığını, bir kesim ise, bunun sakıncalarını dile getirirken, iki kesim birlikte, yaşamsal bir konuyu atlamaktadır. Bu konu, GB’ne konu olan mal ve hizmet üretimi sektörlerimizin “rekabet gücü” konusudur.

    Rekabet Gücü’nü oluşturan bileşenler, her ne kadar “fiyat ve kalite” olarak özetleniyorsa da artık bu kavramların içleri, bundan yirmi yıl öncesinin anlamlarıyla dolu değildir.

    Bugün “fiyat”a girdi olan tüm ögelerin, “kalite”yi ise mutfaktan sofraya kadar belirleyen “tüm” faktörlerin üzerinde duruluyor. Düne kadar nasıl üretilirse üretilsin aldırılmayan ürünlerin tüm üretim süreci büyüteç altındadır. Bir otomobilin nihai performansı ve fiyatı kadar, onu üreten kuruluşun muhasebe ya da araştırma kayıtlarının düzeni hatta fabrikanın park yerinin yeterliği dikkate alınıyor.

    Ürünlerin rekabet güçlerinde önemli bir yeri olan “buluşçuluk” açısından olağanüstü düzeyde zafiyeti olan toplumumuz bu eksiğini gidermek -hiç olmazsa kısmen- açısından, maliyet ögelerinin herbirine çok dikkatle eğilmek zorundadır.

    Bir bakıma denilebilir ki, tüm yaşam kesitlerimizi yeni baştan üretmek, bugüne kadar birer alışkanlık haline getirip unuttuğumuz eksiklerimizi gidermek zorundayız.

    Bu acımasız yeni rekabet düzeni, rekabet eden toplumların yalnız ürünlerinin nihai fiyat ve kaliteleriyle değil, ona doğrudan ya da dolaylı etki yapan tüm unsurlarıyla yarıştırmaktadır. Daha az hastalanan toplumlar sık hastalanıp absentizmi yüksek toplumlardan, daha zeki toplumlar daha az zeki olanlardan, daha iyi beslenenler kötü beslenenlerden birer “burun farkı” öne geçmektedir.

    Bu acımasız yarış, en çok da buluşçuluk yeteneği açısından sürmektedir ve giderek de kızışacaktır. Yalnız nihai ürün açısından buluşçuluk değil, bürokraside, politikada, kamu yönetiminde buluşçuluk!

    Dış pazarlardaki bu kıyasıya rekabet, iç pazarlar açısından yeni bir rekabet türünü yaratmıştır: “İşbirliği içinde rekabet”!

    Geleneksel “sıfır toplamlı rekabet” (birisi kazanırsa diğeri kaybeder) anlayışı artık bitmiş, onun yerine, “rekabet gücünü belirleyen ana unsurlar dışında işbirliği” yaparak maliyet ve kaliteyi düzeltmek ve böylece hem dış pazarlar açısından rekabet gücünü artırmak, hem de iç pazar hacmini artırmak anlayışı egemen olmaya başlamıştır.

    Yapılması gereken, meslek kuruluşlarının önderliğinde biraraya gelecek olan üreticilerin, hangi konularda işbirliği yaparak maliyetlerini düşürüp kalitelerini geliştirebileceklerini belirlemeye başlamalarıdır.

    Sektörlerimizin genel olarak rekabet güçleri düşüktür. Bu gerçeği kabullenmek ve sonra da onu yükseltmek için hangi alanlarda işbirliği yapabileceklerini aramak tek çıkış yoludur. Yoksa GB’ne girmek ya da dışında kalmak seçeneklerinin ikisinin birden tek sonucu olacaktır:Yok olmak!

    Pazartesi, 3 Ekim 1994

  • İHALE KAVGALARI!

    Gün geçmez ki bir kamu kuruluşunun – ki genellikle Belediye’dir – bir ihalesinde – ki genellikle işletmecilik ihalesidir – bir kavga çıkmasın.

    Kavga, ihaleye katılan taraflar ve/ya ihale eden kuruluş temsilcileri arasında olur ve genellikle de ihalenin iptal edilip yeni – ve eski tarafların girmesini önleyen – bir şartname hazırlanıp yeniden ihaleye çıkılmasıyla son bulur.

    Gerek bu kavgalar, gerekse adına ihale mafyası denilen olgunun altında yatan bir dizi nedenden başlıcası, “ne istendiğini açıklayan belge ” demek olan şartnamelerin yetersizliğidir.

    İhale konusuna göre pek değişmeyen koşulları tanımlayan “idari şartname”lerde öngörülen şartlar, parası ve kurulu bir şirketi olan herkesin – mafya da dahil – kolayca yerine getirebileceği hükümlerdir.

    İşinin ehli, düzgün insanlarla mafyayı birbirinden ayırabilecek hükümler ise “teknik şartname”lerde tanımlanır.

    Otopark, çay bahçesi, lokanta ve benzeri yerlere işletmeci (müstecir) bulmak amacıyla açılan ihalelerin teknik sartnameleri genellikle 1-2 maddeliktir ve sadece “filan yerin işletimi sağlanacaktır, karşılığında kuruluşumuza yüzde şu kadar pay veya kira ödenecektir vs” şeklindedir. Hatta çoğu halde “idari” ve “teknik” şartnameler birleştirilip iş basitleştirilmiştir(!) .

    İlk bakışta normal iş gibi görünen ve “e nesi var, otopark işletmesi için başka ne şart koşulabilir ?” dedirtecek bu prosedür, kavgaların ve ihale mafyasının başlıca ” kaynağı” dır.

    Halbuki bakınız, böyle bir işletmecilik işinde dahi ne gibi koşullar öne sürülebilir:

    1. İhaleye katılan şirketin sahip ve yöneticilerinin yüz kızartıcı bir şuçtan ya da ihaleye fesat karıştırmaktan mahkümiyeti bulunmaması,

    2. İhaleye konu olan işi veya benzer nitelikte ve hacımdaki işleri:

    • Yapıyor olduğuna,

    • Yapabilir olduğuna,

    • Bu konularda yaygın ve temiz bir şöhrete sahip olduğuna, ilgili meslek kuruluşunun güvence vermesi,

    1. İlgili kuruluşun “iş verilmeyecekler” listesinde bulunmamak,

    2. Bir başka kuruluşun “iş verilmeyecekler ” listesinde bulunmamak,

    3. Muaccel hale gelmiş vergi borçu bulunmamak,

    4. İhaleye konu olan işletmecilik alanında yerli ya da yabancı teknik hizmet aldığı kuruluşları gösterebilmek,

    ve nihayet

    1. Bu bilgilerin doğruluğuna güvence vermek ve herhangi birinin ve/ya herhangi bir bölümünün gerçeğe aykırı olduğunun herhangi bir yolla belirlenmesi halinde, belirli bir miktar tazminat ödemeye ve anlaşmasının iptaline peşinen rıza gösterdiğini beyan etmek !

    Bunlar yapılmadığı sürece, bir yerlerden para bulup / kazanıp sonra da kanun tanımazlığına ve bilek gücüne dayanarak ihaleleri çıfıt çarşısına çevirenler, pastayı kaptırmamak için canını vermeye razı mafya babaları eksik olmayacaktır.

    Pazar, 20 Kasım 1994

  • İÇ BARIŞ BİLDİRGESİ !

    Ekonomi konusunda doğrudan Tanrı ile iletişim kurup tüm ekonomik doğruları vahiy yoluyla elde edebilen bir kadro yurdumuza indirilse ve fakat halkımız laik-şeriatçı, Türk-Kürt, Çalışan-Çalıştıran, Alevi-Sünni gibi en az 8 kesimin kendi aralarındaki çeşitli kombinezonlarına göre parçalanıp kutuplaşmış olsalar (örneğin laik-Türk-Sünni İşçiler ile Şeriatçı-Kürt-Alevi İşverenler gibi) bu kaostan kim karlı çıkar?

    Bir zamanlar Dünyanın başına dert olan Stalin, Mussolini ve Hitler için anlatılan bir fıkra vardı: “Bir sandalda bu üç kişi balık tutarlarken birden fırtına çıkıp sandal devrilse acaba kim kurtulur?” şeklindeki sorulu şakanın cevabı meğerse “Bütün Dünya kurtulur!” imiş..

    Benzer biçimde, “yukarıda sözü geçen kaostan kim karlı çıkar?” sorusunun en gerçekçi yanıtı da herhalde, “düşmanlarımız hariç hiç kimse!” dir.

    Bunun oldukça basit, ama bir o kadar da sağlam bir nedeni vardır: Giderek kalabalıklaşıp Dünya kaynaklarıyla bir türlü yetinemeyen insanlar artık Dünya’ya sığmamakta, bir karış verimli toprak parçası için litrelerce kan akıtmaktan çekinmemektedirler.

    Bu dehşet dalgası kah ekonomik rekabet, kah terörizm, kah etnik çatışma manüpülasyonu biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu dalgaya, birbiriyle uzlaşmayı reddedip yalnız kendi doğrularının motiflerini içeren bayraklarını dalgalandırmak isteyen hiç bir kesim -ama hiçbir kesim- karşı koyamaz.

    Bu rekabet savaşı, tüm insanların tüm yetenek ve becerileri arasında başlamış bir III Dünya Savaşı’dır. Bu savaşta akıllı akılsızı, çalışkan tembeli, bilgili bilgisizi, icat yapan yapamayanı, az uyuyan çok uyuyanı, sağlıklı sağlıksızı, uzlaşabilen uzlaşamayanı, yani özetle “iyi” “daha az iyi” yi (dikkat! yalnız “iyi olmayan”ı değil) yok etmek amacındadır.

    Bu kanun, Evren’in en eski kanunudur ve adı da “doğal seçim” dir..

    İşte, Dünya’daki bu acımasız rekabet savaşından habersiz, kendi küçük dünyasındaki değerlerin ölesiye savunuculuğunu yapan, ortak çıkarları bulunan kesimlerle uzlaşmayı reddeden tüm kişi, grup ve hatta uluslar yok olacaktır.

    Bu bir kehanet değildir. Kendi dünyasını bir günlüğüne terkedip etrafta neler olup bittiğine objektif bakabilen herkes -eğer çok aptal değilse- bu katı gerçeği görebilir.

    Peki, ya görmez, göremez ve de kendi değerlerini herkese dayatmaya kalkarsa ne olur? Onaltı devlet kurmuş insanlarımız, Dünya yüzünde herhalde ne olacağını en iyi -ve acı- biçimde anlamış toplum olmalıdır!

    Bu gerçekleri idrak edebilenler, henüz edememiş olanlara anlatmalı ve onlarla birlikte idrak etmek istemeyenleri ikna etmelidirler.

    Buna göre;

    TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE !

    Tüm kesimlere

    1. Siz ve gelecek nesillerinizin bu topraklar üzerinde yaşamasını istiyorsanız, bugüne kadar sarıldığınız “Evet-Hayır / Siyah-Beyaz Mantığı” nı terkediniz. Onun yerine, yeni bir mantık sistemini -ne denli zor gelirse gelsin- benimseyiniz.

    Bu yeni mantık sisteminde siyah ve beyazlar değil, gri’nin çeşitli tonları vardır.

    1. Kendi değerlerinize yakın olan kesimlerle biraraya gelip, sürekli olarak birbirinizle iletişim kurarak diğerlerini dışlamak, onları etkisiz kılacak planlar yapmaktan vazgeçin.

    Yarın sabahtan itibaren her tesettürlü bir başı açıkla, her Kürt bir Türk’le, her Alevi bir Sünni ile, her çalıştıran çalışanlarıyla yakınlık kurup ortak çıkarlarının ne olduğunu, o çıkarları nelerin tehdit ettiğini aramalıdır. Bunun adı “uzlaşma” dır.

    “Uzlaşma” ‘dan kasıt!

    Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas olarak kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları ve bu gözden geçirmenin sonunda o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir.

    Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı, olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.

    Politikacılarımıza,

    1. Çoğunuzun benimsemiş bulunduğu, “kamu pastasının, yandaşlarınız arasındaki paylaştırılması” biçimindeki geleneksel siyaset anlayışının bittiğini, artık bununla oy toplayamayacağınızı idrak ediniz.

    Son yerel seçimlerdeki sonuçları böyle yorumlayınız ve artık halkın, sizlerin küçük hesaplarınıza dayalı içi boş vaatlerinizi, çürütmeci tavırlarınızı dinleyip, görmek istemediğini anlayınız.

    Bu sonuçların hiçbir -ama hiçbir- partiye verilmiş bir pirim olmadığını, ulusumuzun sizden daha öne geçip arzularını böylece dile getirdiğini anlayıp göğsünüzü yumruklamaktan vazgeçiniz.

    1. Bir daha seçilme hedefinizi bir yana bırakınız. Bu koşullarda bir daha seçilmeniz dahi ne size ne başkalarına yarar sağlamayacaktır.

    Vaktinizi ve enerjinizi bir daha seçilmek için değil, birilerinin -belki sizin de- seçilebileceği koşulları pekiştirmek için harcayınız. Çünkü artık o koşullar bozulmuştur.

    Sizi seçmiş olanların beklentileri, “bütün” ün beklentilerine aykırı ise, bu kısır beklenti sahiplerine “kusura bakma” demesini öğreniniz.

    Laik düşüncelilere,

    1. Laikliği doğru anlayınız. Laikliğin, yalnız sizin gibi düşünenlerin bir klübü olmadığını, “herkesin, bireysel yaşamında inançlarına, toplu yaşamda ise akılcılık kurallarına göre hareket etmesi ve değişik inançta kişiler topluluğu demek olan bir ulus halinde bunun, kaçınılmaz olarak doğan bir zorunluk olduğunu” anlayınız ve bunu böylece anlatarak, niyetinizin inançları dışlamak değil aksine onların korunması olduğunu ifade ediniz.

    2. Laikliği, bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, laikliği anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek laiklerle karıştırmayınız.

    Unutmayınız ki, bir davayı ona zekice karşı çıkanlar değil ahmakça savunanlar kaybettirir..

    1. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.

    Şeriat düzenini savunanlara,

      1. İslam dininin en sade ve en akılcı din olduğunu, Allah’a iman etmenin gerek ve yeter koşul olduğunu, bunun dışında koşul bulunmadığını, ek koşul koymanın bizatihi islama aykırı olduğunu idrak ediniz.

      2. Ayrıca, bir toplumda herkesin aynı inancı paylaşmasının beklenemeyeceğini, bir kısım insanın inançsız dahi olabileceği gerçeğini içinize sindiriniz ve “islamda zorlama yoktur”un anlamını, onu saptırmadan anlayınız.

      3. İslamı, bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, islamı anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek inanç sahipleriyle karıştırmayınız.

    Bir davayı ona zekice karşı çıkanların değil ahmakça savunanların kaybettirdiğini sizler de unutmayınız..

      1. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.

    Kürt ve Türk vatandaşlara,

        1. Yüzyıllar süren birlikte yaşamımız sırasında saf Kürt (ve saf Türk) kalmadığını biliniz.

        2. Kürt ya da Türk ama T.C. vatandaşı olmanın mümkün olduğunu, gerek “Kürtçülük” gerekse “Türkçülük” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “T ü r k ü r t” kavramı altında yattığını unutmayınız ve buna katılıyorsanız yüksek sesle ifade ediniz, ifade edenleri destekleyiniz, onları yalnız bırakmayınız.

        3. Türkiye’den ayrılmak gibi bir idealin, Kürt olarak çıkarlarınıza; Güneydoğu’yu ayırmak gibi bir idealin ise Türk olarak çıkarlarınıza aykırı olduğunu; bunun yalnızca sizleri sömürmek, birbirinize düşürmek ve bu yolla yaşadığınız topraklardan sizleri atıp oraları kontrol altına almak isteyenlerin tarihsel rüyası olduğunu anlamak için biraz tarihe bakınız, aydınlarınızın bakmasını isteyiniz.

        4. Güneydoğu ve Doğu topraklarındaki ekonomik refahın dileğinizce gelişmemiş olmasının, etnik köken farklılıklarından değil, biraz oraların doğal koşullarından, büyük ölçüdeyse toplum olarak sorun çözme becerimizin yetersizliğinden kaynaklandığını biliniz.

    Oraları kalkındırmanın ancak insanları daha nitelikli hale getirmekle mümkün olabileceğini, onun dışında hiçbir yatırımın “insana rağmen kalkınma” sağlayamayacağını, nitelik kazandırma konusundaki geleneksel yetersizliğimizin yalnız Kürt’leri değil, tüm insanlarımızı olumsuz etkilediğini, bugün bile bunun tam idraki içinde bulunmadığımızı ve eğer bu ters talihi yenebileceksek bunun kavga değil akılcılık yoluyla olabileceğini unutmayın.

        1. Tarihten bu yana gelen kültürel zenginliklerinizle övünmeli, ama buna ancak yeterince önem vermelisiniz. Geçmişin koşullarına göre zengin bir dil de sayılabilse, Kürtçe’nin bugünün ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olduğunu, yalnız Kürtçe’nin değil bugün birçok dilin medeniyet ürünlerini anlamaya ve ifade etmeye yetmediğini biliniz.

        2. Nihayet, etnik kökeni sizinkiyle aynı olmayanlarla konuşup, ortak çıkarlarınızın farkına varınız.

    Kürtçü ve Türkçü’lere,

    Etnik saflığı savunmanın ahmakça bir ideal olduğunu, tarihte bu işi yapmak isteyen çok zeki ve becerikli liderlerin (ve ırkdaşlarının) dahi bunu başaramadığını ve bugün onların hala lanetlendiğini unutmayınız.

    Hükümetlerimize,

    1. Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.

    2. Üyesi bulunduğunuz partiye oy toplamak için, çeşitli kesimleri (laik, şeriatçı, Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi) istismar etmeyiniz.

    3. Terörün hiçbir türüne müsamahalı yaklaşmayın. Herhangi bir nedenle, terörün bir çeşidine daha yumuşak karşılık vermeniz, sizin diğer terör çeşitlerini desteklediğiniz anlamına gelir.

    4. Terörle mücadele sırasında atılan her merminin, vurulan her copun, söylenen her kötü sözün, hedefinden daha geniş bir alanda reaksiyoner insanlar yarattığına, terör örgütlerinin bu gerçeği idarelerden daha iyi bildiğine ve bunu kullandıklarına dikkat ediniz.

    5. Sivil ve askeri güvenlik güçlerinin, sorunları bireyselleştirerek intikam duyguları içine yuvarlanmalarının, terörü tırmandıracak en önemli neden olduğunu unutmayınız.

    Her yangın, belirli bir sıcaklığa eriştikten sonra, üzerine sıkılan suyu ayrıştırır ve su, yangını körükleyen bir yakıt haline gelir. İtfaiye erlerinin bildiği bu basit gerçeği, terörle mücadele anayasasının başına yazınız.

    1. Sivil güvenlik güçlerimiz, toplum olayları için eğitimsizdir. Bu, toplum olaylarını çığrından çıkarabilecek bir zaaftır. Bu zaafı genelgelerle değil, ancak eğitimle giderebilirsiniz.

    2. İyi polisin iyi yönetici olacağını sanmayın. Güvenlik yönetimi’ nin iş yönetimi’nden farkı yoktur. Yöneticilerinizi ya buna göre seçin ya da buna göre yeniden -ve hızla- eğitin.

    3. Laik-antilaik ve Güneydoğu sorunu da dahil Görünen Sorunlar’ı Kaynak Sorunlar’dan ayırın. Sorunlara yol açan nedenleri gidermeden, “kurcalama” yoluyla -ne denli kararlı olursanız olun- onları çözemez, olsa olsa yeni sorunlar yaratırsınız.

    4. Sorunların, tek kaynaklı olmadıklarını ve bu nedenle de tek araçlarla çözülemeyeceklerini bilin. Askeri gücü bu bilinçle ve ancak gerektiği yerde, yani sınır güvenliğimizin sağlanmasında kullanın. Terörle mücadeleyi ise özel eğitilmiş sivil güvenlik güçleriyle yapın.

    5. Terör ve fanatik akımlara katılan gençlerimizin çoğu, işsiz gençler arasından çıkmaktadır. Yaygın bir Beceri Kazandırma ve yerel potansiyelleri değerlendirerek gelir ve iş yaratma, gençlerimizi bu çıkmazdan kurtarabilecek tek yoldur.

    Bu amaçla, bir yıldır TBMM’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirketleri yasası teklifini süratle yasalaştırın.

    Buna paralel olarak, ikibuçuk yıl önce hükümete tevdi edilmiş bulunan Beceri Kazandırma Politikası’nı aynen uygulayınız.

    1. Sıkıntılarını, şikayetlerini etkin biçimde dile getiremeyen insanların tarih boyunca kullanageldikleri tek kanal “kamu düzenine başkaldırma”dır.

    Bu gerçeği görünüz ve:

      1. Tüm yerel yönetimlerin ilk ve tek vazgeçilmez görevinin iyi çalışan birer “Şikayet Sistemi” kurmak olduğunu,

      2. Ülke çapında faaliyet göstermek üzere bir OMBUDSMAN Sistemi kurulması olduğunu anlayıp gereğini yerine getiriniz.

    1. Sebep-sonuç ilişkisi kurmasını öğretmeksizin, ezber, ad belletme ve benzeri yöntemlerle, kafasında, çeşitli akıldışı akımların (ırkçı, dinci, ayrılıkçı gibi) yeşermesine uygun bir vakum yarattığımız insan tipi yetiştirmekten başka bir işe yaramayan eğitim düzenimizi tamamen yeniden kurmanın zorunluğunu idrak ediniz.

    Yaşamın gerektirdiği bilgi ve becerilerle donanmamış insanlarımızın, akıldışı her türlü akım için ideal birer malzeme oluşturduğunu anlayınız.

    Parlamentoya,

    Bu ülkeyi merkezden yönetme sevdasından vazgeçip Yerel Yönetim Reformu yasasını çıkarın.

    Bu önlemler, Türkiye’nin sorunları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için gereken acil önlemlerdir ve mutlaka Ekonomik Önlemler Bildirgesi’ndeki önlemlerle b i r l i k t e uygulanmalıdır.

    Bu yolla iç barışı sağlanıp, ekonomik atmosferi “az kirli” hale getirilebilecek ülkemizde, bir yandan da bir “Yeniden Yapılanma yasası” (American Perestroika Act önerileri vardır). Eğer bu topraklarda varlığımızı sürdürmek istiyorsak !

    Salı, 19 Nisan 1994

  • HUKUK DEVLETİ VE KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

    Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölümü olayına yurt içi ve dışından çeşitli tepkiler geldi. Sistemik bir tabana oturmamış, duygusal kökenli tüm tepkilerde olduğu gibi bunların da bir süre sonra zayıflayacağı ve daha sonra da unutulacağı beklenmelidir.

    Bunun en yakın ve dramatik örneği Özdemir Sabancı ve iki çalışma arkadaşının ölümüdür. İlk günlerin duygu yüklü havası içinde gelişen tepkiler, yerini Galatasaray Klübündeki başkanlık seçimine bırakmıştır.

    Toplumumuz gerek bireyleri gerekse kurumları itibariyle “intikam eğilimli”dir. Bugüne kadarki tüm cinayetlerde niçin olduğu değil, kimin yaptığı üzerinde durulmuş ve kamuoyunun çoğunluğunun isteği de akan kanın yerde kalmaması yolunda olmuştur.

    Sivil ya da askeri güvenlik yetkililerinin, terörist saldırılardan sonra verdikleri demeçlere dikkat edilirse bunların, “bir daha bu tür olaylar olmaması için filan önlemlerin alınacağı” yolunda değil, “faillerin en kısa zamanda bulunacağı ve akıtılan kanın yerde bırakılmayacağı” yönünde olduğu görülecektir.

    Bu tür olaylardan sonra toplum ikiye bölünmekte, bir bölümü ölenlerin ölümü -hatta daha da ötesini- hak ettiklerini, güvenlik güçlerinin bu işin gereğini yaptığını savunurken, diğer bölümü güvenlik güçlerini suçlamakta ve olaya “kim(ler)” neden olduysa bulup cezalandırılmasını istemektedirler. Dikkat edilirse her iki kesimin de amacı ya “kan” ya da “kana kan”, yani intikamdır.

    Bu intikam eğilimi, içine girdiği birey ya da kurum bedenine hakim olmakta, toplumun bir kesiminde şiddet, geri kalan kesiminde ise nefret biçiminde ete kemiğe bürünmektedir. Bu bir fasit daire’dir. Nihai durağı daha çok şiddet ve daha çok nefret’tir.

    Hukuk devleti kavramı birey ve kurumların korkulardan arınmalarını sağlamak için gelişmiştir. Bireyler, devletin kendilerini korkutabilecek çeşitli etkenlere karşı bir kalkan olmasını beklerler. Hatta denilebilir ki devletin tek işlevi budur. Et, pijama ve kömür üreten değil, korkusuz bir yaşam iklimi sağlayan kurum devlet olmaya layıktır.

    Hukuk, bu “korkusuzluk iklimi sağlama” yöntemlerinin bir küme’sidir.

    Hukuk devleti bu işlevini çeşitli yollarla sağlayabilir, ama bir tanesi hariç: korkutma!

    Vatandaşlarının yüreklerine korku salarak “düzen”i sağlayabilen bir devlet bunu başarabilir, hatta bunu ekonomik refahla birleştirip kalkınmış bir toplum da yaratabilir. Bu tür bir devlet başarılıdır ama hukuk devleti değildir.

    Hukuk devletinin, vatandaşların hizmetkarı durumunda olması gereken memurları, vatandaşları korkutamazlar. “İstanbul’a kafa koparmaya geldim” diyemezler. Çünkü, devlet bir defa kafa koparmaya karar verdi mi mutlaka gerekçe bulur.

    Hukuk devletinde kafa koparılmaz. Kafa koparmak, yerde kan bırakmamak intikam içeren eylemlerdir ve suçtur. Hukuk devletinde ancak ceza verilir ve ceza vermek de yalnız yargı’nın işidir. Kimse ona yardım etmek gibi bir görev üstlenemez. Yargıya yardım, onun özerk alanına müdahale etmemekle olur.

    Şiddet ve nefret eğilimlerinin temelinde kontrol edilemeyen korkular vardır. Güvenlik güçleri korktukları için “bilinçsiz şiddet” kullanmakta, toplum korktuğu için yine şiddet arzulamaktadır.

    Güvenlik güçlerimizin korkmamaları, iyi eğitilmelerine ve hukuk devleti konusunda bilinçlendirilmelerine bağlıdır.

    Sivas ve Gazi Mahallesi olaylarında güvenlik güçlerinin ne denli beceriksiz davrandıkları, bu beceriksizliğin nasıl korkuya ve ardından da şiddete yol açtığı gözlerimizin önünde oldu. Sivas olaylarının ayrı ayrı kanallardan çekilen videolarının hepsinde, göstericilerle sivil ve askeri güvenlik güçleri arasındaki “itişme -kakışma”ların, güruhun cesaretini nasıl artırdığını ibretle göstermektedir. Benzer sahneler Gazi Mahallesinde de tekrarlanmıştır. Polise taş atan kimselere polisin de taş atarak karşılık verdiği, bunun kalabalıkta, “bunlar bizim kadar eğitimli, o halde biz bunlarla başa çıkabiliriz” düşüncesini yarattığı TV’lerden naklen yayınlanmıştır.

    Hukuk devletinde güvenlik güçlerinin “ön cezalandırma” gibi bir görevi olamaz. Onların tek görevi, olayların faillerini yargıya teslim etmek, bunu yaparken de tüm duygularından, yargılarından sıyrılarak bunu yapmaktır.

    “Güvenlik güçleri de insandır, teröristlere yardım ettiği ayan beyan belli olan bir kişiye -gazeteci kılığında olsa dahi- nasıl duygulardan arınmış davranılabilir?” yollu savunmaların hiçbir değeri yoktur. Çünkü eğitim denilen, zaten bu “duygulardan arınmışlık ve işini iyi yapabilecek kadar fiziki ve akli becerilerle donanmış olmak“ demektir.

    Olaylara bu çerçevede bakıldığında görülen, devletimizin henüz bir hukuk devleti olmadığı, korkuları nedeniyle kafa koparmaktan başka yol düşünemeyen memurlar ve kafasının niçin, ne zaman ve kimler tarafından koparılacağını bilmediği için korkan vatandaşlardan ibaret bir toplum olduğumuzdur.

    Korkmama özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin birinci sırasındadır.

    İntikam duygularımızdan arınabilecek kadar korkusuz olabildiğimiz gün hukuk devletinin temeli atılmış olacaktır. Şimdi değil!

    Pazartesi, 22 Ocak 1996