• LAİKLİK:DİN VE DEVLET İŞLERİNİN AYRILIGI! NİÇİN VE BU KADAR MI?

    Toplumumuzun sorunları üzerinde yapılan bir inceleme, çok sayıdaki sorunun az sayıdaki yapı taşından -ki bunlara Kaynaktaki Sorunlar denilmektedir- oluştuğunu göstermiştir.

    Bu taşlardan birisi de, “bazı temel kavramlar üzerinde toplumumuzun ortak bir tanıma varamamış olması” dır. Buna inanmayanlar, demokrasi, özgürlük, erdem, hak, ödev gibi kavramlar konusunda anket yapıp sonuçları gözleriyle görebilirler.

    Üzerinde tanım birliği oluşmamış, tanım birliği bir yana ne olduğu çok da merak edilmemiş kavramlardan birisi de “laiklik”tir. Laiklik üzerine söz söyleyenlerin önemli bir bölümünün dile getirdiği bir tanım ise “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”dır.

    Bu tanım bu haliyle hem karanlık hem de eksiktir.

    Karanlıktır, çünkü “din ve devlet işleri ayrılmasa, her ikisi de ayrı kurallara bağlı olacağına tek kaynaklı olsa daha iyi olmaz mı?” sorusuna, herkesin anlayışını tatmin edecek bir netlik sağlamamaktadır.

    Eksiktir, çünkü laiklik yalnız devlet işlerinin dinden ayrılması değildir. Bu ifade, birden fazla sayıda ve inançları arasında az ya da çok farklılıklar bulunan bireylerden oluşan toplum guruplarını ilgilendiren her konunun yani kısacası toplum yaşamının, bireylerin inanç yaşamlarından ayrılması demek olduğunu ifade etmemektedir.

    Bireysel inanç ve toplum yaşamı niçin aynı kurallara göre yönetilemez? Tek standart daha iyi değil midir? Tabii ki daha iyidir, ama mümkün değildir. Çünkü bireysel inançlar, kişi ile tanrı arasındadır ve -eğer bir zorlama yoksa- birey sayısı kadar inanç paterni olacaktır.

    Bu farklı inançların şüphesiz ki ortak yanları vardır (Tanrı’nın tekliği gibi) ama değişiklikleri de vardır. Bu çok sayıda patern için “doğru” ya da “yanlış” nitelemeleri kullanılamaz. Bunların hepsi, ait olduğu bireylerin değer ölçüleri sistemine göre “doğru”dur.

    Buradan görülmektedir ki herkes için ayrı ayrı doğru olan inançlar, bu insanların ortak yaşam kesitleri için bir norm oluşturamamaktadır. Dini kurallar her ne kadar bazı şekilsel ortaklıklar belirlerse de, inançların Tanrı’dan başka bir yere göre şekillenmemesi de dinlerin daha üst bir ilkesidir.

    O halde inançların tam özgürlüğünü sağlayabilmek ancak bir yolla mümkündür: O da, bireyler ile Tanrı arasına hiç kimseyi, hiç bir kurumu sokmamaktır.

    Toplum yaşamında, dini kuralların uygulanması halinde bu mümkün olamayacağına göre, üzerinde tartışma olmaması gereken kurallara ihtiyaç vardır. O ise müsbet bilimdir.

    Müsbet bilim zamanla gelişse ve dünkü doğrular bugün geçerliğini kaybetse de bu önemli değildir. Çünkü her an için tartışılmaz şekilde “doğru”dur. Bu da ortak yaşam kesitleri için yeterli bir temel oluşturmaktadır.

    Laiklik bu şekilde açıklanıp inanç ve toplum yaşamı arasındaki ayrıma niçin mutlak gereksinim olduğu netleştirilmedikçe “laiklik dinsizliktir”, “ben laik değilim, devlet laiktir” gibi anlamsız ve kafa karıştırıcı sloganları dinlemek zorunda kalacağız.

  • KUMAR CENNETİNİ KİMLER YARATTI?

    “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur. Ama aklını kullanamayan, ahmakların gidebileceği başka bir okul yoktur”

    Ünlü matematik ve fizik bilgini Paskal’a atfedilen bu söz kadar geçerliği kanıtlanmış bir başka hüküm olmasa gerektir.

    Türkiye şu anda bir kumar cennetidir. Toplumun büyük bir kesimi, gazete alırken, TV seyrederken, telefonla konuşurken, kişiler, özel devlet kurumları aracılığıyla kumar oynamaya özendirilmekte hatta zorlanmaktadırlar.

    Bela, tanımı itibariyle beklenilmeyen kötü olaylara verilen addır. Planlanan, sonuçları -iblisler ve ahmaklar hariç- baştan tahmin edilebilen olaylara “bela” denilemez. Türkiyedeki kumar bu nedenle bir “bela” değildir. Bugün kumardan şikayetçi “görünenlerin” çoğunun katkısı ile oluşturulmuş ve de sürdürülen bir para kazanma yöntemidir.

    Gazeteler tirajlarını, TV’ler ratinglerini yükseltmek, dolayısıyla para kazanmak için halkı kumara teşvik etmektedirler. Oteller, gariban orta kesimi soymak için “kollu canavarlar” yoluyla kumar oynatmakta ve bu yolla para kazanmaktadırlar.

    Turizm Bakanlığı, bu işin yasal zeminini oluşturup tanıtma fonu için kumar oynattırmakta ve para kazanmaktadır.

    Nihayet devlet de Milli Piyango ideresi eliyle kumar oynattırmakta, piyango bileti almaya gücü yetmeyenlere “kazı kazan” vs gibi acayipliklerle seçenekler sunmakta, bununla bütçeye gelir yaratmaya çalışmaktadır. İnsanlarımızı, onları yokedecek bir alışkanlık batağına itmek pahasına !

    Hayatını sürdürebilmek için para kazanmak, bunun için de vücudunu satmak “zorunda kalan” ama toplum tarafından fahişe olarak damgalanan zavallılardan özür diliyorum. Onların yaptığı, bu saydıklarımın yanında çok masum bir mecburiyettir.

    Bu işin çözümünün ancak kumarın daha çok, daha yaygın bir hale gelmesiyle mümkün olabileceğini Paskal baştan şöylemiş bulunmaktadır.

    Pazar, 05 Şubat 1995

  • ENFLASYON MÜCADELESİ İÇİN BİR ARAÇ: GÖNÜLLÜ FİYAT ARTIŞLARI ONAYLATMA ANLAŞMALARI

    Kronik enflasyonla mücadele, ona yol açan bir dizi nedeni ortadan kaldırmak ya da bu mümkün değilse etkilerini en aza indirmek amacıyla tanımlanacak araçlardan oluşan bir paket aracılığı ile mümkündür. Her ne kadar “paket” sözcüğü artık insanları korkutan, onların sırtına yeni yükler yükleyebilecek önlemleri çağrıştırıyorsa da, burada önerilen önlemi daha iyi tanımlayabilecek bir deyim de mevcut değildir.

    Bilindiği üzere, herhangi bir nedenle başlamış bulunan fiyat artışları dönerek kendine yansır ve böylece bir “Çığ Etkisi” harekete geçer ve Kronik Enflasyon olgusu meydana gelir. Bunun, İş Çevrimi (Business Cycle) nedeniyle oluşan “enflasyon” ile yalnızca isim benzerliği bulunmaktadır.

    Kronik Enflasyon’a yol açan nedenlerden birisi de “yapay fiyat artışları” olup, keyfi zamlar, oligopol davranışları, eksik rekabet gibi nedenler buna yol açabilirler. Önerilen sistem, buna karşı kullanılmak üzere tasarlanmıştır.

    Gönüllü, Fiyat Artışı Onaylatma Anlaşmaları, herhangi bir mal veya hizmet üreten kişi ya da o gibi kişileri temsil eden örgütlerle vatandaşlar arasında yapılan bir “etik anlaşma”, daha doğrusu bu kişi ya da örgütlerin vatandaşlara verdikleri tek yanlı bir “güvence”dir. Gönüllü Fiyat Artışı Onaylatma Anlaşmaları, o güvenceyi vermeyi kabul edebileceklerin tamamen özgür iradelerine bağlı olarak kullanılabilen bir sistem olup herhangi bir zorlama söz konusu değildir. Dolayısıyla, güdümlü ekonomilerde görülebilen “fiyat kontrolları” gibi mekanizmalarla herhangi bir ilgisi yoktur.

    Amacı, yapay fiyat artışları ile, girdilerdeki artışlardan dolayı kaçınılmaz hale gelen fiyat artışlarının birbirinden ayrılabilmesini sağlamak ve bunu halka ilan etmektir.

    Sistem, kuruluşlar tarafından, ürettikleri tüm mal ve hizmetler için ya da yalnızca istedikleri kalemler için kullanılabilir. Sistemi, ürünlerinin bütünü ya da yalnız bir kalem mal ve hizmet için uygulamak isteyen bir kuruluş, sistemin kuruluşuna katkıda bulunmuş olanlarca seçilen bir kurula (Onay Kurulu), onaylatmak istedikleri fiyat artışına neden olduğunu savundukları bilgileri verirler. Kurul bu bilgiler altında yapılmak istenen zammın zorunlu olup olmadığına karar verir.

    Ayrıca, kurula başvuran vatandaşlar da istedikleri bir mal ya da hizmet hakkında bilgi isteyerek, onu üreten kuruluşun fiyatını onaylatmış olup olmadığını öğrenebilirler.

    Diğer yandan, çeşitli kamu kuruluşları tarafından yapılmakta olan Kamu Alımları’nda fiyat onayı almış olan firmaların ürünlerine öncelik verilerek sistemin yaygınlaşması sağlanabilir.

    Sistemi kullanan kuruluşlar, reklamlarında sisteme dahil olduklarını ilan ederek kendilerinin keyfi zam yapmadıklarına güven sağlayabilirler.

    Sistem, tek elden yürütülmek zorunda değildir. Meslek kuruluşları kendi dallarında ayrı sistemler kullanabilirler. Böylece, her meslek grubu, kendine duyulan güveni sarsabilecek olan mensuplarına karşı da kendini koruyabilir.

    Ekonomik krizlerin bir bakıma birer “güven krizi” de yarattıkları dikkate alınırsa, çeşitli etik anlaşmaların önemi daha da büyümektedir.

    İçinde yaşadığımız kriz ortamının bir stagflasyona dönüşmemesi yalnız dua ederek değil, ona yol açabilecek nedenleri ortadan kaldırarak mümkündür. “İlgilenenlere” duyurulur.

    Pazar, 19 Haziran 1994

  • KUMARHANELER VE ZİHİNSEL BULANIKLIK!

    Anayasa Mahkemesi’nin kumarhaneleri kapatma kararından sonra faaliyete geçen lobi, Turizm Bakanı’na TV’lerden açık açık kumarhane propagandası yaptırıyor. Kumarın bir ihtiyaç olduğunu, bu ihtiyacın giderilmesinin de -her ihtiyacımızın olduğu gibi- devletçe karşılanması gereğini savunan akademik ünvanlı turizm bakanları da görmüş toplumumuz açısından bu propaganda pek şaşılası değildir.

    Üzerinde durulması gereken nokta, bu zırvaları savunan kişilerin durumları ve bunları niçin yaptıkları değildir. Her ülkede bu tür insanlar çıkabilir. Aslolan, toplumun zihinsel bağışıklık sisteminin sağlam olması, önüne konulan iddiaları yalın ve net bir süzgeçten geçirebilme yetisine sahip bulunmasıdır. Bu takdirde tehlike yoktur.

    Durumumuz ise böyle değildir. Çıkar ya da ahmaklık her neyse bir dizi nedenle birileri çıkıp bir sav ortaya atmaktadır: turizm gelirlerinin düşmesinin nedeni kumarhanelerin kapanmasıdır!!

    Turizm gelirlerimiz gerçekten düşmüş müdür? Gelirler zaman içinde ne ölçüde dalgalanma göstermektedir? Siyasi olaylarla ilinti var mıdır? Kaç turist kumar oynamak için Türkiye’ye gelmektedir? Bunlar niçin kendi ülkelerinde kumar oynamıyor?

    Bu konuda 1 tane dahi rakam ortada yoktur. Olan rakamlar da bu iddiaları desteklemek bir yana yalanlamaktadır.

    “Madem ki kumar nedeniyle insanlar intihar ediyorlar o halde boğaz köprüsünü de yasaklayalım” gibisinden bir mantık kamu yönetimine hakim olduğu takdirde bir süre sonra Tayland ve Filipin tipi turizm ürünlerine benzer ürünler de üretmek isteyen insanların çıkması kaçınılmazdır. Öyle ya madem işsizlik var ve madem kadınlarımızın ekonomik özgürlükleri yok, işte iki soruna birden çözüm!

    “Yasakları yasaklayalım” bir ara gündeme gelmişti. İlk bakışta çok sevimli, çağdaş ve özgürlükçü görünen, gerçekten de kamu yönetimini yasaklar yoluyla yapmaya çalışan zihniyete karşı haklı bir başkaldırı gibi görünen bu sloganın nerelere kadar varabileceğini akıl edemeyen, ünvanın söz söyleme ehliyetini de beraberinde getirdiğine inanmış birisinin teklifiydi bu.

    Halbuki özgürlükleri korumanın biricik yolu, o özgürlükleri yok etmek ya da sömürerek çıkar sağlamak isteyenlerin girişimlerinin caydırılmasıdır. Bu caydırma bazen ekonomik dengeler oluşturarak, bazen kamuoyunu bilinçlendirerek, bazen karşı sivil örgütlenmeleri özendirerek, bazen de yasaklayarak yapılabilir. Kamu yönetiminin çantasında bu ve daha bir çok araç bulunmalı, yerine ve zamanına göre bunlar etkinlikle kullanılmalıdır.

    Bir kısım insan, zengin olmak, tutkularıyla başa çıkamamak ve benzeri nedenlerle kumar oynamak isteyebilir. Eğer yapılabiliyorsa bu eğilimler “şansını denemek” çizgisini aşmayacak şekilde kamu otoritesince kanalize edilebilir. Zamanında Milli Piyangonun (niçin millidir o da bilinmez) kuruluş nedeni budur. Her ay bir veya birkaç bilet alıp şansını denemek isteyen insanların bir tutku biriktirmesine böylece engel olunur.

    Ama artık iş o çizgiyi aşmış, Milli Piyango idaresi kazı kazan vs gibi en adisinden kumarı özendirir hale gelmiştir. Rakamlar, piyango idaresinin bu işi iyice yaygınlaştırdığını gösteriyor. Geçen yıl, bu işlere kendini kaptırmış her vatandaş saatte ortalama 21 milyar TL’nı devletin özendirdiği kumar çeşitlerine yatırıyordu.

    1993 ocak ayında TBMM’ne bunulan bir yasa teklifi bütün bu devlet eliyle özendirmelere, kumarhaneler de dahil olmak üzere sınırlama getiriyordu. Orta vadede yapılması gereken bu teklifin tekrar canlandırılmasıdır. Ama kısa vadede ihtiyaç olan zihinsel bulanıklıktan, sloganlardan, külhanbeyi tavırlı açıklamalardan kendimizi kurtarıp bu belaya tekrar yakamızı kaptırmamaktır.

  • KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

    Temel insan hak ve özgürlükleri içinde yer almasına karşın toplumumuzda hemen hiç konuşulmayan özgürlük türlerinden birisi de “korkmama özgürlüğü” olup, bu aslında “haklarını kullanmaktan korkmama özgürlüğü” dür.

    Bir şikayeti olan kişinin karakola başvurması, bir girişimcinin -haksız rekabete maruz kalacağından korkmaksızın- bir kamu ihalesine katılması, bir düşüncesini ifade edebilmesi, başkalarınca kınanmadan bir dini öğretiye bağlı olması ya da aksine çoğunluğun dini geleneklerinden farklı düşünebilmesi, bunların hepsi insanların haklarıdır.

    Bu ve bunun gibi haklarını korkmadan kullanmaya kalkabilecek kimse toplumumuzda var mıdır?

    Korkmama özgürlüğünün sağlanması, devletin çok az sayıdaki asli görevinden birisidir. Devletin, et, süt, ayakkabı, bez, tuz üretmek görevi ne kadar yoksa, korkmama özgürlüğünü sağlamak görevi de o denli vardır.

    Her özgürlüğün kullanımından rahatsız olabilecek bir grup insan mutlaka vardır ve işte o grupların frenlenemeyen eylemleri korkmama özgürlüğünün başlıca engelidir. Bu durumda devlete düşen görev, bu engelleri teşhis etmek ve de etkisiz kılmaktır.

    Ancak, bu kolay bir görev değildir. Çünkü bu özgürlükleri tehdit edenler yine insanların kendileridir. Bu eylemleri insan haklarını zedelemeden caydırmak ise oldukça zordur.

    Demokrasi denilen sistemin işlemesi, yüzünü çağın değerlerine çevirmiş binlerce çıkar grubunun çıkarlarının uzlaşmasına bağlıdır. Çıkar gruplarından bazılarının çağdaş değerleri reddetmesi veya uzlaşma için gereken asgari niteliklere sahip olmaması gibi hallerde demokratik sistemin işlemesi söz konusu olamaz. Bir grup uzlaşıyı kenara iter, korkutmayı bir silah olarak kullanmaya kalkarsa uzlaşma sürecine ihtiyaç kalmaz. Tek yanlı bir emri vaki durumu ortaya çıkar.

    Uzlaşma ortamını ortadan kaldıran, tek yanlı bir baskı (çoğu zaman da terör) uygulayan bu tür eğilimleri caydırmak, devletin tek başına başa çıkabileceği bir sorun değildir. Mutlaka halkın desteği gerekir. Bu destek ise öncelikle bu konudaki bilincin gelişmesiyle kurulabilir. Yani sokaktaki insan, havayı soluma konusunda bir engellemeye nasıl “derhal tepki” gösterirse, bu tür “korku salma eğilimleri”ne karşı da benzer tepkiyi gösterebilmek zorundadır.

    Bu ise demokrasinin “olmazsa olmaz” koşuluna gelip bağlanmaktadır: Demokrasi eşitler arasındaki rejimdir.

  • “KATALİTİK” DEVLET !

    Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru tarif edilmesi gelmelidir. Çünkü, her belirsiz hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılabilir.

    İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.

    Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan(!)- vergileriyle oluşan çok sınırlı bir kaynağa sahiptir ve bu kaynak ancak “en temel ortak ihtiyaçlar” doğrultusunda kullanılabilir. Sınırsız ihtiyaçlar ve sınırlı kaynak açmazı karşısında yeni bir kavrama gereksinim vardır: Bu kavram, “katalitik para” dır!

    Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen dolaşımdan kalkmış bir para gibidir. Ancak halkın ya da kuruluşların kendi paralarıyla bir araya geldiği zaman bir işe yarayabilir.

    Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para bir araya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyve konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!

    Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarrufa özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf etmeye çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.

    Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.

    Her politikacının, bürokratın ve de tüm vatandaşların ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur. (Şekil 1A’da görüldüğü gibi😟)

    Ekim 2001 (revizyon Nisan 2024)

  • Kamu alımları ombudsmanı…

    Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.

    Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.

    Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.

    Ülkemizde, “destekleme alımları” mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.

    Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.

    Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.

    Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.

    Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.

    Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).

    Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).

    Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.

    Kamu alımları kadar, cürmünden daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.

    Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta ölçekli girişimcilerdir.

    Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.

    Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.

    Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.

    Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.

    Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.

    Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.

    Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.

    Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.

    Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur. Niyetim bir çağrı yapmaktır.

    Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.

    Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.

    Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.

    Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.

    Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.

    Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.

    Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.

    Temmuz 1993

  • KAMUOYU ARAŞTIRMALARI NEYİ GÖSTERİR ?

    İstatistik biliminin yararlı uygulamalarından birisi de siyasetteki kamuoyu araştırmalarıdır. Milyonlarca seçmene tek tek hangi partiyi desteklediğini sormak bilinen en güvenilir yol ise de bunun biraz (!) zahmetli olacağını düşünenler, büyük kitleleri “yeterince” temsil edebilecek birer asgari kitle büyüklüğünün aşağı-yukarı aynı sonucu vereceğini bulmuşlar ve “kamuoyu araştırması” denilen teknikleri kullanmaya başlamışlardır.

    Aynı teknik çok farklı alanlarda da yıllardır kullanılmaktadır. Örneğin, sanayi kuruluşları satın aldıkları malların giriş kalite kontrollarını genellikle bu yöntemle yapmaktadırlar. Satın alınan yüzbin adet parçayı tek tek kontrol etmek yerine, onu temsil edebilecek bir kitleyi (örneklem hacmi) kontrol etmekte ve bulgularını bütüne teşmil etmektedirler.

    İster satın alınan malların kaliteleri, isterse kamuoyunun siyasi tercihlerinin yoklanmasında kullanılsın bu metodun en önemli yanı, ne kadarlık bir kitlenin “örnek” olarak alınacağıdır. Öyle bir sayı belirlenmelidir ki, küçük hacmin büyük kitleyi temsil ettiği belirli bir güvenle söylenebilsin..

    İstatistik kurallarını kullanarak bu “asgari örnek hacmi” hesaplanabilmektedir. Ancak, işin püf noktası denilebilecek bir nokta, örnek hacmi’nin, ne arandığına bağlı olarak değişebilmesidir. Yani, 1 milyon kişilik bir kentte sigara içenlerin sayısını belirlemek için gereken örnek hacmi ile siyah pantalon kemeri kullananların sayısını tesbit için gerekli örnek hacmi aynı olmayabilir.

    Gereken örnek hacimlerini bulabilmek için, önce herhangi bir metodla kaba bir tahmin yapılır. Sonra, gözlenmek istenen olgunun tahmin edilen rastlanma olasılığına eşit (veya çok yakın) bir tekrar sayısı’na rastlanamadıysa örnek hacmi artırılır ve ta ki tahmin edilmiş olasılıkla rastlanan sıklık aynı olana kadar artırmaya devam edilir.

    Bu yolla belirlenen örnek hacminden yola çıkılarak saptanacak olgu da % 100 güvenilir olmayıp, o olgunun rastlanma olasılığına ait “güven aralığı” ölçüsünde güvenilirdir.

    Medya aracılığıyla hergün duyup da şaşkaldığımız kamuoyu araştırmalarının nasıl olup da % 10’dan % 80’lere kadar yayılmış bir tercih edilirlik gösterebildiğinin nedeni, araştırmaların -büyük çoğunluğunun- dayandığı örnek hacimlerinin tarif edilen bu metoda göre saptanmamış oluşudur. Onun da nedeni, araştırıcıların -büyük çoğunluğunun- bu kuralları bilmeyişlerinden değil, araştırmaların maliyetinin örnek hacmi arttıkça artmasından ve araştırmayı yapan ve yaptıranların bu maliyeti ödemek istemeyişlerindendir.

    Araştırmayı yaptıranlar -yine büyük çoğunluğu-, kamuoyunun eğilimlerini belirlemek için değil, onların “güçlüden yana olmak” psikolojilerini kullanarak eğilimlerini etkilemek için bu tür araştırmaları (!) yaptırmaktadırlar.

    Bu tür bir uygulamanın düz Türkçe’deki karşılığı insanları aldatmaktır. Uzun vadede insanların kamuoyu araştırmalarına güveni kalmayacağı (zaten de kalmamıştır) kolayca görülebilir.

    O halde, bu işi dürüst yapmak isteyen kamuoyu araştırma kuruluşlarına düşen bir görev ortaya çıkmaktadır: Kendilerini, aldatıcı araştırmalara karşı korumak !.

    Bu nasıl yapılacaktır? Bunun bir yolu, bir kamuoyu araştırması kuruluşunun önderlik edip, bir “Kamuoyu Araştırmaları Ahlakı Sözleşmesi” ortaya koyması ve tüm araştırıcı kuruluşlara bunu duyurarak bunu imzalamalarını istemesidir. Bu sözleşmeye uyulup uyulmadığı ise, kuruluşların birlikte seçecekleri bir “etik kurulu” aracılığıyla denetlenmeli, uymayanlar kamuoyuna ilan edilmelidir. Onların araştırmaları ve onlara araştırma yaptıranların gerçek niyetleri de böylece cümleye malum olmuş olacaktır.

    Araştırma (gerçek) yaptırmak isteyenler (varsa), araştırıcı kuruluşun bu sözleşmeyi imzalamış olmasını şart koşmalıdır. Araştırma sonuçlarının ilanı ise yalnızca “partimiz (veya adayımız), yaptırdığımız kamuoyu araştırmasına göre % 90 oranında tercih edilmektedir” gibi ne olduğu belli olmayan bir biçimde değil, örnek hacmi, örnek katmanlarının seçimi ve güven aralığı belirtilerek ve anılan sözleşmeye imza attıklarını da ilan ederek yapılmalıdır.

    Var mı kendisine güvenen “araştırmacı” ya da “araştırma yaptıran”?

  • İSTİKRAR

    Çok sık kullanılmasına rağmen anlamı üzerinde uzlaşma olup olmadığı pek belli olmayan bir kavram var: istikrar ya da yeni Türkçe’siyle kararlılık.

    Herhangi bir şeyin değişmeden sürmesine deniliyor. Hatta bu “herhangi bir şey” bir değişimin kendisi de olabilir. Örneğin nüfusumuz her yıl belirli bir oranda artıyorsa, “nüfusumuz istikrar içinde 70 milyona yaklaşıyor” denilebilir.

    Ancak, istikrar’ın genellikle olumlu süreçler için kullanıldığını, hızlı nüfus artışı, trafik kazalarındaki ölü sayısı ve benzeri olumsuzluklar için ancak kinaye amacıyla kullanılabileceğine de işaret etmek gerekir.

    Yani mesela çevremizin giderek kirlendiğini anlatmak için “çevre, istikrarlı biçimde bozulmaktadır” denilmemesi gerekir.

    Dilimizde istikrar’ın en çok kullanıldığı alan politikadır.

    “Uyguladığımız istikrarlı politikalar sayesinde 31.12 itibariyle Avrupa geçilmiş bulunmaktadır” ya da “istikrar istiyorsanız bizi bırakmayın” gibi beyanat hemen her zaman duyulur.

    Bu örtülü tehditin, vatandaşı ne kadar güç durumda bırakacağı kolayca tahmin edilebilir. Öyle ya hakkın emri gereği, bunu söyleyen ölecek olsa bu durumda istikrar ne olacaktır?

    O halde vatandaş istikrarı koruyabilmek için çok gayret etmeli, yemeyip yedirmeli içmeyip içirmeli ki istikrarı kurmuş olanlar allah korusun bir zarar görmesin.

    Bu işin iyi tuttuğunu görenler ipin ucunu kaçırıp olur olmaz her vesile ile “dikkat et yoksa istikrar bozulur” şeklinde konuşmaya başlamışlardır.

    Artık istikrarın bozulmaması için herkes suspus oturmaya başlamıştır. TV de gördüğü cikleti isteyen afacanı annesi “sus yoksa istikrar bozulur” şeklinde durdurabilmektedir.

    Yeni açılan dükkanlar, “İstikrar Bakkalı”, “İstikrar Kasabı” gibi adlar alırken, yeni doğan çocuklara göbek adı olarak “istikrar” konulmaktadır.

    Şaka bir yana şu görülmüştür ki, siyasi alanda istikrarın korunabilmesi kişilerin değişmemesine değil, uygulanan politikaların “keyfi” olarak değiştirilmemesine bağlıdır.

    Burada önemli nokta “keyfilik”tir. Yoksa herhangi bir alanda uygulanan politika, değişen koşullara göre değişecektir, bu bir zorunluktur.

    Bir alandaki politikanın değişen koşullarla uyum içinde değişebilmesi, o politikanın “istikrarlı bir politika” olduğunu gösterir.

    Değişen şartlara uyum göstermeyip aynı kalan bir politika ise istikrarlı değil “yetersiz” bir politikadır.

    Bir politikanın istikrarlı olabilmesinin ya da istikrarlı uygulanabilmesinin şartları nelerdir?

    İlk şart, bir politikanın mevcut olması, ikincisi de bunu uygulamak durumunda olanların gerçek amacının doğru iş yapmak olmasıdır.

    Uygulamada her iki şartın da yerine getirilmesinde önemli boşluklar vardır. Çeşitli alanlarda politikaların mevcut olabilmesi, o alandaki sorunların belirli bir metod ile analiz edilmesini, sonra da o alanla ilgili kişi ve kuruluşların katılımı ile çözümlerin geliştirilmesini gerektirir. Aslında “politika” denilen işte bu “çözümler”dir. Bu şekilde geliştirilmiş politikalar yok değildir, ama çok azdır.

    Politikaların uygulanmasına gelince o konudaki durum daha da vahimdir. Aynı hükümetlerin içinde dahi, kişiler değiştikçe uygulamalar tamamen değişmektedir. İşte istikrarsızlık esas budur ve mücadele edilmesi gereken hastalıktır. Bunun bir sebebi yine birinciye, yani politikaların mevcut olmayışına bağlanabilir. Bir alanda bir politika mevcut değilse uygulamayı kişilerin tercihleri belirleyecektir. Tercihler kişiden kişiye göre değişeceğine göre istikrarlı bir uygulama da söz konusu olamayacaktır.

    Çeşitli alanlardaki sorunların analizi ve bu analizlere dayalı olarak katılımlı çözümler üretilmesi sürecine ait bir eğitim, yalnız bir eğitim kurumuzda ve çok sınırlı ölçüde vardır.

    Bu durumda politikacılarımıza yöneltilen “belirli bir politikanız yok” eleştirisi pek haklı görünmemektedir. Yapılması gereken, sadece politika alanında değil her alandaki sorunları çözmekle yükümlü kişileri bu tür bir eğitime tabi tutmaktır.

  • HER ÖRGÜTLENME KENDİ ETİK KURALLARINI OLUŞTURMALIDIR!

    Demokrasinin, belirli amaçları gerçekleştirmek üzere örgütlenmiş bir toplum temeli üzerinde yapılandırılabilecek bir toplu yaşama biçimi olduğu, devlet örgütünün ise ancak bu tasarımın önündeki engelleri kaldırmakla görevli ve de yetkili olduğu, artık yavaş yavaş anlaşılıyor.

    Toplu yaşam kültürümüze taban tabana zıt olan bu anlayış, başı ağrıdığında bunu gidermeyi devletin görevi sayan bir toplum ve de buna pek uygun olarak vatandaşların başlarının ne zaman ağrıması gerektiğini belirlemeye kendini görevli ve yetkili sayan bir devlet anlayışı ile uyuşmasa da, zaman her şeyi değiştiriyor.

    Bir toplum kesiminin örgütlenmesi ne demektir? Bir kesim bir dernek kursa, aidat toplasa, dernek lokali işletse, bir bülten yayımlasa, düzenli toplantılarına ünlü konuşmacılar bulsa, dernek adını iyice duyursa, üyelerinin sorunlarına elden geldiğince yakın ilgi gösterse ve buna benzer faaliyetlerle yoğun olarak çalışsa, acaba bu kesim “örgütlenmiş” sayılmalı mıdır?

    Sözel anlamda evet. Üyeler arasında nasıl olursa olsun bir “örgü” oluşturulduğunda bir örgütün varlığından söz edilebilir. Ama bu, demokrasinin temelini oluşturacağı öngörülen, üzerinde başka yapıların yükselmesi istenilen bir örgüt değildir. Çünkü oluşturulan “örgü” sıradandır, benzerleri ya da alternatifleri çoktur. Örneğin, çoğu kuruluşun kendine amaç edinmiş olduğu “toplanacak bir yere sahip olmak”, böylesine sıradan bir örgüdür. Herhangi bir klüp ya da lokanta bu işi görebilir.

    Bir örgütün varlığından söz edebilmek için bir “misyon” tanımlanmış olmalıdır. Bu misyon, bir ilacın aktif maddesi gibidir. Dışı, görünüşü ve tadı hoş bir kabukla çevrilmelidir. Bir örgütün misyonu da benzer biçimde, bazı destek faaliyetleriyle çevrilebilir. Sosyal faaliyetler, lokal işletimi, bülten yayımlama gibi işler bunlardır.

    Sıradan bir birlikteliği bir örgütten ayıran birinci özellik onun misyonu ise, ikincisi onun ilkeleridir. İlkeler, o misyonun gerçekleştirilebileceği çok sayıdaki güzergahtan belirli bir tanesini tanımlar.

    Toplumdaki gelir dağılımı dengesizliğini azaltmayı kendisine misyon edinmiş iki örgütten birisi ilke olarak, “zenginden çalıp fakire dağıtmak” güzergahını seçerken, diğeri bunu, “fakirlerin de zengin olacak şekilde üretim yapmalarını özendirmek” yoluyla yapmayı benimseyebilir. İlkeler, bir örgütün etik kurallarıdır.

    Belirli meslek mensuplarının bir araya gelerek oluşturdukları örgütler ülkemizdeki örgütlerin çoğunluğunu oluştururlar. Ama büyük bir çoğunluğu, iyi bir misyon tanımına sahip olmadığı gibi, üyelerinin uyması gereken etik kuralları da belirlememişlerdir.

    Bu yüzden de örgütler içinde, o örgütlerin imkanlarını kullanan, ama ilkelerine -ki yazılı olmamakla birlikte vardır- katiyen uymayan kişiler bulunabilirler. Demokrasinin doğasına tamamen ters olarak, bu tür üyelerinin uygunsuz davranışlarının önlenmesini devletten bekleyen bu örgütlerin başarı şansı sıfırdır.

    Bir meslek örgütünün ilk belirlemesi gereken “misyonu” ise, ikinci belirlemesi gereken “etik kuralları”dır.

    Bir kesimde birden fazla sayıda örgüt varsa, her biri kendi ilkelerini ayrı ayrı benimseyip ilan edebilir. Zamanla, kamuoyu nezdinde geçerli olan ilkeler ortaya çıkar, bunlara sahip örgütlerin etkinliği de kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

    Bu yaklaşım yalnız meslek örgütleri için değil, kendisini kötü uygulamalara karşı korumak isteyen her kesim için geçerlidir. Sokaklara tükürmeyen bir grup şehirli, tükürenlerden kendilerini ayırmak için birkaç etik kural koyar ve bunu duyururlar. Eğer kamuoyunda tükürmeye karşı bir duyarlık çekirdeği varsa, bir süre sonra bu örgütlenme etkinlik kazanır. Aksi halde kamuoyu o örgütlenmenin içine “tükürür” -ki bunda yanlış bir yan olmayıp her toplum layık olduğu biçimde yaşar-.

    İyi hizmet üreten okullar, ticaret kuruluşları, marangozlar, taksi şoförleri, politikacılar, sanayiciler, akademisyenler, medya mensupları, kendi etik kurallarını belirleyip ilan ederler. Gerisi, kamuoyunun, bu ilan edilen kurallara ne denli duyarlı olduğudur.

    İşte demokrasi, bunlara duyarlı toplumların layık oldukları toplu yaşama biçiminin adıdır.

    Meslek kuruluşlarımız başta olmak üzere her türlü örgütlenme, kendi etik kurallarını belirlemek ve kamuoyuna ilan etmekle yükümlüdür. Alışılmış yol olan “yakınmak ve oturmak” ise geleneğimizdir, ama terkedilmelidir!

    Pazar, 24 Kasım 1996