• RESMİ KIYAFETLERDEKİ AKIL EKSİĞİ !

    Belediye zabıtası, polis, asker, özel tim görevlisi, kamu kuruluşunda memur, postacı ya da birbaşka kamu görevlisinin kıyafetlerine bilmem hiç dikkat ettiniz mi?

    Hepsinin kıyafeti tamamen farklı olmasına karşın değişmez ortak bir özellikleri vardır: kıyafetler, onlarla ilgili işlere uydurulmak için hiç kafa yorulmamış ya da bu işi bilmeyen veya ciddiye almayanlarca tasarlanmıştır.

    Bu örgütlerimizde kıyafet tasarımıyla uğraşan görevli var mıdır bilinmez ama kesin olan, hiçbir yetkilinin bu işe yeterince kafa yormadığıdır.

    Sekiz saat ocağın başında kazan karıştıran aşçıya yağlı sicim haline gelen kravatı takan, trafik polisinin telsizini kemerine kulaklığını da kulağına takarak ellerini serbest bırakmayı düşünemeyen, polisinin kıyafetini masabaşına göre -o da zevksiz ve işlevsiz- düşünen, özel tim mensubuna filmlerdeki gibi kara gözlük takıp etrafı görmesine engel olan ya da fiyakalı görünsün diye postallarının taban çevresini beyaz yağlıboyayla boyayan kafalar hep aynıdır ve hepsi de kıyafetin önemini takdirden uzak kişilerdir.

    Hoş bu işin farkında olmayanlar yalnız resmi yetkililer değil aynı zamanda sivillerdir de! Türk insanının ergonomik özelliklerinin farkında olmayıp geniş taraklı ayağına zorla sivri burun İtalyan ayakkabıları tasarlayan stilistlerimiz daha az yeteneksiz değildir.

    Kıyafet Mühendisliği önemli bir uğraş alanıdır. Böyle bir bilim dalının varlığını bilmek dahi daha dikkatli olmaya bir adım olabilir.

  • “REENGINEERING” VE YENİ BİR HÜKÜMET ETME MODELİ ÖNERİSİ

    İşletme organizasyonlarına “silbaştan” denilebilecek bir yaklaşım getiren ve işletmelerin hem amaçlarını hem de işleyişlerinin mühendisliğini yeni baştan yapmak anlamına gelen reengineering*, kamu yönetimini de derinden etkileyeceğe benziyor.

    Enformasyon Teknolojilerinin gelişmesiyle, geleneksel organizasyon biçimlerinin yeniden ele alınmasının bu denli aynı zamanlara rastlaması şüphesiz ki bir tesadüf değildir. Mevcut bilgilere erişmenin bu denli kolaylaştığı günümüzde, bunları işleyerek kararlar üreten geleneksel örgütlenme biçimlerinin de sorgulanmasından daha doğal ne olabilir ?

    Ama, reengineering yaklaşımının esas şaşırtıcı yanı bu değildir. İster sanayide ister kamu yönetiminde isterse askerlikte olsun, tüm örgütlenmelerin geleneksel özelliği, “departmantasyon” denilen gizli illeti keşfetmiş olmak, en az tekerleğin icadı kadar önemli bir buluş sayılmak gerekir.

    Aslında bir bütün olan olayları ve sorunları birbirlerinden yalıtılmış olarak ele alıp buna göre departmanlar tanımlayan geleneksel örgütlenmenin, sonunda, herbiri kendi içinde mükemmmel işleyebilen departmanlardan oluşan, ama bir bütün olarak ne yaptığı neye hizmet ettiği belli olmaz “iri urlar” yarattığını artık görebiliyoruz. Bu “iri urlar”, şirketlerde müşterilere, belediyelerde, orduda ve nihayet hükümetlerde ise topluma sunulan verimsiz, pahalı ve kalitesiz mal ve hizmet ürünleri olarak ortaya çıkıyor.

    Evren’in bölünmez bir bütün olduğunu, tüm olaylar ve onlara bağlı sorunların bu bütünün, çeşitli algılama yüzeyleri üzerindeki izdüşümleri olduğunu, dolayısıyla, ayrıştırılmış sorunların, insanların algılama yetersizliklerinin sonucu başvurulmuş birer basitleştirme -ama yanıltıcı bir basitleştirme- olduğunu kabul eden Doğu felsefesi karşısındaki Kartezyen mantık, herşeyin parçalanabileceğini ve böylece de algılanabilir küçüklükteki parçalara kadar inilebileceğini savunmuştur.

    Bunun bir doğal sonucu olarak, maddenin de bölüne bölüne bir “en küçük”e (atom) ulaşılabileceğini savunan Batı felsefesine dayalı fizik, uzun yıllar bu rüya üzerine inşa olunmuş, ama quantum fiziğindeki gelişmeler bunun böyle olmadığını, en küçük parçaların bütünden bağımsız olarak var olamayacağını göstermiştir.

    Şimdi çabalar, Doğu mistisizmi ile Batı determinizmini birleştirme yönündedir ve bu açıdan bakıldığında toplumumuz önemli bir avantaja sahip gibi görünmektedir. Kültürel kodunda Doğu sezgiselliği ile Batı akılcılığının izlerini birlikte taşımakta bulunan toplumumuz, eğer toplu intihar eylemlerine kalkışmaz ve doğru adımlar atabilirse bu bütünleştirmeyi yapabilir ve aynı zamanda iç barışını zorlayan çelişkilerini de yeni bir senteze kavuşturabilir.

    Bu soyut düşünceleri somut plana taşıdığımızda, olayların kesin ayrışmışlığına dayanan hükümet etme modelimizin niçin bir türlü başarılı olamadığı daha bir anlaşılır hale gelmektedir.

    Kamu yönetimimiz, tepeden başlayarak en alttaki bürokratik birimlere kadar, departmantasyon’un keskin çizgilerini taşımaktadır. Sanayi Bakanlığı’nın görevleri Ulaştırma Bakanlığı’nınkilerden; o da örneğin Eğitim ya da Sağlık Bakanlığı’nınkilerden ayrıdır ve -varsa (!)- arasındaki ilişkiler Başbakan tarafından sağlanır. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır ve “koordinasyon” adıyla yapılmaya çalışılan “bütünleştirme”, parçaların işlevlerinden çok daha önemlidir.

    Hatta biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, parça tanımlaması yanlışına bir defa girilince artık koordinasyon söz konusu olamaz.

    Bir senfoni orkestrası, ayrı enstrümanlar tarafından çalınan parçaların bir şef tarafından koordine edilmesi değildir. Böyle algılanırsa, her enstrümanı çalanın tek görevi, önündeki notaya uygun çalmak, göz ucuyla da şefin uyarılarına dikkat etmektir. Böylece oluşan müzik, bir senfoni olmayıp “çok çalgılı bir gürültü” dür.

    Senfoni ise, yalnızca şef tarafından icra edilen tek ve bütün bir parçadır ve her enstrümanı çalan, şefin bir parçası olmak zorundadır.

    Bu iki örgütlenme arasındaki farkı sokaktaki insan, hatta sıradan müzikçi anlamayabilir. Ama, Bethowen, Mozart ya da Dede Efendi’nin ikinci şekilde anladığı kesindir ve ilk şekilde yapılan şey kesinlikle müzik değil “müzik gibi” bir şeydir.

    Bu benzetme hükümet örgütlenmesine taşındığında, her bakan’ın bir alandan sorumlu kılınıp ayrı dükalıklar kurması ve başbakanın da bunlar arasındaki sürtüşmeleri önlemeye çalışmasının ne denli faydasız ve amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu açıkça görülebilecektir.

    Evren’in, olayların ve bunlara bağlı sorunlar ile, bir toplum için edinilebilecek, ama birbirleriyle etkileşimde bulunabilecek olan diğer toplumları da gözardı etmeyen amaçlar kümesinin bir bütün olduğu yaklaşımına göre yeni bir hükümet etme modeli nasıl olmalıdır?

    Bu modelde siyasi iktidar ve bürokrasi örgütlenmesi, bugünkünden oldukça farklı şekillenecektir. “Bütünleşik Yönetim” denilebilecek bu yeni yaklaşımın ayırıcı özellikleri şunlar olacaktır:

    “Bütünleşik Yönetim”de senfoniyi icra eden kişi Bakanlar değil, orkestranın bizzat şefi (Başbakan veya Başkan) ve onunla uyum içindeki yardımcıları(Bakan veya sSkreter) dır. Yani, yönetimi, birbirinden ayrı ve koordine edilen kişiler değil, bir grup icra etmektedir.

    Bu grubun oluşumunda anahtar kavram, grup üyeleri arasındaki “uyum ve güven”dir. Aralarında uyum ve güven bulunmayan kişilerin, siyasi dengeler, koalisyon zorunlukları ve bu gibi nedenlerle biraraya gelip hükümet etmeleri bu modelde mümkün değildir.

    Geleneksel yönetim felsefesinin anahtar kavramı olan departmantasyon, diğer olumsuzlukları yanında bir de kalabalıklaşmaya yol açar. Sorunlara, birbirinden yalıtılmış olarak bakıldığı için, bunlara kaynaklık eden daha az sayıdaki sorunlar yerine, temeldeki “sorunlar bütünü”nün, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki yansımalarıyla uğraşılır. Bu ise kaçınılmaz olarak her sorun alanına bir Bakan’ın tefriki gibi bir kalabalıklaşmaya yol açar.

    “Bütünleşik Yönetim” modelinde ise grup (hükümet), sorunlar bütününün çok sayıdaki yansımalarıyla değil, o sorunların ortaya çıkmayacağı (ya da en az çıkacağı) amaçlar kümesini gerçekleştirme yönünde çaba harcarlar.

    Bu bağlamda, geleneksel hükümetler “sorunları çözmeye”; Bütünleşik Yönetim hükümetleri ise belirli “amaçları gerçekleştirmeye” çaba sarfederler.

    Gerek hükümet grubu arasındaki uyum ve güvenin sağlanabilmesi, gerekse bu “sorunlar yerine amaçlara yönelmek” farkı nedeniyle, önerilen modelde hükümet, ideal sayı olarak bilinen 7 kişiyi* aşmaz.

    Bu modelin esası, Başbakan (veya Başkan) ile hükümet üyelerinin “sürekli etkileşimi”dir. Bu nedenle ayrı ayrı fiziki mekanlarda değil, aynı fiziki mekanda -ayrı odalarda dahi değil- çalışırlar. Böylelikle her an için birbirlerini etkilemeleri ve verilen kararların grup üyelerince tam paylaşılması mümkün olur.

    “Bütünleşik Yönetim” modelinde bürokrasi de bu yaklaşım uyarınca örgütlenir. Sayıları yüzbinlere varan Bakanlık ve Genel Müdürlük kadroları yerine, sorunlara göre değil amaçlara örgütlenmiş çok az sayıda, yüksek nitelikli memurlar bulunur ve onlar da hükümetle etkileşim içinde bulunurlar.

    Bu modelin küçük ve güçlü devlet amacına en iyi hizmet edebilecek yaklaşım olacağı da açıktır.

    Bu öneri, gerek bu haliyle ve gerekse bugün için bir ütopya gibi görülebilir. Ama, departmantasyon tuzağından kurtulmadan, bu karmaşık Dünya’nın sorunlarıyla sıkı bir etkileşim içinde bulunan Türkiye’nin sorunlarını çözebilmenin, ya da daha iyisi amaçlarımıza ulaşabilmenin imkanı yoktur.

    Gelin, üzerinde biraz düşünüp tartışalım. Ne dersiniz?

    Temmuz 17, 1994

  • Random Digit Dialing” SİSTEMİYLE ARAŞTIRMA !

    Bir gazete, bir kamuoyu araştırma kuruluşumuzun, yukarıdaki sistemle yaptığı araştırmaya göre bir ildeki seçimde filanca partinin birinci olacağını haber veriyor. Ayrıca da araştırmanın % 95 güvenilir olduğu belirtiliyor ve “%5 kusur kadı kızında bile bulunabilir” denmek isteniyor.

    Bunları okudukça insanın göğsü kabarası geliyor. Bu frenkçe adlı yöntem herhalde kompitür (öyle deniyor) ve leyzır’lı birşey olmalı ki insanların nereye oy vereceklerini böyle inceden inceye biliyor.

    Daha yakın zamana kadar “örnekleme” yoluyla yapılan araştırmalar artık 2000’e 1 kala bakın nasıl çağdaş aletlerle yapılıyor.

    Amerika’da bulaşıkçı almak için camına “bulaşıkçı aranıyor” yazısı yapıştıran bir lokanta bir süre sonra başvuran olmayınca bir uzmana başvurmuş. Uzman bir yeni kağıt yazıp onu cama yapıştırmalarını önermiş ve gerçekten de insanlar işe girmek için kuyruk olmuşlar.

    Kağıtta yazan şuymuş: “Wanted ! Lojistic Service Engineers

    Not: Random Digit Dialing, rastgele sayılar üretip ( hesap makinalarınız yapar), bunlardan telefon numaraları oluşturmak, o numaralara da telefon edip hangi partinin adayına oy verileceğini sorma yöntemidir.

  • POLİTİKA YALNIZCA SOYUNDURUR!

    “Kötü doktor candan, kötü imam dinden eder” deyişiyle aynı bir şey kastedilmiş olsa gerektir: yanlış tanı çok zarar verir! Çünkü kötü doktor ile kastedilen herhalde, hastalığa yanlış teşhis koyup yanlış yolda tedavi uygulayan kişi, kötü imam ile de, dini öğretileri yanlış yorumlayıp insanları yanlışa yönlendiren kişi anlatılmak istenmektedir.

    İnsanlarımızın yıllardır en önemli sorun, hatta tüm sorunların kaynağı olarak gördükleri şey, politikacılarımızın yetersizliğidir. Bu tanı, çeşitli entellektüel düzeylerde çeşitli biçimlerde dile getirilir: “sokak meclisin önünde”, “biz bu politikacılara layık -müstahak denilmek isteniyor- değiliz”, “bize, çözüm üreten politikacı lazım” gibisinden..

    Bu tanının ardından doğal olarak çözümler gelir: “dışarıdan politikacı ithal edelim”, “meclise gidecekleri sınava sokalım” gibi..

    Bu teşhisin doğruluğundan kuşkulanmayan askerler de yaptıkları üç darbede mevcut politikacıları safdışı etmişler, yerlerine enfekte olmadıklarına inandıklarını getirmişler, ama her ne hikmetse bir süre sonra onlar da eskileri gibi davranmaya başlamışlardır.

    Bu tanı, üzerinde kuşku duymak bir yana giderek pekişmektedir. Liderler de halkın eğilimlerine uyarak, giderek daha önemli, daha yüksek ünvanlı, daha zengin kişileri meclise sokmak için kolları sıvamışlar ve sokmuşlardır.

    Hatta, daha büyük fedakarlıklara bile katlanılmış, bu tür yaramaz insanların hep erkekler içinden çıktığı tesbit edilerek meclise ve genel olarak politikaya daha çok sayıda erkek olmayan kişi sokulmuştur.

    Fakat sonuç nafiledir. Halkımız yine politikacılardan yakınmakta, hatta şimdi eskisine göre daha çok yakınmaktadır.

    Acaba şöyle bir deney yapılsa ve daha büyük bir meclis binası yapılıp, 35 milyon seçmenin tamamı milletvekili haline getirilse ne olur?

    Pratik güçlüklerin (kavgaların ayrılması, yoklama ve oylamaların ad okunarak yapılması, söz isteyenlerin sıraya konulması gibi) olacağı bir gerçektir. Ama bunların bir şekilde aşıldığı (kavgaların ayrılmayıp nüfus planlaması amacıyla kullanılması gibi) varsayılsa acaba ne olacaktır? Vatandaşlarımız bu defa kimden şikayet edeceklerdir?

    İşte herhalde ancak o zaman görülecektir ki, politikacılarla vatandaşlarımız arasında bir nitelik farkı yoktur. Politikacı, halkın soyunmuşudur. Zaten başka türlü olmasına imkan da yoktur. Bu imkansızlık, halkımızın içinde daha yüksek nitelikli insanlar olmadığı için değildir. Bizim toplumumuz da -aynen başka toplumlar gibi-, nitelik dağılımı açısından normal dağılım’a uygundur. Yani içinde belirli oranda, yüksek ahlaklılar, bilgeler ve nadir insanlar bulunmaktadır. Bunların sayısı başka toplumlara göre çok az da olsa bir meclis oluşturacak sayının temini sorun olmayacaktır. 65 milyon kişinin içinde yüzbinde bir oranında bulunabilecek kişilerden 650 milletvekili çıkacaktır. Sorun bu insanların bulunması değil, halkımızın bu insanlara katlanıp katlanmamasıdır.

    Genelde politikacı, özelde ise milletvekili Çin vazosu değildir. Köşede tutulup teşhir amacıyla kullanılmaz. İnsanlar, kendi değerlerini paylaşan, bunu da somut olarak eylemlerine yansıtan insanları seçeceklerdir. Yerel yönetim meclislerine de TBMM’ne de seçilecek insanlarda bu değer ortaklığı ve eylem birliğini görmek isteyeceklerdir.

    Nitekim, örneğin Kilis’te il yapma karşılığında kendilerinden oy isteyen, fındık taban fiyatını diğer parti lideriyle açık artırmaya sokan, giderayak seçim bölgesine para transfer eden politikacılara karşı takınılan tavırlar, insanlarımızın politikacılarımızdan -belirli konular dışında- yakınmaya hakları olmadığını göstermektedir. Yakınma hakkı bulunan konular ise, kendilerine niçin daha fazla kişisel ya da grupsal menfaat sağlanmayışıyla sınırlıdır.

    Zaten pratik de aynen böyle işlemektedir. Politikacıların niteliklerinden yakınmalar ise daha çok misafir odaları ve içki sofralarına özgüdür. Çünkü oralar biraz da hayal kurulan, gerçek olmayan, olması istenmeyen konuların konuşulduğu yerlerdir. Ertesi gün misafirlik bitip, içkinin verdiği rihavet kalkınca yaşam pratiği başlar ve bir gece evvel erdemsizliğinden yakınılan politikacıdan, ya bir yakının olmayacak tayininin yapılmasını, ya SİT alanındaki arazisine imar verilmesini, ya da devlet bankasından kredi almak için genel başkanına baskı yapmasını isteyecektir.

    İnsanlarını kendine benzemez sandığı Anadolu’ya ilk gidişinde kendisine benzer insanlar görmenin şaşkınlığını yaşayan toy şehirlinin, “halkımız meclisin ilerisinde” safsatasını bir yana bırakıp, içinde hepimizin bulunduğu insanımızın nitelik dokusunun niçin sorunlu olduğunu anlamaya çalışmak, en akılcı yoldur. Evet biz niçin böyleyiz? Doğru soru budur..

    Pazar, 14 Temmuz 1996

  • POLİTİKA NİÇİN ÇÖZÜM ÜRETEMİYOR?

    Ülkemizde ve de birçok ülkede politika, toplumları tatmin edebilecek çözümler üretemiyor. Toplumlar mı tatmini güç istekler ortaya koyuyor, politikacılar mı yetersiz, tarihsel süreç olağan çizgisini mi izliyor ya da herbirinin payları mı var?

    Bu, kaya gibi sert, nüfuz edilemez görünüşlü soruyu, Türkiye yetmiyormuş gibi genelleyip bir de Dünya ölçeğinde yanıtlamaya kalkışmak pek akıllıca görünmüyor. Ortaya konuluşu her ne kadar aynı sözcüklerle de yapılsa, bu soru’nun her ülkede farklı yanıtları olduğu, daha da doğrusu bir kısım yanıtlarının ortak, bir kısmının da ülkeye özgü olduğu bellidir.

    “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri niçin üretemiyor?” şeklinde bir soruya verilebilecek tek yanıt olmayıp, “bir dizi cevap” bulunmaktadır.

    Ama, bu yanıtları aramadan önce, bu soru’nun “doğru formda” olup olmadığına bakılmalıdır. Soru bu haliyle, “politika, geçmişte tatminkar çözümler üretmiş ama artık üretemiyor” gibisinden bir anlam taşıyor. Halbuki bu doğru değildir ve hemen herkesin kabul edebileceği gibi ülkemizde politika -geçmişten bu yana- toplum ihtiyaçlarını cevaplamada hep yetersiz kalmıştır.

    Bunun bir işareti, insanlık ailesine katkımızın yetersizliği ve aileyle aramızdaki gelişmişlik farkının kapanmayıp açılmasıdır. O halde, “doğru form”daki soru, “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri eskiden bu yana niçin üretememiştir?” şeklinde olmalıdır.

    Bu soru’nun “bir dizi” yanıtının simgelediği her “neden”in, sonuç üzerindeki etkisi pek kolay bilinebilir değilse de, bazı nedenlerin diğerlerinden daha etkili olduğu açıktır.

    Buna göre, ülkemizde politikanın toplumu tatmin edebilecek çözümler üretememiş oluşunun en önemli sebebi, politikanın ürettiği çözümlerin sorunların nedenlerine değil, liderlerin, onların danışmanlarının, kısacası politik kadroların, kaynağı kendilerinden menkul “görüş”lerine dayalı oluşudur. Daha da kısacası, politik sistemimiz “çözüm” üretmede değil, “neden” belirlemede yetersizdir.

    Politik sistemimize politikacılardan, onlara da içinden geldikleri toplumdan bulaşmış olan bir toplumsal hastalık, sorunların nedenleri üzerinde durmayıp, kısa yoldan çözüm üretmeye çalışmaktır denilebilir.

    Ev kadınlarından öğrencilere, akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar toplumun büyük bölümü, kendilerini rahatsız eden sorunların nedenlerini aramaksızın doğrudan çözüm aramakta ve de -işin kötüsü- bulmaktadırlar.

    Ev kadını, geçim sıkıntısına çözüm olarak eşinin daha yüksek ücret almasını; üniversiteden mezun olup iş bulamama tehlikesini hisseden öğrenci çözüm olarak devletin kendisine iş vermesini; ücretinin düşüklüğünden yakınan öğretim üyesi YÖK’ün kaldırılmasını; siyasetteki bölünmeden şikayetçi köşe yazarı da partilerin birleşmesini “çözüm” olarak önermektedir.

    Belirli bir gecikme ve deformasyonla da olsa bu “çözüm”leri uygulamak durumunda kalan idari ve politik kadrolar ise, bu “çözüm”lerin işe yaramadığını zaman içinde herkesle birlikte görmekte ve çaresizlik içinde yeni “çözüm”ler peşinde koşmaktadırlar.

    Halk da bu çözüm arama hastalığına tutulmuş ve o da çözüm olarak denenmemiş saydığı partilere oy vermeyi bulmuştur.

    Bu yaklaşımların tek ortak yanı ise, “sorunların nedenleri üzerinde durmamak”tır. Bu öyle bir süreç haline gelmiştir ki, giderek ağırlaşan sorunlar, çeşitli kesimleri “daha kestirme”, “daha sihirli” çözümler aramaya itmektedir. Artık kimsenin biraz olsun “niçin” sorularına ayıracak sabrı kalmamış, tam bir toplumsal panik psikolojisine düşülmüştür. Bu panik hali, politikacıları baskılamakta, “neden”leri tamamen bir yana itip daha da kestirme “çözüm”ler aramaya itmektedir.

    Ortaya konulan sorun’un ikinci bir nedeni, toplumun politikadan çözümünü beklediği sorunların hemen hepsinin içinde, kendisinin de payının bulunduğunu göremeyişidir. Halk, çeşitli sorunların kendi dışında oluştuğunu, kendi payı varsa dahi bundan görmesi gereken cezanın başkalarına göre çok daha küçük olduğunu savunmaktadır. Bunda doğruluk payı vardır. Halkın tek tek bireyler olarak sorunlardaki payları küçüktür. Ama halk kalabalıktır ve her alanda küçük, affedilebilir görünüşlü ama “çok sayıda” kusur işlemekte, ortak olmakta ya da en azından tepkisiz kalarak, büyük sorunlar için sağlam bir mozayik temel oluşturmaktadır.

    Bu yanlış algılamanın bir nedeni, olayların nedenlerini aramayan, farklı görünüşlü sorunların aynı nedenlerden kaynaklandığını ortaya koyamayan “neden aramayan düşünce stilimiz”dir.

    “Politikanın çözüm üretemeyişi” sorununun bir diğer nedeni, katılımcılık yerine temsilciliğe dayalı politika; onun bir nedeni ise toplumumuzun örgütlenmemiş oluşudur. Demokrasinin, “örgütlenmiş çıkar kesimleri arasındaki uzlaşıya dayalı dengeler rejimi” olarak algılanmayışı, örgütlenmek ve bizzat katılmak yerine “tüm yetkilerini temsilcilere devretmek ve tüm sorunlarının çözümlerini de onlardan beklemek” biçiminde bir demokrasi anlayışını yerleştirmiştir.

    Örgütlenecek ve sorunlarının nedenlerini arama becerisi kazanacak olan kesimler, sorunlarının önemli bir bölümünün nedenlerini ortadan kaldırabilecek “çözüm”leri bulabilecektir. Böylece, politik sistemin sorun çözme yükü önemli ölçüde hafifleyecek ve yerine getirmesi gereken gerçek işlevlere yönelebilecektir.

    “Politikanın tıkanması” olarak adlandırılan “çözüm üretememe”nin bir başka ama çok önemli bir nedeni, toplumun beklentileriyle çabaları arasındaki bağın kopmuş oluşudur. Bu kopma sebepsiz değildir. Toplumda, üretmeden tüketmenin bir beceri olarak gösterilmesi, bunun her fırsatta sergilenmesi, üretmeden tüketmenin bir istisna değil, bir genel yaşam biçimi olabileceği gibi yanlış bir değer ölçüsünün oluşmasına yol açmıştır.

    En somut örneği, “enflasyonun etkisini karşılayacak ölçüde ücret ve taban fiyat zammı” uygulaması olan bu rüya, yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen henüz bitmemiştir. Bitmesine imkan da yoktur, çünkü hala kimse, yaşamın temel denklemi olan “ürettiğin kadar refah içinde yaşayabilirsin” ilkesini halka söylememektedir.

    Gerçek rekabet gücü yüksek çok ama çok az mal ve hizmet üretebilen toplumumuz, hala bir çok mal ve hizmeti tüketme hakkı bulunduğuna inanmaktadır. “Üretim”i, “buluşçuluk”u hala gündemine almayan politikacı, medya ve toplum, orta çağın simya bilimini canlandırmaya çalışmaktadırlar.

    “Politikanın çözüm üretemezliği” sorununa yol açan çok sayıdaki neden içinden başlıcalarının sonuncusu, politik sınıfın bu resmi topluma göster(e)meyişi, bunu, popülizm ve/ya bilgisizlik nedeniyle yap(a)mayışıdır.

    Evet, bu nedenlerden dolayı Türkiye’de politika tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu kişilerde değil, bu yaklaşımdadır. Tıkanmış olan sistemin söyleminin özeti ise “o kötüdür bana gelin” biçimindedir.

    Türkiye’nin gündemini, sorunların çözümüne değil nedenlerine oturtmadıkça, buluşçuluk ve üretimi, kamu yönetimi de dahil olmak üzere her konunun temeline yerleştirmedikçe, özgürlükler ortamını kurmaya imkan yoktur.

    Özgürlükler mi üretim mi tartışmalarını aşıp, ikisinin de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğunu görmek zorundayız.

    Bunu, mevcut politik kadrolar -eğer resme böyle bakabilirlerse- yapabilirler. Ama eğer yap(a)mazlarsa o takdirde politikadaki tıkanmışlığın aşılması, ancak yeni kadroların gelmesiyle mümkündür. Bekleyelim göreceğiz!

    Cumartesi, 08 Ekim 1994

  • PEKİYİ, ARKA KAPIDAN GİRENLER N’OLACAK?

    Turizm bakanlarımız değiştikçe, kumar lobisi bazı önlemler alır. Olur ya, gelen yeni bakan bu rezaletin farkına varır da bu işe bir “dur” der tehlikesine karşılık! (gerçi böyle bir ihtimal çok küçüktür ama kumar lobisi çok mütedbirdir!).

    Son turizm bakanı değişikliğinden sonra, insanlarımızı kumardan korumak(!) için lobinin geliştirip bakana heyecanla söylettiği önlem(!), `casino’lara kapılarından değil, ancak özel kartla açılabilen bir turnikeden girilmesi olmuştur.

    Kartlar ise, bakanlığın yapacağı derin incelemeler sonunda, kumar oynamasında sosyal, ekonomik, kültürel ve ailevi açıdan muhal bir durumu bulunmadığı saptanacak olan vatandaşlara verileceğ için, müthiş bir `kurtkapanı’ meydana gelmiş bulunmaktadır.

    Örneğin, kumar oynamak isteyen ama mesela karısınca izin verilmeyip “kumar oynarsan kafanı kırarım” denilen bir yiğit vatandaşımız kumarhanenin kapısına kadar gidecek ve tam kapıdan içeri girecekken kartlı turnike, “beyefendi nereye gidiyorsunuz, burası yol geçen hanı mı?” diyerek vatandaşımızı durdurup, maazallah kötü yola düşmesini önleyecektir.

    Ancak, bir kere kumar oynamayı aklına koymuş vatandaşımızı böyle aletlerin durdurması mümkün değildir. Kartlı turnikeyi aşamayan yiğidimiz bu defa `casino’ görevlilerine rüşvet teklif ederek içeri girmeye kalkışacak, ama rüşvetin bir toplumsal ayıp olduğunun bilincinde olan görevliler bu teklifi reddederek “sayın bayım, bakanlığımız, durumu uygun olmayanların buralara girmesini sakıncalı bulmaktadır. Biz bu emre uymakla yükümlüyüz, paranız sizin olsun. Ziyanı yok biz de kaybedelim ama vatan sağolsun” diyerek kişiyi tersyüz edeceklerdir.

    Bence bu kumarhane işine bulaşmış bütün turizm bakanlarının bu son haberden fevkalade alınması lazımdır. Çünkü, böyle etkin bir önlemi düşünemedikleri için bir defa hepsi geri zekalı yerine konmaktadırlar. Ayrıca da evvelkilerin almış oldukları önlemlerin de bir işe yaramadığı söylenmektedir. Halbuki mesela “karısından izin almayanın kumar oynayamaması” , ya da “bakanlık memurlarına başvurup kart alma” önlemleri öyle bir kenara atılabilecek önlemler midir?

    Bunların hepsi tarihe geçecek buluşlardır ve siyaset bilimi okutan gelecekteki okullarda ibret diye okutulup böyle abukluklardan korunmaları öğretilecektir.

    Genellikle yanlış bilinen bir olgu, “boğaların, kırmızı renge kızdıkları”dır. Gerçek ise böyle değildir. Kırmızı renge boğalar değil inekler kızar. Boğalar, kendilerine kırmızı gösterildiklerinde inek yerine konuldukları için kızıp kırmızıya saldırırlar.

    Bu kartlı turnikeye saldırasım geliyor.

    Cuma, 12 Mayıs 1995

  • PARTİ “KADRO”LARI, PARTİZANLIK HAZIRLIĞIDIR!

    Milletvekili genel seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde siyasi partiler kendilerini halka beğendirmek için çeşitli yollar kullanıyorlar. Kimi, kapağı seçim sonuçlarına göre verilmek üzere tencere; kimi yine seçim sonuçlarına göre daimi kadroya geçilmek üzere devlette geçici iş; kimi de yaşanılan yerin il yapılması (o da seçim sonuçlarına göre) vaadinde bulunarak kendisini beğendirmeye çalışıyor.

    Bu farklılıklara karşın hepsinin de üzerinde uzlaştığı ve işin kötüsü birçok vatandaşın da partilerden talep ettiği bir nokta var: kadro!

    Reklamcıların, kalitesiz ürünlerinin reklamını yaptırmak isteyenlere uyguladığı bir metot, ürünün yanlış ya da eksik yanlarını birer marifet gibi sunmaktır. Örneğin, plastik kalıbı masrafından kaçmak için dışı saçtan yapılıvermiş bir alet için, “plastik sağlam olmuyor, daha sağlam olsun diye saçtan yaptık!” biçiminde reklam yapılır. Siyasi partilerin övündükleri bu “kadro” konusu da herhalde böyle bir uyanık reklamcı tarafından ortaya atılmış olsa gerek.

    Bir siyasi partinin kadrosu, ülke vatandaşlarının tamamıdır. Çeşitli görevler için gereksinim duyulacak çeşitli niteliklerdeki insanlar ancak böyle geniş bir portföy içinde bulunabilir. Bunun yerine, parti üyesi ve adaylarından ibaret bir grupla sınırlı potansiyelini övüne övüne “kadro” olarak kamuoyuna takdim eden partiler aslında şunu diyorlar: “bize oy verir devlet imkanlarını bize teslim ederseniz, bunları işte bu gördüğünüz «kadro» eliyle yöneteceğiz, bunun dışındaki insanları ise kendimizden uzak tutacağız”..

    Nitekim, bugüne kadarki uygulama tam olarak böyle olmuş, devlet yönetimi, bu şekildeki dar kadroların yetenekleriyle sınırlı kalacak biçimde yapılmaya çalışılmıştır. Şimdi ise hiçbir parti çıkıp da, “biz iktidara gelince, partimizin üyesi olmayan, bize sempati duyup duymadığını bile bilmediğimiz, ama çok yetenekli olduğunu bildiğimiz filanca kişiyi Merkez Bankası Başkanı yapacağız” dememekte, çeşitli nedenlerle o partinin çatısı altında toplanmış kişilerden başkası sanki “yok” sayılmaktadır.

    İşin daha acı yanı, toplumdan da bu “yok sayma”ya karşı bir ses çıkmaması, devletin, üye, delege, aday takımı tarafından yönetilmesinin doğru bir iş olduğunun sanki onaylanmasıdır.

    Daha seçimlere girmeden, seçim sonrası iktidara gelinmesi halinde doldurulması gereken bir kadroya kimin atanacağını adayı yoluyla ilan eden bir siyasi parti aslında şunu demektedir: “Bu pozisyona getirilecek binlerce insan arasından, bizim partiye girmeyi kabul eden bu kişi çıktı. Bizim için de bütün pozisyonlar için ön-koşul parti üyesi olmaktır. Dolayısıyla, bu önemli göreve bu kişiyi getirmek zorunda kalacağız”..

    Bir siyasi partinin kadrosu bulunmalıdır. Bu bir “çekirdek kadro” olmalı, görevi de, ülke nüfusunun bütününü bir portföy olarak görüp değerlendirmek, her göreve layık kişileri bulup çıkarabilmek olarak anlaşılmalıdır.

    Bu kişiler “çekirdek kadro”yu oluşturanların akrabası ya da yakını olmayabilir, hatta onlara sempati dahi duymayabilir. Çekirdek kadro’nun bunu yapabilmesi, onu oluşturanların iki özelliğine bağlıdır: etrafına “tayfa” toplamaya gerek duymayacak kadar kendilerine güvenli olmalarına ve de kendilerini yalnızca bir çıkar uman parti yandaşlarının destekleyeceği kadar dar hizmet amaçlarına hapsetmemiş, toplumun bütününe hizmet etmeyi amaçlamış olmaları!

    Bir siyasi parti düşünülebilirmi ki, baba-oğul ya da karı-koca o partinin “kadro”sundadır. Ya da birlikte ast-üst olarak çalışmaktayken komple ayrılıp “kadro”yu oluşturmak üzere amirlerinin yanında saf tutmuş ya da aksine, amirine kızıp karşı partinin “kadro”sunda yer almışlardır!

    Siyasi parti, bir hizmet aracı olmak zorundadır. Onu araç olmaktan çıkarıp bir amaç haline getirmek isteyenler olabilir. Ama bunu bir de topluma onaylatmak, hatta daha da ileri gidip toplumun özlemi haline getirmek gibi bir hokkabazlığa kimsenin hakkı yoktur.

    Pazar, 03 Aralık 1995

  • PARLAMENTODAN ŞİKAYETLER NEYİN GÖSTERGESİDİR?

    Toplum, çeşitli sorunlar altında giderek ezildikçe bir yandan da giderek daha yoğun tepkiler üretiyor. Bu tepkilerin odak noktasını siyasetçiler ve onun da ortasını parlamento oluşturuyor.

    En son söyleneceği en baştan söyleyerek bundan sonraki satırların önyargısız değerlendirilmesini sağlamaya çalışacağım: Amacım kurum olarak parlamentoyu savunmak, ama o kurumun bir kuruluşu olarak da meclisimizin yeterli olmadığını -kendi adıma- ikrar etmektir.

    Kurum olarak parlamentoyu savunmak yalnız benim değil, ona dayalı demokratik sistemi savunmak isteyen herkesin görevi olmalıdır. Keza kuruluş olarak parlamentonun eksiklerini, yetersizliklerini dile getirmek ve eleştirilere dayanarak önlem geliştirmek, kuruluşun günahlarının kuruma fatura edilmesini önlemek isteyen herkesin görevi olmalıdır.

    Parlamentonun hemen herkes tarafından çeşitli yollarla ve üslupta dile getirilen yetersizliklerinin sebepleri nelerdir?

    “Bizi sebepler ilgilendirmez sonuç ilgilendirir” denilemez. Çünkü o sebepler eğer bildiklerimiz kadar değilse bu defa gelecek parlamentoların da aynı yetersizliklerle malul olması sürpriz sayılamaz.

    Bu nedenler içinde en çok dile getirilen ve gerçekten de sıkça örneklerine rastlanan, “milletvekillerinin, ellerindeki yetkileri iyiye kullanmayışları” ile “milletvekillerinin, milletin sorunlarına çözüm bulamayışları”dır.

    Görüntü budur ve de genel çizgileriyle doğrudur. “Genel çizgileriyle” doğrudur, çünkü bu yargıların genelleştirilip tüm kuruluşa teşmil edilmesi hem bir haksızlıktır, hem de kurumu yıpratıcı bir kolaycılıktır. Pekiyi bu doğru görüntünün alt katmanlarında yatan nedenler nelerdir?

    Mevcut yetkilerin kötüye kullanılabilmesinin bir nedeni, parlamenterlerin demokratik sistem için gereğinden daha çok yetkiye sahip olmalarıdır.

    Kişilerin çiğneyebilecekleri yasaların sınırlarını onların yetkileri belirler. Bir taksi şoförünün anayasa çiğneme arzusu bulunsa bile, çiğneyebileceği yasa ancak trafik yasası ve benzerleridir.

    Parlamentonun görevi, halkın, çeşitli örgütlenmeleri yoluyla geliştireceği çözüm önerileri içinden en uygunlarını seçmek ve o çözümler için gerekebilecek yasal düzenlemeleri yapmak, yasaların uygulanışı hakkında bilgi edinmek (dikkat! yargılamak ya da icraat yapmak değil) ve bu geri-besleme yoluyla edindiği bilgileri kullanarak yeni yasal düzenlemeleri yapmaktan ibarettir.

    Uygulama ise böyle değildir. Parlamenter, kişilere iş bulmaktan, onların özel -bir kısmı da yapılmaması gereken- isteklerini karşılamaya kadar birçok alanda taleple karşı karşıyadır.

    Bunun nedeni ise, halkın sorunlarını çözme sürecinde yer almayışı, bunları birilerine “ihale” etmek eğiliminde oluşudur.

    İlginç olan nokta, otokratik rejimlerde rastlanan ve yönetimlerin halk için iyi, doğru ve güzel olanlara karar verip, bunun karşılığında da onun sorunlarını çözmeyi üstlenmesi -dikkat! çözmesi değil- usulünün, kendini demokratik olarak adlandıran ülkemizde de geçerli olmasıdır.

    Sorunun özü buradadır: Osmanlı’dan bu yana sorunlarının çözümünü devletten bekleyip, görevinin yalnızca, itaatkar kulluk etmek olduğu yolunda koşullandırılmış insanımız, giderek sorun çözme kaabiliyetini yitirmiş ve sorunlarını temsilcilerinin çözmesi gerektiği (ve de çözebileceği) inancını benimsemiştir.

    Hava kirliliğinden teröre, trafik kazalarından hayat pahalılığına, etnik milliyetçilikten ümmetçiliğe kadar uzanan yoğun bir sorun yükü ile karşı karşıya bulunan ve de sorun çözme kabiliyeti açısından temsil ettiği vatandaşlarından daha ileri bir durumda bulunmayan parlamenter, hem sorunları çözememekte hem de bu geniş yetkilerle donanmış bulunmaktadır.

    Halk Kendi Sorunlarını Çözebilir mi, Ne Kadar?

    Yukarıdaki tablonun ortaya çıkmasının nedeni, önceleri buyurgan devlet-itaatkar kul ilişkisi ve buna bağlı olarak da sorun çözme kabiliyetinin giderek azalması nedeniyle, halkın sorunlarını çözemeyeceğine inanmasıdır.

    Bu kısır döngüyü kırabilme yolunda, Japon toplumunun sorun çözme kabiliyetini artıran Deming ve Ishikawa’nın yaklaşımından alınabilecek çok önemli dersler vardır.

    Ama bu derslerden yararlanabilmek için bir konuda karar vermeliyiz: Sorunlarımızı kendimiz çözüp, bizim için iyi-doğru-güzel’lere kendimiz mi karar vereceğiz, yoksa bu işleri temsilcilerimize ihale edip şikayetle mi yetineceğiz?

    Pazar, 22 Ocak 1995

  • PARLAMENTER SİSTEMİN YUMUŞAK KARNI!

    Tüm değerlerin çekinmeden sorgulandığı günümüzde, eleştirilen konulardan birisi de parlamenter demokratik yönetim biçimidir. Toplumları oluşturan bireylerin doğrudan katılımı teknik açıdan mümkün olmadığı sürece, vatandaşların, temsilcileri aracılığıyla yönetime katılmaları bir zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır.

    İki yönlü iletişimin hızlı ve yoğun olarak mümkün olacağı “information superhighways” projeleri gerçekleştiğinde, temsili demokrasiler yerine doğrudan demokrasiler gündeme gelecektir.

    Temsili sistemin tek avantajı, az sayıda kişinin (parlamenter) kararlarıyla ülke yönetimine esas kararların süratle alınabilmesidir. 30 milyon üyeli bir parlamentoya oranla 450 üyeli bir meclis daha süratli kararlar alır. Ama bu defa bu avantaja karşılık, bir büyük sakınca doğmaktadır. O da, ülke kaynaklarının dağıtımında, bu az sayıdaki temsilcinin neden olabileceği akıldışılık ve/ya haksızlıklardır.

    Yıllardır, tüm vatandaşların katkılarıyla oluşan kaynakların gerek yöreler, gerek sektörler olarak nasıl dağıtıldığına sakılırsa, siyasi yönetim üzerinde etki sahibi olanların bu dağılımı derinden etkileyebildikleri görülecektir. Bir yörenin ya da bir sektörün temsilcisi durumunda olanlar, tesadüfen ikna yeteneği veya zorlama gücü ya da oy potansiyellerine hakimiyetleri bakımından bir güce sahipseler, o yöre ve sektörler güçlenmekte ve bu güçlenme, etkinliklerini daha da artırmaktadır.

    Örneğin, bilim ve teknoloji konusunda yeterli baskıyı yaratabilecek temsilciler başlangıçta yok ise, bu alan giderek önemsizleşecek, onun yerine mesela kağnı arabası üretenler güçlü hale gelebilecektir.

    Ülkemizin bugünkü fotoğrafına bakıldığında, hiç öncelik verilmemesi gereken yöre ve/ya sektörlerin öncelik kazandığı, güçleri bir türlü yükselemeyen bu yöre ve sektörlerin, bir defa kazanmış oldukları etkinlikle hala baskı güçlerini sürdürebildikleri (ve ileride de sürdürebilecekleri) görülmektedir.

    Hele bu sistemin üzerine bir de “il bakanlığı” (veya başbakanlığı) (!) garabeti binince, bazı yörelerin hiç haketmeden “teveccüh-ü şahaneye mazhar” olmaları durumu doğmaktadır.

    Bu durumun kısa vadede çaresi, bakan olanların temsilcilikten istifa etmeleridir. Orta vadeli çözüm, temsilcilik anahtarının yalnızca “yöre” olmaktan çıkarılıp, nüfusu daha iyi temsil edebilecek “birden fazla anahtar” (din, mezhep, etnik köken, meslek, cinsiyet gibi) kullanılmasıdır. Uzun vadeli çözüm ise “doğrudan demokrasi” dir.

    Cumartesi, 23 Temmuz 1994

  • PARASIZ TANITMA METODLARI

    Bu tanıtma konusu eskiden beri ilgimi çekmiştir. Bu nedenle zaman zaman tanıtma konusundaki düşüncelerimi yazarak bu alandaki hizmetlere ben de katkı da bulunmak istiyorum.

    Turizm amaçlı tanıtma için 25 milyon dolar istendiğini, temin edilebilirse tanınmamızın sağlanacağını gazeteler yazdı.

    Aslında, tanıtmanın sadece parayla olmayacağı gerçeği hala tam anlaşılamadı gitti. Birçok fırsat iyi kullanılabilse, ülkemizi, insanlarımızı ya da hiç olmazsa onların küçük bir kısmını gayet iyi tanıtabiliriz. Ama bu gerçeğin niye tam anlaşılamadığı açık. Kendi kendine Tanıtma Kuruluşu diyen ve en küçük para birimi olarak (milyar TL) kullanan bir kısım özel ve gönüllü kuruluş, Türkiyenin diğer parasız yöntemlerle tanıtılmasını önlemektedir.

    Yazımın sonunda, parasız tanıtma metodları hakkında meraklılara bazı ipuçları vereceğim. Ancak bundan evvel, tanıtmanın felsefesi üzerinde biraz durmalıyız.

    Tanıtma, maden sodası gibi düşünülebilir. Nasıl ki ağır bir içki sofrasından kalkanlar, içki ve aşırı yemeğin olumsuz etkilerini azaltmak için maden sodasından yararlanırlarsa, tanıtma da aynen öyledir.

    Tanıtma (usulüne uygun yapılırsa), birçok olumsuzluğu unutturabilir, hatta onları birer öğünç vesilesi haline de getirebilir.

    Örneğin, Dünya’nın pahalı dergi veya gazetelerinden birisinde yer alacak olan bir imaj geliştirme (bu söze bayılıyorum) ilanını düşününüz!

    Why don’t you come to Turkey?” yazısının altında, gülümseyen, Osmanlı kıyafetli bir kahveci güzeli, bizim ne(ler)in hayalleri içinde bulunduğumuzu göstermesi açısından çok etkili olmaz mı?

    Ancak kabul edilmelidir ki bu işler pahalıdır ve büyük ölçüde yaratıcı düşünce üretimini gerektirir. Tabii ki onun da bedeli hayli yüksektir.

    (Tanıtma işi, hayata atılmayı düşünen ama ne yapacağı tam belli olmayan çocuklarımız için son derece yararlı bir iştir. Hem Türkiye tanınır, hem de kendileri iş sahibi olmuş olurlar.)

    Bazı kimseler tanıtmanın bu “sindirim kolaylaştırıcı” etkisini reddeder ve eğri şeylerin tanıtmayla doğrultulamayacağını, ayrıca eğriliğin üstüne bir de sahtekarlık fiili bineceğini söylerler.

    Bu tür aykırı görüşler bir yana bırakılmak zorundadır. Aksi halde önce tüm eğriliklerimizi doğrultup (ya da doğrultmak üzere harekete geçip), ancak ondan sonra kendimizi tanıtabilmemiz (ya da harekete geçtiğimizi anlatmamız) gibi son derece yorucu ve dolayısıyla az kazançlı bir süreç ortaya çıkar ki bu, tanıtma kuruluşlarımızın işsiz kalması anlamına gelir.

    Tanıtmanın bu felsefi tarafından sonra, başlangıçta söz verdiğim “parasız (yahut da az paralı) tanıtma metodları” hakkındaki bazı ipuçlarına geçmek istiyorum. Okuyucularım, bu sütunların bu kadar engin metodlar içeren bir konudaki tüm yöntemleri vermeye yetmeyeceğini lütfen takdir etmelidirler.

    Bunların bir kısmı şöyledir:

    (1) Yurtdışına her çıkan vatandaşımız aslında bir tanıtma görevlisidir. Onlardan pekala tanıtmamızda yararlanılabilir ve zaten de yararlanıyoruz.

    Her nekadar önemli bir yüzdesinin dilini (ya da şivesini) yabancılar henüz anlamıyorlarsa da bu pek önemli değildir. Tebamız haline gelince öğrenirler.

    (2) Parasız tanıtmada en önemli ilke “bir şeyin arkasına tutunma”dır. Yani, bir başka amaçla yapılan bir işten faydalanarak tanıtma yapmaktır.

    Mesela, hakem otosunun arkasına tutunarak, uluslararası bisiklet yarışında koşan bisikletçimiz ve de değerli hakemimiz, Türkiye’nin tanıtımına fevkalade katkıda bulunmuşlardır.

    (3) Reklamcılıkta bir metodun, alışılmışları yıkmak, hatta insanları sinirlendirmek olduğu söylenir. İşte bu metod, tanıtmamızda fevkalade sonuçlar verir ve bugüne kadar da vermiştir.

    Yabancıların gözünün içine bakarak kendimizi övmemiz, beceriksiz olduğumuz alanlarda bize haksızlık yapıldığını savunmamız, kendimizi tanıtmada çok etkilidir.

    Kısa adıyla “180 Metodu” olarak da bilinen bu yöntemde, eksiğiniz bulunan bir konuyu samimiyetle kabullenip düzeltmek yerine, 180 derece çevirip karşınızdakini suçlamanız gerekir.

    Örneğin, “ellerinizle hijyenik olmayan şeylere dokunup sonra da yiyecekleri ellediğiniz” iddiasını ciddiye alıp düzeltecek yerde, bunu söyleyenleri pislikle suçlamak tanıtma için çok etkilidir.

    (4) Bir metod da, 5. sınıf yabancıları Türkiye’ye çağırıp Boğaz’da rakı içirip, Galata kulesinde dansöz seyrettirmek ve sonra da 275 tirajlı gazetesinde bizden bahsetmesini beklemektir.

    (5) Nihayet en önemli konu, insanlarımızda tanıtma konusunda bilinç yaratmaktır.

    Her problemimizin aslında “tanıtma eksiği”nden doğduğunu sistemli biçimde işleyerek, kimsenin başa çıkamayacağı ve dolayısıyla da arkasında rahat uyunabilecek bir düşman yaratılmalıdır.

    Tabii ki metodlar çok fazladır. Ama önemli olan işin prensibini kapmaktır. Sonrası sizin kendinizi ve çevrenizi ne kadar kandırmak istediğinize, tanıtma konusundaki cehaletinize ve nihayet bu konuda profesyonel yardım alıp almadığınıza bağlıdır. Hoşça kalınız.